müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2024

Yalak

 
    Kümes hayvanlarının yemlenmesi ve sulanması için şimdiki gibi fenni yemler ve modern suluklar yok. Ayazin taşı denilen bir çeşit kaba taş yontulup oyularak derin bir kap elde ediliyor. Küçük hayvanların deviremeyeceği kadar ağır olan bu su kabı, çok kullanışlı ve gerekli olduğu için her evde bulunacak kadar yaygındır. Avlunun bir köşesinde, eksilse de bitmeyen suyuyla öylece durur.

    Kısaca yalak diye adlandırılan bu taş kaplar şekil ve işlevi itibariyle hamam kurnalarına benzer. Altında veya yanında boşaltım mekanizması sayılacak bir delik bulunmaz. İçinde su bitmemesinin sebebi budur. Sürekli ilaveyle beslendiği ve tek su akışı bu olduğu için, haliyle hep yosunludur. Bu duruma aldırmayan tavuklar, kazlar, culuklar ve onlardan fırsat buldukça yanaşan serçeler kafalarını daldırıp  daldırıp gökyüzüne bakarlar. Bulutları görmeden ağızlarındaki suyu yutamazlar çünkü... Bu yüzden yalak, başı havada hayvancıklarla hep kalabalıktır...

    Kurnaya benzettim, ama duruşuyla, görünüşü ve doğallığıyla ondan daha çok gaka benzetilebilir. İçinde yağmur ve kar suyunun biriktiği doğal kaya oyuğuna gak deniliyor. Bir mevkiye, o civarda çok bulunduğu için Gaklık adı verilmiş. Kuyu, çeşme gibi su kaynağı olmayan o mevkideki gaklar, hayvanların su ihtiyacını ciddi anlamda karşılıyormuş. Taşı oyup yalak yapma işini gakları örnek alarak akıl etmiş de olabilirler. Ayrıca gak ile yalak arasında ses benzerliği, hiç olmazsa iyi bir kafiye var.

    Ses benzerliği arayacak olursak yalak ile yal arasında da bağ kurabiliriz. Özellikle köpek yiyeceği olarak bilinen yal, un veya kepeğin sulandırılmışıdır. Buna yal karma denilir ve yal ekseri yalakta karılır.

    Su kabı olarak kullanılan yalak ile köpeklerin yal yediği yalak farklıdır. Yalağına alışkın olan köpekler, yal zamanını da bilir ve vakti geldiğinde yalağın başındaki yerini alır. 

    Köpeklerin yalla beslenmesi işine kısaca yallama dendiği de olur. Yallama zamanında yalak başındaki köpekleri izlemenizi tavsiye ederim. Dillerini bir kaşık gibi yala daldırıp ağızlarına çekerler; lap! lap! lap!... Ortalığı lapırtı doldurur.

    Yal, yallama ve yalak kelimesiyle anlam irtibatı kurmak mantıklı geliyor. Fakat köpeklerin yal yemesinde ciddi anlamda yalama fiili unutulmamalı. Bu işte asıl organ dil olduğu için yalamak fiili öne çıkıyor. Bilindiği gibi bütün yalama işleri dil ile yapılır...

    İşte burada biraz durmak gerekiyor, çünkü ciddi bir noktadayız... Yalaklanmak, yaltaklanmak, yalakalık vs. bütün bu aşağılık durum işareti kavramları yalamak ve yalak kelimeleriyle irtibatlandırmak o kadar da zor değil. Üstelik işin içine köpek de girdi...

    Kelsalek (Salih Azbay) çocuk mezarı büyüklüğünde küçük bir mezar taşı bulmuş, kenleri çok yüksek değil. Belli ki lahit kapağı gibi bir şey... Bunu kuyunun yanına, aharın dibine koyup köpeklere yal karmak ve kuzuları sulamak maksatlı kullanmış. Değişik bir yalak olarak kayıtlara geçen bu mermer taşın hala kuyunun dibinde olduğunu söylüyorlar...

    En iyisi işin dil kısmını bir kenara koymak... Yalnız yalak kelimesine başka anlam yüklenen yerler olduğunu da belirtelim. Mesela bizim ahar dediğimiz hayvanların yem ve saman yediği uzun taş veya ağaç yemlik ile çeşme ve kuyuların suyunun biriktiği uzun havuzlara da başka yerlerde yalak diyorlar. Bunun bizim yalaklarla ilgisi yok...

    Esvap/esbap taşının yalağından bahsedelim. Yine Ayazin taşından oyularak biçimlendirilmiş esbapdaşları da her evin avlusunda bulunması gereken demirbaşlardandı. Yaz kış üzerinde çamaşır yıkanan bu taşların ucunda bulunurdu yalak. Herhalde suda bekletilip yumuşatılması gereken çamaşırlar buraya yatırılırdı. Yahut sabun çok kıymetli olduğu için, sabunlu su ziyan olmasın diye yalakta biriktirilip tekrar kullanılırdı.  

    Esbapdaşının yalağındaki temel mantık bu... Zaman zaman kirli su boşaltılabilsin diye bir ucuna veya altına delik açılmıştır. Şu haliyle esbapdaşı yalağı modern mutfakların evyesine benzer.

    Bir de fırın yalağı var... Şurası unutulmamalı ki, anlattıklarım evlere ve fırınlara şebeke suyu sağlanmadığı zamanlara aittir. Şu yazdıklarımla bugün fırınlarda gördüklerini bağdaştırmakta zorlanacaklara bu uyarım... Bununla beraber yalaklar daha modern ve temiz haliyle günümüz fırınlarında da var.

    Eski fırınlarda da biri sönge, ikincisi diğer işler için kullanılan su dolu iki yalak olurdu. Sönge yalağı ne kadar temizlersen temizle hep pistir. Görevi taşı temizlemek olan sönge, her fırına girdiğinde, eteğinde bir kürek külle gelir ve onu yalağa boşaltır. O yalak suyunun temiz ve berrak olması mümkün mü? Bir de deliksizdir zaten, zaman zaman suyunu tahliye etme imkanın da yok. Ayrıca unutmayalım, o yıllarda su da bol değil, 'gıdaynan...'

    Aynı dönem şartlarının diğer yalağı nispeten daha temizdir, çünkü içine ikide bir sönge daldırılmaz. Bu yalak hamurlu elleri, kapları yıkama gibi şeyler için kullandığından ve un-hamur-ekmek 'nimet' olarak düşünüldüğünden daha saygıdeğerdir. Kısaca bulaşık kabı olarak kullanılsa, bu yüzden tam temizliği sağlanamasa da çöplük muamelesi görmez, temiz kabul edilir. 

    Tabi temiz fırınyalağı ne kadar temiz olabilir ki... Buna rağmen, iddialı bir şey söyleyeyim: Bir dönem çocukları arasında fırınyalağından su içmeyen yoktur... Fırın sıcak... Laf anlamaz çocuk ne zaman susayacağı belli olmaz, mızılayıp durur... Şimdi kim eve gidip su getirecek... O yalaktan avuçlanıp çocuğa vermek varken... Anasının avucundan içenler şanslı sayılabilir. Zira yemeninin koncundan içenleri de gördük... 

    Fırınyalağının bir benzeri, yani yerine sabitlenmiş bir yalak türü de kahvelerde bulunurdu. Güçcükhalil (Halil İleri) ve Gaveci (Süleyman Yırgal)ın kahvelerden hatırladığımız bu yalakların kullanım amacı da şimdiye kadar ele aldıklarımızdan tamamiyle farklıydı. Meşrubatları soğuk tutmak amacıyla, suyla dolu bu yalaklarda tutarlardı. Sürekli kontrol ederler, eksilen maden suyu, kola, gazoz şişelerini takviye ederlerdi. 

