tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Ağustos 2025

Mustafa Kemal Paşa'nın Şartı Kabul Edilse...


    Şimdiye kadarki Milli Mücadele okumalarımda dikkatimden kaçmış bir husus, 1921 Londra Konferansı ve 1922 Paris görüşmeleri... İkincisi İstanbul Hükumetinin yanında TBMM hükumet temsilcilerinin de katılmış olması bakımından önemli. Yoksa toplantıdan bir sonuç alınamıyor.

    Müttefiklerin zora koşmasıyla bu katılım gerçekleşmiş, Ankara'nın gerçek muhatap olduğunu anlamışlar. Gerçi ancak 'özel davet' olursa katılım sağlayacaklarını söylüyor Ankara ve bu özel daveti de İtalya'ya yaptırıyorlar.

    Yunan tarafı ateşkes istiyor, çünkü 'Küçük Asya'da bunalmaya başlamış, lakin kuyruğu dik tutarak buradan ayrılmayı düşünüyor. Bu yüzden Sevr'in değişik bir versiyonunu barış diye imzalattırma amacında... Müttefikler ise gidişatı hissettikleri için daha yumuşak tekliflerle geliyorlar. Tekirdağ dışındaki Trakya'yı Yunanlara bırakma, İzmir'i Milletler Cemiyeti yönetimine bırakma, Boğazları uluslararası tarafsız ve silahsız yönetime devretme, 50 binlik Türk ordusu sayısını 85 bine çıkarma, Doğuda Ermenistan kurulması filan...

    Ankara barış görüşmelerine taraftar olmakla beraber Müttefiklerin şartlarını kabul edilemez buluyor ve kendi şartını öne sürüyor. Buna göre ateşkes yeterli değil Yunan tarafının işgal ettiği yerlerden çekilmesi temel şarttır. Ateşkes başladığından sonra 15 gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının batısına çekilmeli, dört ay sonunda da İzmir'i tamamen boşaltmış olmalıdır. Bu temel şarttan sonra diğer hususlar görüşülebilir.

    Tarafların ileri sürdüğü şartların hiç biri karşı taraflarca kabul edilmeyince görüşmeler sonuçsuz kalıyor. Burada önemli olan TBMM hükumetinin Müttefiklerce muhatap kabul edilmesidir.

    Paris'te yapılan görüşmeler ve daha sonraki Dışişleri Bakanları toplantısındaki müzakereler aynen Ankara'ya aktarılarak sorular, cevaplar, açıklamalar, şartlar, notalar derken haberleşmeler Nisan 1922 ortalarında cereyan ediyor. 

    Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önşartı dikkat çekicidir. Eğer bu şart kabul edilseydi Haziran başlarında Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının batısına Yunanlar çekilmiş olacaklardı. Yani daha bu tarihte Eğret köyünün de içinde bulunduğu bölge işgalden kurtarılacaktı. Eylül başında da işgal ettikleri son nokta olarak İzmir'i boşaltacaklardı. 

    Görüşmelerden bir netice elde edilemedi, yani Türk tarafının şartı dikkate alınmadı... Alınmadı da ne oldu peki? Herkes olduğu pozisyonda kaldı. Eğret'te işgal devam...

    Haziran ortalarında Mustafa Kemal Paşa taarruz hazırlıklarına başladı, ama bu düşüncesinden sadece Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Paşa'nın haberi vardı, çalışmalar büyük bir gizlilik içinde yürütüldü. Sonra süreci biliyorsunuz, 26 Ağustos'ta Büyük Taarruz, 29'unda Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının temizlenmesi ve 9 Eylül İzmir...

    Türk tarafının şartlarına göre ateşkes yapılsaydı, barış anlaşmasından 15 gün sonra Eğret boşaltılacak, dört ay sonra da, yani yine 9 Eylül gibi Yunanlar Anadolu'dan tamamen çekilmiş olacaklardı, ama onca kayıp yaşanmayacaktı.

    Tarihte 'şöyle olsaydı böyle olsaydı'nın yeri yok... Ne diyelim, 'öyle olacak da öyle olacak...'



26 Temmuz 2025

İtlerinize Sahip Olun!


    Daha önce bahsettiğim toplu dilekçe olayı hatırlanacaktır. 1921 yılında işgal edilen Eğret bölgesi köylerinin muhtar ve imamları işgalcilerin zulmünden bizar olarak İzmir Yüksek Komiserliği Afyonkarahisar temsilciliğine başvuruyorlardı. Dilekçede ot, saman gibi bütün yemlere el konulduğundan çifte koşacak hayvanların yiygisi kalmadığını, bütün deneye el konulduğundan halkın kışı çıkaramayacak hale geldiğini, hatta kendilerine tohum bile bırakılmadığını, çift hayvanlarının sürekli alıp alıp götürüldüğü için tarlalarını süremediklerini, ileşberlikten başka iş bilmeyen yöre insanının ölüme terk edildiği vb. şikayetlere yer vermişler. 

    Bunları Esra Özsüer'in yeni çıkan Megali İdea adlı kitabından öğrendik. Ancak kitapta belgelerin tamamına yer verilmediği için başka ayrıntılar hakkında beklemeyi tercih etmiştik. Nihayet Selami Kurt Bey asıl belgelere ulaşmış. Eski Türkçe dilekçe ve Yunanca üst yazıdan oluşuyor evrak... Dilekçeyi çözümleyip bana gönderme nezaketinde bulundu sağolsun. Artık daha yeni ve kesin bilgilere sahibiz.

    Çözümlenen belge sayesinde toplu dilekçeye imza veren köyler netleşti. Bunlar Eğret, Olucak, Cumalı, Susuzosmaniye ve Osmanköy'dür. Gerçi eskinin imzası anlamına gelen mühürlerdeki isimler belgeden okunamıyor, bu yüzden o dönem köy muhtarı ve imamlarının belirlenmesi çok zor. Bununla beraber Susuzosmaniye yetkilisi Hacı Ahmet oğlu Hacı Ahmet, Olucak muhtarı da Çerkes Mustafa olarak okunmuş. Bu, Yenice ve Olucak köylerinin idari olarak birlikte hareket ettiklerine işaret kabul edilebilir mi acaba?

    Beş muhtar ve imamın Türkçe dilekçeleri Afyonkarahisar mutasarrıfınca Yunan Yüksek Komiserliği Afyon temsilcisine havale edilmiş, muhatap onlar çünkü. Temsilci de dilekçeyi olduğu gibi Yunanca'ya çevirip bir üstyazı ile İzmir'e göndermiş. Bizim dilekçe böylece 3 sayfalık resmi evrağa dönüşüvermiş. Yalnız mühürlerden bizim okuyamadığımız isimleri Yunanlar okuyarak tercüme dilekçeye eklemişler. İşte oradan Eğret muhtarının adını Omar/Ömer olarak okumuş gibiyim. O dönem muhtarın Daldalların Ömer Çavuş olduğunu bildiğim için bana öyle gelmiş olabilir. Yine de bu durum, Yunanca'ya vakıf biri tarafından dilekçedeki isimlerin çok rahat okunabileceği konusunda bize bir fikir verdi.

    Bizim için asıl yenilik dilekçenin ikinci bölümü oldu. Esra Hanımın ne konferanslarında ne de kitabında bahsettiği bu bölümün varlığından ancak orijinal belgeler sayesinde haberdar olduk. Dilekçe paragrafının sonunu oluşturan o ifadeler şöyle:

    "... karyelerimiz şimendüfer hattı güzergahında bulunması hasebiyle askerlerden firar edenler gelüb bir takım işkence ve iz’âc etmekde olduklarından bu hususda dahi muhafaza emrinde oralara bir karakol ikamesi hususunun lazım gelen makamlara emir buyurulmasını arz ve istid’â ideriz. Olbâbda emr ü fermân hazret-i men lehu’l-emrindir."

    Kitabın yazarı ele aldığı işgalcilerin köylülerin malına el koyması hususuna odaklandığı için dilekçenin yalnız o kısmını incelemiş. Bu yüzden diğer konu içerikli ikinci kısmı dikkate almamış olması normaldir. Oradaki husus asker kaçaklarının köylülere ettiği eziyetler olup en az öncekiler kadar mühimdir. 

    İlk zamanlarda Türk ordusunda da asker kaçakları ve onların oluşturduğu çeteleşme faaliyetleri yaygındı. Takrir-i Sükun kanunu ve düzenli ordu kurulmasıyla büyük ölçüde bunun önüne geçilip düzen ve disiplin sağlandı. İşgalci Yunan ordusunda asker kaçakları daha fazla yaşandı. Özellikle Sakarya savaşı sırasında başgösteren açlık ve susuzluk bunu artıran en önemli etkendi. Daha sonraki geri çekildikleri yerlerde de durum pek farklı olmadı. Bilindiği gibi Eğret'te de bütün hayvanlara el konulmuş, düzenli olarak iaşede kullanılmıştı. Hazıra dağ dayanmaz, onlar da bitti... Askerlerin kokmuş balık konservesi yemekten bıktığı ve çoğu zaman bunları çöpe attıkları anlatılıyor. Bütün bunlar ve uzun süren askerlik nedeniyle Yunanlar da askerden kaçmaya başlamışlar, kendileri veya Rumlarla oluşturdukları çeteler olarak askeri disiplinden uzaklaşıp gasp ve yağmaya girişmişler. 

    Afyonkarahisar-Kütahya demiryolu hattına yakın olması sebebiyle firarların yaşandığı önemli bir bölgeymiş buralar. Askeri nakiller genellikle trenle yapıldığından, vagondan atlayarak firar etme çok yaygınmış çünkü... İşte firari Yunan askerleri, işgalci birliklerden daha disiplinsiz hareket ediyorlar. Denk getirdikleri yerde hayvanları ve halkın diğer varlığını gasp ediyorlar. Bunun için her türlü işkence ve zulmü yapmaktan çekinmiyorlar. Zaten köylünün bir şeyi kalmamış, ama kümesindeki tavuğu bile gözlerinin önünde boğazlamaktan çekinmiyorlar. Bir firarinin çiğ çiğ tavuk yediğini anlatıyorlar... 

    Tabi bu gasp olayları neyse de, bir sürü tacizler filan da var... İşte beş köyün muhtar ve imamları dilekçenin ikinci bölümünde bu hususu gündeme getiriyorlar. Kaçakların halka eziyetlerinden dem vurarak bölgeye karakol benzeri bir merkez kurulmasını istiyorlar. Aslında kibarca 'İtlerinize sahip çıkın!' diyorlar...

    Dilekçede belirtilen bu hususların akıbeti ne olduğu bilinmiyor. Yalnız Türk köylülerinin bu şikayetlerini İzmir'deki Yunan Yüksek Başkomiserliği Atina'ya akıllıca tavsiyelerle bildirmiş. Yüksek Başkomiser Steryadis'in bu konulardaki genel tutumu da ayrıca incelenmeye değer, bir ara yazarız. Selami Kurt Hocanın dediği gibi, bu belgelerden daha çok yazı çıkar.



18 Temmuz 2025

Yıl 1902, Eğret'in İlk Fotoğrafı


    Hasan Özpınar Bey'in 'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar' adlı kitabından Eğret ayrıntılarının izini sürüyoruz. Daha önce bahsetmiştim, 20. yüzyıl başlarında hizmete giren Hicaz Demiryolu projesine kadar gezginler karayoluna mecburdu ve İstanbul yolcuları genellikle Eğret'ten geçmek zorundaydı. Bu yüzden o zamana kadarki seyyahlar bizim köyden, ama az ama çok mutlaka bahsetmişler. İşte takip ettiğimiz o gezginlerin notlarıdır...

    Kitapta Eğret'ten bahseden son gezgin olarak Alfred Philipson yer alıyor. 1902 yılına ait notların sahibi olan bu Alman gezginden sonrakiler demiryolunu tercih ettiği için Eğret'i görmemişler. Hasan Bey Philipson sunumunu şöyle yapmış:

    "1864-1953 ylları arasında yaşayan Alman Bilim adamı Alfred Philipson 1902 yılında yaptığı Türkiye gezisinde Kütahya üzerinden karayolunu takip ederek Afyonkarahisar'a gelir. Yolda Eğret (Anıtkaya) Köyü'ne dair küçük bir bilgi verir ve Afyonkarahisar izlenimlerine geçer." *

    'Eğret köyüne dair küçük bilgi'yi merak ederek devam ediyoruz, ama yok; yazar o bölümü kitabına almamış. Yeni baskıda o kısmı ve Eğret'e dair daha yeni bilgileri bulacağımızı ümit edip asıl konuya geçelim.

    Eğret köyüne dair küçük bilgi yok, ama ondan çok daha değerli olarak Philipson'un köyde çektiği bir fotoğrafı koymuş Hasan Bey. Eğret köyünün, şimdiye kadarki en eski fotoğrafını bizlere sunduğu için kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır. 

    Madem elimizde bir metin yok, onun yerine bir fotoğraf var; öyleyse biz de o fotoğrafı yorumlayalım...

    Ben o günleri hatırlıyorum, yarım asır kadar önce Anıtkaya sokaklarına girince böyle manzaralarla karşılaşabilirdiniz. Garaörtü dediğimiz çorak dambeşli evler tam da böyleydi ve çoğunluk ev, dam, samanlıklar garaörtüydü. Sanırım bu tip evler asırlarca varlığını sürdürmüş, bundan önce gördüğümüz gezginler hep buna dikkat çektiği hatırlanacaktır.

    Galiba Gocacami inşaatına kadar kiremit çatılı bina yoktu. Tek kırım veya çift kırım samanlık filan yapılsa da yine çorakla sıvanıyordu, belki vakitler dambeş sıvama bile yoktu, çorak saçıp loğ taşıyla yurguluyorlardı. Gocacami'nin kiremit çatıda ilk olduğunu düşünüyorum ve fotoğraf tarihine göre Gocacami'ye daha 5-10 yıl var...

    İleride sağda çift kırım bir meydan ambarı kendini gösteriyor. Bunlardan köyde çok vardı. Hepsinin de yapısı, tipi böyleydi; çatıları tahtadandı, sonradan kiremit döşendi.

    Evlerin duvarları taş, kerpiç ve çamurdan örülüyor, bu yüzden düzgünlük sağlanamıyor. Harabe halindeki kalıntılardan hala bunu gözlemleyebilirsiniz, bak o zamanlarda da aynı... Duvara kondurulmuş pencerelerde cam var mıydı acaba, pek anlaşılmıyor. Gocagapıların üstünde saçak olanı da var, çıplağı da...

    En dikkat çekici husus da sanırım dambeşlerdeki otluklar. Şu karede sekiz otluk saydım. Bundan çayırların çokluğunu, otun saman kadar önemli bir kışlık hayvan yemi olarak görüldüğünü ve belki koyunculuğun yaygın olduğunu çıkarabiliriz.

    Yine fotoğrafta üç yetişkin, üç de çocuk görülüyor. Entarili çocukların önde olanı erkek gibi... Uzaktaki büyüklerin giysileri hakkında konuşacak kadar fotoğraf net değil. Hemen yakındaki at veya katırın sırtında semer bulunduğu anlaşılıyor ama... Muhtemelen kafiledekilerden birinin, belki de Philipson'un atı, bağlamışlar çeşme gibi bir yerin ardında gölgeleniyor...

    Gölge dedim de... Belki en büyük ipucumuz fotoğraf çekim zamanına yönelik ve bunu bize sağlayan gölgeler... Uzun gölgelere bakarsan fotoğrafın kuşluk vakti yahut akşama doğru çekildiğini anlarsın. O zaman gördüğümüz evler kuzey-güney ekseninde sıralandığı sonucuna varırız ve gölge ayrıntısından yön tayini de yapmış oluruz.

    Bütün bunlardan sonra bazıları bu fotoğrafın şimdi kahvelerin önü dediğimiz yeri gösterdiğini söylüyor. Başka fikirleri olanlar da var. Bu husus tartışılabilir. Hem belki kitabın yeni baskısında Hasan Bey yeni bilgi ve başka fotoğraflarla gelir karşımıza, tartışacak yeni şeylerimiz olur...


*Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.207



17 Temmuz 2025

Eğret 1813... Zalım Paşa...


    John Macdonald Kinneir İskoçyalı bir subay. Britanya ordusunda Hindistan'da görevli... Dört beş yıl İran Şahına danışmanlık yaptığı sırada coğrafya, seyahat, keşif gibi şeylere merak salmış ve gördüklerini not etmiş. 1813'te memleketine dönmek için batıya doğru Anadolu, Avrupa güzergahını kullanmış ve dolayısıyla Eğret'ten geçmiş.

    "Buradan ayrıldıktan sonra ilk geceyi Karahisar'a on sekiz kilometre kuzeybatıda Eğret adlı küçük bir köyde geçirdim. Akarçay'ın üzerinden ovada üç defa geçtim, önce şehrin hemen sonunda, sonra üçüncü ve sekizinci milde. Köylüler akşam benimle bir sigara içmek için geldiler ve hepsi de paşanın zulmünden şikâyetçi ve niyetlerinin baharda hep birlikte burayı terk edip başka bir ile göç etmek olduğunu söylüyorlar. 
    Buradan Altıntaş, Kütahya istikametinde yola devam ettik." *

    Batılı gezginlerin ölçü birimlerini bugünküleri nazara alarak düşünmemeliyiz. Onun 18 dediği mildir. Günümüz uzaklık ölçüsüne çevirdiğinizde aşağı yukarı 30 kilometreyi bulursunuz. Zaten köyün adını da açık açık zikretmeyip 'Egar' gibi bir şeyler yazmış, Hasan Bey isabetli bir yorumla bunu Eğret kabul etmiş.

    Evet, Karahisar'a yön ve mesafe tuttuğuna göre bahsedilen yer Eğret köyüdür. Allah var, Kinneir kendinden önceki gezginler gibi küçümser ifadeler kullanmıyor; derme çatma kulübeler demiyor, bakımsız demiyor, mezra demiyor. 'Eğret adlı küçük bir köy' diyor ki, bu kabul edilebilir bir tanımlama. Çünkü büyüklük küçüklük izafidir, kişiden kişiye değişir, ayrıca o vakitler Eğret'in küçük olması bize göre de gayet normal...

    Bir anlatım tekniği olarak Eğret'ten bahsettikten sonra, geriye dönüp oraya ulaşana kadar Akarçay'dan üç kere geçtiğini yazmış. Akarçay'ın kıvrımlarını düşünürsek, dosdoğru bir rotada bu geçişler de normaldir; ama kronolojik sıralamanın dışına çıkarak bunun belirtilmesi bir derenin zarifçe bükülmesini andırıyor... 

    Yazarın üslubuna uyarak biz de Eğret'e dönelim. Afyon'dan ayrıldıktan sonraki ilk geceyi Eğret'te geçirdiğini söylemiş. Bu önemli bir ayrıntı... Bununla beraber konaklamanın nerede yapıldığına dair bilgi yok; Eğret kervansarayında da olabilir, odaların birinde de... İkisi için de geçerli olacak mantık yürütülebilir. Bir defa bu adam henüz otuz yaşlarında, ama Şah'ın danışmanı, ileride elçi bile olacak. Önemli biri yani, bu yüzden kervansarayda kalmış olsa gerektir... 

    Fakat akşam Eğretliler toplanıp buna gece oturmasına geliyorlar. Bu tipik bir Eğret köyodası uygulamasıdır. Odada konaklayacak misafir varsa mahalledeki evlerin her birinden yemek gelir, hep birlikte akşam yemeği odada yenir. Sonrasında misafirin uykusu gelene kadar sohbet edilir. John Macdonald Kinneir'in köylüler yanıma geldi dediği hususun aslı bu olabilir.

    Ayrıca Kinneir'in 'köylüler benimle bir sigara içmek için geldiler' ifadesi de sıcak ve samimi görünüyor. Sigara da kahve gibi muhabbet etmenin yan unsuru kabul edilir. 'Yak bakam!.. Yak bakam!..' derken muhabbet koyulaşır.

    O zamanın popüler konusu Paşa'dan şikayet... Zulümleri köylünün canına tak etmiş, hatta kış çıkınca hep beraber köyü terk edeceklerini söylemişler... Nereye gideceklerdi acaba, belki o paşanın hükmünün geçmediği bir vilayete...

    Paşa'dan şikayet Eğretlilere mahsus olsa vergi toplayan ağa veya voyvodanın kastedildiğini düşünebilirdik. Fakat yazar Afyon'un merkezi ve başka yerlerini anlatırken de sık sık halkın Paşa'dan şikayetçi olduğunu belirtiyor. O halde Karahisar'ın geneli için geçerli bir durum... 

    1813 yılında Sülüm camisini de yaptıran Vali Hacı Mehmet Paşa mı kastediliyordu acaba? Paşa ünvanının sivil kişilere de verildiği ve her yerde çok sayıda paşanın bulunduğu o yıllarda belli bir kişinin günahını almak istemeyiz. Yazar isim vermemişse, bizim de araştırmamıza gerek yok...

    Eğretliler iki asır önce de böyleymiş; bol bol şikayet... Problem çözmeye yönelik adım atmaya gelince yan çiz, misal hep birlikte başka bir ile göç et... Gerçi onu bile yapamamışlardır...


     *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.35



16 Temmuz 2025

Eğret 1803... Mezra


    Zamanın Mekke Şerifi, Vehhabi tehlikesi hakkında Padişaha rapor sunmak için yola çıkmıştır. Yanında bulunan Fransız yazar Domingo Badia Leyblich geçtiği yerler hakkında notlar alır, gravürler çizer. Yıl 1803'tür ve tabi ki Eğret, İstanbul yolu üstündedir.

    "Sabah 8,5 gibi şehirden ayrıldık. Kente uzak olmayan bir dereden geçtikten sonra, tepeyi tırmanmaya başladık. Bu yolu saat 10,5’a kadar takip ettim; orada küçük bir mezra ile karşılaştım. Saat on iki buçukta, yardımcım Osman köy adında başka bir mezrada durdu ve beni güzel bir yerde konaklattı. Daha önce kötü bir yerde konaklatmıştı ve ben buna çok kızarak öfkeyle onu tehdit etmiştim. Eğer bir daha böyle davranırsan kılıcımla kafanı uçururum demiştim. Diğer Tatarlar bunun üzerine yanıma gelerek beni sakinleştirmişler ve bana hak vermişlerdi. Şimdiki durum bu sebepledir.
    Buradan Altıntaş, Kütahya istikametine doğru devam ettik." *

    Eğret köyünün de bulunduğu bölge için öncekilere nazaran daha geniş bir paragraf yazılmış olması bizi yanıltmasın. Burada köyün adı bile geçmiyor, yazılanlardan hareketle ve bölgeyi de bildiğimiz için böyle bir çıkarımda bulunuyor, tam bu esnada yolcuların Eğret'ten geçtiğini düşünüyoruz.

    Afyon'dan sabah ayrılıyorlar. Şehirden çok uzaklaşmadan bir dereyi geçip gayet yüksek bir tepeyi tırmanıyorlar. Biraz düşünelim, dereden geçtiklerini ve bir tepeyi tırmandıklarını aynı cümle içinde söylüyor yazar. Bunlar yolculuğun belirtilmesi gereken ayrıntıları olarak görülmüş demek. O halde dere ve tepe birbirine yakındır. Hemen aklımıza Araplı deresi şimdiki Bayramgazi rampası gelmelidir. O vakitler yol tam olarak şimdiki yerinden geçmiyor olabilir, ama nereden geçerse geçsin o tepeleri aşmak zorunda...

    Tırmanma işi bittikten sonra aynı yol üstünde saat 10.30'a kadar devam ediyorlar. Afyon'dan da saat 8.30 gibi çıkmışlardı, yani iki saat gittikten sonra karşılarına bir mezra çıkıyor. Evet, tam da böyle çevrilmiş, 'mezra' demişler... Afyon'dan iki saatte vardıkları ve Leyplich'in mezra dediği yer Eğret köyüdür...

    Onun gözüne mezra gibi görünen Eğret'in, asırlardır Afyon'un en fazla vergi ödeyen köyü olduğunu Leyplich nereden bilsin. O gördüğünü yazıyor. Gördükleri de önceki gezginlerin gördüğünden farklı değil; kerpiç duvarlı, çorak dambeşli 'derme çatma kulübeler' ve 'bakımsız bir köy'; böyle bir yerin mezra diye nitelenmesi de gayet doğaldır...

    Yolcu katarının Eğret'te bir saat kadar mola verdikleri anlaşılıyor. Bu sırada köylülerle sohbet etmiş olmalıdırlar. Lakin ettilerse bile bu sohbet aracılar vasıtasıyla yapılmıştır. Çünkü ne Mekke Şerifi ne de Leyblich Türkçe bilmiyorlar...

    Peki Eğret'te mola verdiklerini nereden çıkarıyoruz? Osmanköy'e iki saatte varmalarından... Afyon'dan Eğret'e iki saatte ulaşan bir yolcu katarı, Eğret'ten Osmanköy'e bir saat veya daha az bir sürede varmalıdır. Çünkü mesafe daha kısa, yol daha düz... Şu durumda kayıp bir saat var, onu da Eğret'te geçirmiş olmalılar...

    Osmanköy'de ise daha uzun bir süre kalmışlar. Konaklamadılarsa bile epeyce dinlendikleri anlaşılıyor. Hatta orada kaldıkları yerden çok memnun olmuş Leyblich, bunu açıkça dile getiriyor ve memnuniyetinin sebebini çok ilginç bir hikayeye dayandırıyor. Meğer rehberi bunu yolculuğunun önceki döneminde çok kötü bir yerde konaklatmışmış. O kadar kızmış ki 'Bir daha beni böyle kötü bir yere yerleştirirsen seni gebertirim!' diye tehdit etmiş. Hatta gürültüye koşan tatarlar onu elinden zor kurtarmışlar. Böyle bir geçmişi olduğundan Osmanköy'deki oda çok hoşuna gitmiş.

    Bu kötü hatıranın Eğret'te yaşandığı zannedilmesin, çünkü yazar daha uzak bir geçmişten bahsediyor; oysa Eğret'ten bir saat önce ayrılmışlardı. Ayrıca Osmanköy ile Eğret karşılaştırılıyor da değil. Afyon'dan yola çıkalı henüz iki saat geçmişken Eğret'te konaklamak/gecelemek doğru olmazdı. Bununla beraber kafilenin asıl yolcusu Abbasi soyundan gelen Mekke Şerifidir, büyük ihtimal öğle ve ikindi namazını bir sonraki durak olan Osmanköy'de kılacak şekilde planlamışlardı. Leyblich'in memnuniyetine asıl sebep, köylülerin Şerif'e hürmeti olabilir...

    Her gezginin karakteri, bakış açısı, ilgileri, yaşadığı dönem veya seyahat esnasında özel durumların yaşadıklarına ve yazdıklarına yansıdığı şüphe götürmez. Aynı yoldan, ama bu sefer ters istikametten geçerken bir gezginin Osmanköy hakkında kullandığı kötü ifadeleri hatırlıyorum. Sebep de oralı bir köylünün kendilerine ateş açması idi...

    1803 yılında Eğret'te bir parça duraklayan Leyblich'in köyün adını anmadan 'mezra' diye söz etmesi de özel bir duruma bağlı olabilir...


    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.32



15 Temmuz 2025

Bakımsız Eğret 1798


    Doğa bilimleri alanında araştırmalar yapmak üzere yola çıkan Fransız bilim adamı Guillaume Antoine Olivier, yıllarca sürecek gezisinin son dönemini Anadolu'da geçirir. Kıbrıs'tan Anadolu'ya Antalya üzerinden geçer ve yolu üzerindeki gözlemlerini not eder. Afyon'dan ayrılıp Kütahya üzerinden İstanbul'da gezisini bitirecektir. Doğal olarak Eğret onun güzergahında bulunuyor...

    "8 Ekim'de Karahisar'ı terk ettik ve düzensiz bir alanda 5 saat boyunca yürüyerek bakımsız bir köy olan Eyret'e geldik. Ayın 9'unda aynı düzlükte dört saat daha gittik, Altıntaş adında oldukça kayda değer bir köyden geçtik." *

    Görüldüğü üzere çok kısa bir not... Gezginin tarzı da böyle, çok az durduğu Afyon hakkındaki notları da kısa... Bununla beraber görme imkanımız olmayan orijinal notları daha geniş olabilir. Öyle bir durum varsa ve eğer Hasan Özpınar kitabın ikinci baskısında bunlara yer verirse görebiliriz. Şimdilik yukarıya alıntıladığım iki cümle ile yetineceğiz.

    Yolculuk kış bastırmadan sonbaharda, 8 Ekim'de gerçekleşiyor, bu yüzden sürekli kullanılan kervan yolunun kapanma tehlikesi bulunmadığından orası tercih edilmiş. Bildiğimiz güzergahtan giriliyor köye... Eski harmanların kış bastırana kadar sürdüğü düşünüldüğünde Eğretlilerin o günlerde harmanda olduğu unutulmamalıdır. İşte gezgin, böyle bir harman vakti köye gelmiş. Yolculuk 5 saat... Yirminci yüzyılda bile yayan gidişler olurmuş Afyon'a ve süre aynı, 5 saat... Mösyö Oliver'in yayan geldiğine ihtimal vermiyoruz, ama yaya yavaşlığında imişler. Belki de bu esnada bitki örtüsünü incelediği için bu kadar yavaş ilerliyordur...

    Eğret için kullandığı sıfat çok ilginç; 'bakımsız'... Bakımsız köy denmesine sebep, çorak dambeşli evler olduğunu düşünüyorum. O sırada Anadolu'daki başka köyler de aynıydı, binalar aşağı yukarı kerpiç duvar, çorak dambeş biçimindeydi. Duvarlar kaba çamurla sıvanırsa sıvanır, daha ötesi bilinmezdi. Burada Eğret'e bakımsız derken başka köylerle karşılaştırılıyor değil, tipik bir Anadolu köyü gibi görüldüğünü düşünüyorum...

    Bu gezginden yaklaşık 30 yıl önce Eğret'e gelen bir başkası da benzer ifadeler kullanmıştı. Dandır tarafından köye girip 'derme çatma kulübeler' görmüş ve sağda solda antik çağ binalarından kalma beyaz mermer parçalarını da kaydetmişti. O mermer parçalarının bir kısmı da büyük ihtimal çorak dambeşlerdeki yurgular idi...

    Otuz yıl arayla iki farklı yoldan giren gezginlerin aynı şeye dikkat çekmesi de garip. Eğret evlerini biri derme çatma kulübe diye nitelerken, diğeri onların oluşturduğu köyün bakımsızlığını öne çıkarıyor. 18. yüzyıl Eğret'ini tasavvur edebilmemiz için bunlar ipucu olabilir...

    Ertesi gün, 9 Ekim'de tekrar yola revan olduklarına göre o gece Eğret'te kalmışlar. Kervansaray'da mı, yoksa odalarda mı konakladıklarına dair bir ayrıntı yok. Eğer odalarda kaldılarsa, Mösyö Oliver ev ve odalarımızı içeriden gözlemleme imkanını da bulmuş olabilir. O vakit 'bakımsız' kelimesi biraz daha somutlaşmış olur...

    Eğret'ten ayrıldıktan sonra düz ovada dört saat daha gidip Altıntaş'a varmışlar. Orada eğlenmemişler, ama 'dikkate değer' diye nitelediğine göre Altıntaş'ı beğenmişe benziyor.


    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.25





14 Temmuz 2025

Egret 1767

     
    Geçenlerde Uluyol mevkiini tanıtırken Hasan Özpınar'ın 'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar' kitabından bir paragraf alıntılamıştım:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi."

    İpekyolu'nun sadece bir bölümü olan Afyon-Eğret arasındaki kısımla ilgili bu alıntı üzerine yeterince yorum yaptık. Yalnız paragrafın devamı vardı, konuyla pek alakalı olmadığı için oraya almamıştım. İşte o paragrafın kalan kısmı:

    "... Anadolu’daki yolculuğumda sık sık kötü hava koşullarıyla karşılaştım. Kimi zaman yağmur, kar veya don... Ancak ilk kez kervanımız dolambaçlı yollardan gitmek zorunda kaldı. Karahisar'dan Kütahya’ya gittiğimiz bu dolambaçlı yolda gördüğümüz en tuhaf şey 3 tane kaplıca (hamam) oldu. Burada muhtemelen eski zamanların görkemli binalarından kalmış olan dağınık bir halde çok sayıda beyaz mermer kalıntısı ve derme çatma kulübeler vardı." *

    Alman gezgin Carlsten Niebuhrs'tan nakledilen yukarıdaki ifadelerde 18. yy'da maceralı bir Afyon-Eğret yolculuğu anlatılıyor. Kış aylarında kapanan Araplı geçidi nedeniyle Gazlıgöl üzerinden giderek yolu uzatmak zorunda kalıyorlar. Epeyce meşakkatli bu yolculuğu değerlendiriyor yazar... Yolu uzatmak artı 7 saate patlamış, ilk şikayeti bu zaman kaybından...

    Devamında bunca yıldır Anadolu'yu gezerim, çok zorluklar çektim, çok kötü hava şartlarıyla karşılaştım, ama ilk defa yolumuzu değiştirmek zorunda kaldım, diyor. Burada gezginin biraz abarttığını söylemek lazım. Çünkü onun Anadolu gezisi daha çok Ege ağırlıklıdır ve bu bölgenin en sert iklimi Afyon bölgesinde hüküm sürer. Sen kalkmış karakışın tam göbeğinde yola çıkmışsın, ne bekliyorsun ki...

