Arif, Böbü dedenin küçük oğludur. Oğlu olmayan Hasan Hüseyin abisi ise, Hamzaların Afyon kolu ile Böbüler ve Sarasanların dedesi oluyor.1880 yılında doğdu Arif... Doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğu bilinmiyor, topaldı. Bu yüzden askere alınmamış. Genelde fiziksel özellikleriyle lakaplama yapılan Eğret'te Topal Arif yerine Hacı Arif lakabı takılması ilginçtir. Oysa hacca 30 yaşından sonra gitmiş...
Böbü Dedemiz onu Hacılardan Nazik ile evlendiriyor. Nazik Hanımı da tanıtalım, tam olsun; Davılcıarif, Dındınali, Kelsalek, Kelidiriz, Çapıtçıhafız ve Kelarzıman'ın halaları oluyor...
Olay evliliğin ilk yıllarında geçiyor, Arif ve Nazik delikanlıyken... Henüz çocukları yok, ihtimal 19. yüzyıl sonları... Bunlar arkadaşlarıyla sözleşmişler, gece Gazlıgöl'e hamama gidecekler. Köydeki hamam yanmıyor olabilir veya su, sıcaklık, havuz farkından orası tercih edilmiş olabilir. O dönemde bile çevredeki kaplıcalara gitmenin yaygın olduğu anlaşılıyor...
Arkadaşları gelip almışlar Arif'i. Yayan gitmezler herhalde, ihtimal ki at arabası ayarlamışlardır. Yolda neler yaşadıkları, ne zaman vardıkları, arkadaşlarının kimler olduğu filan meçhulümüz. Bundan sonra bir süre Arif dedenin anlattıklarını dinleyeceğiz.
Hamama girmişler. Tabi başka köylerden gelenler de olabilir... Bir vakit her şey normalmiş. Sabunlanmışlar, keselenmişler, suya girmişler... Bir süre sonra içlerinden biri,
- 'Şu kandilleri söndürün veya şavkını kısın' gibi bir şey söylemiş. Eskiler bilir, idare lambası veya kör kandil denilen aydınlatma araçlarını... Ucunda döndürerek şavkı kısıp açmaya yarayan basit bir düzenek vardır, onunla alevin şiddetini ayarlarsın. Tam söndürmek için fitile üflemek, yahut parmaklar arasında yanmakta olan fitil ucunu ezmek gerekir. Her halükarda kandile varmak zorundasın yani... Fakat kurnanın başında yan gelip keyf çatmakta olan birisi,
- 'Durun ben hallederim' diyerek hiç istifini bozmadan ayağını uzatıp gerçekten halledivermiş. Bunu normal, sıradan bir şey yapar gibi yapmış, ama olay hiç de normal değil... Bir defa uzaktaki kandile ulaşmak için yerinden bile kalkmamış adam. Ayağı kandile doğru iki üç metre uzayıvermiş. Ayrıca adamın parmak aralarının perdeli olduğunu da fark etmiş Arif, tıpkı kaz, ördek ayağı gibi... O anda etrafına bakınmış ki, hamamda bulunanların hepsinin durumu aynı; uzun bacaklılar ve perde ayaklılar... Üstelik köyden birlikte geldikleri arkadaşları da aynı...
Dehşet içinde kalmış ve korkudan ne yaptığını bilmez bir şekilde kendini dışarı atmış. Dışarı derken, en dışarı değil; çıplak bir şekilde nereye gidecek... Olanlardan habersiz işine bakan hamamcıyı uyarmak istemiş;
- 'İçerdekilerin hepsi acayip, şeytan mıdır ne!..' Hamamcı oralı bile değil, işine devam ediyor... Arif ısrarla uyarısına devam edince sıkılmış gibi tezgahın ardından öne çıkıyor ve,
- 'Böyleler mi?' diye sıyırdığı peştamalin altından perdeli ayaklarını göstermiş. Bundan sonrasını Hacı Arif dede hatırlamıyor... Olayın bütününü ve perde gerisini öğrenmek için Eğret'e dönmeliyiz...
Arif arkadaşlarıyla gittikten bir süre sonra, arkadaşları tekrar gelip onu çağırmışlar. Nazik Hanım çıkmış dışarı ve 'Niye dönüp geldiniz?' gibisinden soracak olmuş. Biraz da endişelenmiş galiba, çünkü yanlarında kocası yok. Başına bir şey mi geldi acaba... Fakat arkadaşları gayet sakin;
- 'Gelsin Arif, hamama gidecektik.' filan demişler. O vakit endişesine korku ve şaşkınlık da karışmış Nazik Hanımın;
- 'Demin aldınız gittiniz ya!...' Nasıl olurdu, şuydu buydu derken, mesele anlaşılmış. Arkadaşlarına benzer bir grup gelip götürmüşler Arif'i... Atları koştura koştura Gazlıgöl'e varmışlar. Arif'i hamamın aralığında baygın olarak bulmuşlar... Meğer onu buraya getiren arkadaşları değil, habis ruhlar taifesiymiş. Allah'tan ki aklını yitirmemiş, sadece bayılmakla kurtulmuş. Belki de bayıldığı için kurtulmuş...
Söğütçük'e geldiğimizde çocuklara Hacı Arif dedenin kuyuyu gösterdim. Seren ve direği yıkılıp yerine çeşme yapılalı otuz yıldan fazla oldu. Şimdi kuyu ağzını kocaman bir kaya ile tıkamışlar...
Çeşme yapıldığı yıllarda Anıtkaya'da çalışıyor ve orada oturuyordum. Bazı akşamlar dışarıdan birileri çağırırdı, balkona çıkıp bakardım, kimse yok. Bazen de zile basarak çağırırlardı, yine kapıya bakardım kimse yok. Bu garip çağrılma olayları sıklaşınca babama anlattım.
- "Yine çağıracak olurlarsa balkona çıkma, kapıya da bakma... 'Gelemem, un tuz tartıyorum' de... Bir daha çağırmazlar, zarar da veremezler." dedi ve Nazik ninesinden işittiği yukarıdaki olayı anlattı. İlk defa o vakit duyduğum hamam olayını sonra yine defalarca dinledim. Nazik Ninemiz, kocasının travmayı bu tılsımlı sözlerle atlattığını, bir daha habis ruhların kendisini rahatsız etmediğini söylemiş...
Benim durumum bir yanılsama olabilir. 'Un tuz tartma' hususunu uyguladım mı bilmem, ama bir daha ünnneyen olmadı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder