müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2025

Emetilerin Dikhasan Koleksiyonu


    Emetilerin rahmetli Hasan Kaya, namıdiğer Dikhasan insanlarla iletişim kurmada başarılı değildi. Herkesle konuşmaz, ancak kanı ısındığı kimselere açılır, onlarla da gırtlaktan gelen boğuk bir sesle konuşur ve sözünü kesik kesik söylerdi. İnatçı yapısından dolayı böyle lakaplandığını söylüyorlar.

    Rahmetlinin fotoğraf merakı olduğu Eğretlilerin malumudur. Hemen herkesin fotoğrafı onda bulunduğu, lazım olanların büyüklerinin fotoğrafını kendisinden temin ettiklerini, çoğalttıktan sonra geri vermeleri şartıyla her isteyenin işini gördüğünü anlatıyorlar. 

    Bu fotoğrafları nasıl biriktirdiğine dair çeşitli rivayetler bulunuyor. Belediye'den, Kooperatif'ten vesikalıkları topladığı akla yatkın duruyor. Şu an Muhtarlıkta bulunan nikah kütüğü 1985'ten başlıyor, öncesi yok. Önceki defterlerin imha edilmesi söz konusu olunca, en azından fotoğraflarını almayı akıl ettiği senaryosu da geçerli olabilir. Fakat bir çoğunu da kişilerin kendisinden bizzat istediğini söylüyorlar. Eksik olan fotoğrafları, sağ ise kendisinden değilse yakınlarından bizzat istermiş. Böyle böyle koca bir koleksiyonu olmuş.

    Hasan Emmi 2008 yılında vefat ettikten sonra bu geniş fotoğraf koleksiyonunun akıbeti bir müddet merak edildikten sonra unutuluyor. Bacıdede Seydi Değer'in ölüm defteri peşine düştüğüm vakit onu da hatırlatanlar oldu. Belge olarak fotoğraflar pek ilgimi çekmediği için oralı olmadım. Sonra Tıraka'nın Karar Defterini fotoğraflayıp kayıt altına aldığımız sırada bu koleksiyon yine hatırlatıldı. Bir yandan da 2008'den sonra bu koleksiyonun dağıldığına yönelik söylentiler kulağıma çalıyordu. Yani rahmetlinin biriktirdiği koleksiyonun bugüne geldiği bile şüpheliydi.

    Evin en küçük çocuğu Bilal'e telefonda ulaştığımda vaziyet bu idi... Koleksiyonun eksiksiz olarak kendisinde olduğunu söyledi, böylece her şey olumlu olarak netleşmişti. Üstelik onları fotoğraflamamıza müsade edeceğini söylüyordu. Bu sevindirici gelişmenin üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen bir türlü fırsat bulup da koleksiyonu kaydedemedik.

    Turabilerin Ahmet Külte bu durumdan haberdar olunca 'Süreci hızlandırırım ben' demişti, bu kadar çabuk hızlanacağını bilemedim. On gün sonra fotoğrafların elinde olduğunu söylemek için aradı. Ertesi gün de zaten hemen işe giriştik, 18 Mart'tan beri üzerinde çalışıyoruz, inşallah bayrama Dikhasan Koleksiyonuna bütün Anıtkayalılar ulaşabiliyor olacak.

    Kabaca koleksiyon hakkında bilgi vereyim. Üç bölümden oluşuyor. Biri büyük diğeri küçük iki albüm ve bir poşet; evet, bir poşet içine gelişigüzel doldurulmuş vesikalık fotoğraflar... Bazılarının ardında kimlik bilgileri yazılı bu fotoğrafların sayısı beşyüzün üzerinde, bine yakın...Onları düzenleyip yeniden fotoğraflamak iki günümü aldı. Çünkü bunlar ihtimal nikah kütüğünden alınmış evlilik fotoğrafları, bu yüzden gelin ve damat yan yana yapıştırılmışlar. Defterde öyleymiş ama çıkarıldıklarında dağılmışlar. Bazıları tekrar yapıştırma veya zımba, iğne yoluyla bir araya getirilmişler. Tabi bunlar azınlıkta... Ayrıca tekli olsun, eşleştirilmiş olsun fotoğrafların çoğunda isim yok. Olanların bir kısmının adı veya soyadı yanlış. Farkettiklerimizi düzelttik. Diğerlerinin altına isimleri yazarak fotoğraflamak oldukça zahmetli ve sıkıcıydı, bu yüzden uzun sürdü.

    Albümlere gelince... Küçük olanda vesikalık fotoğraflar bulunuyor ve yarım kalmış izlenimi veriyor. Belli bir düzende sıraya dizilerek yapıştırılan fotoğrafların altına kişinin adı da yazılmış. Sanki poşetteki fotoğrafları bu albüme yerleştirecekmiş de Hasan Ağa'nın ömrü vefa etmemiş... Gerçi öyle bir projesi vardıysa bile üçüncü hatta dördüncü bir albüm gerekirdi...

    Büyük albümde hem büyük ve toplu hatıra fotoğrafları hem de vesikalıklar karışık vaziyette bulunuyor. Rahmetli albüm sayfasının ön yüzüne belli aralıklarla büyük fotoğrafları köşelerinden yerleştirmek için malum kesikler atmış. Onları yerleştirdikten sonra boş kalan yerleri küçük vesikalıkları zamk yahut kaba bantla yapıştırarak doldurmuş. Bu albümün sayfalarında hiç boşluk yok denilse abartı olmaz. Ön yüzüne kesikler atılan sayfanın arka yüzündeki fotoğrafların tamamı yapıştırılmış, orada da boşluk yok...

    Burada albümleri nasıl imal ettiğinden de bahsetmeliyiz. Rahmetli Dikhasan bilindiği üzere gariban bir adamdı. O günün şartlarında ortalama bir aile için bile lüks sayılacak hazır albümlerden onun bir kaç tane temin etmesi mümkün mü? Kendi albümümü kendim yapayım diye düşünmüş. Yıl sonlarında boşa çıkan duvar takvimlerinin büyük kartonlarını kesip biçip ciltlemiş. Ciltleme işini de bulabildiği kaba saba bantlarla yapmış. Kartonların bir yüzü beyaz veya gri, diğer yüzü üzerine poster, aylık takvim basılı halde... Birinde 9 diğerinde 7 kartonu albüm yaprağı haline getirmiş... Hani büyük albüm sayfalarında hiç boşluk bırakmamış dediydim ya, nefeslensinler bari diye acındığı için konulan minik boşluklardan takvimin hangi kuruluşça bastırıldığını anlayabilirsiniz.

    Büyük albümde sıkılaştırma o kadar abartılmış ki, bazı büyük fotoğrafların zararsız köşelerine bile küçük vesikalıklar iliştirilmiş. Bir büyük fotoğrafın altında unutulmuş ondan daha küçük bir fotoğraf bile buldum. Çavuş Mehmet Tüblek'e ait bu fotoğrafı sosyal medyadan paylaşmıştım.

    Üst üste binmiş, yapıştırılmış, üzerinde kocaman bant bulunan, bir köşesi yırtılmış veya benzer sebeplerle zedelenme tehlikesi bulunan fotoğrafları birbirinden  ayırmak çok zordu. Oysa sayfayı bütün olarak veremezdik, tek tek ayıklanmaları gerekirdi. Bunu da sağolsun Mustafa Ayas yapıyor. Sayfanın birini saydım 65 fotoğraf vardı, her birinin kesilip kırpılması, biçimlendirilmesi, varsa bir arızası yapay zeka yoluyla temizlenmesi uzun sürüyor...

    Eskilerden Allah razı olsun, kıt imkanlarıyla bir şeyler yapmaya çalışmışlar. Hayattayken sağdan soldan gelen 'N'etcen? Heç mi işin yok? Ne faydası va?' gibi eleştirilere kulaklarını tıkamış, merakları ve ilgilerinin peşinden gitmişler. O gün için faydasız bir meşgale gibi görünen bu işlerin ürünü, inşallah dualarımız sayesinde bugün salih amel hükmüne geçer. 

    Bir teşekkürü de sonradan gelenler hak ediyor. Hasan Kaya'nın çocukları, babalarından kalan bu güzide mirası korumuşlar, sağda solda heder olmasına izin vermemişler. Fotoğraflama teklifimize önce çekinceli yaklaştı Bilal. Anlayışla karşılanması gereken bir tavırdı, koruma düşüncesiyle böyle davranıyordu. Fakat ne kadar korursan koru, zamanla fotoğrafların bozulmasına engel olamazsın. Nemlenir, ıslanır, yırtılır, yanar; başına her şey gelebilir. Dijitalleştirmek bir bakıma onları yedeklemek gibi olacaktı. Bunu izah edince ancak razı oldu.

    Neticede şimdi bu durumdayız. Serbest erişim sağlanınca koleksiyona her baktığınızda Dikhasan Emmi'ye  Fatihalarınızı gönderirsiniz artık...



31 Aralık 2024

Eğret'te Giyinme Alışkanlıkları


    Tarihte Eğretlilerin giyinme alışkanlıklarına dair elde bir veri bulunmuyor. Sadece bir kaç mahkeme kaydında terekeye yansıyan şeyler var. Miras olarak kalan şeyler arasında bazı giysilere rastlanıyor. Taşınır taşınmaz, canlı cansız mal mülk sayılıp dökülmüş; arada bazı maddeler bildiğin elbise... Demek ki miras bırakılacak kadar değerliymişler...

    Mirasla alakası yok, emanet bırakılan elbiselerle ilgili kayıt eldeki en eski belge kabul edilebilir, 17. yüzyıla ait... Muharrem oğlu Satılmış bazı esvapları bir sepete doldurup Afyon'un yolunu tutuyor. Orada Firenkoğlu Sergiz adlı bir ecnebiye emaneten bırakıyor. Başka bazı ecnebiler bunu görüp gece yarısı sepeti çalıyor ve gidip gömüyorlar. Hırsızlıkları meydana çıkınca da çaldıklarını gömdükleri yerden almaya gidince bir de bakıyorlar ki sepet açılmış ve elbiselerin bir kısmı yerinde değil. Kalanları teslim edip çalınanların değerini borçlanarak dava etmemesi için anlaşıyorlar. Sonra olay yine Kadıya intikal ediyor, ama burada önemli olan 1650'lerde bir Eğretli için elbiselerin ne kadar değerli olduğudur. Gerçi onların cinsi ve biçimi hakkında hiç bir bilgi verilmemiş 'esvap' deyip geçilmiş, ama eşkıyadan korumak için emin birilerine emanet bırakılacak kadar kıymetli olması önemlidir.

    Eldeki bir kaç terekeden de eski dönemde elbiselerin ne kadar kıymetli olduğu sonucu çıkarılabilir. Terekeler ile yukarıdaki emanet esvaplar arasında iki asır var, lakin o dönemlerde giyinme alışkanlıkları değişmediği için bu mesafenin önemi yok. 17. Yüzyılda esvaba yüklenen önem ne ise 19. yüzyılda da aynıydı. Asıl değişim 20. yüzyılda oldu, o konuya geleceğiz.