    Kayda değer bulunan bir ayrıntı da bu meşakkatli yolculuk sırasında 3 kaplıca görülmüş olması... Gezgin bunların isimlerini yazmamış, ama Hasan Bey'in yorumuna göre bunlar Ömer, Gecek ve Gazlıgöl kaplıcalarıdır... Bu bilgiye göre Eğret'e doğru yola çıkıldı, Ömer ve Gecek kaplıcaları geçilip Araplı boğazına girildiğinde vaziyetin vahim olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine geri dönüp Çorca/Fethibey üzerinden Gazlıgöl'e ulaştılar ve oradan Dandır-Eğret'e yöneldiler... Burada gezgin, başına gelenlerden (muhtemelen Ermeni) rehberini sorumlu tutmalıydı. Zira bu mevsimde Araplı'dan geçmenin mümkün olmadığını bilmek için rehber olmaya bile gerek yok...

    Paragrafın son cümlesi çok önemli... "Burada muhtemelen eski zamanların görkemli binalarından kalmış olan dağınık bir halde çok sayıda beyaz mermer kalıntısı ve derme çatma kulübeler vardı." Bu cümlede bir an Gazlıgöl'den bahsedildiği gibi bir yanılsamaya düşebilirsiniz. Ancak paragraf bir bütün olarak okunduğunda Eğret'ten söz edildiği çok açıktır. 

    Söz konusu Eğret ise ve köyü anlatan bir gezgin bilim adamı ise, dikkatini çeken ilk şey kervansaray olmalıydı. Ama Niebuhrs'e göre önemli olan kervansaray değil, antik kalıntılar ve garaörtü Eğret evleri... Şüphesiz bunda köye ipekyolundan değil Kapıyeri'nden girmiş olmasının etkisi vardır. Normal güzergahtan gelebilseydi karşısına kervansaray çıkacaktı, oysa şimdi 'derme çatma kulübe' dediği dambeşlerle karşılaştı...

    Eski dönemlerin muhteşem mimari kalıntıları olan mermer parçaları ayrıntısı da çok önemlidir. Şimdilerde eski mezarlıkta, kervansarayda, bazı çeşme gövdelerinde devşirme malzeme olarak karşımıza çıkan antik kalıntılar 1767 yılında çok daha fazlaymış. Üstelik kırda bayırda değil, köy içinde...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20



04 Temmuz 2025

Eğret 1891


    'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar'ı okuyorum. Hasan Özpınar 2019'da basılan bu kitabında yolu düşen gezginlerin Afyonkarahisar izlenimlerini bir araya getirmiş. Kronolojik bir sıralama var, biz de ona göre takip ediyoruz.

    Afyonkarahisar'dan geçen Hicaz Demiryolu projesi hayata geçene kadar Afyon'a gelen gezginlerin büyük çoğunluğu Eğret'e de uğramak zorundaydı. Çünkü İstanbul ve Bursa istikametinde burası önemli bir duraktı.

    Demiryolu hizmete girdikten sonra aynı güzergah yolcuları karayolunu değil onu tercih ettiklerinden bu dönem sonrası gezginlerinin notlarında Eğret bulunmuyor. Öncekilerde var ve bu yüzden 20. yüzyıla kadarki gezgin notları bizim açımızdan çok değerli. Yalnız Hasan Bey Afyon merkezli bir çalışma yaptığı için gezginlerin şehre dair notlarına ağırlık vermiş. Diğer ayrıntılara girmeden onlardan tanıtım metninde söz etmiş.

    Eğret hakkında verilmeyen ayrıntıların sebebi de bu... Misal İskoçyalı Agnes Dick Ramsay gezisinin son bölümünü Hasan Bey şöyle bağlıyor: "Bayan Ramsay Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nde seyrettiği sema ayinini etraflıca tasvir ettikten sonra ayrılırken Şeyhin buradaki kıymetli şamdanları gösterdiğini belirtir. Ertesi gün 23 Ağustos’ta şehirden ayrılır Kalecik Köyü’ne gider, kuzeydoğu’da Doğanlar Köyü, oradan muhtemelen Heybeli Kaplıcası’nı görür, Çobanlar’da konaklarlar. Sabah tekrar Afyonkarahisar’a gelirler. Şehirde kısa bir tur attıktan sonra Kütahya istikametine doğru yola çıkarak Gecek Hamamı’na girer ve burada Türk kadınlarının hamam keyfini ve hamamı detaylı bir şekilde anlattıktan sonra yola koyularak Eğret’te (Anıtkaya) konaklayarak yollarına devam ederler."

    Bu bir paragrafta özetlediklerini de olduğu gibi alsaydı kitabın hacmi olağanüstü genişleyeceğinden yazara hak vermek zorundayız. Lakin son cümlenin çeyreğinde yer verilen Eğret ayrıntısı zihnime batmaya başladı. Acaba beş kelimelik "... Eğret’te konaklayarak yollarına devam ederler." sözünün gerisinde neler vardı. Hiç bir şey yoksa bile Eğret'te geçirilen bir gece var, bu az bir şey değildir...

    Bu düşüncelerle sanal alemde Agnes Dick Ramsay kitabının peşine düştüm ve nihayet yakaladım. Sabırsızlıkla Hasan Bey'in bir paragrafta özetlediği bölümü buldum. Heyecanımı kaybetmeyeyim diye önce ayrıntılı Gecek hamamı tasvirlerini okudum. Ancak ondan sonra, orada olduğunu bilip de içeriğine vakıf olmadığım Eğret bölümüne geçtim.

    Bayan Ramsay de Eğret'e sadece bir paragraf ayırmış, ancak bu bir paragrafta çok değerli ayrıntılar var. Daha sonra üzerinde çok konuşulacak ve hakkında çıkarımlar yapılacak paragrafı önce aynen alıntılayacağım:

    "Bundan sonra kuzeye doğru yola devam ederek güneş batmadan önce Eyret'e vardık. Çadır, bir Selçuklu hanının kalıntılarına yakın bir nehrin kıyısında kurulmuştu. Burada gelip geçen yolcular tarafından ahır olarak kullanılabilecek yeterli miktarda bina kalıntısı vardı. Çatı kemerliydi ve içerde de bir çift kemer dizisi bulunuyordu.
    28 Ağustos, Perşembe - Eyret'ten ayıldıktan iki saat sonra oldukça verimli ve kalabalık nüfuslu bir ovaya indik..."

    Güneş batmadan önce köye gelmişler, yani akşama doğru... Bununla beraber konakladıkları yeri inceleyecek kadar vakti varmış, öyle anlaşılıyor... 

    Evvela Han/Kervansaraydan bahsetmiş ve onun Selçuklulardan kalma olduğunu kaydetmiş. Bu bilgiyi tecrübesine dayanarak veriyor da olabilir, sorup soruşturmuş da olabilir. Çünkü daha önce buradan geçmiş olması çok muhtemeldir, zira Afyon'a defalarca gelmiş. Mimari eserlerin tarihini çıkarabilecek kadar mesleki tecrübeye sahip bir araştırmacı olduğuna da şüphe yok. Daha sonra han ile ilgili ayrıntıya da girecek ve çatının kemerli yapısıyla içerideki çift kemerli koridordan söz edecektir. Mutlaka içeriye girmiş olmalıdır.

    Han dışında yolcuların ahır olarak kullanabileceği bina kalıntılarını da yazmış. Kalıntı dediğine göre harabe olup o sırada kullanılamayacak durumda olduklarını mı kastediyor, yoksa bina kalıntılarının ancak ahır olarak kullanılabilecek viraneler olduğunu mu kastediyor pek belli değil.

    Son dönem bazı kervansaray fotoğraflarında girişin sağ tarafında garaörtü bir eklenti görülüyor. İşgal günlerinde de bulunan bu eklentiyi 1960'lardaki tamirden önce son haliyle görenler hala hayatta... Acaba bayan Ramsay virane derken bu eklenti ve benzerlerini mi anlatıyordu. Başka bir gezgin de hemen kervansaray yakınında bir odadan bahsetmişti...

    Ramsay'ler kervansarayda kalmamışlar. Son dönem gezginlerindeki benzer davranışlara bakılırsa kervansarayın o dönemde işlevini yitirdiği anlaşılıyor. Eğret'te mola veren yolcular kervansaraydan bahsetseler de geceyi odalarda geçiriyorlar.  Fakat Ramsay ve kocası kamp kurup çadırda geceliyorlar.

    Çadır kurdukları yer, hanın hemen karşısındaki dere kenarıdır. Hepimizin bildiği Bunar'dan doğan Eğret deresini nehir diye adlandırması bana ilginç geldi. Gerçi DSİ marifetiyle ıslah edilip derin bir yatağa kavuşturulmadan önce dere, çevresine yayılarak büyük bir nehir gibi göründüğü olurmuş. Hatta şimdiki İlkokul yeri filan sürekli sular içinde bulunduğundan, oraya Muhtarlık oluruyla bir şeyler ekmeye çalışan Galgancıların Ayanoğlu Mehmet'e Vakvak/Ördek lakabı bu yüzden verilmiş. Oralar sürekli sular altında... Fakat aylardan Ağustos olduğu için bir nebze sular çekilmiş olabilir, işte oralarda uygun bir yere Ramsay'ler çadır kurmuşlar... Yanlarındaki görevli ve yardımcılar yine odada kalmış olmalılar...

    Ertesi gün köyden ayrıldıklarını bildiren notta tarih atılmış: 28 Ağustos... Bu tarihin Eğret için önemi malumdur, yaklaşık 30 yıl sonra uzun süredir burada bulunan işgalcilerden 28 Ağustos 1922'de kurtarılmıştı... İşgalci Yunanlar köyün pek çok binasına yerleşmişler; Gocacami'yi hastane, Kervansaray'ı yemekhane olarak kullandıkları biliniyor. Bunun yanında pek çok yere de çadırlar kurmuşlar; Üyük tepesine, Omarcıkların evlerin alt tarafına, Mumaklık'a... Çadır kurdukları yerlerden biri de Han karşısındaki dere kenarı, yani 30 yıl önce Ramsay'lerin konakladığı nokta...

    28 Ağustos sabahı Eğret'ten ayrılıp kuzeye doğru yollarına devam etmişler. İstanbul'a kadar her gününü ayrıntılı bir şekilde kitabında anlatacaktır...



14 Haziran 2025

Eğret, Olucak, Cumalı Ve Susuz Osmaniye'den Toplu Dilekçe


    Çoktandır bekleniyordu, Esra Özsüer Hanımın kitabı nihayet 19 Mayıs'ta satışa çıktı. Dün, 12 Haziran'da da kargo bana ulaştırdı. Hani tuğla gibi derler ya, takoz tuğladan daha kalın diyebilirim; bin sayfaya yakın, okuma sevgisi olmayanın ödünü patlatır...

    Sayfaları hapur hupur çevirmeye başladım. İçindekiler bölümünün kılavuzluğunda aradığım kısmı bulmam uzun sürmedi, hatta elimle koymuş gibi kolay oldu... 

    Yazar iki yıl kadar önce bu konudan bahsetmişti bir konferansında. İçeriğinden yola çıkarak bahsettiği köylerden birinin Eğret olabileceğini düşünüp heyecanlandık. Bu arada Esra Hanıma ulaşıp tahminimizi doğrulatmak istedik, ama bu konuda tüyo vermedi. Sadece yeni çıkacak kitabında, Yunanistan'da bulduğu belgeye yer vereceğini söyledi. Biz de TTK yayınından aldığımız ekran görüntülerini birleştirerek belgeyi okumaya çalıştık ve orada açıkça Eğret adını gördük.  