    Yani kahveci yalakları şimdinin buzdolabı görevi görürlerdi. Zaten buzdolabının girmesiyle bu çok işlevsel yalakların kahve hayatı bitmiş oldu. Yok, tam olarak öyle sayılmaz. Buzdolabıyla birlikte bir süre daha kardeş kardeş yaşamışlar. Müşterilerin dediğine göre Kahveci Kadir meşrubat isteyene 'Dolaptan mı, yalaktan mı?' diye sorarmış...

    Evlere şebeke çekilip suya ulaşım kolaylaştıkça ve zaman hızlanıp değişim kaçınılmaz olunca, bütün türleriyle yalaklar hayatımızdan çekildi...



14 Temmuz 2024

Gübre Naylonu


    Gediz depreminde ben çok küçüğüm, avluya çadır kurduklarını hayal meyal hatırlayabiliyorum, ama hepsi o kadar. Ayrıntıya dair bir şey yok... 

    Rivayetlerde var, meğer henüz daha kış çıkmadığı, ortalığın buz kestiği o mevsimde insanlar çadırlara doluşmuş; lakin yağışlı ve soğuk havada çadır pek işe yaramıyormuş. Yağmurda sel içeride, karda ayaz... İnsanlar depremden kaçarken çadırda ölecekler nerdeyse...

    Şaşdımoğlu Mevlüt Şen'in kafası ticarete iyi çalıştığı söylenir. O vakit çadırlarda dıdılayan insanların neye ihtiyacı olduğunu keşfetmiş ve top rulo halinde naylon örtü getirmiş. Henüz plastiğin pek bilinmediği, naylon denen maddenin ortalığı kasıp kavurmadığı klasik zaman artığı dönemden geçiliyor. Yağmur, kar, tipi, dolu... Hiç bir şartta su geçirmeyen bu naylona hücum etmiş millet, üçer beşer metre çadırının üzerini örtecek kadar almışlar. 

    Şimdi sera naylonu dediğimiz kalın, şeffaf ve bütün naylon 1970 yılının Mart, Nisan aylarında Anıtkaya'ya girmiş... O tarih şartlarına göre pahalı olması gereken naylonlar, deprem tehlikesi geçtikten sonra kullanımdan tekrar kalkmış. Fakat bundan sonra başka bir naylon türünün saltanatı başlayacak...

    O yıllarda sahne alan nesne, aslında bir çuvaldır. Hikayesi şöyle başlamış... Tarlalara ters atmak yerine kimyasal gübre verilmeye başlandığında, bunun toprakta bağımlılık yaptığını bilemezlerdi. Dabandı, şekerdi, dapdı derken tarla sürekli istemeye başlıyor. Tarım Kredi Kooperatifi aracılığıyla ulaşım da kolay, ayağına kadar getiriyorlar... Ekim döneminde kamyon kamyon getirilen gübreler Han/Kervansaraya istiflenirdi. Kim ne kadar yazıldıysa gelir, 25 kiloluk naylon torbalardaki gübresini alırdı. Sanırım bir dönemden sonra tarlasına kimyasal gübre atmayan kalmadı...

    Gübreler küçük naylon çuvallardaydı. Naylon deyince akıllara şimdiki dandik poşetler gelmemelidir. Bunlar her türlü darbeye karşı dayanıklı, 25-50 kg'lık ağırlığı çekebilecek kadar kalın malzemeden üretilmiş olur ve pek nadiren bir kaçı patlardı. İçindeki gübre saçılıp boşalan bu naylonlar büsbütün çöpe atılmaz, katlanıp yeni kullanımlar için ayrılırdı.

    Nerelerde kullanılmazdı ki gübre naylonu... Hayatın her alanına girmişti. Kimyasaldır, sağlığa zararlıdır, şudur budurun pek önemi yoktu; o yıllarda böyle şeyler pek bilinmediğinden, yıkayınca tertemiz olduğu düşünülürdü. Onlar da bir işe yarasın diye yıkanıp yıkanıp kullanıldılar...

    Evvela şunu belirteyim; gazete, çimento kağıdı, kese kağıdı, meyve kasalarından kalan ambalaj kağıdı ve sonra özel üretim kaplıkların yer aldığı kitap defter kapları arasında gübre naylonunu da zikretmek gerekir. Kaba dururdu, ama çok dayanıklı şeylerdi...

    Kış günlerinin en büyük eğlencesi kayık kaymaydı. Yüksek yüksek tepelerden kendini koyverdiğinde ayağında veya altında kaygan bir şey varsa değme keyfine. Bu yüzden yazlık naylon edikler, yemeniler sokuldukları yerlerden bulup çıkarılırlar. Kaygan ayakkabı bulamayan başka yollara başvurabilir, ki bunların en önemlisi gübre naylonudur. Onunla yüksek vites ve hızda kayabilirsin...

    Bahar döneminde, kırkikindi yağmurlarında bazılarının sırtında yağmurluk olarak görürdük. Göpçüğünü kapişon gibi acayip hale sokanlar da olurdu, önünü yarıp mini bir kepeneğe benzetenler de... Bazıları iki göpçüğünü koltuklarına, ortası da boynuna gelecek şekilde deler ve üzerine olduğu gibi geçirip doğuştan kapalı yağmurluk olarak üstüne geçirirdi...

    Biz çocukların kullanımında da işlevseldi, ama gübre naylonundan uçurtma yapamadığımız aklımda kalmış. Şüphesiz bunun suçu bizde değil, fizik kurallarındaydı. Bu kadar kalın ve haliyle ağır malzemeyi sürekli süzülür vaziyette gökyüzünde tutacak nazlı ama güçlü rüzgara rastlayamadık.

    Kadınların elinde de şekilden şekle girer, her seferinde başka bir şey olarak karşına çıkabilir. Sanırım bunların en yaygını basit çadırlardı. Eldeki bütün boş naylonlar düzgün bir biçimde açılır, sonra hepsi birbirine dikiş makinesinde veya elde dikilerek birleştirilir. Naylon sayısına göre boyutu belirlenen bu yerli çadırlar her alanda kullanılabilir. Çadır olarak yağıştan korumak istediğin şeyin üzerini örtersin. Yaygı olarak haba gibi yayar, üzerine kurutmak istediğin şeyi serersin.

    Bazen boş naylonu açmadan, olduğu gibi kullananlar da olurdu. İçine ebir gübür koyarsın, kese olur. Fışkı doldurup fırına götürürsün, çuval olur. Mesela kesilmiş günaşık kökü yahut gapçığı doldurup guzinenin yanına koyarlardı, al sana odun sandığı...

    Birisi bir münasebetle anlatmıştı, aklımda kalmış. O vakitler gömlek lüks olduğundan evde dikilir, adına da sıkma denirdi. Anası buna sıkma dikerken cep kapağına, yakasına ve omuzlarına gübre naylonu kesip koymuş. Diğer çocukların yanında bunun gömlek diri ve havalı göründüğü için aylarca gosaldığını söylemişti. Gübre naylonunun tela olarak kullanıldığına dünyanın herhangi bir yerinde başka bir örnek var mı acaba?

    Uzun yıllar gübreler o biçim naylonlara paketlendi ve gübre naylonu bir döneme damgasını vurdu. Girmediği kılık kalmadı. Sonra sonra naylonun üretim aşamaları kolaylaştı, hayatımızın her alanına hakim oldu. Bu arada gübreler o bildik naylonlara değil daha başka malzemelere paketlenir oldu. Bir dönem hayatımızı kolaylaştıran, şenlendiren gübre naylonu sessiz sedasız ortalıktan çekildi...