    1839 Yılında Hacıların (Davılcıarifler, Kelahmetler, Yetimler) Ayşe ninesi vefat ediyor. Ondan kalan mal mülk ne varsa listelenmiş, arada sayılan bir kaç parça giysi dikkat çekiyor. Birisi yeni entari ki 100 kuruş değer biçilmiş. Kışlık ve yazlık iki eski entari ise onun yarısı kıymetinde, ikisi birden yüz kuruş... Kullanılmış diz bezi 15 kuruş, yine giyilmiş üç adet gömlek ise 30 kuruş değerindeymiş... Tanzimat başlangıcında Eğret'te kadın giyeceklerini göstermesi açısından bu tereke önemlidir. Entari malumdur, sonradan fistan denilen, etekleri dizlerin altına neredeyse ayak bileklerine kadar uzanan kollu kadın giysisidir. Yazlık ve kışlık çeşitleri olduğu da böylece anlaşılıyor. Diz bezini anlayamadım, belki öncek dediğimiz şeydir. Fakat gömlekten kastedilenin, içlik anlamında göynek olma ihtimali çok yüksek...

    İkinci terekemiz 1841 yılına ait, Selimlerin dedesi olan Selimoğlu Ali'nin vefatı üzerine düzenlenmiş. Yine bütün mal mülkün arasına gizlenmiş bir kaç parça esvap var, ama bu kez doğal olarak erkek giysisidir. Bununla beraber isimleri söylendiğinde kadın giysisiyle aynı anıldıklarını anlayacaksınız: Entari, gömlek ve don... Demek ki erkekler de entari giyiyorlardı. Gömlekten yine göynek kastedildiği malum, yeni olarak don var. Eğret'te kadın erkek, büyük küçük herkesin giydiği şalvar türü giysiye don denildiğini biliyoruz. Hatta sonradan erkeklerde pantolona dönüşene de genel olarak don derlerdi. 'Donunun ağını toplamak' şeklindeki deyim hala kullanımdadır. Buradaki dondan Selimoğlu Ali'nin ayağındaki giysi anlaşılmalıdır; ayrıca içe giyilene özellikle 'içdonu' derlerdi. Yalnız Selimoğlu Ali'nin bu giysilerin değeri düşük gösterilmiş, üçü toplam 10 kuruş...

    Emirhanoğlu Halil'in oğlu yok. 1848 Yılında vefat ettiğinde her şeyi kızlarına kalıyor. Terekesinde dikkat çeken şey, bir tane yeni Trablus kuşağıdır. Yüz kuruş gibi oldukça yüksek değer biçilen bu kuşak Afrika veya Şam Trablus'unda dokunduğu için böyle adlandırılmış olmalıdır. Burada önemli olan erkek giysisi olarak bele sarılan kuşağa yer verilmesidir. Değerli olsun, sıradan olsun geçtiğimiz yüzyıl sonlarına kadar bazıları kuşak kuşanma alışkanlığını sürdürdü...

    Son olarak Gocamat Ahmet Tektaş'ın büyük dedesinin terekesine bakalım. 1849 Yılında vefat ediyor ve bıraktıklarının listesinde bir madde dikkat çekici, eski bir maşlah... Genellikle Arap kadınlarının gündüz giyeceği biçiminde tanımlanan maşlah o vakitler nadir de olsa Anadolu kadınları tarafından da kullanılırmış. Ancak Eğretli kadınların üzerlerine böyle bir üst giysisi aldıklarına dair başka bir kayıt yok. 15 Kuruş değer biçilmiş olan bu maşlah, akıllara 'örtme'nin ilk hali olabileceğini getiriyor...

    Saydığımız örnekler Eğret halkının giyim kuşamıyla ilgili belgelere yansımış bazı hususlardı. 19. Asrın ortalarındaki bu yazılı kaynaklar ile 1920'li yılların fotoğrafları arasındaki yaklaşık yetmiş yılın yine cahiliyiz. Bununla beraber arada önemli bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Sözü edilen fotoğraflar işgalci Yunanlar tarafından çekilmiş. Eğret'te çekildiğinden emin olduklarımızın içinden Eğret halkının kıyafetlerini gösteren bazı tipleri ayıkladık. Böylece kadın erkek, genç ihtiyar, kız ve oğlan çocuğu olmak üzere belirgin olanların kıyafetlerini örnek olarak inceleyeceğiz. Bunlar Eğret'e dair yazılı belgelerden daha objektif, ayrıntılı ve çeşitlidir.

    En küçük çocuk fotoğrafları zorla aşıya getirilmiş üç dört yaşındakilere ait. Ne olduğundan ve olacağından habersiz bu çocuklar oldukları yere oturmuş oyun oynuyorlar. Ayakta olmadıklarından kıyafetleri çok belirgin değil. Ortak özellikleri başlarında örme bir takke/başlık, üzerlerinde uzun bir entari bulunması ve yalınayak olmalarıdır. 

    Onlardan biraz daha büyük 5-6 yaşındakileri gösteren bir başka fotoğrafta çocuklar ayakta duruyor ve zorlama yok gibi... Bu çocuklar da yalınayak ve entarili. Öncekilerden farklı olarak ikisi başıgabak ve hepsinin entarisi içinde göynek ve üzerinde hırka/ceket/yelek/gömlek karışımı bir şey daha var. Bunlardan yola çıkarak bir asır önceki çocuk kıyafetini değerlendirecek olursak merkeze entari/enteri çıkar. Bu giysi, özellikle erkek çocuklarda yetmişli yıllara kadar varlığını sürdürdü. Ondan sonra da tamamen tarih oldu. Mahmut Omak'ın dediği gibi 'Biz enteri giyen son kuşağız.'

    Zorunlu aşı uygulamasına zorla getirilen kız çocukları var, 7-8 yaşlarında gibi görünüyorlar. O yaştakileri işgal döneminde pek dışarı çıkarmazlarmış, bu yüzden başka fotoğraflarda görülmesi çok zor. Mecburen sağlık taraması diye Gocacami yanına yığıp fotoğraflamışlar, oradan gözlemlediğimiz kadarıyla kıyafetlerine bakalım.

    Kesinlikle başları kapalı, ayakları açıkta... Erkek çocukların yalınayak dolaşması gibi kız çocuklarının da çoğunun ayakları çıplak. Bazıları yazmasının ucuyla yüzünü de örtmeye çalışıyor. Yalnız büyüklerinin gözetiminde de olsa kollarını sığamış olmalarından rahatsızlıkları çok belli... Hepsi şalvarlı ve öncekli. Üzerlerinde etekleri şalvarın içinde olan enteri veya fistan var. Birinin beline şal/kuşak sarılı...

    Aynı aşı uygulamasında 7-8 yaşlarında erkek çocuklar da bulunuyor. Küçük çocuklar gibi örme takkeyi veya eski kalıpsız keçe/fesi başına koyanlar da var, başıgabak bulunanlar da... Fakat tavırları, edaları, bakışları çocuk gibi değil de büyük adamlar gibi; esasında giyinişleri de öyle... Ayaklarda çoğunlukla çarık, üzerinde şalvar... Bazılarının dizlerine kadar çıkan ip çorapları var. Üstte bir mintan/gömlek, onun üzerinde yelek; şalvarın uçkurluğu ile gömlek uçlarının birleştiği belin üzeri bir kuşakla kuşatılmış. Gömleğin yenleri alabildiğine kısa. Baştaki başlık şık bir sarıkla sarmalanmış... Biraz daha dikleşmiş, delikanlılığa doğru yürümüş çocukların kıyafeti de böyle...

    Bir fotoğrafa onlardan daha büyük, ama daha zayıf ve bakımsız bir erkek çocuk yansımış. Çeşmenin yanında katırın yularını tutmakta olan 11-12 yaşlarında bu çocuğun Timitiri Arif Soya olduğunu söyleyenler var. Taşların arasındaki yalınayakları belki de kanıyor. Şalvarının paçaları dizlerine yakın sıvanmış, oraya kadar çıplak yani... Göyneğinin üzerine düzensiz düğmelerle tutturulmuş fanila gibi bir şey var. Hepsinin üzerinde var mı yok mu belli olmayan bir yelek... Belde kabaca sarılmış bir kuşak... Kafasında da bir şey yok; yani yalınayak, başıgabak...

    Aynı yerde, yani çeşmenin başında çekilmiş fotoğraflarda kadınlar da yer alıyor. Zaten başka yerde kadınları görmek pek mümkün değil, çünkü olduğunca dışarıya pek çıkmıyorlar. Hatta çeşmeye de çıkmayacaklar, erkekleri gönderecekler suya; ama işgalciler kadınların gelmesini şart koşmuşlar. Bu yüzden çeşme çevresinde iki üç yaşlı kadın mutlaka bulunuyor. O kadınların kıyafetlerine bakıldığında yine şalvar, kuşak ve genellikle beyaz bir üst örtüsü dikkat çekiyor. Baştan bel altına kadar inen bu beyaz örtü üzerinde durulmaya değer...

    Nasıl ki bir asır önceki maşlahın 1920'lerdeki haliyse; beyaz örtü, 1990'lı yıllara kadar yaygın olarak kullanılan, şimdi bile Anıtkayalı kadınların üzerinde tek tük görülen kara örtme'nin bir asır önceki hali olsa gerektir. Fakat renginin neden beyazdan siyaha dönüştüğü konusu ciddi olarak incelenmeye değerdir. Bir görüşe göre işgal dönemindeki travmanın göstergesi olarak örtü kararıp örtmeye dönüştü ve Eğret kadınlarının ayırıcı özelliği haline geldi. Zamanla başka çeşitleri de çıktı, mesela yaşlıların rağbet ettiği kahverengiye çalan kareli biçimine satırenç (satranç) denildi. Genellikle gelinlerin kışın örtündüğü çeşitli renklerde yünlü biçimine atgı adı verildi. Lakin doksanlara kadar kara örtme saltanatını hep korudu...

    Çeşme başındaki kadınlarda görülen şalvarların genel olarak don diye adlandırıldığını söylemiştik. Şalvar genel adının yanında gocadon, bulamadon gibi çeşitlerinin varlığını da anmak lazım. Örtme gibi şalvar çeşitleri de popülerliğini yitirmek üzere...

    İşgalcilerin çektiği fotoğraflarda her yaşta kadınların ortak özelliği gibi duran öncek ise ilk terk edilen giysi/aksesuarlardan biri oldu. 19. Yüzyılda diz bezi diye adlandırılan öncek, 20. yüzyıl başlarında genç ihtiyar bütün kadınların belinde bağlıymış. Ben onu macurlardan alınan bir adet sanırdım, değilmiş...1970'lerde yaşlıların tamamında bulunurdu, sonra sonra büsbütün ortadan kalktı, yalnız hamur yoğuranlar kuşandı... Kuşak da öncek gibi sonlandı; önce şal adıyla yaşlı kadınlara has yol aldı, sonra bütünüyle kayboldu...

    Yetişkin erkeklerin görüldüğü fotoğraf sayısı daha çok. Giysileriyle net görünmesi açısından, zorunlu Hacienesti'yi karşılama törenindeki sıralı Eğretlileri gösteren fotoğrafı misal olarak aldık. Buna göre ortak kılık kıyafet özellikleri şöyle görünüyor: Herkes sakallı... Başta bir başlık ve onu sarmalayan bir sarık... Yakasız bir gömlek/sıkma, onun üzerinde örme yeleğe benzer bir şey... Altta şalvar, ayaklarda çarık ve nakışlı, sade ip çoraplar... O çoraplar ki dizlere kadar çıkıp şalvarın paçalarını boğmuş... İkinci boğum belde, mintanla şalvarın buluşma noktasındaki kuşakla sağlanmış... İstisnasız her Eğretli erkeğin kıyafeti bu...