    Bununla beraber belgenin tamamını okumak mümkün olmadı. Eldeki bilgilere dayanarak bir yazı yazmıştık, ilgilenenler hatırlar. Orada kesin yargıya varmadan kabaca söz ettik. Olayı sağlıklı değerlendirebilmek için kitabın yayınlanmasını beklemekten başka çare yoktu. Bahsettiğim bu kitaptır, adı Megali İdea...

    Bizim beklediğimiz gibi kitapta belge bulunmuyor. Herhangi bir belge yayınlamanın mümkün olmadığı kitabın hacmine bakınca anlaşıldı, öyle olsaydı herhalde böyle iki cilt daha gerekirdi. Neyse ki belgede bizim bulmayı beklediğimiz her şey kitapta yer almış. Bu bölümü olduğu gibi alıntılıyorum.

    "Yunan Ordusu'nun işgal ettiği tüm bölgelerde anlatılan hikayelerin benzer özellikleri vardı. Yunan askerleri girdikleri köy ve kasabalarda köylünün tüm mahsul ve hayvanlarını gasp ediyor sonrasında da tereddüt bile etmeden her yeri ateşe veriyorlardı. Örneğin Eğret, Cuma, Olucak ve Susuz Osmaniye köylerinin muhtar ve imamları tarafından Yüksek Komiserliğin Afyonkarahisar'daki temsilciliğine gönderilen 1 Aralık 1921 tarihli şikayet dilekçesinde Yunan Ordusu'nun 13. ve 5. Tümenlerinin köylerindeki tüm saman ve yemlere el koyduğunu, köylüye ekim yapmaları için arpa bile bırakmadığını yazmışlardı. Yemleri olmadığından hayvanlarının tehlikeye düştüğünü belirten köylüler, çiftçilikle geçinmek dışında başka iş bilmediklerinden seneye açlıktan ölmelerinin muhtemel olduğunu da belirtmişlerdi. Bu nedenle arpasının ve hayvanların yeminin geri verilmesini Yüksek Komiserlikten rica etmekteydiler. Yine Afyonkarahisar temsilcisi İkonomidis'e gönderilen benzer bir dilekçede bir Türk kadını kocası hapse atıldığı için çocuklarıyla birlikte aç sefil sokakta kaldığını ve suçsuz olan eşinin bir an önce serbest bırakılmasını rica etmekteydi. Bir üst dilekçe ile İzmir Yüksek Komiserliği'ne başvuran İkonomidis, Yunan askerlerinin bölgedeki Türk halkına düşman gözüyle bakıp kötü davrandığını, tohum olmadığı için ekim yapılamadığını, sığırlara el konulduğundan saban sürülemediğini, Yunan yönetiminin bir an önce bölgede tedbir alması ve fakir halka yardım elini uzatması gerektiğini bildirmişti. Aksi takdirde başka cezaya gerek kalmadan Türk halkının açlıktan öleceğini ve böylece nihai imhanın gerçekleşeceğini yazmıştı..."

    Bu koca paragraf, kendisinden daha büyük gerçekleri gün ışığına çıkaracak ayrıntılarla dolu. Yeri geldiğinde onların hepsi ele alınıp genişletilir, derinleştirilir. Şimdilik akla gelen  hususlara dikkat çekecek ve onların hatırlattığı bir kaç olayı zikredeceğim.

    Belgede bahsedilen köyler Eğret merkezde olmak üzere çevresindeki Olucak, Cumalı ve Susuz Osmaniye köyleridir. (Okunabildiği kadarıyla, Osmanköy de beşinci olarak eklenmelidir.) İşgalcilerin hayvan ve tahıl hatta ot ve saman varlığına el koymaları dayanılmaz boyuta varınca bu durumu şikayet etmek üzere dört köyün imam ve muhtarları toplu dilekçeyle Yunan Yüksek Komiserliğine başvururlar. Belgenin özü budur.

    İşgalin ilk günlerinde bütün malları Sığıreğleği'nde toplayıp kayda geçirdikten sonra geri yolladıklarını, ama ilerleyen günlerde peyderpey çağırarak hepsini yediklerini büyüklerimizden duyduk. Hatta o kadar koyun sürüsünü tamamen bitirdiklerini de biliyoruz. Koyunları yediklerine dair çok fotoğraf var, nasıl öküz yediklerini de Macurali Dedemden naklen ben anlatayım. O sırada yedi sekiz yaşlarında olup Araposman'ın evlatlığıdır. Yunan öküzü istediğinde yularından çekip getirir. Kesmek üzere hayvanı götürürlerken yanlarında dedemin de gelmesini isterler. Hayvanı keserler, yüzmek için öküzün ayağını tutmasını isterler. Böyle böyle hayvanın etini çıkarana kadar hizmet ettirirler ve iş bittikten sonra yanlarından kovarlar... Kendi mallarının etinden bir parça bile düşmemesini Dedem iç geçirerek anlatırmış...

    Dene meselesini de Yanık Buğdaylar başlığıyla ele almıştık. Alıntıladığımız bölümde sadece arpa olarak ele alınan tahıl, dilekçede hem buğday hem de arpa olarak geçmektedir. Anlaşılıyor ki dene namına ne varsa el konulmuş. Ne yiygi kalmış, ne de tohum... Çaparın Ahmet Dadak Abi Nimet Ninesinden dinlemiş ki, Eğretliler bir zaman işgalci atlarını gözlerlermiş. Geçerken pisleyecek de eşeleyip içinden arpa tanelerini seçecekler. Açlık o derece yani...

    Dört beş köy yetkilisinin kimliğine dair yine bir şey öğrenemedik. Eldeki belge görüntüsünden dilekçe metni bile okunmazken mühürlerden kimlik tespiti imkansız gibi bir şey. Anlatılanlardan öğrendiğimize göre o sırada Eğret Muhtarı Daldalın Ömer Çavuş, imam da Cemal Eğretli Hocadır. Eğer dilekçeyi görme imkanımız olsaydı altında onların mührünü okuyacaktık. Diğer köylerin o sıradaki muhtar ve imamları da bu yolla tespit edilebilir. Burada hatırlamamız gereken husus, Yunan kaçarken Cemal Hoca'nın ambarını, buğdaylarını ateşe verdiğidir. Dilekçeden haberleri var mıydı bilinmez, belki de onun intikamını aldılar.

    Geri çekilme esnasında ve 1922 yılının çoğunda Eğret bölgesinde 7. Yunan Tümeninin konuşlu olduğu bütün kaynaklarda var. Kaçarken ateşe verme, kundaklama vakalarını bu tümenle ilişkilendirmemiz çok normal. Yalnız 1921 sonbaharında şikayet edilen birlikler 13 ve 5. Tümenlerdir. Şu durumda bölgede 7. Tümenden önce bu ikisinin bulunduğunu düşünmemiz gerekiyor. Onlardan kalan verileri Eğret bölgesiyle ilişkilendirme konusunda esnek davranabiliriz. Misal, bu tümenlere ait yukarıdaki fotoğrafların pekala bu bölgede çekildiğini düşünmek gibi...

    Bir başka husus da İkonomidis'in İzmir'deki Yüksek Komisere yazdığı yazının tarihiyle alakalıdır. 9 Mayıs 1921'de yazılan bu yazıya bakılırsa o tarihlerde Eğret işgal altındadır. Bu da işgal tarihini Mart ayının sonlarına çeken görüşü destekler.

    Dilekçeye geri dönecek olursak... Muhtar ve İmamlar işgalcileri suçlayan dilekçeyi, yine suçladıkları kişilere vermiş olamazlar. Onların bir üstü durumundaki Afyonkarahisar'da bulunan Yüksek Komiserlik temsilcisi İkonomidis'e vermişlerdir. Bunun için toplanıp Afyon'a gittiler veya dilekçeyi mühürlettikten sonra birisi götürdü. O birisi aslen Afyonlu Cemal Hoca olabilir...

    Kim olduğu o kadar önemli değil de, olayın kendisi enteresan... Kimi kime şikayet ediyorsun!.. Daha vahimi, memleket yangın yerine dönmüşken, neredeyse her köşe işgal altındayken bizimkilerin yok öküzümdü, yok buğdayımdı, samanımdı derdine düşmeleridir... Evet bugünden, bir asır uzaktan bakınca böyle görünüyor, ama bakalım onların ruh hali nasıldı...

    Aklıma ordusundaki filleriyle Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ile Abdulmuttalib'in diyalogu geldi. Develerinin derdine düşen Abdulmuttalib, bu halini sorgulayan Ebrehe'ye 'Ben develerden sorumluyum, Kabe'yi sahibi korur!' diyordu. Bizim Muhtar ve imamlar da böyle düşünüp öküzünün ve arpasının derdine düşmüş olabilir, rahatlıklarının ardında güçlü bir tevekkül duygusu olmalıdır. Nitekim çok değil, bu dilekçeden dokuz on ay sonra işgalciler kaçıp gitmek zorunda kaldı...

    Önsözde Esra Hanım bu kitabın yazılış hikayesini uzun bir yolculuğa benzetmiş. Hacmine bakılırsa okunması da yazımı kadar uzun bir yolculuğa çıkaracak. Bu yolculuğa başlıyoruz, ama molalarda gelip ilginç konuları konuşuruz...



31 Aralık 2024

Eğretlinin Davası

     
    Muhtarlık Müessesesi 1830'larda başladı ondan önce köyün yöneticisi Ağa idi. Ağalar da her dönemde değişik adlarla anılmışlar ancak Eğret'te hep böyle bilinmiş.  Asıl vazifesi vergi toplamak olan Ağa, aynı zamanda köylü ile devlet arasında köprü olduğundan köyün yöneticisi konumunda bulunuyordu. Birden fazla köyün Ağası olanlar da vardı, bu yüzden Ağalar Afyon'un yerlilerinden atanırdı.

    18. Yüzyılın ilk yarısında, 1735-40 arası bir dönem Eğret Ağası, Afyonlu Hacı Seyit Osman'dır. Ağalığı sona erdikten yıllar sonra Eğretliler toplanarak bunu dava ederler. Özü alacak verecek olan bu davanın ayrıntılarında önemli gördüğüm bazı noktalar tespit ettim, onlara büyüteç tutacağız. Önce olayı özetleyeyim.

    Seyit Osman Ağa'nın dört beş yıllık döneminde köylülerle onun arasında kaçınılmaz alacak verecek durumları oluşmuş. 1740 Yılında görevinin sonlarına doğru hesap görülür. Bunun köylüden alacağı vardır, köylünün de bundan... Eğretlinin Ağa'dan ne alacağı olabilir ki, diye şaşıranlarınız olabilir. Meğer köylü onun isteği üzerine tam 300 (üç yüz) araba odun kesmiş ve götürü olarak kendisine teslim etmişler. Diğer hususlar da gündeme getirilmiş ve arabulucuların devreye girmesiyle Seyit Osman Ağa'nın 800 kuruş alacağından vazgeçmesi karşılığında sulh olmuşlar. Böylece alacak verecek kalmamış, ayrılmışlar. Lakin 1748 yılında Seyit Osman'ın kardeşi Seyit Ebubekir Ağa çıkagelmiş ve köylüye demiş ki: 'Bizim oğlanın feragat ettiği 800 kuruş alacağı kendi parası değildi, 380 kuruşu benimdir...' Hasılı kelam hesap görüldükten sekiz yıl sonra Eğretlilerden 380 kuruşu yargı marifetiyle almış... Eğretliler parayı ödemiş, ama işin peşini bırakmayıp asıl muhatapları Osman Ağa'yı dava etmişler... 