    Şimdilerde o eski naylonlar olsaydı kullanılır mıydı, sanmıyorum. Fakat müzeye koymak, fotoğrafını almak için de olsa bir gübre naylonu bulamadım, ona yanarım... Kıyıda köşede kalmış bir parça elinize geçerse haberimiz olsun...



07 Haziran 2024

Efsane

     Eğret Sanal Müzesinde yer alması gereken yadigarlardan biri de bu iki sayfalık yazı olmalıdır. Müzenin en aydınlık duvarına, altın yaldızlı köşebentle çerçeveleyip asılmalı; okuyanlar ne kadar kıymetli bir hazineye varis olduğunu anlamalıdır. Yine bu gelecekteki okuyucular, hiç tanımadıkları şair/yazarın sanatkar ruhunu, tatlı üslubundan yola çıkarak hissetmeli, hatta olayı kaynağından dinliyormuş gibi maziye dalabilmelidir.

    Çolömerlerin Ömer Salman (*), bir istek üzerine bu yazıyı kaleme alalı yirmi yıldan fazla olmuş. Sağlığında kendisiyle az çok yarenlik edenler, benzer hikayeleri dinlemişlerdir. Bunu okurken odada kendisinden dinliyorcasına sesini işiteceklerdir. Bin rahmet...

    Anıtkaya İblak Dağları hakkında birazcık da olsa bilgi vermek istiyorum. İblak Dağlarının esas Osmanlı tarihindeki ismi İlbulak Dağlarıdır. Biz kısaca İblak deyiveriz; “İblak”, “İlbulak” ikisi de aynı dağlardır. Okuyucum yanılgıya düşmesin deye bunu kaleme almak zorunda kaldım.

    Şimdi başlıca tarihi ve atalarımızdan duyduğumuz isimleri dağlarımızın şöyledir: Başta Resulbaba, doğusu ardıçlarla kaplıdır. Aşağıya doğru Küçükresul Tepesi, Alışlıkoyak, Güçükburun, Meşeliyatak Resulbaba mevkisi içindedir. Hemen batısında Almalı, onun alt kısmında Kirezlik yer almaktadır. Almalı’nın batısında Dombeyalanı, alt kısmında Koca Karanlıkdere ve Küçük Karanlıkdere yer almaktadır. Hemen onun batısında Kayraklı, üst kısmında Demirce, alt kısmında Yayla ve Yayladeresi uzar gider. Hemen onun batısında Şamlı, alt kısmında Mundarcaderesi yer almaktadır. Şamlı’nın batısında Terzigediği, onun alt kısmında Ballıkderesi yer almaktadır. Terzigediği’nin üst kısmında Yörük Mezarları mevcuttur. Onun batısında Kaşkaya, İncegeriş, Balaban yer almaktadır; yine hemen batısında Kuyuderesi yer almaktadır. Kuyuderesi’nin batısında Bahçecik, Kuşboku; alt kısmında Keçiyatakları yer almaktadır. Onun da batısında Evkaya bulunur; orada İblak (İlbulak) Dağları sona erer.

    Sayın okuyucum, bu dağlarda şöyle bir efsane anlatılır:
    Çobanın biri koyun güderimiş. İki taze köpeği varmış bir de yaşlı köpeği varmış. Tabi malum, yaşlandı mı horlanırsın ya, yaşlı köpeğe bakmazmış, öbürlerini çok severmiş. Derken bir gün yemek yimiş, yerden dişini kurcalamaya bir ot almış. Dişini kurcalarken kurt koyuna yaklaşmış. Çok sevdiği genç köpekleri demiş ki “Çabık bir tane al, yarısını sen ye yarısını da biz yiyelim.” demişler.  Koca yaşlı köpek de demiş ki “Yaklaşma! Bir dişim kalasıya uğraşır, sana burdan koyun vermem.” demiş. Çoban bu sesleri duyunca aklı başından gitmiş. Elindeki çöpü atmış, genç köpeklere vermiş sopayı. Bir de dinlemiş ki köpekler “Hav hav da hav hav! Hav hav da hav hav!”… “Heyvah!” demiş, elinden attığı çöpü günlerce aramış; fakat ne çare ki bulamamış.

    İşte sayın okuyucu, evsane de olsa böyle bir otun İblak Dağlarında olduğu rivayet olunuyor. Bu hikaye ile alakalı size bir gerçek anlatacağım

    Bizim Anıtkaya Kasabasında, çok yaşlı erkanıharb Hacı Çolak(**)  isminde bir gazi var idi. Bu zat hemen hemen  üç dört harb geçirmiş; Yemen, Balkan, Çanakkale, İstiklal… Hiç soyunmadan bu harbleri görmüş geçirmiş. Yani şunu anlatmak istiyorum, kellesini alırsın da ağzından yalan alamassın. İşte bu zatın ağzından şahsen ben duydum. Bir kara koyunum vardı öldü, deyor; kafasını köpeklere çobanlar atmışlar. Köpekler kafayı kışlanın dip tarafına götürmüşler, deyor. Karanlıkta kışlaya girdim, aynı yıldız gibi bir şey parleyor. Vardım baktım, kara koyunun kafası söndü. Geri çıkıyon, bakıyon; koyunun dişleri yıldız gibi parleyor, deyor. Şunu anlatmak istiyorum: Çobanın dişini kurcaladığı o otu yiyen hayvanın dişleri o şekil parlarımış.

    İşte Türkiye’nin dağlarında çok ender görünen bu harikuledelik bu dağlarda mevcuttur.

 

                               İBLAK DAĞLARIM

    Soğuk olur Almalı’nın suları       
    Hasret çeker aşiretler burları    
    Mis kokulu bayırları, kırları    
    Vefalıdır benim İblak Dağlarım   
             
    Şamnı belin başı bana yurt olur               
    Bu dağlarda aslan, tilki, kurt olur                    
    Bu ayrılık bize yavuz dert olur              
    Vefakardır benim İblak Dağlarım

    Uzar gider Kayraklı’nın ovası   
    Yükseğinde vardır şahin yuvası  
     Deli gönül geçti gençlik havası          
     Hayırlıdır benim İblak Dağlarım     
 
    Terzigediği’nden aşar yolumuz
    Yörük Mezarları hemen solumuz
    Yeter artık dedi Ömer kulunuz
     Çok hayırlıdır benim İblak Dağlarım
                                               Ömer SALMAN


(*) Çolömerlerin Cingenömer, Ömer Salman (1940-2021)
(**) Konyalı Çolak, Hacı Mehmet Kurt (1899-1972)



10 Mayıs 2024

Orak Makinesi

 
    Kurtuluştan 15 yıl sonra 1937'de Cumhuriyet gazetesinde üç gün süren araştırma inceleme yazıları yayınlandı. Eğret Nahiyesinin coğrafi, iktisadi, zirai ve sosyal yapısını inceleyen bu yazı dizisi, gazetenin o dönemdeki pozisyonundan dolayı hükümete sunulmuş bir rapor niteliğindeydi. Bu yüzden yazıda belirtilen hususlar bir süre sonra devlet politikası olarak karşımıza çıktı.

    Yazıya göre Eğret'te toplam 1.320 çiftçi aile;  111.000 dekar ekilebilen, 79.200 dekar nadas arazi ile alakadardır, aile başına düşen ekilebilen arazi 85 dekardır. Bu kadar araziyi aileler hayvanlarla ancak işleyebildiğinden traktör buralar için gereksizdir. Nadasa bırakılan araziler her yıl devreye girmiş olsa bile at devreye sokulur, traktöre yine ihtiyaç olmaz. Buralarda orak makinesi de ekonomik değildir. Onu çekecek iki çift hayvan ve istihdam edilecek kişilerin maliyeti de düşünülürse tırpanla biçmek daha karlıdır.