    Cumhuriyetten sonraki zorunlu değişimden bu manzara da nasibini alacak, erkeklerin kıyafeti ciddi anlamda değişecektir. Bununla beraber yaşlılarda tek tük sarık 70-80'lere kadar varlığını sürdürdü. Aynı dönemlerde ip çoraplarını dizlerine kadar çeken Kölgeci Ömer Kayır dede aklımda kalmış. Tekelilerin Gocabıyık İbrahim Taşkın da beline kuşak dolamaktan vazgeçmedi diye biliyorum...

    1921-22 Yıllarında çekilmiş fotoğraflardan yola çıkarak bir analiz yapmaya çalıştık. Bu kıyafetlerin birdenbire değişmediğini, varlığını ve izlerini bugün, az bile olsa, devam ettirdiğini gördük. Şapka/kasket gibi bazı kısımlarda zorunlu ve keskin bazı değişimler yaşansa bile...

    Uzun yıllar değişmeyen giysi alışkanlıkları da vardı. Bunların başında gelenekselleşmiş düğün giysileri geliyordu. Özellikle kadınların kendine özgü gelinlikleri, düğüncü kadınların giydikleri onlardandır. 1970'lerde çeyizevi eğlencelerine bu tür giysilerle katılan kadınları hatırlıyorum...

    Değişimle beraber yeni giyinme alışkanlık ve geleneklerinin oluştuğunu da belirtmek lazım. Eğretlilerin pontur dediği pantolonlar ileşberlik işleri sırasında çabuk yıpranıp deliniyordu. Genellikle diz üstü ve arka yamıçlar çabuk eskiyordu. Oraları delinen ponturu atıp yenisini diktirmek masraflı olacağından bunun yerine eskiyen kısımlarını yamatma yoluna gidildi. Süvarilik vurdurma denilen bu yöntem o kadar yerleşmiş ki, aynı pontura defalarca süvarilik vurdururlarmış...

    Notlarımın arasına 'güdük' kelimesini de almışım, rahmetli Fadime Ninemde gördüğüm bu hususu anlatayım. Kendi eliyle belinden aşağıya kadar inen bir elbise dikerdi. Kumaşın arasına yapağı yerleştirip tıpkı bir yorgan gibi diktiği bu elbiseye güdük adını verirdi. Vücut güdüğe alışınca sürekli onu istiyor demek ki... Yıkana yıkana bir kaç yılda eskiyen güdüğün yerine yenisini de mutlaka dikerdi... Yukarıda kışlık yazlık entariden bahsetmiştik, acaba kışlıklar bu güdük gibi bir şey miydi, diye aklıma gelmedi değil...

    Bundan dört asır evvel esvapların ne kadar kıymetli olduğunu, değerini 19. asırda da yitirmediğini örneklerle anlatmıştık. Bütün bu maceranın sonunda elbisenin değerini gösteren iki anekdot daha anlatayım. 1940'larda Macurali dedem askerden öyle bir elbiseyle dönmüş ki, onu satıp üzerine biraz daha katarak düğün yapıp ninemle evlenmiş... 1970'li yıllarda harman kalktıktan sonra hayratçılar gelirdi köye... Hayırlı işler için bağış toplayan hayratçılara bazıları elbise bağışında bulunur, onlar da arabanın bir köşesine bayrak gibi asarlardı. Bir arabanın hayratçı olduğu ancak o elbiselerden anlaşılırdı. Burada dikkatlere sunmak istediğim şey, o elbiselerin bir değeri vardı ki bağış yapılıyorlardı...

    Evet, asırlarca aynı tarzda devam eden Eğret giyinme alışkanlıkları ülke geneliyle birlikte Cumhuriyet'ten sonra değişmeye başladı. İnkılaplar olmasa belki yine kaçınılmaz bazı değişiklikler olabilirdi, ama bu kadar köklü olmazdı. Bir de 20. yüzyıl sonlarında tamamen moda denilen şeye teslim olununca bir kaç yüzyıla bedel değişimler yıllara indi. İyiliği kötülüğü ayrı konu, şimdi 1970'lerdeki alışkanlıkların bile fersah fersah uzağındayız...



30 Eylül 2024

Yalak

 
    Kümes hayvanlarının yemlenmesi ve sulanması için şimdiki gibi fenni yemler ve modern suluklar yok. Ayazin taşı denilen bir çeşit kaba taş yontulup oyularak derin bir kap elde ediliyor. Küçük hayvanların deviremeyeceği kadar ağır olan bu su kabı, çok kullanışlı ve gerekli olduğu için her evde bulunacak kadar yaygındır. Avlunun bir köşesinde, eksilse de bitmeyen suyuyla öylece durur.

    Kısaca yalak diye adlandırılan bu taş kaplar şekil ve işlevi itibariyle hamam kurnalarına benzer. Altında veya yanında boşaltım mekanizması sayılacak bir delik bulunmaz. İçinde su bitmemesinin sebebi budur. Sürekli ilaveyle beslendiği ve tek su akışı bu olduğu için, haliyle hep yosunludur. Bu duruma aldırmayan tavuklar, kazlar, culuklar ve onlardan fırsat buldukça yanaşan serçeler kafalarını daldırıp  daldırıp gökyüzüne bakarlar. Bulutları görmeden ağızlarındaki suyu yutamazlar çünkü... Bu yüzden yalak, başı havada hayvancıklarla hep kalabalıktır...

    Kurnaya benzettim, ama duruşuyla, görünüşü ve doğallığıyla ondan daha çok gaka benzetilebilir. İçinde yağmur ve kar suyunun biriktiği doğal kaya oyuğuna gak deniliyor. Bir mevkiye, o civarda çok bulunduğu için Gaklık adı verilmiş. Kuyu, çeşme gibi su kaynağı olmayan o mevkideki gaklar, hayvanların su ihtiyacını ciddi anlamda karşılıyormuş. Taşı oyup yalak yapma işini gakları örnek alarak akıl etmiş de olabilirler. Ayrıca gak ile yalak arasında ses benzerliği, hiç olmazsa iyi bir kafiye var.

    Ses benzerliği arayacak olursak yalak ile yal arasında da bağ kurabiliriz. Özellikle köpek yiyeceği olarak bilinen yal, un veya kepeğin sulandırılmışıdır. Buna yal karma denilir ve yal ekseri yalakta karılır.

    Su kabı olarak kullanılan yalak ile köpeklerin yal yediği yalak farklıdır. Yalağına alışkın olan köpekler, yal zamanını da bilir ve vakti geldiğinde yalağın başındaki yerini alır. 

    Köpeklerin yalla beslenmesi işine kısaca yallama dendiği de olur. Yallama zamanında yalak başındaki köpekleri izlemenizi tavsiye ederim. Dillerini bir kaşık gibi yala daldırıp ağızlarına çekerler; lap! lap! lap!... Ortalığı lapırtı doldurur.

    Yal, yallama ve yalak kelimesiyle anlam irtibatı kurmak mantıklı geliyor. Fakat köpeklerin yal yemesinde ciddi anlamda yalama fiili unutulmamalı. Bu işte asıl organ dil olduğu için yalamak fiili öne çıkıyor. Bilindiği gibi bütün yalama işleri dil ile yapılır...

    İşte burada biraz durmak gerekiyor, çünkü ciddi bir noktadayız... Yalaklanmak, yaltaklanmak, yalakalık vs. bütün bu aşağılık durum işareti kavramları yalamak ve yalak kelimeleriyle irtibatlandırmak o kadar da zor değil. Üstelik işin içine köpek de girdi...

    Kelsalek (Salih Azbay) çocuk mezarı büyüklüğünde küçük bir mezar taşı bulmuş, kenleri çok yüksek değil. Belli ki lahit kapağı gibi bir şey... Bunu kuyunun yanına, aharın dibine koyup köpeklere yal karmak ve kuzuları sulamak maksatlı kullanmış. Değişik bir yalak olarak kayıtlara geçen bu mermer taşın hala kuyunun dibinde olduğunu söylüyorlar...

    En iyisi işin dil kısmını bir kenara koymak... Yalnız yalak kelimesine başka anlam yüklenen yerler olduğunu da belirtelim. Mesela bizim ahar dediğimiz hayvanların yem ve saman yediği uzun taş veya ağaç yemlik ile çeşme ve kuyuların suyunun biriktiği uzun havuzlara da başka yerlerde yalak diyorlar. Bunun bizim yalaklarla ilgisi yok...

    Esvap/esbap taşının yalağından bahsedelim. Yine Ayazin taşından oyularak biçimlendirilmiş esbapdaşları da her evin avlusunda bulunması gereken demirbaşlardandı. Yaz kış üzerinde çamaşır yıkanan bu taşların ucunda bulunurdu yalak. Herhalde suda bekletilip yumuşatılması gereken çamaşırlar buraya yatırılırdı. Yahut sabun çok kıymetli olduğu için, sabunlu su ziyan olmasın diye yalakta biriktirilip tekrar kullanılırdı.  

    Esbapdaşının yalağındaki temel mantık bu... Zaman zaman kirli su boşaltılabilsin diye bir ucuna veya altına delik açılmıştır. Şu haliyle esbapdaşı yalağı modern mutfakların evyesine benzer.

    Bir de fırın yalağı var... Şurası unutulmamalı ki, anlattıklarım evlere ve fırınlara şebeke suyu sağlanmadığı zamanlara aittir. Şu yazdıklarımla bugün fırınlarda gördüklerini bağdaştırmakta zorlanacaklara bu uyarım... Bununla beraber yalaklar daha modern ve temiz haliyle günümüz fırınlarında da var.

    Eski fırınlarda da biri sönge, ikincisi diğer işler için kullanılan su dolu iki yalak olurdu. Sönge yalağı ne kadar temizlersen temizle hep pistir. Görevi taşı temizlemek olan sönge, her fırına girdiğinde, eteğinde bir kürek külle gelir ve onu yalağa boşaltır. O yalak suyunun temiz ve berrak olması mümkün mü? Bir de deliksizdir zaten, zaman zaman suyunu tahliye etme imkanın da yok. Ayrıca unutmayalım, o yıllarda su da bol değil, 'gıdaynan...'

    Aynı dönem şartlarının diğer yalağı nispeten daha temizdir, çünkü içine ikide bir sönge daldırılmaz. Bu yalak hamurlu elleri, kapları yıkama gibi şeyler için kullandığından ve un-hamur-ekmek 'nimet' olarak düşünüldüğünden daha saygıdeğerdir. Kısaca bulaşık kabı olarak kullanılsa, bu yüzden tam temizliği sağlanamasa da çöplük muamelesi görmez, temiz kabul edilir. 

    Tabi temiz fırınyalağı ne kadar temiz olabilir ki... Buna rağmen, iddialı bir şey söyleyeyim: Bir dönem çocukları arasında fırınyalağından su içmeyen yoktur... Fırın sıcak... Laf anlamaz çocuk ne zaman susayacağı belli olmaz, mızılayıp durur... Şimdi kim eve gidip su getirecek... O yalaktan avuçlanıp çocuğa vermek varken... Anasının avucundan içenler şanslı sayılabilir. Zira yemeninin koncundan içenleri de gördük... 

    Fırınyalağının bir benzeri, yani yerine sabitlenmiş bir yalak türü de kahvelerde bulunurdu. Güçcükhalil (Halil İleri) ve Gaveci (Süleyman Yırgal)ın kahvelerden hatırladığımız bu yalakların kullanım amacı da şimdiye kadar ele aldıklarımızdan tamamiyle farklıydı. Meşrubatları soğuk tutmak amacıyla, suyla dolu bu yalaklarda tutarlardı. Sürekli kontrol ederler, eksilen maden suyu, kola, gazoz şişelerini takviye ederlerdi. 