    Beş yıl kadar gecikmeyle, 1753 yılında dava görülüyor. Eğretlileri temsilen Osman oğlu Hacı Ahmet, Hasan oğlu Bayram, Hüseyin oğlu Mustafa, Ömer oğlu Cafer, Cafer oğlu Ali, Hasan oğlu Hüseyin, Hacı Mustafa oğlu Mehmet, Mehmet oğlu Memi vesair kişiler katılıyor... Olayı yukarıda özetlediğim şekliyle arzedip Seyit Osman Ağa'ya sorulmasını ve haklarının alınmasını istiyorlar... Osman Ağa huzura alınıp soruluyor, o da her şeyi inkar ediyor... Hadi bakalım... Bu kez Kadı Efendi Eğretlilere dönerek, davalarına delil istiyor. Onlar da Hacı Mehmet Efendinin oğlu Hacı Abdurrahman ve Musli Beyin oğlu Molla Mahmut'un dinlenilmesini istiyorlar. Meğer bunlar, 13 yıl önce Ağa ile köylüler arasında hesap görülürken orada bulunanlardanmış. Ne bilip gördülerse olduğu gibi anlatınca Eğretlilerin haklılığı ortaya çıkıyor. Kadı Efendi de kardeşinin mahkeme kanalıyla köylüden aldığı 380 kuruşu Osman Ağa'nın iade etmesine karar veriyor... Davanın gelişimi ve sonucu böyle...

    Burada benim ilk dikkatimi çeken husus 300 araba odundan bahsedilmesidir. Araba ne kadar küçük olursa olsun, 300 büyük rakam... Odun deyince de akla İblak dağındaki meşe ormanından başka kaynak gelmiyor. Eğret köyünün sınırları eskiden daha geniş olduğu, 19. yüzyılda başka köyler kurulmasıyla küçüldüğünü biliyoruz. Acaba 18. yüzyılda Eğret sınırları, odun kaynağı olabilecek başka dağlara kadar uzanıyor muydu?

    Diğer önemli husus dava başvurusu ve duruşmada çok sayıda Eğretlinin adının geçmesidir. Sekiz isim yazıldıktan sonra 'vesair' denilerek başka katılımcıların da hazır bulunduğuna işaret edilmiştir. Birlikte hareket etme alışkanlığını göstermesi açısından önemli bir husus... 

    Ayrıyeten gerek musalaha tanıklarını bulma gayreti ve gerekse davaya şahitlik edecek Afyon eşrafıyla iyi ilişkiler kurulması da önemlidir. Şüphesiz bu Eğret halkının bir başarısı olarak yazılır...

    Bence daha önemli husus, Ağa olsun Bey olsun, geçmişteki pozisyonuna bakmaksızın birisinden şikayetçi olunmasıdır. Hem de daha henüz Muhtar gibi bir yöneticinin olmadığı dönemde böyle bir şeye teşebbüs etme iradesi gösterilmesi ve bunun birlik olarak yapılabilmesidir. O dönemde böyle bir kararlılık ve özgüven önemli değil midir?...

    Benzer bir durum, yani bir yetkiliyi (mültezim), hatta o günkü resmi otoriteyi (Osmanlı yıkılmış, Cumhuriyet ise henüz devletleşememişti) dava etme şeklinde yaklaşık 150 yıl sonra yaşandı. Ödenmemiş 1920, 21 ve 22 yıllarının arpa buğday vergisi köylüden isteniyordu. Oysa o yıllara ait toplanan ve toplanamayan deneyi işgalciler yağmalamış ve yakmıştı. Bunun böyle olduğunu ispat etmek için Olucak köylüleri ile birlik olup mültezim ve devlete karşı açılan dava kazanılmıştı. Göstermelik bile olsa böyle bir davaya yeltenip kazanmak çok önemlidir...

    Eğret halkının birlikte hareket edip hak arama mücadelesinin başka bir örneği de Çatalçeşmeliler ile giriştikleri İblak dağının sınırlarına yönelik davadır. 1905-1910 arasında çetin bir mahkeme süreci yaşanmış, Bursa Kadılığında görülen davalar meşakkatli olmuş, hapis yatanlar filan olmuş; ama köylü birlikte hareket etmekten geri durmamışlar. Sonucun ne olduğunu bilemiyoruz...

    Şimdi daha risksiz ama önemli, az sabırla çok kazançlı konularda bile Anıtkayalılar bir araya gelemiyor. Sorumluluk almadan birileri tarafından işlerin yürütülmesini bekliyoruz. 'Köy sahipsiz' diye serzenişte bulunmak, sahip çıkmaktan daha kolay geliyor... Yüz yıl önceki, yüzelli yıl önceki, üçyüz yıl önceki Eğretliler daha cesurmuş...



18 Aralık 2024

Hayret

 
    Eğret köyünün adı hususunda belgesel bir veri yok. Nesilden nesile sözlü aktarımla adeta efsaneleşmiş anlatıya göre köyün adı eğreti/iğreti kelimesinden gelmektedir. Buna göre kesin olmayan, geçici, emaneten anlamlarına gelen eğreti kelimesi aslında köyün ilk ismidir. Germiyanoğulları'nın mülkü olduğu dönemde gelip buralara konan bir kaç çadır ahalisi, kendilerini uyaran yetkilileri 'Buraya eğreti konduk' diye savuşturduktan sonra temelli yerleşirler, böylece köyün adı Eğreti olarak konulmuş olur. Anlatının devamında, ilk kondukları yer sel yatağı üzerinde olduğundan orasının geçici olarak kabul edildiği ve bu anlamda Eğreti denildiği hususuna yer veriliyor. Şimdiki yerine adıyla birlikte taşınmışlar.

    Şimdiye kadar ortaya çıkan belgelerde Eğreti ismine rastlanmadı. Köyün belgelerdeki yaygın ismi, bizim de öyle bildiğimiz Eğret biçimiyle geçiyor. Belki ilk zamanlardaki Eğreti süreci kısa sürmüştür, belgelere geçemeyecek kadar kısa... Bununla beraber Eğret'ten sonra köyün adı en çok Eyret biçimiyle karşımıza çıkıyor. 

    Eğreti/iğreti kelimesini Arapça âriyet kelimesine bağlayan dilciler var. Emaneten, geçici olarak, ödünç gibi anlamlara gelen ve hukukta da kendine yer bulmuş bu kelime zamanla halk ağzında eğreti/iğreti'ye dönüşmüştür. Bu fikri savunan dilcilerin görüşü esas alınırsa Eğreti/Eğret köyünün adını Arapça'ya bağlamak gerekir. Oysa Eğret köyünün bu adla inilebilen en eski döneminde âriyet kelimes halk diline geçmemiş, geçmiş olsa bile 'eğreti'ye dönüşme fırsatı bulamamıştır. Dilde değişim bir anda olup bitmez.

    Dil açısından değerlendirdiğimizde de Eğret köy ismini âriyet'e bağlamak zordur. Bir defa bu kelimenin Türkçe'ye eyret değil, eryet olarak geçmesi gerekir. Ses sıralamasındaki değişimin doğal olduğunu düşünsek bile, y > ğ değişimindeki problem karşımıza çıkar. Türkçe'de bazı ğ sessizlerinin y'ye dönüşme eğilimi vardır, eğlenmek > eylenmek gibi... Fakat buradaki eyret > eğret dönüşümünde bunun tersi söz konusu...

    Eğret köy adını Arapça âriyete bağlamak nereden baksan temelsiz duruyor. Hatta girişte bahsettiğimiz herkesçe bilinen efsanedeki mantık bile bundan daha gerçekçi görünüyor. Benzer efsane ve gerekçelerle, yani ilk konulan yerden sel basması gerekçesiyle başka yere taşınıp Eğret adını almış bizden başka iki köy daha var. Konya ve Manisa'ya bağlı bu iki Eğret'ten başka bir kaç tane daha Eğret bulunduğunu 'Anadolu'da Eğret Köyleri' başlığıyla ele almıştık. Bütün bunlar eğret kelimesinin Türk tarih ve kültüründe önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

    Bazıları Eğret'in 24 Oğuz boyundan birinin adı olduğunu iddia ettiyse de bunun böyle olmadığı zaten aşikardı, ancak Eğret'i Döğer ile karıştırdıkları çabuk anlaşıldı. Gelgelelim bu kelimenin bir Kıpçak boyunun adı olduğuna dair bilgi var ki, üzerinde durulmaya değerdir. Bu bilgi doğrulanırsa, geçici olarak yerleşilen köylere Anadolu'da Eğret adı veriliyor tezi başka bir anlam kazanır.

    Eski bir haritada bizim köy 'Hayrat' ismiyle gösterildiği bilgisi de önemlidir. Hacı İbrahim Zaviyesi sebebiyle böyle kaydedilmiştir, köyün kuruluşu bu zata ve tekkesine bağlanabilir. Bu bilgi böyle düşüncelere kapı aralaması bakımından önemlidir, ancak köyün ilk adı Hayrat idi demek için bu bilginin daha başka bulgu ve belgelerle teyit edilmesi lazım. Ondan sonra da Hayrat > Eğret değişimini ele alırız.

    Buna benzer bir haritadan Ahmet Azbay sayesinde haberdar oldum, orada da köyün ismi 'Hayret' olarak geçiyor. 'Hayra Akan Su Kızılay Karahisar Maden Suyu' adlı eserde Gazlıgöl'ü merkeze alıp onu çevresiyle gösteren bir harita yer alıyor.  Eski harflerle basıldığı için en az bir asırlık olduğunu düşünmemiz gereken haritada bizim köyün bu adla yer alması hayret verici geldi. Çünkü o tarihlere ait belgelerde hep Eğret veya Eyret diye geçiyordu, Hayret biçimli kaydı bir ilktir... Bununla beraber böyle yazım tek olduğu için anlama veya yazım hatası diye düşünmek daha doğru olur.

    Üzerinden yarım asırdan fazla geçti, köyün adı değişti, niye eskileri karıştırıp duruyorsunuz diye çıkışacaklar olabilir. Biz hazırlığımızı yapalım da...



10 Ekim 2024

Devşirme Malzeme

     
    İnceleyenler Eğret tarihini Han/Kervansaray veya Hacı İbrahim Zaviyesi ile başlatıyorlar. Öncesinde başka bir yere konan ahalinin sel baskınlarından kaçıp bu tepeye yerleştiği benzeri söylenti, tarihi bir miktar geriye çekse de şimdiki yerine taşınma hadisesi yine Han ve Zaviyeye bağlanıyor. Şimdiye kadar bu kalıbın dışına çıkılabilmiş değil... Bu köyün tarihi 13-14. yüzyıldan daha gerilerde olamaz mı? Bu konu tartışılmalıdır...

    Tartışmaya katkı adına bazı gözlem, derleme ve düşüncelerimi paylaşacağım...

    Resmi adı Maltepehöyük olan ve Anıtkayalılarca Üyük olarak bilinen tümülüs hakkında şu ifadeler önemli: "Önemli bir yerleşim yeridir. Olasılıkla İTÇ'de büyük bir yerleşmeyi bünyesinde barındırmaktadır. Yerleşme; 2005 yılında Frig Vadisi Turizm Kuşağı Projesi kapsamında yapılan arazi çalışmaları sırasında tekrar belgelenmiştir." Belgelendiği söylenen yerleşim, İlk Tunç Çağına (M.Ö. 3000-2000) tarihlenmiş. Bu önemli bilgi şurada dursun...