    Eğretliler de öyle yapmış, tırpanla biçmenin daha karlı olduğunu düşünmüşler. Fakat bu yazıdan bir kaç yıl sonra, büyük köylere bazı teknik aletler tedarik edilmesine karar verilmiş. Bu aletlerden biri ve en önemlisi de orak makinesidir. 1940'lı yılların başında Eğret köyüne dört tane tırmıklı orak makinesi temin edilmiş. Tam da Eğret nahiye merkezinin İhsaniye'ye taşındığı dönem...

    Arada Delimamın Ali Soydan ve Aliefe Ali Tüplek'in muhtarlıkları var, bu dönemdeki makinelerin işleyişiyle ilgili bilgimiz bulunmuyor. 1955 Yılında Tıraka Abdurrahman Zenger muhtar olduktan sonra tutulan İhtiyar Heyeti karar defterinden makinelerin macerasını takip edebiliyoruz.

    1955 Yılı orak mevsiminde makineler günlük olarak köylüye kiraya veriliyor. Yevmiyesi 10 lira, 1 lira da yağ ücreti (herhalde gres yağı) olmak üzere toplam 11 liradan... Aslında bu ayrıntılar karar defterine işlenecek kadar önemli şeyler değil, fakat sıradışı bir olay yaşanınca bunları da kayda geçirmişler. Karar şöyle: 

    "955 Yılı Köyümüz şahsiyetine ait alınan orak makinelerini Köyümüz mahsül biçim orak zamanında yevmiye hesabıyle günlük ücreti (10) lira (1) lira da yağ parası olmak üzere Köy halkımıza verilmekte iken bir tanesini Köyümüz halkından Hüseyin Sağlam götürerek akşam üzeri makineyi Muhtarlığımıza kırık olarak teslim ettiğinden yevmiye gün (10) lira gelir getiren orak makinesi (15) gün işten kalarak (165) lira Köy Sandığı zarar çıktığından bu 165 lira zararı Hüseyin Sağlam’ın tazmin etmesi için Köy İhtiyar Kurulumuzca oy birliği ile karar verildi. 1.2.956"

    Kararda ismi geçen Hüseyin Sağlam, Omarcıkların Kilci Gocahüseyin'dir. Yalnız harman zamanında yaşanan olayın tazmin kararının altı ay sonra alınması biraz tuhaf. Makineyi kimin kırdığının tespiti uzun sürmüş olabilir, ceza tayininde anlaşmazlık yaşanmış olabilir, yahut karar kaydının bu kadar gecikmesinin başka sebepleri olabilir. Bundan 3,5 ay sonra kaydedilen bir başka kararda sözü edilen de aynı makine olmalıdır;

    "Köyümüz şahs-ı maneviyesine ait orak makinesini  Afyon’a götürüp getirmesi için Köyümüz halkından otobüs sahibi Şerafettin Azbay’a on lira verilmesine oy birliği ile karar verildi. 14.5.956"

    Gocahüseyin'den alınan 165 liranın 10 lirası, nakliye ücreti olarak Şerafettin Azbay'a ödenmiş. Tamiri için kaç lira harcandığını bilemiyoruz. Bundan şu anlaşılıyor ki o sırada Eğret'teki demircilerin tamir edemeyeceği bir arıza var. Belki dişli filan kırıldı. Şerafettin Azbay'a ait otobüs konusu da ilginçtir, acaba kamyon mu demek istediler? Öyle ya, otobüsle koca makine nasıl nakledilsin...

    Aradan bir yıl geçiyor. Harmanlardan önce, 1957'nin yaz başında sadece arızalı olandan değil hiç bir makineden randıman alınamadığını farketmişler ve hepsini de elden çıkarmak istemişler;

    "Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinaları Köyümüze gelir temin etmeyip Köylüler tarafından kırılıp perişan olduklarından bu durum Heyetimizce düşünüldü ve bütün Köyümüz ve diğer Köylere ilan vasıtasıyle duyuruldu üç tanesi pazarlık suretiyle ikisi 1200’er liraya bir tanesi 1150 liraya kırık olduğu için satıldı Kalan bu bir tane makinanın da Köyümüzden almak isteyene (1200) liraya verilmesine karar verildi. 6.5.957"

    Hıdrellez günü alınan bu karara göre üç tanesi hemen satılmış. Yalnız karar metnine köylülerden şikayet ifadeleri gizli bir şekilde yerleştirilmiş olması dikkat çekicidir. Üç makinenin kime satıldığı ve daha başka ayrıntılar bir sonraki kararda belirtilmiş.

    "Köyümüz İdare Heyeti Muhtar Abdurrahman Zenger Başkanlığında toplanıp Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makineleri Köyümüze iki senedir hiçbir gelir temin etmek değil getirdiği masrafına kafi gelmediğinden kullanmasını bilmeyen Köylü kırıp kırıp getirdiğinden bu makineler yakın zamanda tamamen perişan olacağından satılıp Köyün derdi olan yerlere verilmesi daha münasip olacağından tellal vasitasıyle Köyümüzün pazarı olan Cumartesi günü etraf Köylerden de pazara geleceklerinden onlara da duyurup Köyün belki daha fazla fayda temin etmesi muhtemel olacağından tellal ile bugünlerde ilan edilmesine oy birliğiyle karar verildi. 4.6.957"

    Öyle anlaşılıyor ki önceki üç pazarlık bozulmuş. Ya da burada özellikle belirtilen tırmıklı makineler öncekilerden farklı. Acaba dört dolaplı, dört tırmıklı makine mi vardı? Neyse, burada Tıraka'nın köylüye kızgınlığı tavan yapmış; bunu karar metninin satır aralarında hissetmemek mümkün değil... Üç hafta sonra ilk satış yapılmış;

    "Köyümüzün manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinelerinin birini Çakırsazı Köyünden Hüseyin oğlu 926 doğumlu Ali Seyhan’a pazarlık suretiyle paranın tamamını yani 1200 liraya verilmesine bu paranın yekününü yani hiç peşin vermeden 957 senesi 12. Ayı pancar parasında alınmasına oy birliği ile karar verildi. 25.6.957"

    Sonra Temmuz'da, tam da harman zamanı iki makine bu kez Eğretlilere satılmış. Biri Hacalinin Şebek (Hacı Ahmet Dadak)'a, diğeri ise Hacı Emrullah Onay'a... İkisi de aynı fiyata harmanveresiye;

    "KARAR NO: (18.7.957) Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinesinin bir adedini Köyümüzden Hacı Ahmet Dadak’a kararımız gereğince 1200 liraya satılmasına parasını da vakti hasılatta alınmasına karar verildi."

    "KARAR NO: (20.7.957) Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinesinin bir adedini kararımız gereğince Köyümüz halkından Emrullah Onay’a 1200 liraya satılmasına paranın vakti hasılatta alınmasına karar verildi."