    Yani kahveci yalakları şimdinin buzdolabı görevi görürlerdi. Zaten buzdolabının girmesiyle bu çok işlevsel yalakların kahve hayatı bitmiş oldu. Yok, tam olarak öyle sayılmaz. Buzdolabıyla birlikte bir süre daha kardeş kardeş yaşamışlar. Müşterilerin dediğine göre Kahveci Kadir meşrubat isteyene 'Dolaptan mı, yalaktan mı?' diye sorarmış...

    Evlere şebeke çekilip suya ulaşım kolaylaştıkça ve zaman hızlanıp değişim kaçınılmaz olunca, bütün türleriyle yalaklar hayatımızdan çekildi...



14 Temmuz 2024

Gübre Naylonu


    Gediz depreminde ben çok küçüğüm, avluya çadır kurduklarını hayal meyal hatırlayabiliyorum, ama hepsi o kadar. Ayrıntıya dair bir şey yok... 

    Rivayetlerde var, meğer henüz daha kış çıkmadığı, ortalığın buz kestiği o mevsimde insanlar çadırlara doluşmuş; lakin yağışlı ve soğuk havada çadır pek işe yaramıyormuş. Yağmurda sel içeride, karda ayaz... İnsanlar depremden kaçarken çadırda ölecekler nerdeyse...

    Şaşdımoğlu Mevlüt Şen'in kafası ticarete iyi çalıştığı söylenir. O vakit çadırlarda dıdılayan insanların neye ihtiyacı olduğunu keşfetmiş ve top rulo halinde naylon örtü getirmiş. Henüz plastiğin pek bilinmediği, naylon denen maddenin ortalığı kasıp kavurmadığı klasik zaman artığı dönemden geçiliyor. Yağmur, kar, tipi, dolu... Hiç bir şartta su geçirmeyen bu naylona hücum etmiş millet, üçer beşer metre çadırının üzerini örtecek kadar almışlar. 

    Şimdi sera naylonu dediğimiz kalın, şeffaf ve bütün naylon 1970 yılının Mart, Nisan aylarında Anıtkaya'ya girmiş... O tarih şartlarına göre pahalı olması gereken naylonlar, deprem tehlikesi geçtikten sonra kullanımdan tekrar kalkmış. Fakat bundan sonra başka bir naylon türünün saltanatı başlayacak...

    O yıllarda sahne alan nesne, aslında bir çuvaldır. Hikayesi şöyle başlamış... Tarlalara ters atmak yerine kimyasal gübre verilmeye başlandığında, bunun toprakta bağımlılık yaptığını bilemezlerdi. Dabandı, şekerdi, dapdı derken tarla sürekli istemeye başlıyor. Tarım Kredi Kooperatifi aracılığıyla ulaşım da kolay, ayağına kadar getiriyorlar... Ekim döneminde kamyon kamyon getirilen gübreler Han/Kervansaraya istiflenirdi. Kim ne kadar yazıldıysa gelir, 25 kiloluk naylon torbalardaki gübresini alırdı. Sanırım bir dönemden sonra tarlasına kimyasal gübre atmayan kalmadı...

    Gübreler küçük naylon çuvallardaydı. Naylon deyince akıllara şimdiki dandik poşetler gelmemelidir. Bunlar her türlü darbeye karşı dayanıklı, 25-50 kg'lık ağırlığı çekebilecek kadar kalın malzemeden üretilmiş olur ve pek nadiren bir kaçı patlardı. İçindeki gübre saçılıp boşalan bu naylonlar büsbütün çöpe atılmaz, katlanıp yeni kullanımlar için ayrılırdı.

    Nerelerde kullanılmazdı ki gübre naylonu... Hayatın her alanına girmişti. Kimyasaldır, sağlığa zararlıdır, şudur budurun pek önemi yoktu; o yıllarda böyle şeyler pek bilinmediğinden, yıkayınca tertemiz olduğu düşünülürdü. Onlar da bir işe yarasın diye yıkanıp yıkanıp kullanıldılar...

    Evvela şunu belirteyim; gazete, çimento kağıdı, kese kağıdı, meyve kasalarından kalan ambalaj kağıdı ve sonra özel üretim kaplıkların yer aldığı kitap defter kapları arasında gübre naylonunu da zikretmek gerekir. Kaba dururdu, ama çok dayanıklı şeylerdi...

    Kış günlerinin en büyük eğlencesi kayık kaymaydı. Yüksek yüksek tepelerden kendini koyverdiğinde ayağında veya altında kaygan bir şey varsa değme keyfine. Bu yüzden yazlık naylon edikler, yemeniler sokuldukları yerlerden bulup çıkarılırlar. Kaygan ayakkabı bulamayan başka yollara başvurabilir, ki bunların en önemlisi gübre naylonudur. Onunla yüksek vites ve hızda kayabilirsin...

    Bahar döneminde, kırkikindi yağmurlarında bazılarının sırtında yağmurluk olarak görürdük. Göpçüğünü kapişon gibi acayip hale sokanlar da olurdu, önünü yarıp mini bir kepeneğe benzetenler de... Bazıları iki göpçüğünü koltuklarına, ortası da boynuna gelecek şekilde deler ve üzerine olduğu gibi geçirip doğuştan kapalı yağmurluk olarak üstüne geçirirdi...

    Biz çocukların kullanımında da işlevseldi, ama gübre naylonundan uçurtma yapamadığımız aklımda kalmış. Şüphesiz bunun suçu bizde değil, fizik kurallarındaydı. Bu kadar kalın ve haliyle ağır malzemeyi sürekli süzülür vaziyette gökyüzünde tutacak nazlı ama güçlü rüzgara rastlayamadık.

    Kadınların elinde de şekilden şekle girer, her seferinde başka bir şey olarak karşına çıkabilir. Sanırım bunların en yaygını basit çadırlardı. Eldeki bütün boş naylonlar düzgün bir biçimde açılır, sonra hepsi birbirine dikiş makinesinde veya elde dikilerek birleştirilir. Naylon sayısına göre boyutu belirlenen bu yerli çadırlar her alanda kullanılabilir. Çadır olarak yağıştan korumak istediğin şeyin üzerini örtersin. Yaygı olarak haba gibi yayar, üzerine kurutmak istediğin şeyi serersin.

    Bazen boş naylonu açmadan, olduğu gibi kullananlar da olurdu. İçine ebir gübür koyarsın, kese olur. Fışkı doldurup fırına götürürsün, çuval olur. Mesela kesilmiş günaşık kökü yahut gapçığı doldurup guzinenin yanına koyarlardı, al sana odun sandığı...

    Birisi bir münasebetle anlatmıştı, aklımda kalmış. O vakitler gömlek lüks olduğundan evde dikilir, adına da sıkma denirdi. Anası buna sıkma dikerken cep kapağına, yakasına ve omuzlarına gübre naylonu kesip koymuş. Diğer çocukların yanında bunun gömlek diri ve havalı göründüğü için aylarca gosaldığını söylemişti. Gübre naylonunun tela olarak kullanıldığına dünyanın herhangi bir yerinde başka bir örnek var mı acaba?

    Uzun yıllar gübreler o biçim naylonlara paketlendi ve gübre naylonu bir döneme damgasını vurdu. Girmediği kılık kalmadı. Sonra sonra naylonun üretim aşamaları kolaylaştı, hayatımızın her alanına hakim oldu. Bu arada gübreler o bildik naylonlara değil daha başka malzemelere paketlenir oldu. Bir dönem hayatımızı kolaylaştıran, şenlendiren gübre naylonu sessiz sedasız ortalıktan çekildi...

    Şimdilerde o eski naylonlar olsaydı kullanılır mıydı, sanmıyorum. Fakat müzeye koymak, fotoğrafını almak için de olsa bir gübre naylonu bulamadım, ona yanarım... Kıyıda köşede kalmış bir parça elinize geçerse haberimiz olsun...



07 Haziran 2024

Efsane

     Eğret Sanal Müzesinde yer alması gereken yadigarlardan biri de bu iki sayfalık yazı olmalıdır. Müzenin en aydınlık duvarına, altın yaldızlı köşebentle çerçeveleyip asılmalı; okuyanlar ne kadar kıymetli bir hazineye varis olduğunu anlamalıdır. Yine bu gelecekteki okuyucular, hiç tanımadıkları şair/yazarın sanatkar ruhunu, tatlı üslubundan yola çıkarak hissetmeli, hatta olayı kaynağından dinliyormuş gibi maziye dalabilmelidir.

    Çolömerlerin Ömer Salman (*), bir istek üzerine bu yazıyı kaleme alalı yirmi yıldan fazla olmuş. Sağlığında kendisiyle az çok yarenlik edenler, benzer hikayeleri dinlemişlerdir. Bunu okurken odada kendisinden dinliyorcasına sesini işiteceklerdir. Bin rahmet...

    Anıtkaya İblak Dağları hakkında birazcık da olsa bilgi vermek istiyorum. İblak Dağlarının esas Osmanlı tarihindeki ismi İlbulak Dağlarıdır. Biz kısaca İblak deyiveriz; “İblak”, “İlbulak” ikisi de aynı dağlardır. Okuyucum yanılgıya düşmesin deye bunu kaleme almak zorunda kaldım.

    Şimdi başlıca tarihi ve atalarımızdan duyduğumuz isimleri dağlarımızın şöyledir: Başta Resulbaba, doğusu ardıçlarla kaplıdır. Aşağıya doğru Küçükresul Tepesi, Alışlıkoyak, Güçükburun, Meşeliyatak Resulbaba mevkisi içindedir. Hemen batısında Almalı, onun alt kısmında Kirezlik yer almaktadır. Almalı’nın batısında Dombeyalanı, alt kısmında Koca Karanlıkdere ve Küçük Karanlıkdere yer almaktadır. Hemen onun batısında Kayraklı, üst kısmında Demirce, alt kısmında Yayla ve Yayladeresi uzar gider. Hemen onun batısında Şamlı, alt kısmında Mundarcaderesi yer almaktadır. Şamlı’nın batısında Terzigediği, onun alt kısmında Ballıkderesi yer almaktadır. Terzigediği’nin üst kısmında Yörük Mezarları mevcuttur. Onun batısında Kaşkaya, İncegeriş, Balaban yer almaktadır; yine hemen batısında Kuyuderesi yer almaktadır. Kuyuderesi’nin batısında Bahçecik, Kuşboku; alt kısmında Keçiyatakları yer almaktadır. Onun da batısında Evkaya bulunur; orada İblak (İlbulak) Dağları sona erer.

    Sayın okuyucum, bu dağlarda şöyle bir efsane anlatılır:
    Çobanın biri koyun güderimiş. İki taze köpeği varmış bir de yaşlı köpeği varmış. Tabi malum, yaşlandı mı horlanırsın ya, yaşlı köpeğe bakmazmış, öbürlerini çok severmiş. Derken bir gün yemek yimiş, yerden dişini kurcalamaya bir ot almış. Dişini kurcalarken kurt koyuna yaklaşmış. Çok sevdiği genç köpekleri demiş ki “Çabık bir tane al, yarısını sen ye yarısını da biz yiyelim.” demişler.  Koca yaşlı köpek de demiş ki “Yaklaşma! Bir dişim kalasıya uğraşır, sana burdan koyun vermem.” demiş. Çoban bu sesleri duyunca aklı başından gitmiş. Elindeki çöpü atmış, genç köpeklere vermiş sopayı. Bir de dinlemiş ki köpekler “Hav hav da hav hav! Hav hav da hav hav!”… “Heyvah!” demiş, elinden attığı çöpü günlerce aramış; fakat ne çare ki bulamamış.