    Başka bir bilgiye göre Anadolu'ya tümülüs geleneğini getiren Lidyalılar'dır, onlardan önce böyle bir mezar adeti yoktu. Bu bilgiye göre bütün tümülüslerin tarihi M.Ö. 8-6. yüzyıllara kadar götürülebilir, daha eskisi yok. Yalnız çoğu tümülüsün Frigyalılar döneminde yapıldığını söyleyenler de var. Hangi teori doğru olursa olsun, Maltepehöyük tümülüsü, yani bildiğimiz Üyük, milattan önce inşa edildiği kesin. Ayrıca bu tarihlendirmeye Çatalüyük ve Çatalınkuyu tümülüslerini de dahil etmek gerekir.

    Tümülüsler/üyükler konusunda vardığımız sonuç onların milattan önce yığılmış olmaları... Bu tarihlemeden başka bildiğimiz bir diğer gerçek de onların kral veya soylu mezarı olduğudur. Elbette bir krala teba ve ülke lazımdır. Bahsettiğimiz teba/halk bu civarda bir yerlerde kurulu köy/kasabada yaşıyordu. O ülkeyi şimdiki Anıtkaya'dan uzak bir yerlerde aramamak gerekir... 

    Bir üçgenle Eğret'i çevreleyen üç üyüğün üçünde de kaçak kazılar yapılmış. Bulunan bir şey olup olmadığını bilmiyoruz, ancak Maltepe'de çömlek benzeri iki buluntu kayıtlara geçmiş. Bunun dışında gerek köy içinde gerekse arazide bir çok kıymetli şeyin bulunduğuna dair söylentiler var. Falanca para buldu, filancanın tarladan define çıkmış vesair vesair...

    Bir de bizim kuşağın yakından bildiği bir kaç olaydan bahsedeyim... 

    Yetmişlerin sonunda olması lazım, Bakkal Seydi Selman evini yenilerken, üzerinde kadın heykeli bulunan bir mermer bloğu duvara yerleştirmişti. Antik dönemden kalma olduğu aşikar bu mermer, epeyce bir süre gocagapının dibindeki duvarda gelen geçeni selamladı. Sonradan birileri 'tarihi eserdir başın belaya girer', yahut 'puttur dinen sakıncalı' diye uyardıkları için birden ortadan kayboldu. Üzerini sıvayla kapattığını söyleyenler de var, taşı oradan çıkarıp icabına baktığını söyleyenler de...

    Aynı yıllarda bir buluntu olayı da Tellilerin Halil Öztürk'ün başına geldiğini duyduk. Evine su almak için tepedeki şebekeden uzun bir boru hattı döşemesi gerekiyor. Tabi bunun için de o kayalık sert toprağı kazması lazım. Kazarken bir heykelcik takılıyor küreğin ucuna. 'Böbek' diye önemsemedikleri o şey meğer bir tanrıça heykeliymiş. O dönemde köyde bulunan Jandarma Karakoluna haber veriliyor. Böylece ilgili mercilere teslim edilen heykel çok değerliymiş, halen Afyonkarahisar Müzesinde teşhir ediliyor.

    Galiba 1999 yılıydı... Tellilerin Halil'in tanrıça heykeli bulduğu tepenin kuzey yamacında Fişek Cengiz Öztürk kepçeyle kazı yapıyor... Yağışlı bir havada yapılan bu kazı esnasında kepçeye bir sürü nakışlı heykel parçası takılıp geliyor. Dikkatli bakınca bunların bir çok heykelin parçaları olduğu ve çok önceden kırılmış oldukları anlaşılıyor. Hepsini teslim ettikleri müze yetkilileri, oranın adak merkezi, sayısız parçanın da adak heykelleri olduğunu söylemişler... Öteden beri birilerinin o bölgeden önemli tarihi eser bulduğuna yönelik dedikodular eksik değil...

    Ayrıca Seydi'nin duvar örneğinde olduğu gibi bazı evlerin duvarlarında, diğer taşların arasında sırıtan nakışlı bazı mermer parçaları görülürdü. Başka bir yerden alındığı besbelli bu taşlar üzerinde pek durmazdık, sıradan şeylerdi çünkü...

    Bize sıradan görünen, ama diğerlerinin yanında çok farklı duran taşların kaynağı da farklıymış. Her biri başka bir yerden getirilip yerleştirilmişler. Bu yüzden bunlara devşirme malzeme denildiğini de sonradan öğrendik. Han/Kervansaray hakkında bilimsel bir çalışma yapan Ferhat Öztürk, bu binanın yapımında çok sayıda devşirme malzeme kullanıldığını örnekleriyle anlatmış. Yıllardır gözümüzün önünde duran bu taşları ancak Ferhat Hoca'nın söylemesiyle fark edebildik. Dahası var... Cumacamisi duvarlarında bu tür devşirme malzeme kullanıldığını da yine kendisinden öğrendik...

    Ayrıca üç asırlık Yörükçeşmesi, iki asırlık Omarcık ve Mezerböğrü altındaki çeşmelerde bu türden taşlar kullanıldığı dikkat çekiyor. Hem gövdede hem de yalaklarda kullanılan bu hazır taşlı çeşmelerin köy merkezinde ve uzak mevkilerde olması göz önünde bulundurulsun.

    Başta Kervansaray ve Cami olmak üzere Eğret köyündeki binalarda da göze çarpan devşirme malzeme kavramı böylece gündemimize girdi. Olayın nasıl geliştiği Seydi'nin duvardaki heykel örneğinden net anlaşılıyor. Elde bulunan güzel/ilginç/değerli bir malzeme, estetik yahut ekonomik kaygılarla binanın, çeşmenin uygun bir yerine yerleştiriliyor. Bu kadar...

    Devşirme malzeme kullanılması, bu kadar basit bir endişeden kaynaklanmış. Selçuklu veya Germiyanoğulları dönemine tarihlenen Eğret Han'ında devşirme malzeme kullanılmış olması çok da garip karşılanmıyor, çünkü her eserde karşılaşılabilecek bir durum... Fakat bu durum taç kapıda öyle bir abartılmış ki, bir benzeri daha yok. İşi, kapının iki yanına devşirme altı sütun yerleştirmeye kadar götürmüşler. Eğret Han'ı ayrıcalıklı yapan belki de bu değişik taç kapıdır...

    Gelelim esas meseleye... Bu kadar yaygın bir kullanım alanına sahip devşirme malzeme nasıl temin edildi, nereden devşirildi? Çok uzaklardan getirmiş olamazlar, yakınlarda bir yerlerden, mesela eski/antik bir kalıntıdan almış olmalılar...

    Yunan zamanında çekilmiş fotoğraflardan, taç kapı sütunlarının bir kaçı eksik olduğu görülüyor. Yirminci yüzyılda yapılan ilk onarımda sütunlar tamamlanmış. Bu sütunlardan birinin Hoca Dedemin babası Hacı Arif Dedenin mezar taşı olduğunu söylüyorlar. Eski Mezarlıktan uygun gördükleri taşlarla restorasyonu tamamlamışlar. Devşirme malzeme teminine güzel bir örnek...

    Hacı Arif Dede öldüğünde başına diktikleri o koca sütunu nereden buldular peki? İhtimal onun da dedelerinden birinin taşıydı... Peki onlar nereden devşirdiler? Antik bir kalıntıdan getirip diktiler. O koca heyula gibi sütunları çok uzaklardan getiremeyeceklerine göre, hemen yanıbaşlarındaydı... Eski kabristanı inceledim, vaktiniz olursa siz de girin dolaşın, çok değişik biçim ve boyutta antik taşların mezar taşı olarak dikildiğini göreceksiniz. Bu kadar çok devşirme malzeme, ancak çok yakınlardan devşirilir...

    Mezarlığa da gitmeye gerek yok... Eski dambeşlerin her birinde loğ taşı bulunduğunu orta yaşın üzerindekiler hatırlayacaktır. İşte o loğ taşları kim bilir hangi sütunun parçasıydı, her biri Eğret'ten daha yaşlıdırlar... Gocacami duvarının dibinde bir sütun başı, Bunar camisi ile kuyunun arasında su deposu olarak kullanılan mermer lahit, Hacıların Ağıl kuyusunun dibindeki lahit kapağı ve Anıtkaya'ya serpiştirilmiş onlarca benzeri... Her bir devşirme malzeme buraların antik yerleşim olduğunu bağırıyor...

    Geçtiğimiz yaz ilk defa duyduğum, Frig Vadisi olarak sunulan turizm bölgesinin ne kadar yanıltıcı olduğunu, Frigya Salutaris (Şifalı Frigya) sınırlarına Ömer-Gecek-Bayramgazi-Eğret hattının da dahil edilmesi gerektiği fikrini çok iddialı bulmuştum. Çengelli iğneyi Frigyalıların icat ettiğini, göğüslerinde kullandıkları bu alet şimdi bütün dünyaya yayılmış olduğu halde, Frigya bölgesi içinde yalnız Anıtkaya'da cenevinnesi diye adlandırıldığını keşfedince yavaş yavaş bu iddialı fikre hak vermeye başladım. Devşirme malzemeleri de düşününce artık inanıyorum; Eğret'in tarihi Friglere kadar gider...


 

27 Ağustos 2024

28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı


    Eğret-Olucak-Bayramgazi Üçgeninde gerçekleşen 28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı
    Dr. Selami Kurt

    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.


    Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.




Binbaşı Galib ve Silah Arkadaşları


    Adını Anıtkaya (Eğret) Şehitliğine Altın Harflerle Yazdıran Türk Süvarisi: Binbaşı Galip ve Silah Arkadaşları
    (Dr. Selami Kurt, 100. Yılında Büyük Taarruz Sempozyumu'nda sunduğumuz yayınlanmış tebliğimizden)

    Öz
    Türk süvarisi, tarih boyunca sayısız destanlar yazmıştır. Bu destanlardan sonuncusu Türk İstiklal Harbi’nde yazılmıştır. Ordusu dağıtılan ve vatanı işgal edilen Türk milleti, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan Milli Mücadele ile hiçbir şekilde esaret altına alınamayacağını göstermiştir. Önce Kuvâ-yı Milliye adı verilen yerel güçlerle başlayıp sonra bu güçlerin de içinde yer aldığı düzenli ordu ile devam eden Milli Mücadele’nin kazanılmasında manevra kabiliyeti yüksek süvari birliklerinin büyük rolü olmuştur. Türk insanı, at binmedeki mahareti ve cesareti ile düşmana galip gelmesini bilmiştir. Sayıları sınırlı, eğitim ve techizat yönünden eksik olsalar da Türk süvarisi ilk defa I. İnönü Savaşı’nda düzenli ordu içerisinde yer almış ve başarılı olmuştur. II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra ise Türk süvarisinin Bursa istikametinde düşmanı takiple görevlendirilmesi ve düşman arka bölgelerine akınlar düzenlemesi, kendilerine olan güveni oldukça artırmıştır. Bu iki savaşta yenilgiye uğrayan düşmanın butün cephelerde taaruza geçmesiyle Eskişehir ve Kütahya muharebelerinde düşman taarruzuna dayanamayan Türk birliklerinin zayiat vermeden ve çevrelenmeden geri çekilebilmesi, yeni oluşturulan 5. Grup Süvari birliklerinin örtme harekâtı sayesinde mümkün olmuştur. Türk milleti için dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde düşmanın başlattığı kuşatma taarruzunun başarısız olmasında, Türk süvarisinin düşmanın yan ve arka kısımlarına gerçekleştirdiği taarruzların büyük etkisi olmuştur. Bununla birlikte Türk süvarisi bütün dünyayı şaşkına çeviren imkan ve kabiliyetini 5. Süvari Kolordusu’nun kurulmasından sonra Büyük Taarruz aşamasında göstermiştir. Büyük Taarruz başlarken üç tümenli 5. Süvari Kolordusu’nun düşman gerisine sarkarak düşmanın ikmal ve haberleşme hatlarını kesmesi ve düşman birliklerine baskınlar düzenlemesi, düşmanda büyük korku ve panik havası yaratmıştır. Türk süvarisinin Büyük Taarruz’da giriştiği en kanlı muharebeler, 28 Ağustos günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattında gerçekleşmiştir. Türk süvarisinin yoğun düşman birlikleri arasına dalarak gerçekleştirdiği bu baskınların bedeli ağır olmuş ancak bu baskınlar Büyük Taarruz’unun zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır. Bunun sonucu olarak düşman birlikleri bir araya gelip yeni bir savunma hattı oluşturamamış ve Türk kıskacına düşmek zorunda kalmıştır. Günün kahramanları ve büyük zaferin müjdecileri 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve 200’ü aşkın silah arkadaşı olmuştur. Ruhları şad olsun.
Binbaşı Galib Bey