    Elde kaldı bir makine... Meğer o da arızalı olduğu için satılamamış. Biraz indirim yaparak onu da, önceden sağlam makinelerin birini alan Şebek'in oğlu Mustafa Dadak'a satıyorlar;

    "Köyümüz şahsiyetine ait Ziraat’tan alınan orak makinalarından bir tanesini Köyümüzden Hüseyin Sağlam’a orak zamanında günlük ücret ile verilen makine ve aynı günde Hüseyin Sağlam tarafından muhtelif yerlerinden kırık olarak getirilen makinayı aynı Köyde Ahmet oğlu Mustafa Dadak’a tamir masrafını kendisi vermek üzere (1150) liraya bin yüz elli liraya verilmesine Kurulumuzca karar verildi. 11.11.957"

    Böylece, Ziraat vasıtasıyla Eğret tüzel kişiliğine alınan orak makinelerinden 15 yıl sonra, 1957 kış başlangıcında tamamen kurtuluyorlar. Daha sonraki yıllarda köyde traktörler de çoğalmaya başlayacaktı. Ardından Kooperatif aracılığıyla yeni zirai aletler geliyor... Durdukça üç eski makine çaptan düşmüştür..

    Tek tek başlarına neler geldiğini bilemeyeceğim. Yalnız Kelarzımanların Mehmet Ali Azbay ile Şerafettin'in Süleyman Azbay'ın evin arasında Hacemirlahların deposu var. Tam o deponun yerinde 1970'li yıllarda terk edilmiş bir orak makinesi vardı. Hurda yığını olarak oraya çekilmiş bu makine biz çocukların oyun alanına dönmüştü. Biri önde diğeri arkada, çaprazlama iki döküm koltuğuna oturmak çok eğlenceli gelirdi. Galiba tarihi makinelerin birisi budur...


04 Mayıs 2024

Selektör


    Harman yığılıp tınaz savrulduktan sonra çeç çıkarılırdı, ama çecin çıkarılması iş bitti anlamına gelmezdi. Onun çalkanması lazım. Çünkü yabayla savurduğunda ancak deneyi samandan ayırmış oluyorsun. Saman uçup gidiyor, lakin dene gibi ağır taş topeç, dirsek filan da çecin içinde kalıyor. Denenin onlardan da ayıklanması lazım, işte çalkama bunun için gerekli.

    Gözerlerle çalkama işini kadınlar yapıyor. Kolay gibi görünse de, sürekli yapıldığı için oldukça yorucudur. Gözer sallayanların beli yanı kalmaz.

    Bazıları da çeci evine olduğu gibi ebiri gübürüyle götürür, çalkama işini daha sonraya erteler. Tabi artık gözer devreden çıkmıştır, çalkama makinesiyle daha zahmetsizce yapılır. 1970'li yıllarda Yarımçakmak Mevlüt Kızılyel'in bir çalkama makinesi vardı. Bir kaç yerde onunla çalkadıklarını görmüştüm; gürültülü, ama eğlenceli bir şeye benziyordu.

    Kocaman bir tambur düşünün, çevresi delikli... Ahşap malzemeyle muhafaza altına alınmış ve yine ahşap kasaya oturtularak araba fonksiyonu kazandırılmış. Dört teker üzerinde atla, öküzle istediğin yere çekebilirdin. Birisi kolla mekanizmayı çevirir, çarklar aracılığıyla hareket tambura ulaşır. Hazneden dönen tambura geçen buğday, o döndükçe deliklerinden geçerek elenmiş olurdu. Bu sırada gerek çevirme kolu, gerek dişliler ve en sonunda tamburdan çıkan ses karışımını tanımlamak zordur. Dişliler ve tamburun mekanik gıcırtısı başka, tamburun içinde yuvarlanmaktan başı dönen denenin delikli çeperlere çarpmasıyla oluşan foşurtu başkadır. Bütün bu hayhuy arasından bir yol bulup da kendini gösterebilen, anlaşılmaz insan sesleri ise daha başkadır. Yalnız hepsi bir olup sana hücum edince doğal bir besteye maruz kaldığını anlarsın. Manzarayı uzaktan izleyenler, bu doğal besteyi hafif müzik rahatlığında dinler, ondan hiç rahatsız olmazlar. Yarımçakmak'ın çalkama makinesini bu haliyle iş başındayken bir kaç kere izlemiştim...

    İleşberlikte modernizasyonun başladığı 1930 sonlarına kadar gidiyor, çalkama makinesinin Eğret geçmişi... O yıllarda her köye damızlık hayvan, pulluk, orak makinesi, mibzer gibi yeni aletler de verilmiş. Köyün ortak malı olarak kaydedilen bu ziraat aletleri oldukça verimli bir şekilde kullanılmış. Selektör olarak bilinen çalkama makinesi de onlardan biridir.

    Muhtarlıkça teslim alınan selektör, Hacıların Oda yanına yerleştirilmiş. Bu oda, şimdi Kur'an Kursu bulunan yerdeydi. Yan tarafına yerleştirilen selektör sebebiyle orası da 'Selektör' diye yer adı olarak anılmaya başlanmış. Tıraka Abdurrahman Zenger'in döneminde aradaki 100 metrekarelik bir yer ihale edilirken, Selektör kelimesi yer adı olarak zikrediliyor:

"Köyümüz şahsı maneviyesine ait olan Köy içerisindeki selektör makinesinin arka tarafı ihalededir. Talip olanlar 6.10.956 Cumartesi günü Köy halkımızdan açık artırmaya iştirak edecekler saat 14.00’te Muhtarlığımızda hazır bulunmaları rica olunur…"

    İhaleye katılan olmayınca Yetimlerin Gocayetim Mevlüt Azbay'a satıldığı da şöyle kaydedilmiş:

    "Köyümüz şahsı maneviyesine ait Köy içerisinde selektör makinesinin arka tarafı Köy halkımıza ihale edilip ihale günü sahip çıkan bulunmadığından on beş yirmi seneden beri bu yere Köyümüz halkından Şükrü Azbay otluk yığdığından ve bu yerin de Şükrü oğlu Mevlüt ve Mahmut Azbay’a muvafık almaya bu yol fazlası olan (100) metrekare yeri metrekaresi altı liradan oda yeri gösterilip bedeli olan altı yüz lira Köy sandığı gelir kısmına irat edilmesine karar verildi. 10.10.956..."

    Görüldüğü gibi konulduğu yer makine ile özdeşleştirilerek orası Selektör Makinesi diye bir yer adı olarak anılıyormuş. Makinenin orada tutulduğunu hatırlayanlar hala aramızda....

    Biz ise onu eski lojmanın arka tarafındaki bir bölümde atıl vaziyette dururken hatırlıyoruz. Yetmişlerin sonlarında orada öylece duran tuhaf makinenin ne işe yaradığını anlamazdık, zira çalışırken hiç görmemiştik.

    Demek ki çalıştırılmasına gerek görülmemişti. Zaten savurmalı patoz ve biçerdöğerin yaygınlaşmasıyla onlar müzelik olmuştu. Nasıl gözerler duvara asıldıysa, selektör de bir köşeye kakılmış olmalı. 

    Bununla beraber, Yarımçakmak'ın çalkama makinesi Eğret'e Ziraat Müdürlüğünce tahsis edilen selektör ile bir alakası var mıydı, bak bu konuda bilgim yok... Osman Kızılyel'in dediğine göre makine 'bi köşeye kakılı' öyle duruyormuş, yalnız çalışıp çalışmadığından O da emin değil. Pulluk tekeri takılı makineyi nereye isterlerse oraya çeker götürürlermiş. Altındaki altı yedi tekneye derecesine göre elenen buğday akar, böylece hem çalkar hem de sınıflandırırmış. Kendine has anlatımıyla, ilk hazneye müminler, sonuncusuna da münafıklar olmak üzere öyle bir sıralama...

    Buna ek olarak Hacapdılla Abdullah Kasal'a ait ikinci bir çalkama makinesini de hatırlattılar. Sonra gocapının altına yanaştırılmış olduğu gözümün önüne geldi. Onu çalışırken hiç bilmiyorum, fakat bilenler var... Neticede hepsi yalan oldu gitti...