    İşte sayın okuyucu, evsane de olsa böyle bir otun İblak Dağlarında olduğu rivayet olunuyor. Bu hikaye ile alakalı size bir gerçek anlatacağım

    Bizim Anıtkaya Kasabasında, çok yaşlı erkanıharb Hacı Çolak(**)  isminde bir gazi var idi. Bu zat hemen hemen  üç dört harb geçirmiş; Yemen, Balkan, Çanakkale, İstiklal… Hiç soyunmadan bu harbleri görmüş geçirmiş. Yani şunu anlatmak istiyorum, kellesini alırsın da ağzından yalan alamassın. İşte bu zatın ağzından şahsen ben duydum. Bir kara koyunum vardı öldü, deyor; kafasını köpeklere çobanlar atmışlar. Köpekler kafayı kışlanın dip tarafına götürmüşler, deyor. Karanlıkta kışlaya girdim, aynı yıldız gibi bir şey parleyor. Vardım baktım, kara koyunun kafası söndü. Geri çıkıyon, bakıyon; koyunun dişleri yıldız gibi parleyor, deyor. Şunu anlatmak istiyorum: Çobanın dişini kurcaladığı o otu yiyen hayvanın dişleri o şekil parlarımış.

    İşte Türkiye’nin dağlarında çok ender görünen bu harikuledelik bu dağlarda mevcuttur.

 

                               İBLAK DAĞLARIM

    Soğuk olur Almalı’nın suları       
    Hasret çeker aşiretler burları    
    Mis kokulu bayırları, kırları    
    Vefalıdır benim İblak Dağlarım   
             
    Şamnı belin başı bana yurt olur               
    Bu dağlarda aslan, tilki, kurt olur                    
    Bu ayrılık bize yavuz dert olur              
    Vefakardır benim İblak Dağlarım

    Uzar gider Kayraklı’nın ovası   
    Yükseğinde vardır şahin yuvası  
     Deli gönül geçti gençlik havası          
     Hayırlıdır benim İblak Dağlarım     
 
    Terzigediği’nden aşar yolumuz
    Yörük Mezarları hemen solumuz
    Yeter artık dedi Ömer kulunuz
     Çok hayırlıdır benim İblak Dağlarım
                                               Ömer SALMAN


(*) Çolömerlerin Cingenömer, Ömer Salman (1940-2021)
(**) Konyalı Çolak, Hacı Mehmet Kurt (1899-1972)



10 Mayıs 2024

Orak Makinesi

 
    Kurtuluştan 15 yıl sonra 1937'de Cumhuriyet gazetesinde üç gün süren araştırma inceleme yazıları yayınlandı. Eğret Nahiyesinin coğrafi, iktisadi, zirai ve sosyal yapısını inceleyen bu yazı dizisi, gazetenin o dönemdeki pozisyonundan dolayı hükümete sunulmuş bir rapor niteliğindeydi. Bu yüzden yazıda belirtilen hususlar bir süre sonra devlet politikası olarak karşımıza çıktı.

    Yazıya göre Eğret'te toplam 1.320 çiftçi aile;  111.000 dekar ekilebilen, 79.200 dekar nadas arazi ile alakadardır, aile başına düşen ekilebilen arazi 85 dekardır. Bu kadar araziyi aileler hayvanlarla ancak işleyebildiğinden traktör buralar için gereksizdir. Nadasa bırakılan araziler her yıl devreye girmiş olsa bile at devreye sokulur, traktöre yine ihtiyaç olmaz. Buralarda orak makinesi de ekonomik değildir. Onu çekecek iki çift hayvan ve istihdam edilecek kişilerin maliyeti de düşünülürse tırpanla biçmek daha karlıdır.

    Eğretliler de öyle yapmış, tırpanla biçmenin daha karlı olduğunu düşünmüşler. Fakat bu yazıdan bir kaç yıl sonra, büyük köylere bazı teknik aletler tedarik edilmesine karar verilmiş. Bu aletlerden biri ve en önemlisi de orak makinesidir. 1940'lı yılların başında Eğret köyüne dört tane tırmıklı orak makinesi temin edilmiş. Tam da Eğret nahiye merkezinin İhsaniye'ye taşındığı dönem...

    Arada Delimamın Ali Soydan ve Aliefe Ali Tüplek'in muhtarlıkları var, bu dönemdeki makinelerin işleyişiyle ilgili bilgimiz bulunmuyor. 1955 Yılında Tıraka Abdurrahman Zenger muhtar olduktan sonra tutulan İhtiyar Heyeti karar defterinden makinelerin macerasını takip edebiliyoruz.

    1955 Yılı orak mevsiminde makineler günlük olarak köylüye kiraya veriliyor. Yevmiyesi 10 lira, 1 lira da yağ ücreti (herhalde gres yağı) olmak üzere toplam 11 liradan... Aslında bu ayrıntılar karar defterine işlenecek kadar önemli şeyler değil, fakat sıradışı bir olay yaşanınca bunları da kayda geçirmişler. Karar şöyle: 

    "955 Yılı Köyümüz şahsiyetine ait alınan orak makinelerini Köyümüz mahsül biçim orak zamanında yevmiye hesabıyle günlük ücreti (10) lira (1) lira da yağ parası olmak üzere Köy halkımıza verilmekte iken bir tanesini Köyümüz halkından Hüseyin Sağlam götürerek akşam üzeri makineyi Muhtarlığımıza kırık olarak teslim ettiğinden yevmiye gün (10) lira gelir getiren orak makinesi (15) gün işten kalarak (165) lira Köy Sandığı zarar çıktığından bu 165 lira zararı Hüseyin Sağlam’ın tazmin etmesi için Köy İhtiyar Kurulumuzca oy birliği ile karar verildi. 1.2.956"

    Kararda ismi geçen Hüseyin Sağlam, Omarcıkların Kilci Gocahüseyin'dir. Yalnız harman zamanında yaşanan olayın tazmin kararının altı ay sonra alınması biraz tuhaf. Makineyi kimin kırdığının tespiti uzun sürmüş olabilir, ceza tayininde anlaşmazlık yaşanmış olabilir, yahut karar kaydının bu kadar gecikmesinin başka sebepleri olabilir. Bundan 3,5 ay sonra kaydedilen bir başka kararda sözü edilen de aynı makine olmalıdır;

    "Köyümüz şahs-ı maneviyesine ait orak makinesini  Afyon’a götürüp getirmesi için Köyümüz halkından otobüs sahibi Şerafettin Azbay’a on lira verilmesine oy birliği ile karar verildi. 14.5.956"

    Gocahüseyin'den alınan 165 liranın 10 lirası, nakliye ücreti olarak Şerafettin Azbay'a ödenmiş. Tamiri için kaç lira harcandığını bilemiyoruz. Bundan şu anlaşılıyor ki o sırada Eğret'teki demircilerin tamir edemeyeceği bir arıza var. Belki dişli filan kırıldı. Şerafettin Azbay'a ait otobüs konusu da ilginçtir, acaba kamyon mu demek istediler? Öyle ya, otobüsle koca makine nasıl nakledilsin...

    Aradan bir yıl geçiyor. Harmanlardan önce, 1957'nin yaz başında sadece arızalı olandan değil hiç bir makineden randıman alınamadığını farketmişler ve hepsini de elden çıkarmak istemişler;

    "Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinaları Köyümüze gelir temin etmeyip Köylüler tarafından kırılıp perişan olduklarından bu durum Heyetimizce düşünüldü ve bütün Köyümüz ve diğer Köylere ilan vasıtasıyle duyuruldu üç tanesi pazarlık suretiyle ikisi 1200’er liraya bir tanesi 1150 liraya kırık olduğu için satıldı Kalan bu bir tane makinanın da Köyümüzden almak isteyene (1200) liraya verilmesine karar verildi. 6.5.957"

    Hıdrellez günü alınan bu karara göre üç tanesi hemen satılmış. Yalnız karar metnine köylülerden şikayet ifadeleri gizli bir şekilde yerleştirilmiş olması dikkat çekicidir. Üç makinenin kime satıldığı ve daha başka ayrıntılar bir sonraki kararda belirtilmiş.

    "Köyümüz İdare Heyeti Muhtar Abdurrahman Zenger Başkanlığında toplanıp Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makineleri Köyümüze iki senedir hiçbir gelir temin etmek değil getirdiği masrafına kafi gelmediğinden kullanmasını bilmeyen Köylü kırıp kırıp getirdiğinden bu makineler yakın zamanda tamamen perişan olacağından satılıp Köyün derdi olan yerlere verilmesi daha münasip olacağından tellal vasitasıyle Köyümüzün pazarı olan Cumartesi günü etraf Köylerden de pazara geleceklerinden onlara da duyurup Köyün belki daha fazla fayda temin etmesi muhtemel olacağından tellal ile bugünlerde ilan edilmesine oy birliğiyle karar verildi. 4.6.957"

    Öyle anlaşılıyor ki önceki üç pazarlık bozulmuş. Ya da burada özellikle belirtilen tırmıklı makineler öncekilerden farklı. Acaba dört dolaplı, dört tırmıklı makine mi vardı? Neyse, burada Tıraka'nın köylüye kızgınlığı tavan yapmış; bunu karar metninin satır aralarında hissetmemek mümkün değil... Üç hafta sonra ilk satış yapılmış;

    "Köyümüzün manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinelerinin birini Çakırsazı Köyünden Hüseyin oğlu 926 doğumlu Ali Seyhan’a pazarlık suretiyle paranın tamamını yani 1200 liraya verilmesine bu paranın yekününü yani hiç peşin vermeden 957 senesi 12. Ayı pancar parasında alınmasına oy birliği ile karar verildi. 25.6.957"

    Sonra Temmuz'da, tam da harman zamanı iki makine bu kez Eğretlilere satılmış. Biri Hacalinin Şebek (Hacı Ahmet Dadak)'a, diğeri ise Hacı Emrullah Onay'a... İkisi de aynı fiyata harmanveresiye;

    "KARAR NO: (18.7.957) Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinesinin bir adedini Köyümüzden Hacı Ahmet Dadak’a kararımız gereğince 1200 liraya satılmasına parasını da vakti hasılatta alınmasına karar verildi."

    "KARAR NO: (20.7.957) Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinesinin bir adedini kararımız gereğince Köyümüz halkından Emrullah Onay’a 1200 liraya satılmasına paranın vakti hasılatta alınmasına karar verildi."

    Elde kaldı bir makine... Meğer o da arızalı olduğu için satılamamış. Biraz indirim yaparak onu da, önceden sağlam makinelerin birini alan Şebek'in oğlu Mustafa Dadak'a satıyorlar;

    "Köyümüz şahsiyetine ait Ziraat’tan alınan orak makinalarından bir tanesini Köyümüzden Hüseyin Sağlam’a orak zamanında günlük ücret ile verilen makine ve aynı günde Hüseyin Sağlam tarafından muhtelif yerlerinden kırık olarak getirilen makinayı aynı Köyde Ahmet oğlu Mustafa Dadak’a tamir masrafını kendisi vermek üzere (1150) liraya bin yüz elli liraya verilmesine Kurulumuzca karar verildi. 11.11.957"

    Böylece, Ziraat vasıtasıyla Eğret tüzel kişiliğine alınan orak makinelerinden 15 yıl sonra, 1957 kış başlangıcında tamamen kurtuluyorlar. Daha sonraki yıllarda köyde traktörler de çoğalmaya başlayacaktı. Ardından Kooperatif aracılığıyla yeni zirai aletler geliyor... Durdukça üç eski makine çaptan düşmüştür..