    28 Ağustos 1922 Süvari Harekâtı
    2. Süvari Tümeni 13. ve 20. Süvari Alaylarının Bayramgazi/Çatalçeşme Yakınlarında Gerçekleştirdiği Harekât: 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay’ın hatıralarında bu baskın şu şekilde aktarılmaktadır: 2. Tümen aldığı emir doğrultusunda karanlık basmadan Başkimse köyünden geçerek dağın boyun noktasını aştı. Kısa bir istirahatten sonra gece yürüyüşüne devam etti. Bataryasını da sabahleyin Eğret istikametine ateş edecek şekilde Olucak ilerisindeki mevziine yerleştirdi. Kolordu karargahı da 2. Tümen’in peşinden Olucak’a ulaştı. Gece yarısı Olucak köyünü geçen 2. Süvari Tümeni, fundalık içinden geçen bir patikadan ilerlerken arkadaki iki alayı (13. ve 20. Alay) sağa ayrılan başka bir patikaya saparak diğer iki alaydan (2. ve 4. Alay) kopmuş, sabah olunca kendilerini tümenden ayrı Bayramgazi-Çatalçeşme istikametinde düşman birliklerinin ortasında bulmuşlardır. Sonradan bu birliklerin Afyon cephesinden çekilmekte olan Cephe Komutanı Trikopis komutasındaki iki veya üç tümenlik bir düşman kuvveti olduğu anlaşılmıştır. Alay komutanları bu karmaşa içerisinde ne yapacaklarını değerlendirmişler ve düşmanın Kütahya istikametinde ilerlemekte olan bir kamyon koluna baskın kararı vermişlerdir. Bu kamyon koluna yapılan baskında araçlar tahrip edilmiş, içindekilerin çoğu kılıçtan geçirilmiştir. Türk Süvarisinin gerçekleştirdiği bu gözü pek baskın Trikopis’i çok sinirlendirmiş ve tümenlere araziye yayılarak bütün ağır silahlarıyla saldırı emri vermiştir. Bu şekilde ağır makineli ve top atışı altında kalan Türk süvarisi zayiat vererek İlbulak Dağı üzerinden Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak’a çekilmiştir. İki Türk süvari alayının Yunan Cephe komutanı Trikopis’in komuta ettiği iki veya üç tümenin ortasında gerçekleştirdiği bu cesur saldırı düşmanı ve harp eleştirmenlerini çok şaşırtmış ve bir intihar saldırısı olarak değerlendirilmiştir.

    Askeri ve bazı sivil kaynaklarda ise bu olay şu şekilde tespit edilmiştir: 2. Süvari Tümeni Olucak köyünü geçtikten sonra arazinin yapısı ve karanlık nedeniyle iki ayrı kol halinde ilerlemek zorunda kalmıştır. Sağ kolda Tümen komutanıyla 13. ve 20. Alaylar, solda ise 2. ve 4. Alaylar tümen bataryasıyla beraber ilerlemektedir. Sabaha karşı soldaki kol Eğret’e, sağdaki kol da Eğret’in beş kilometre güneyindeki şoseye varmıştır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki’nin (Soydemir) gün ağarmakta iken 13. ve 20. Alaylara istirahat verdiği sırada Afyon istikametinden bir düşman kamyon kolu çıkagelir. Bu konvoya taarruz etmeye karar veren tümen önde 13. Alay ve gerisinde 20. Alay bulunduğu halde saldırıya geçer. Konvoydan 10 kamyon tahrip edilir, yüz kadar Yunan askeri öldürülürken beşi subay 35 esir alınır. Bu sırada 13. Alay, yetişen bir Yunan taburunun saldırısına uğrar. Mevzi muharebesine girmemesi gerektiği halde at inerek yaya olarak muharebe etmek zorunda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, hırpalanan 13. Alay’ı derhal arka tarafta güneye karşı mevzilenmiş 20. Alay’ın arkasına ihtiyata alır. Burada emir komutayı 20. Alay Komutanı Binbaşı Kazım’a (Tuzcuoğlu) veren Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, olumsuz bir durum olursa Olucak’a çekilmelerini emrederek Eğret’teki diğer iki alayın yanına gider. Daha sonra şiddetli ateş altında kalan bu iki süvari alayı çekilmeye başlar ve 14. Türk Süvari Tümeni’nin elinde sandıkları Olucak’ın güneyindeki Akkaya tepesine sığınmak için o tarafa yönelir. Vadide tepeye doğru ilerledikleri sırada Akkaya tepesinden açılan şiddetli ateş altında kalırlar. Başka çare kalmadığından bu iki alay Akkaya tepesine doğru atlı hücuma kalkar. Yunan kaynakları tarafından tamamının imha edildiği ifade edilen bu iki alaydan çok azı ateş çemberini yararak Akçaşar’daki 4. Kolordu birliklerine ulaşabilmiştir.
2. Süvari Tümeni 2. ve 4. Süvari Alaylarının Eğret’te Gerçekleştirdiği Harekât: Eğret istikametinde ilerleyen 2. ve 4. Alaylar ise havanın aydınlanmasıyla birlikte Eğret’teki Yunan 9. Tümen ordugahına baskın yaparlar.Yunan II. Kolordu Komutanı General Diyenis’in de içinde bulunduğu ordugah kendisini toplar ve karşı saldırıya geçer. Yunan tümeninin beş kilometre uzaklıktaki Yenice köyünde bulunan alayı soldan süvarilerimizin arkasına dolanınca bu iki alay da zor durumda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki, 13. ve 20. Alayların yanından ayrılıp 2. ve 4. Alayların yanına ulaştığında bu iki alay Yunan tümeninin açtığı topçu ateşi altında Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak istikametine çekilmektedir. 2. Süvari Tümeni’nin bataryası da bu yoğun topçu ateşi esnasında tahrip olmuştur.

    14. Süvari Tümeni’nin Harekâtı: 28 Ağustos sabahı Olucak’a ulaşabilen 14. Süvari Tümeni’nin harekâtı ise şu şekilde tespit edilmiştir: Çatkuyu’dan batıya doğru düşman kollarının gittiğini öğrenen Fahrettin Altay, 14. Tümen’in sadece bir bölüğünü Olucak’ta bırakarak tamamını Yunan tümenlerinin batı yönünde çekilişinde önemli bir basamak olarak gördüğü Akkaya tepesini tutmakla görevlendirmiştir. Bu emir üzerine Suphi (Kula) komutasındaki 14. Süvari Tümeni sabah 08.00’de Akkaya, Gökkaya ve Emretepe’yi tutmuştur. Fahrettin Altay, 14. Tümen’in Akkaya tepelerini savunmasını, gerekli olduğu takdirde de 2. Tümen’in çekildiği Beşkarış’a çekilmesini emretmiştir. Tümen komutanı Suphi Bey, beş taburlu Yunan 23. Alayının Başkimse’den Akkaya tarafına yöneldiğini müşahede ederken 2. Süvari tümenimizin de Olucak’tan Beşkarış istikametine çekildiğini gördüğünde düşman çemberinde kalmamak için Beşkarış’a çekilme kararı almıştır. Bu kararı almasında 2. Tümen’in bütün unsurlarıyla Beşkarış yönüne çekildiğini zannetmesinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. 14. Türk Süvari Tümeni’nin Akkaya tepelerini muharebe etmeden terketmesi üzerine, Yunan 23. Alayı burayı işgal etmiştir. Bayramgazi/Çatalçeşme yönünde Trikopis güçleriyle muharebe eden 2. Tümen 13. ve 20. Alaylarının geri çekilişi ise Yunan 23. Tümeni’nin Akkaya tepesini işgal etmesinden sonra gerçekleşmiştir.

    28 Ağustos Süvari Şehitleri
    Eğret Anıtı'nda bulduk imzalarını
    Andık savaşın diliyle son çağlarını
    Lâkin alışıktılar silah seslerine
    Üç-dört el ateş, bozmadı rüyalarını
    Gazileri, çevremizde halâ o çağın
    Taşmış o günün şehitlerinden kucağın…
    Dağ, taş, tepe vadi… Dolaşıp gördüm ki,
    Ey Afyon, bir Anıtkabir her bucağın!
                                Arif Nihat ASYA

5. Süvari Kolordu Komutanı Fahtettin Altay, 2. Tümen’in 28 Ağustos günü İlbulak Dağı’nın kuzeyinde gerçekleştirdiği harekâtlarda hayli zayiat verdiğini ifade etmiş ancak herhangi bir rakam vermemiştir. Altay hatıratında, bugünün şehitleri arasında 13. Alay Komutanı Binbaşı Galip ile beraber daha birkaç subay ve erlerle beraber bir hayli yaralının olduğunu, hayvanlardan da biraz zayiat verildiğini ifade etmiştir. Diğer eserinde de 13. Süvari Alayı Komutanı Binbaşı Galip ile beraber Yüzbaşı Rizeli Hasan Hüseyin ve Manisalı İshak İdris’in ismini zikretmiştir.

    Askeri kaynaklarda ise bugünkü muharebelerde 2. Tümen’in verdiği zayiat şu şekildedir: 13. Süvari Alay Komutanı ile beraber bir subay şehit, iki subayla 32 er yaralı, 16 subayla 172 er kayıptır. Bu kayıp subay ve erlerin çoğu muharebe meydanında şehit ve ağır yaralı olarak kalmıştır. Bununla birlikte 260 hayvan, 199 piyade tüfeği, bir ağır makinalı tüfek, sekiz hafif makinalı tüfek, dört top, 320 kılıç zayi edilmiştir. Bugünün zayiat bilgileri göz önünde bulundurulduğunda, Bayramgazi-Eğret-Olucak hattında 200’ü aşkın süvarimizin şehit olduğu anlaşılmaktadır.

    Fahrettin Altay, bugünün şehitleri anısına 1928 yılında Eğret köyü kenarında Afyon-Kütahya yolu üzerinde bulunan höyüğe piramit şeklinde bir anıt yaptırmış, bu anıt üzerine Osmanlı Türkçesi ile 13, 20 ve 2. Süvari Alaylarından altısı subay ve altısı er toplam 12 şehit ismi yazılmıştır.

    Sonuç
    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.
Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.