    Not: Fotoğraftaki çalkama makinesi Yarımçakmak'ınki değil, onu Musa Türker'in linkteki videosundan kırptım.
 



19 Mart 2024

Bir Canta, Bir Kitap, Bir Diploma ve Bir Öğretmen

 
    Gocacami yanındaki eklentilere medrese diyorlarmış.  Belki Tekke/Zaviye ile bağı bağı vardı ve Gocacami'den önce benzer derslikler o civarda bulunuyordu. Bundan emin olmamakla birlikte Eğret'te en azından Kur'an öğretimi çalışmalarının çok eskiye dayandığını düşünmek gerekir. 

    Medresede ise sistemli Kur'an dersleri okutulduğu biliniyor. Harf değişikliğinden sonra aynı derslikler, yeni harflerin öğretildiği düzenli ilk mektep imiş. 1940'lı Yıllarda planlı okul binası (Düğün salonu yerindeki eski ortaokul) yapılana kadar İlkmektep burasıymış. Üç yıllık eğitimden geçirilen çocuklar İlkokul seviyesini bitirmiş sayılıyormuş, beş yıllık eğitime 1945-46 gibi geçilmiş. O zamana kadar yaklaşık yirmi yıl İlkmektep binası medrese dediğimiz yer oluyor. Taşınma gerçekleştikten sonra Kur'an konusundaki sıkıntılı hava da yumuşamaya başlayınca orası tekrar eski hüviyetine dönüp 'medrese' oluyor...

    1920 İle 1940 Yılları arasında doğan bir neslin yeni harflerle eğitimine sahne olan medrese binasındaki hatıralar ilgi çekici olmalıdır. Malesef onlara vakıf değiliz, ama o hatıraların bir parçası olan somut bir kaç şey var elimizde. Bazen eşya, hatıradan daha dayanıklı olabiliyor... Bu dönemin talebelerinden üçünün özel eşya/hatırası bugüne kadar gelebilmiş. Onların hikayesiyle sahiplerini de yad etmiş oluruz. Kelbekirin Halil Haykır, Körhocanın Arif Varlı ve Dananın Kazım Dalmışlı'dan bugüne bir çanta, bir kitap ve bir diploma kalmış o günlere dair... 

    Bir Çanta

    Gambırömerin Kadir Haykır Abi 'Dedemin şehitlik beratını getireyim mi?' diye sormuştu. Böyle bir teklife hayır denir mi... Elinde bir sandıkla çıkageldi. Eskiden kalan ne varsa bu sandıkta muhafaza ediyormuş. Açtık; içinde yakın geçmişe dair faturalar da var, yaşı bir asrı geçmiş senetler de... Ellerine ne geçtiyse bu sandığa atmışlar... 

    İçindekiler kadar bu sandık da dikkat çekiyordu. Halil emmisinin mektep çantasıymış. Kaba ve sağlam tahtaların birleşmesinden oluşmuş bu sandığı kim bilir kim çaktı?

    Çaktı diyorum, öyle çünkü. Muhtelif ebatta üç tahta parçası meşin düzlemlerle iki ucundan tutturularak bir bütün oluşturulmuş. Sonra kenarları aynı yükseklikte parçalarla kapatılıp derinlik verilmiş. İlk teknikle ikinci bir düzlem kapak yapılmış ve bu yine meşin menteşelerle monte edilmiş. Oldu mu sana valiz görünümlü bir sandık. Kapak tarafından üst tarafa uzanacak bir kanca bükülüp üstteki tokaya girecek biçimde ayarlanmış; bu da kilit oluyor. Üstüne bir de kullanışlı meşin kulp çakılınca al sana okul çantası... 

    Bu tahta çantaların biraz daha kibarları 1970'lerde hala kullanılırdı. Plastik yaygınlaştıktan sonra hepsi yalan oldu... Yalnız resmini gördüğünüz çanta, o yıllarda sahibine oldukça fors kazandırmış olabilir. Çünkü 1930'ların ilk yarısında böyle bir çanta zannetmiyorum ki her çocukta bulunsun... 

    Bolvadinli Çakallardan, Irafanın kardeşi olan Kelbekirin oğlu Halil Haykır, 1924 yılında doğmuş. Yenimısdık ile bababir, Gambırömer ile anabir, Alosmançavuş ile de öz kardeş oluyorlar. Babası o yıllarda Arapgızına içgüveyisi olduğu için onların evinde duruyorlardı. Sandık o günlerin eseri olsa gerektir. Üç yıl boyunca mektebe getirip götürmüş. Evlenip çoluk çocuk sahibi olduktan sonra kendisi ayrılsa da çantası orada kalmış. Bir dönemden sonra İzmir'e yerleşmiş ve 2003 yılında vefat etmiş.

    Bir Kitap

    1931 İstanbul baskılı bir kitap görseniz siz de şaşırırsınız. Hele de bu bir ders kitabıysa... İlkmekteplerde okutulacak Tarih dersi kitabı üç cilt olarak düzenlenmiş. İlk sayfanın arkasındaki not şu: 'Maarif Vekaleti Milli Talim ve Terbiye Dairesinin 28/11/1931 tarih ve 2847 numaralı emrile 25.000 nüsha tab'edilmiştir.'

    Bundan ne anlamak gerekir? Sekiz yıllık bir devletsin, global ekonomik krizden henüz çıkmışsın, üç yıl önce harf inkılabın var, buna göre yeni bir sistemle düzenlenmiş yeni okulların ve biraz da isteksiz öğrencilerin... İmkanlar sınırlı, muallimlerin yeni, yeterli materyalin bulunmuyor... Doğru veya yanlış yeni bir sistem kurmuşsun, ona göre dersi okutacak öğretmen ve esas alacağı ders kitabı lazım... İşte öyle bir ortamda öğretmen yetiştirme, kitap yazma ve basma gücü ve iradesinin bulunduğunu anlayabiliriz.

    Her sınıf düzeyine bir cilt olacak şekilde üç ciltlik Tarih Ders kitapları ciltlenip memleketin her yanına dağıtılmış. Sağlam ciltli olmasına sebep uzun süreli kullanılabilsin diyedir. Nitekim 25 bin nüsha basılan kitaplardan Eğret'in payına da düşmüş, elden ele geçen kitaplar bugüne kadar ulaşabilmiş. O kadar dayanıklı şeyler ki, yalnız kapak köşelerinde biraz yıpranma var, o kadar...

    İçeriğine gelince... Nasıl bir müfredatsa, bugünün lise seviyesiyle denk gibi... Elyazısı, ve hesap konusunda o yıllarda seçkin bir eğitim verildiğini biliyorduk, aynı kalitenin Tarih dersinde yakalandığını bu kitaplardan anlayabiliriz.

    Önbilgi olarak o yıllardaki ders kitaplarının Avrupa'da bastırıldığına yönelik bir şeyler işitmiştim. Sözünü ettiğim kitaplardaki baskı kalitesini; içinde renkli harita, gravür ve resimlere ve hatta filigranlı baskılara yer verildiğini düşününce acaba yurtdışında mı basıldı diye şüpheye düşmedim değil. Lakin işte '1931, İstanbul Devlet Matbaası' diyor, niye böyle yazsınlar ki...

    Üç ciltlik Tarih ders kitabının ilk cildi yok, sadece 2. ve 3. ciltler bugüne gelebilmiş. Kitapların sahibi Arif Emmim 1927 doğumlu... Eğret İlkmektebinde 1934-1940 arasında geçmesi gereken üç yıllık okul hayatında bunları okumuş... Kendisi 2000 yılında vefat etti...