    Tek tek başlarına neler geldiğini bilemeyeceğim. Yalnız Kelarzımanların Mehmet Ali Azbay ile Şerafettin'in Süleyman Azbay'ın evin arasında Hacemirlahların deposu var. Tam o deponun yerinde 1970'li yıllarda terk edilmiş bir orak makinesi vardı. Hurda yığını olarak oraya çekilmiş bu makine biz çocukların oyun alanına dönmüştü. Biri önde diğeri arkada, çaprazlama iki döküm koltuğuna oturmak çok eğlenceli gelirdi. Galiba tarihi makinelerin birisi budur...


04 Mayıs 2024

Selektör


    Harman yığılıp tınaz savrulduktan sonra çeç çıkarılırdı, ama çecin çıkarılması iş bitti anlamına gelmezdi. Onun çalkanması lazım. Çünkü yabayla savurduğunda ancak deneyi samandan ayırmış oluyorsun. Saman uçup gidiyor, lakin dene gibi ağır taş topeç, dirsek filan da çecin içinde kalıyor. Denenin onlardan da ayıklanması lazım, işte çalkama bunun için gerekli.

    Gözerlerle çalkama işini kadınlar yapıyor. Kolay gibi görünse de, sürekli yapıldığı için oldukça yorucudur. Gözer sallayanların beli yanı kalmaz.

    Bazıları da çeci evine olduğu gibi ebiri gübürüyle götürür, çalkama işini daha sonraya erteler. Tabi artık gözer devreden çıkmıştır, çalkama makinesiyle daha zahmetsizce yapılır. 1970'li yıllarda Yarımçakmak Mevlüt Kızılyel'in bir çalkama makinesi vardı. Bir kaç yerde onunla çalkadıklarını görmüştüm; gürültülü, ama eğlenceli bir şeye benziyordu.

    Kocaman bir tambur düşünün, çevresi delikli... Ahşap malzemeyle muhafaza altına alınmış ve yine ahşap kasaya oturtularak araba fonksiyonu kazandırılmış. Dört teker üzerinde atla, öküzle istediğin yere çekebilirdin. Birisi kolla mekanizmayı çevirir, çarklar aracılığıyla hareket tambura ulaşır. Hazneden dönen tambura geçen buğday, o döndükçe deliklerinden geçerek elenmiş olurdu. Bu sırada gerek çevirme kolu, gerek dişliler ve en sonunda tamburdan çıkan ses karışımını tanımlamak zordur. Dişliler ve tamburun mekanik gıcırtısı başka, tamburun içinde yuvarlanmaktan başı dönen denenin delikli çeperlere çarpmasıyla oluşan foşurtu başkadır. Bütün bu hayhuy arasından bir yol bulup da kendini gösterebilen, anlaşılmaz insan sesleri ise daha başkadır. Yalnız hepsi bir olup sana hücum edince doğal bir besteye maruz kaldığını anlarsın. Manzarayı uzaktan izleyenler, bu doğal besteyi hafif müzik rahatlığında dinler, ondan hiç rahatsız olmazlar. Yarımçakmak'ın çalkama makinesini bu haliyle iş başındayken bir kaç kere izlemiştim...

    İleşberlikte modernizasyonun başladığı 1930 sonlarına kadar gidiyor, çalkama makinesinin Eğret geçmişi... O yıllarda her köye damızlık hayvan, pulluk, orak makinesi, mibzer gibi yeni aletler de verilmiş. Köyün ortak malı olarak kaydedilen bu ziraat aletleri oldukça verimli bir şekilde kullanılmış. Selektör olarak bilinen çalkama makinesi de onlardan biridir.

    Muhtarlıkça teslim alınan selektör, Hacıların Oda yanına yerleştirilmiş. Bu oda, şimdi Kur'an Kursu bulunan yerdeydi. Yan tarafına yerleştirilen selektör sebebiyle orası da 'Selektör' diye yer adı olarak anılmaya başlanmış. Tıraka Abdurrahman Zenger'in döneminde aradaki 100 metrekarelik bir yer ihale edilirken, Selektör kelimesi yer adı olarak zikrediliyor:

"Köyümüz şahsı maneviyesine ait olan Köy içerisindeki selektör makinesinin arka tarafı ihalededir. Talip olanlar 6.10.956 Cumartesi günü Köy halkımızdan açık artırmaya iştirak edecekler saat 14.00’te Muhtarlığımızda hazır bulunmaları rica olunur…"

    İhaleye katılan olmayınca Yetimlerin Gocayetim Mevlüt Azbay'a satıldığı da şöyle kaydedilmiş:

    "Köyümüz şahsı maneviyesine ait Köy içerisinde selektör makinesinin arka tarafı Köy halkımıza ihale edilip ihale günü sahip çıkan bulunmadığından on beş yirmi seneden beri bu yere Köyümüz halkından Şükrü Azbay otluk yığdığından ve bu yerin de Şükrü oğlu Mevlüt ve Mahmut Azbay’a muvafık almaya bu yol fazlası olan (100) metrekare yeri metrekaresi altı liradan oda yeri gösterilip bedeli olan altı yüz lira Köy sandığı gelir kısmına irat edilmesine karar verildi. 10.10.956..."

    Görüldüğü gibi konulduğu yer makine ile özdeşleştirilerek orası Selektör Makinesi diye bir yer adı olarak anılıyormuş. Makinenin orada tutulduğunu hatırlayanlar hala aramızda....

    Biz ise onu eski lojmanın arka tarafındaki bir bölümde atıl vaziyette dururken hatırlıyoruz. Yetmişlerin sonlarında orada öylece duran tuhaf makinenin ne işe yaradığını anlamazdık, zira çalışırken hiç görmemiştik.

    Demek ki çalıştırılmasına gerek görülmemişti. Zaten savurmalı patoz ve biçerdöğerin yaygınlaşmasıyla onlar müzelik olmuştu. Nasıl gözerler duvara asıldıysa, selektör de bir köşeye kakılmış olmalı. 

    Bununla beraber, Yarımçakmak'ın çalkama makinesi Eğret'e Ziraat Müdürlüğünce tahsis edilen selektör ile bir alakası var mıydı, bak bu konuda bilgim yok... Osman Kızılyel'in dediğine göre makine 'bi köşeye kakılı' öyle duruyormuş, yalnız çalışıp çalışmadığından O da emin değil. Pulluk tekeri takılı makineyi nereye isterlerse oraya çeker götürürlermiş. Altındaki altı yedi tekneye derecesine göre elenen buğday akar, böylece hem çalkar hem de sınıflandırırmış. Kendine has anlatımıyla, ilk hazneye müminler, sonuncusuna da münafıklar olmak üzere öyle bir sıralama...

    Buna ek olarak Hacapdılla Abdullah Kasal'a ait ikinci bir çalkama makinesini de hatırlattılar. Sonra gocapının altına yanaştırılmış olduğu gözümün önüne geldi. Onu çalışırken hiç bilmiyorum, fakat bilenler var... Neticede hepsi yalan oldu gitti...


    Not: Fotoğraftaki çalkama makinesi Yarımçakmak'ınki değil, onu Musa Türker'in linkteki videosundan kırptım.
 



19 Mart 2024

Bir Canta, Bir Kitap, Bir Diploma ve Bir Öğretmen

 
    Gocacami yanındaki eklentilere medrese diyorlarmış.  Belki Tekke/Zaviye ile bağı bağı vardı ve Gocacami'den önce benzer derslikler o civarda bulunuyordu. Bundan emin olmamakla birlikte Eğret'te en azından Kur'an öğretimi çalışmalarının çok eskiye dayandığını düşünmek gerekir. 

    Medresede ise sistemli Kur'an dersleri okutulduğu biliniyor. Harf değişikliğinden sonra aynı derslikler, yeni harflerin öğretildiği düzenli ilk mektep imiş. 1940'lı Yıllarda planlı okul binası (Düğün salonu yerindeki eski ortaokul) yapılana kadar İlkmektep burasıymış. Üç yıllık eğitimden geçirilen çocuklar İlkokul seviyesini bitirmiş sayılıyormuş, beş yıllık eğitime 1945-46 gibi geçilmiş. O zamana kadar yaklaşık yirmi yıl İlkmektep binası medrese dediğimiz yer oluyor. Taşınma gerçekleştikten sonra Kur'an konusundaki sıkıntılı hava da yumuşamaya başlayınca orası tekrar eski hüviyetine dönüp 'medrese' oluyor...

    1920 İle 1940 Yılları arasında doğan bir neslin yeni harflerle eğitimine sahne olan medrese binasındaki hatıralar ilgi çekici olmalıdır. Malesef onlara vakıf değiliz, ama o hatıraların bir parçası olan somut bir kaç şey var elimizde. Bazen eşya, hatıradan daha dayanıklı olabiliyor... Bu dönemin talebelerinden üçünün özel eşya/hatırası bugüne kadar gelebilmiş. Onların hikayesiyle sahiplerini de yad etmiş oluruz. Kelbekirin Halil Haykır, Körhocanın Arif Varlı ve Dananın Kazım Dalmışlı'dan bugüne bir çanta, bir kitap ve bir diploma kalmış o günlere dair... 

    Bir Çanta

    Gambırömerin Kadir Haykır Abi 'Dedemin şehitlik beratını getireyim mi?' diye sormuştu. Böyle bir teklife hayır denir mi... Elinde bir sandıkla çıkageldi. Eskiden kalan ne varsa bu sandıkta muhafaza ediyormuş. Açtık; içinde yakın geçmişe dair faturalar da var, yaşı bir asrı geçmiş senetler de... Ellerine ne geçtiyse bu sandığa atmışlar... 

    İçindekiler kadar bu sandık da dikkat çekiyordu. Halil emmisinin mektep çantasıymış. Kaba ve sağlam tahtaların birleşmesinden oluşmuş bu sandığı kim bilir kim çaktı?

    Çaktı diyorum, öyle çünkü. Muhtelif ebatta üç tahta parçası meşin düzlemlerle iki ucundan tutturularak bir bütün oluşturulmuş. Sonra kenarları aynı yükseklikte parçalarla kapatılıp derinlik verilmiş. İlk teknikle ikinci bir düzlem kapak yapılmış ve bu yine meşin menteşelerle monte edilmiş. Oldu mu sana valiz görünümlü bir sandık. Kapak tarafından üst tarafa uzanacak bir kanca bükülüp üstteki tokaya girecek biçimde ayarlanmış; bu da kilit oluyor. Üstüne bir de kullanışlı meşin kulp çakılınca al sana okul çantası... 

    Bu tahta çantaların biraz daha kibarları 1970'lerde hala kullanılırdı. Plastik yaygınlaştıktan sonra hepsi yalan oldu... Yalnız resmini gördüğünüz çanta, o yıllarda sahibine oldukça fors kazandırmış olabilir. Çünkü 1930'ların ilk yarısında böyle bir çanta zannetmiyorum ki her çocukta bulunsun... 

    Bolvadinli Çakallardan, Irafanın kardeşi olan Kelbekirin oğlu Halil Haykır, 1924 yılında doğmuş. Yenimısdık ile bababir, Gambırömer ile anabir, Alosmançavuş ile de öz kardeş oluyorlar. Babası o yıllarda Arapgızına içgüveyisi olduğu için onların evinde duruyorlardı. Sandık o günlerin eseri olsa gerektir. Üç yıl boyunca mektebe getirip götürmüş. Evlenip çoluk çocuk sahibi olduktan sonra kendisi ayrılsa da çantası orada kalmış. Bir dönemden sonra İzmir'e yerleşmiş ve 2003 yılında vefat etmiş.

    Bir Kitap

    1931 İstanbul baskılı bir kitap görseniz siz de şaşırırsınız. Hele de bu bir ders kitabıysa... İlkmekteplerde okutulacak Tarih dersi kitabı üç cilt olarak düzenlenmiş. İlk sayfanın arkasındaki not şu: 'Maarif Vekaleti Milli Talim ve Terbiye Dairesinin 28/11/1931 tarih ve 2847 numaralı emrile 25.000 nüsha tab'edilmiştir.'

    Bundan ne anlamak gerekir? Sekiz yıllık bir devletsin, global ekonomik krizden henüz çıkmışsın, üç yıl önce harf inkılabın var, buna göre yeni bir sistemle düzenlenmiş yeni okulların ve biraz da isteksiz öğrencilerin... İmkanlar sınırlı, muallimlerin yeni, yeterli materyalin bulunmuyor... Doğru veya yanlış yeni bir sistem kurmuşsun, ona göre dersi okutacak öğretmen ve esas alacağı ders kitabı lazım... İşte öyle bir ortamda öğretmen yetiştirme, kitap yazma ve basma gücü ve iradesinin bulunduğunu anlayabiliriz.

    Her sınıf düzeyine bir cilt olacak şekilde üç ciltlik Tarih Ders kitapları ciltlenip memleketin her yanına dağıtılmış. Sağlam ciltli olmasına sebep uzun süreli kullanılabilsin diyedir. Nitekim 25 bin nüsha basılan kitaplardan Eğret'in payına da düşmüş, elden ele geçen kitaplar bugüne kadar ulaşabilmiş. O kadar dayanıklı şeyler ki, yalnız kapak köşelerinde biraz yıpranma var, o kadar...

    İçeriğine gelince... Nasıl bir müfredatsa, bugünün lise seviyesiyle denk gibi... Elyazısı, ve hesap konusunda o yıllarda seçkin bir eğitim verildiğini biliyorduk, aynı kalitenin Tarih dersinde yakalandığını bu kitaplardan anlayabiliriz.

    Önbilgi olarak o yıllardaki ders kitaplarının Avrupa'da bastırıldığına yönelik bir şeyler işitmiştim. Sözünü ettiğim kitaplardaki baskı kalitesini; içinde renkli harita, gravür ve resimlere ve hatta filigranlı baskılara yer verildiğini düşününce acaba yurtdışında mı basıldı diye şüpheye düşmedim değil. Lakin işte '1931, İstanbul Devlet Matbaası' diyor, niye böyle yazsınlar ki...

    Üç ciltlik Tarih ders kitabının ilk cildi yok, sadece 2. ve 3. ciltler bugüne gelebilmiş. Kitapların sahibi Arif Emmim 1927 doğumlu... Eğret İlkmektebinde 1934-1940 arasında geçmesi gereken üç yıllık okul hayatında bunları okumuş... Kendisi 2000 yılında vefat etti...

    Bir Diploma

    Mustafa Kırbaç, babası Hasan Kırbaç'ın Eğret Mektebinden aldığı şehadetnameyi göndermiş, biz de onu özenle Eğret Sanal Müzesindeki yerine koymuştuk. İsmail Dalmışlı Hocam onu görünce babasının diplomayı hatırlamış, ilgilenirsen diye bana gönderdi. İlgilenmez olur muyuz...

    1948 Tarihli İlkokul diploması, yukarıda sözünü ettiğim yeni okul binasında düzenlenmiş. "5 Sınıflı Eğret Köyü İlk Okulunda ilk öğrenimini 1947-1948 ders yılında bitirerek yapılan imtihanda yandaki dereceleri kazanan İsmail oğlu Kazım Dalmış'a bu diploma 1948 yılı Mayıs ayının yirmiyedinci günü verilmiştir." 

    Bitirme sınavı nedir ve nasıl uygulanıyordu sorularının cevabından daha önce bahsetmiştik. Ben burada diploma üzerinde imzası bulunan Başöğretmenden söz etmek istiyorum.

    Bir Öğretmen

    1932 Yılında Diyanet bir genelge yayınlayarak camilerde Arapça ezanı yasaklar. O yıllarda öğretmenler bu tip kararların köylerde uygulanmasını takip etmekle görevlidirler. Bir bakıma doğal Hükümet Komiseri sayılırlar... Gocacami'de Gavas (İbrahim Sargın) her zamanki kametine başlayınca, cemaatten birisi onu susturur. Genelge yayınlandığını, bundan sonra ezan ve kametin Türkçe okunacağını bildirdikten sonra bunun nasıl yapılacağını göstermek için ayağa kalkar ve 'Tanrı Uludur, Tanrı Uludur' diyerek kamet getirir. Tam 18 yıl sürecek Türkçe Ezan zulmü Eğret'te böyle başladı...

    İlk Türkçe kamet eden kişi devrin Eğret öğretmenlerinden Hasan Hüseyin (Tekin)dir. Abdestinde namazında, neredeyse beş vaktini camide geçirdiği bildirilen Hasan Hüseyin Öğretmeni Eğretliller de sevmiş ve aralarında ona 'Sağırmuallim' derlermiş. Hatta bu lakabı o kadar yaygınmış ki, lakabını çok defa işittiğim halde adını öğrenmek için epeyce uğraşmam gerekti.

    Sağırmuallim Eğret'te uzun süre kaldığı anlaşılıyor. İlk kamet olayında Başöğretmen olmadığını Hasan Kırbaç'ın şehadetnamesinde imzası bulunmamasından anlayabiliriz. Halkın hafızasında bu kadar yer etmesinin sebebi dindarlığı kadar burada uzun yıllar çalışmışlığı olmalıdır. Bununla beraber bu özelliklerinden başka hakkında bilgi bulamadım. Nerelidir, çoluk çocuğu var mıdır, ne zaman nerede ölmüştür bilinmiyor...

    Adına bir de Kazım Dalmışlı'nın 1948 tarihli diplomasında rastlandı. Başöğretmen Hasan Hüseyin Tekin olarak imzalamış. İlginç bir şekilde Sağırmuallim adını iki yıl sonraki bir olayda yine işiteceğiz.

    Yıl 1950... İktidar değişince Arapça ezan yasağı da kalkmış. Yine Gocacami, kim 'Tanrı Uludur' diye kamete başladıydı bilemeyeceğim... Sağırmuallim susturmuş onu ve yeni karar gereği Arapça ezan yasağının kalktığını bildirip ayağa kalkmış ve 'Allahuekber Allahuekber' diye gerçek kameti getirmiş...

    Güler misin, ağlar mısın denilecek bir durum... Yalnız bu durumunu Sağırmuallim minnetle anar 'Çok şükür Allah'ıma, iki uygulamayı da bana nasip etti' dermiş...

    Dediğim gibi Sağırmuallimin akıbeti bilinmiyor. Amma onun diploma verdiği 1933 doğumlu Kazım Dalmışlı 2005 yılında vefat etti. Adı geçen dört kişi vesilesiyle Eğret İlköğretiminden bir kesit sunduk. Hepsinin kabri nur olsun...



09 Mart 2024

Kurt Katırı Ne Bilsin

 
    Eşyanın ruhu var mıdır?

    Bu soru etrafında tarih boyunca çok tartışmalar dönmüş, hala da öyledir. Konuyu filozoflara bırakmak lazım, ama biz de işin içinde sayılırız. Çok sevdiğimiz bir giysiyi eskiyip rengi solsa bile atmaya kıyamayız. Falancanın hatırası diye maddi değeri olmayan bir şeyi gözümüzün önünden ayırmayız. Odundan yapılmış, avucuma göre olduğundan benimsediğim bir tespihim var; kaç kere kaybettim, buldum. Her kaybettiğimde üzülüp, bulduğumda çocuklar gibi sevinirim. Oysa değersiz bir şey. Böyle basit şeylerle bu kadar duygusal bağ nasıl oluşuyor acaba? Onların ruhu olup olmadığını bilemem, fakat yoksa da varmış gibi davrandığımız kesin.

    Eğret'in eski hamamının kapısına dair görüşlerimi abartılı bulanlar var. Bizler onun, şimdi sona eren ikinci hayatıyla ilgili yanları biliyor ve onları hatırlattığı için böyle heyecanlanıyoruz. İlk hayatını, yani eski hamama takılı halini bilenler yaşıyor olsaydı, neler düşünürlerdi acaba? Bence onlar bizden daha çok heyecanlanırdı. O kapı en az yüz yaşındadır; geride kalan bir asırda neler yaşandığını düşünmek insanı heyecanlandırmaya yetmeli...

    Benzer duyguları Berber Emmi de yaşamış. Aradı, konuştuk; kendisi de tanıyor o kapıyı. Hem onun üzerine, hem de ondan atlayıp Böbülerin gocagapı üzerine yoğunlaştık. Hikayesini anlattı, tarihine indi, kendileri için ne ifade ettiğinden bahsetti. Yakınlarda gördüğünde neler hissettiğini söyledi. Heyecanı ve duyguları sesinden belli oluyordu...

    Söylemezoğlu Salih, Kırtişoğlu Apil'in emmisi oluyor. O kim derseniz; Gıbış, Gociban ve Dıkmanın babası Apil/Abdullah Özen... Tabi Apil, Salih Emmisini bilmiyor; çünkü o doğmadan vefat etmiş. 

    Söylemezler sülalesine halk arasında Kırtişler diyorlar, Salih'e ise Süllü... Bazen lakaplamada resmiyet samimiyet karışıyor da Söylemezoğlu Süllü dedikleri de oluyor. Şimdi Balinin Osman Çetin'in ev civarı Söylemezlerin eviymiş. Bilindiği gibi Gıbışın ev hala orada, ayrıca Kırtişin Leylek diye bilinen meşhur yuvanın en eski yeri de orasıdır.

    Söylemezoğlu Salih'in iki kızı var, Neslihan ve Ayşe... Anaları Fatma Hanım 1889 Yılında vefat edince büyük Neslihan gelinlik çağda. Zaten hemen gelin ediyor, Böbüdedenin büyük oğlu Hasan Hüseyin'e veriyorlar... Küçük Ayşe ise bir kaç yıl sonra gelin olacak, İdirizlerin Osman'a varacak; namıdiğer Goca Osman'ın ilk eşi olacaktır. İki kızını da başgöz ettikten sonra, yirminci yüzyılı göremeden Sçylemezoğlu Süllü kendisi de vefat ediyor.

    Ölüm hak, miras helal... Başka verese olmayınca babaları vefat eden kızlar aralarında malları üleşiyor, bir gocagapı Neslihan'a düşüyor. Bu arada Böbüdede de iki oğlunu ayırmış, büyük oğlu Hasan Hüseyin kayınpederinden kalan gacagapıyı getirip yeni yaptığı evine dikiyor. Söylemezoğlu Salih'in kapılar yeni yerinde...