    Bir Diploma

    Mustafa Kırbaç, babası Hasan Kırbaç'ın Eğret Mektebinden aldığı şehadetnameyi göndermiş, biz de onu özenle Eğret Sanal Müzesindeki yerine koymuştuk. İsmail Dalmışlı Hocam onu görünce babasının diplomayı hatırlamış, ilgilenirsen diye bana gönderdi. İlgilenmez olur muyuz...

    1948 Tarihli İlkokul diploması, yukarıda sözünü ettiğim yeni okul binasında düzenlenmiş. "5 Sınıflı Eğret Köyü İlk Okulunda ilk öğrenimini 1947-1948 ders yılında bitirerek yapılan imtihanda yandaki dereceleri kazanan İsmail oğlu Kazım Dalmış'a bu diploma 1948 yılı Mayıs ayının yirmiyedinci günü verilmiştir." 

    Bitirme sınavı nedir ve nasıl uygulanıyordu sorularının cevabından daha önce bahsetmiştik. Ben burada diploma üzerinde imzası bulunan Başöğretmenden söz etmek istiyorum.

    Bir Öğretmen

    1932 Yılında Diyanet bir genelge yayınlayarak camilerde Arapça ezanı yasaklar. O yıllarda öğretmenler bu tip kararların köylerde uygulanmasını takip etmekle görevlidirler. Bir bakıma doğal Hükümet Komiseri sayılırlar... Gocacami'de Gavas (İbrahim Sargın) her zamanki kametine başlayınca, cemaatten birisi onu susturur. Genelge yayınlandığını, bundan sonra ezan ve kametin Türkçe okunacağını bildirdikten sonra bunun nasıl yapılacağını göstermek için ayağa kalkar ve 'Tanrı Uludur, Tanrı Uludur' diyerek kamet getirir. Tam 18 yıl sürecek Türkçe Ezan zulmü Eğret'te böyle başladı...

    İlk Türkçe kamet eden kişi devrin Eğret öğretmenlerinden Hasan Hüseyin (Tekin)dir. Abdestinde namazında, neredeyse beş vaktini camide geçirdiği bildirilen Hasan Hüseyin Öğretmeni Eğretliller de sevmiş ve aralarında ona 'Sağırmuallim' derlermiş. Hatta bu lakabı o kadar yaygınmış ki, lakabını çok defa işittiğim halde adını öğrenmek için epeyce uğraşmam gerekti.

    Sağırmuallim Eğret'te uzun süre kaldığı anlaşılıyor. İlk kamet olayında Başöğretmen olmadığını Hasan Kırbaç'ın şehadetnamesinde imzası bulunmamasından anlayabiliriz. Halkın hafızasında bu kadar yer etmesinin sebebi dindarlığı kadar burada uzun yıllar çalışmışlığı olmalıdır. Bununla beraber bu özelliklerinden başka hakkında bilgi bulamadım. Nerelidir, çoluk çocuğu var mıdır, ne zaman nerede ölmüştür bilinmiyor...

    Adına bir de Kazım Dalmışlı'nın 1948 tarihli diplomasında rastlandı. Başöğretmen Hasan Hüseyin Tekin olarak imzalamış. İlginç bir şekilde Sağırmuallim adını iki yıl sonraki bir olayda yine işiteceğiz.

    Yıl 1950... İktidar değişince Arapça ezan yasağı da kalkmış. Yine Gocacami, kim 'Tanrı Uludur' diye kamete başladıydı bilemeyeceğim... Sağırmuallim susturmuş onu ve yeni karar gereği Arapça ezan yasağının kalktığını bildirip ayağa kalkmış ve 'Allahuekber Allahuekber' diye gerçek kameti getirmiş...

    Güler misin, ağlar mısın denilecek bir durum... Yalnız bu durumunu Sağırmuallim minnetle anar 'Çok şükür Allah'ıma, iki uygulamayı da bana nasip etti' dermiş...

    Dediğim gibi Sağırmuallimin akıbeti bilinmiyor. Amma onun diploma verdiği 1933 doğumlu Kazım Dalmışlı 2005 yılında vefat etti. Adı geçen dört kişi vesilesiyle Eğret İlköğretiminden bir kesit sunduk. Hepsinin kabri nur olsun...



09 Mart 2024

Kurt Katırı Ne Bilsin

 
    Eşyanın ruhu var mıdır?

    Bu soru etrafında tarih boyunca çok tartışmalar dönmüş, hala da öyledir. Konuyu filozoflara bırakmak lazım, ama biz de işin içinde sayılırız. Çok sevdiğimiz bir giysiyi eskiyip rengi solsa bile atmaya kıyamayız. Falancanın hatırası diye maddi değeri olmayan bir şeyi gözümüzün önünden ayırmayız. Odundan yapılmış, avucuma göre olduğundan benimsediğim bir tespihim var; kaç kere kaybettim, buldum. Her kaybettiğimde üzülüp, bulduğumda çocuklar gibi sevinirim. Oysa değersiz bir şey. Böyle basit şeylerle bu kadar duygusal bağ nasıl oluşuyor acaba? Onların ruhu olup olmadığını bilemem, fakat yoksa da varmış gibi davrandığımız kesin.

    Eğret'in eski hamamının kapısına dair görüşlerimi abartılı bulanlar var. Bizler onun, şimdi sona eren ikinci hayatıyla ilgili yanları biliyor ve onları hatırlattığı için böyle heyecanlanıyoruz. İlk hayatını, yani eski hamama takılı halini bilenler yaşıyor olsaydı, neler düşünürlerdi acaba? Bence onlar bizden daha çok heyecanlanırdı. O kapı en az yüz yaşındadır; geride kalan bir asırda neler yaşandığını düşünmek insanı heyecanlandırmaya yetmeli...

    Benzer duyguları Berber Emmi de yaşamış. Aradı, konuştuk; kendisi de tanıyor o kapıyı. Hem onun üzerine, hem de ondan atlayıp Böbülerin gocagapı üzerine yoğunlaştık. Hikayesini anlattı, tarihine indi, kendileri için ne ifade ettiğinden bahsetti. Yakınlarda gördüğünde neler hissettiğini söyledi. Heyecanı ve duyguları sesinden belli oluyordu...

    Söylemezoğlu Salih, Kırtişoğlu Apil'in emmisi oluyor. O kim derseniz; Gıbış, Gociban ve Dıkmanın babası Apil/Abdullah Özen... Tabi Apil, Salih Emmisini bilmiyor; çünkü o doğmadan vefat etmiş. 

    Söylemezler sülalesine halk arasında Kırtişler diyorlar, Salih'e ise Süllü... Bazen lakaplamada resmiyet samimiyet karışıyor da Söylemezoğlu Süllü dedikleri de oluyor. Şimdi Balinin Osman Çetin'in ev civarı Söylemezlerin eviymiş. Bilindiği gibi Gıbışın ev hala orada, ayrıca Kırtişin Leylek diye bilinen meşhur yuvanın en eski yeri de orasıdır.

    Söylemezoğlu Salih'in iki kızı var, Neslihan ve Ayşe... Anaları Fatma Hanım 1889 Yılında vefat edince büyük Neslihan gelinlik çağda. Zaten hemen gelin ediyor, Böbüdedenin büyük oğlu Hasan Hüseyin'e veriyorlar... Küçük Ayşe ise bir kaç yıl sonra gelin olacak, İdirizlerin Osman'a varacak; namıdiğer Goca Osman'ın ilk eşi olacaktır. İki kızını da başgöz ettikten sonra, yirminci yüzyılı göremeden Sçylemezoğlu Süllü kendisi de vefat ediyor.