    Yeni yerinde bu kapı tam bir asra yakın kalacaktır. Neslihan Hanımla Veyisoğlu Hasan Hüseyin'in iki oğulları Salih ve Veli Çanakkale'de kalınca ocağı tütütmek kızlara düştü.  Büyük ve küçük kızlar Hamzaların Süleyman ile Daldalların Sarıhasana gelin edilmişti. Ortanca Fatma'yı Müezzin Hüseyin oğlu Ömer ile everip onun içgüveyisi olarak eve yerleşmesini istediler. Bizim bildiğimiz Böbülerin Eğret macerası böyle başlamış oldu. Fatma Hanım ileride doğacak oğullarının ikisine Çanakkale şehidi iki abisinin adını verdi. Salih Kabadayı ile Veli Kabadayı'nın isimlerinin menşei böyle... Ayrıca Salih Kabadayı'nın Söylemezoğlu Salih'i hatırlattığını da belirtmek lazım... Berber Emmim o Salih Kabadayı'nın oğlu oluyor...

    Kapıya dönecek olursak... Onun hikayesi de Böbülerinkine paralel gelişti. Yeni yeri çok mökemdi. Bir defa derin bir duvar keninin kuytusuna kondurulmuştu. Sert rüzgardan en az etkilenecek durumdaydı. Ayrıca üstündeki dambeşin saçağı bir kulaçtan fazla çıkıntılıydı, bir şapkanın siperini andırıyor, onu güneş ve yağmurdan koruyordu. Nereden baksan bir kapıya sığınak gibiydi orası...

    Hepsi birer birer İzmir'e taşındıktan sonra Böbüler evi de sattılar. Yeni sahibi Kelhasanın Ali'nin Mevlüt, oraya bir ev yaptı. Bu arada kapıyı da alıp yan tarafa gündoğusuna yerleştirdi. Fakat bu yerleşim eskisi gibi sağlam değildi. Üstü açıktı, yanlarda dayanağı yoktu; gocagağının garip bir görüntüsü vardı. Kapının başına gelenlere birebir şahit olmadık, hatta bunu sonradan fark ettik.

    Aslında eski yerindeyken de onun çok farkında sayılmazdık. Kapının önündeki kuytuda çok oynadık, belki kapıyı sobidaşı olarak bile kullanmışızdır; lakin çocuk aklı işte, onun ayrıntısına hiç dikkat etmedim. Bu yüzden bir kaç kapının arasında hangisi bil bakalım denilse bilemem...

    Günde bir kaç kez kullanan için öyle değildir tabi. Berber Ahmet o evin bir çocuğu, delikanlısı ve en nihayet büyüğü olarak her ayrıntısıyla ayrı ayrı ünsiyet kurmuştur. Her köşesiyle ilgili kim bilir ne hatıraları vardır. Gocagapıyı herkesten daha iyi bilir, tanır... Gördüğünde hatıraları canlanır; kah dudağının ucunda hınzır bir gülümseme belirir, kah burnunun direği sızlar. Onun kapıya bakışı, bizimkine benzemez...

    İki yıl evvel köydeki bir kaç gocagapının fotoğrafını almıştık. Onunkini çekmemişiz, demek ki kayda değer görmemişiz. Hatta onun Böbülerin gocagapı olduğunu bile bilmiyordum. Ta ki bugün emmim söyleyene kadar... Çekip gönderdiler, fotoğrafı bir saat kadar inceledim. Beygir arabasının dingilini takmış bir keresinde, zedelenen yerleri tahtayla yamamışmış; oraları bulmaya çalıştım. Her biri örste tek tek yapılmış koca kafalı çivileri saydım, bazılarının kafası kopmuş. Bu yeni korumasız yerinde solmuş, pörsümüş; eski canlılığından eser kalmamış. Beber Emmim 'Gurt gatırıñ gıymatını ne bilsiñ' dedi... Bununla beraber büsbütün karamsar olmaya gerek yok, küçük basit bir çatıyla hala kurtarılabilir...

    Kabaca yaşını hesap ettik telefonda, en az iki asır önce yapıldığında hemfikir kaldık. Söylemezoğlu Süllü'nün kapıların -ki babası Söylemezoğlu Mehmet zamanında yapılmış olma ihtimali büyük- ustası kimdi acaba? Ağaç malzemeler nereden geldi? Çivileri kim yaptı? O zamanki Eğret demircileri kimlerdi?

    Eşyanın ruhu var mı yok mu, bilemem; ama her şeyin mutlaka bir hikayesi var. Hikayesini bilmediğin şey senin değildir.



08 Mart 2024

O Kapı

     
    Tatlı bir kavis hattında sıralanan cami, kervansaray, çeşme ve hamam dizisini külliye olarak düşününce Eğret'in kuruluş süreci akıl yordamıyla az çok görülebiliyor. Bu tesis diziliminin bir ucuna da kabristanı koyunca, Eski Eğret'in zannedildiği gibi uzaklarda değil aksine çok yakın bir yerlerde olduğu düşünülmelidir. Taşlıtarla mevkiindeki köy sele maruz kalınca yukarıya taşındığını ileri süren tez dikkat çekici mesela. Oralarda fazla taş yokken niye adı Taşlıtarla olur ki? Kastedilen temel taşları olmasın...

    Yalnız bütün bu varsayımlara sebep olan cami, han, çeşme, hamam dizisindeki hamamı eski yerinde düşünmeliyiz. Eski hamam, şimdi Kelibanın evin bulunduğu yermiş. 1955 Gibi veya öncesinde yıkılıp Tırakanın muhtarlığı zamanında 1956'da bildiğimiz yere yenisi yapılmış. Onun yandığı zaman ve sonrası hala hatırımızda, fakat eskisi hakkında bilgimiz yok.

    Eski Hamamın nasıl bir yapı olduğunu, ne yana baktığını, su kaynağını, ocağını külhanını ve daha başka özelliklerini bilemiyoruz. Yaşı yeten bir kaç eski topraktan soruşturdum, onlardan da dişe dokunur bir şey alamadım. Aksi gibi elde uzaktan da olsa çekilmiş bir fotoğraf bile yok. İşgalciler köyün olur olmaz her yerinden fotoğraf çekmişler, ama ERT arşivinde bu hamam olabilir diyebileceğimiz  bir fotoya rastlayamadım. Belki de hamam neye benzediğini bilmediğimiz için olan fotoğrafı da tanıyamıyoruz.

    Hafızasına güvendiğim Berber Emmimin yaşı müsait değil, fiziki yapı hakkında net olarak bir şey söyleyemiyor. Kubbeli bir hamammış. Şiddetli yağış sonrası bir gün sel altında kalmış, içinde mahzur kalan kadınları ancak o kubbeyi delerek çıkarabilmişler. Büzükhalilin hanımı Fatınine o kadınlardan birisiymiş... Çok küçük olduğu için bir kere de yıkamaya götürmüşler bunu. Kocaman bir bakır kazanın içinde yıkamışlar. Dediğine göre, koca kazan havuz olarak kullanılıyormuş. Malum olduğu üzere Eğret kaplıca bölgesi değil, sıcak su kıt olduğu için büyük havuz mümkün değil. Ne yapsınlar, havuz ihtiyacını böyle gidermişler. 

    Berber Emmimin hatırladığı da bundan ibaret... Yalnız o bakır kazanın akıbeti hakkında bir şey bulamadım. Yıkılan hamamdan geriye kalan her şey değerlendirilmiş. Camlar, kapılar, döşmeler, kirişler, direkler; hatta işe yaramaz ağaçlar bile odun olarak açık artırmaya çıkarılmış. Lakin bakır havuz/kazandan haber yok. Çok ilginç...

    Buna dair kararları okurken birisine takılıp kaldım: "Köyümüz şahsiyetine ait eski yıkılan hamamdan çıkan 1 adet dış kapı 21.9.956 günü açık artırma ile satılarak artıranlar içerisinde Köyümüz halkından Arif Varlı’da kalıp bedeli olan (35) lira tamamen alınıp Köy gelir kısmına irat edilmesine oy birliği ile karar verildi. 21.9.956..." Otuz beş liraya satılan dış kapı ifadesi insanın aklına gocagapıyı getiriyor. Ben de öyle düşündüm; o kapıyı iyi bilirim, hala yerinde duruyor. 

    - 'Eski hamam ihalesinden alındığını biliyor musunuz?' diye sorduğumda gerçeği öğrendim. Dış kapıymış, ama gocagapı değilmiş. Avludan eve geçiş kapısıymış. Satın aldıktan sonra yeni yaptığı evinin dış kapısı olarak yerine oturtmuş. Kanatlardan birini duvara sabitlemiş, diğerinden girip çıkılmış yıllarca. Gerçi o kapıyı da hatırlıyorum, yıllarca sürtüne sürtüne çok geçmişliğimiz vardır. O vakitler iki kanatlı bu kapının önemli bir şahsiyet olduğunu bilemezdik...

    Emmim kapıyı aldığında iki tarafında şık duran iki pirinç kol varmış.  Yeni yerine uyarlamak için basit zembilli kol takmak istemiş ve bunun için bir taraftaki pirinç kolu sökmüş. Dışarıdan kilitleme işini asma kilitle sağlamışlar, iç taraftan kilitleme konusunda sıkıntı yokmuş. Kapıyla birlikte basit sürgü ve tırkaz sistemi de üzerindeymiş. Seksenli yılların sonuna kadar o kapı öyle kullanıldı, sonra biz köyden uzaklaşınca o da radarımızdan çıkmıştı, unutuldu gitti.

    Nereden icap ettiyse kapıyı yenilemek istemişler, Gavasın Topal'a bir demir kapı yaptırıp taktırmışlar. Çift kanatlı eski hamam kapısını atmışlar bir kenara... Akıbetini sorduğumda önce hatırlayamadılar sonra bir kanadını falanca yere dayadıkları akıllarına geldi. Baktık, dayadıkları yerde boylu boyunca uzanmış öylece duruyor. Güç bele çıkardık dışarı... Gün ışığına çıkan kanadın yüzüne nur, gözüne fer geldi. Duvara dayanıp doğruldu, kendi mazimizden çıkıp gelmiş bir ruhani gibiydi. Sağını solunu bize gösterir gibi bir hali vardı, baktık... Duvara sabitlenen kanatmış, fazla yıpranmamış. Pirinç kol hala üzerinde. Yukarıda bir yere kaba bir çerçeve içine yine kaba rakamlarla kapı numarası yazılmış. Kim bilir ne zaman yazıldı. Yağlı boya olamaz, ihtimal katran kullanmışlar...

    Garip bir şekilde duvara yaslanmış duran bu tek kanadı incelerken diğer kanadın samanlıkta olabileceğini söylediler. Dambeşi yarı göçük samanlığa korkak adımlarla girdik. Oradaydı... Direkle duvar arasına sıkıştırılmış talihsiz kapıyarısı, yarı beline kadar gübür içindeydi. Az daha geç kalsak boğulacakmış hissi veriyordu. 

    Kardeşinin yanına götürdüğümüz kanadı yerine dayadık. Onlar baş başa verip hasret gideriyor, eski mutlu mesut günleri yad ediyorken biz de ikisini birden tekrar muayene ettik. Çorak altında kaldığından mı nedir, samanlıktan gelenin alt tarafındaki parça az kurtlanmış. Diğer yerleri sapasağlam, zembili bile şakır şakır çalışıyor. Hafif bir tamirle bu eski hamam kapısı hala kullanılabilir durumda. 

    Ânın sihrini ölümsüzleştirmek için, el ele tutuşmuş iki kardeşi fotoğrafladım; müzeye koyacağım.

    Keşke çocuklarımıza gösterebileceğimiz değerlerin sergilendiği bir müzemiz olsaydı. Onlar gezerken biri anlatsaydı: "Bak bu delece, bu annat, bu da harman süpürgesi; eğilir harmanı süpürürdük... O mu, o kendisini hiç görmediğimiz hamamın kapısı..." 

    Şimdilik sanal müzeyle idare edeceğiz...