    Ölüm hak, miras helal... Başka verese olmayınca babaları vefat eden kızlar aralarında malları üleşiyor, bir gocagapı Neslihan'a düşüyor. Bu arada Böbüdede de iki oğlunu ayırmış, büyük oğlu Hasan Hüseyin kayınpederinden kalan gacagapıyı getirip yeni yaptığı evine dikiyor. Söylemezoğlu Salih'in kapılar yeni yerinde...

    Yeni yerinde bu kapı tam bir asra yakın kalacaktır. Neslihan Hanımla Veyisoğlu Hasan Hüseyin'in iki oğulları Salih ve Veli Çanakkale'de kalınca ocağı tütütmek kızlara düştü.  Büyük ve küçük kızlar Hamzaların Süleyman ile Daldalların Sarıhasana gelin edilmişti. Ortanca Fatma'yı Müezzin Hüseyin oğlu Ömer ile everip onun içgüveyisi olarak eve yerleşmesini istediler. Bizim bildiğimiz Böbülerin Eğret macerası böyle başlamış oldu. Fatma Hanım ileride doğacak oğullarının ikisine Çanakkale şehidi iki abisinin adını verdi. Salih Kabadayı ile Veli Kabadayı'nın isimlerinin menşei böyle... Ayrıca Salih Kabadayı'nın Söylemezoğlu Salih'i hatırlattığını da belirtmek lazım... Berber Emmim o Salih Kabadayı'nın oğlu oluyor...

    Kapıya dönecek olursak... Onun hikayesi de Böbülerinkine paralel gelişti. Yeni yeri çok mökemdi. Bir defa derin bir duvar keninin kuytusuna kondurulmuştu. Sert rüzgardan en az etkilenecek durumdaydı. Ayrıca üstündeki dambeşin saçağı bir kulaçtan fazla çıkıntılıydı, bir şapkanın siperini andırıyor, onu güneş ve yağmurdan koruyordu. Nereden baksan bir kapıya sığınak gibiydi orası...

    Hepsi birer birer İzmir'e taşındıktan sonra Böbüler evi de sattılar. Yeni sahibi Kelhasanın Ali'nin Mevlüt, oraya bir ev yaptı. Bu arada kapıyı da alıp yan tarafa gündoğusuna yerleştirdi. Fakat bu yerleşim eskisi gibi sağlam değildi. Üstü açıktı, yanlarda dayanağı yoktu; gocagağının garip bir görüntüsü vardı. Kapının başına gelenlere birebir şahit olmadık, hatta bunu sonradan fark ettik.

    Aslında eski yerindeyken de onun çok farkında sayılmazdık. Kapının önündeki kuytuda çok oynadık, belki kapıyı sobidaşı olarak bile kullanmışızdır; lakin çocuk aklı işte, onun ayrıntısına hiç dikkat etmedim. Bu yüzden bir kaç kapının arasında hangisi bil bakalım denilse bilemem...

    Günde bir kaç kez kullanan için öyle değildir tabi. Berber Ahmet o evin bir çocuğu, delikanlısı ve en nihayet büyüğü olarak her ayrıntısıyla ayrı ayrı ünsiyet kurmuştur. Her köşesiyle ilgili kim bilir ne hatıraları vardır. Gocagapıyı herkesten daha iyi bilir, tanır... Gördüğünde hatıraları canlanır; kah dudağının ucunda hınzır bir gülümseme belirir, kah burnunun direği sızlar. Onun kapıya bakışı, bizimkine benzemez...

    İki yıl evvel köydeki bir kaç gocagapının fotoğrafını almıştık. Onunkini çekmemişiz, demek ki kayda değer görmemişiz. Hatta onun Böbülerin gocagapı olduğunu bile bilmiyordum. Ta ki bugün emmim söyleyene kadar... Çekip gönderdiler, fotoğrafı bir saat kadar inceledim. Beygir arabasının dingilini takmış bir keresinde, zedelenen yerleri tahtayla yamamışmış; oraları bulmaya çalıştım. Her biri örste tek tek yapılmış koca kafalı çivileri saydım, bazılarının kafası kopmuş. Bu yeni korumasız yerinde solmuş, pörsümüş; eski canlılığından eser kalmamış. Beber Emmim 'Gurt gatırıñ gıymatını ne bilsiñ' dedi... Bununla beraber büsbütün karamsar olmaya gerek yok, küçük basit bir çatıyla hala kurtarılabilir...

    Kabaca yaşını hesap ettik telefonda, en az iki asır önce yapıldığında hemfikir kaldık. Söylemezoğlu Süllü'nün kapıların -ki babası Söylemezoğlu Mehmet zamanında yapılmış olma ihtimali büyük- ustası kimdi acaba? Ağaç malzemeler nereden geldi? Çivileri kim yaptı? O zamanki Eğret demircileri kimlerdi?

    Eşyanın ruhu var mı yok mu, bilemem; ama her şeyin mutlaka bir hikayesi var. Hikayesini bilmediğin şey senin değildir.



08 Mart 2024

O Kapı

     
    Tatlı bir kavis hattında sıralanan cami, kervansaray, çeşme ve hamam dizisini külliye olarak düşününce Eğret'in kuruluş süreci akıl yordamıyla az çok görülebiliyor. Bu tesis diziliminin bir ucuna da kabristanı koyunca, Eski Eğret'in zannedildiği gibi uzaklarda değil aksine çok yakın bir yerlerde olduğu düşünülmelidir. Taşlıtarla mevkiindeki köy sele maruz kalınca yukarıya taşındığını ileri süren tez dikkat çekici mesela. Oralarda fazla taş yokken niye adı Taşlıtarla olur ki? Kastedilen temel taşları olmasın...

    Yalnız bütün bu varsayımlara sebep olan cami, han, çeşme, hamam dizisindeki hamamı eski yerinde düşünmeliyiz. Eski hamam, şimdi Kelibanın evin bulunduğu yermiş. 1955 Gibi veya öncesinde yıkılıp Tırakanın muhtarlığı zamanında 1956'da bildiğimiz yere yenisi yapılmış. Onun yandığı zaman ve sonrası hala hatırımızda, fakat eskisi hakkında bilgimiz yok.

    Eski Hamamın nasıl bir yapı olduğunu, ne yana baktığını, su kaynağını, ocağını külhanını ve daha başka özelliklerini bilemiyoruz. Yaşı yeten bir kaç eski topraktan soruşturdum, onlardan da dişe dokunur bir şey alamadım. Aksi gibi elde uzaktan da olsa çekilmiş bir fotoğraf bile yok. İşgalciler köyün olur olmaz her yerinden fotoğraf çekmişler, ama ERT arşivinde bu hamam olabilir diyebileceğimiz  bir fotoya rastlayamadım. Belki de hamam neye benzediğini bilmediğimiz için olan fotoğrafı da tanıyamıyoruz.

    Hafızasına güvendiğim Berber Emmimin yaşı müsait değil, fiziki yapı hakkında net olarak bir şey söyleyemiyor. Kubbeli bir hamammış. Şiddetli yağış sonrası bir gün sel altında kalmış, içinde mahzur kalan kadınları ancak o kubbeyi delerek çıkarabilmişler. Büzükhalilin hanımı Fatınine o kadınlardan birisiymiş... Çok küçük olduğu için bir kere de yıkamaya götürmüşler bunu. Kocaman bir bakır kazanın içinde yıkamışlar. Dediğine göre, koca kazan havuz olarak kullanılıyormuş. Malum olduğu üzere Eğret kaplıca bölgesi değil, sıcak su kıt olduğu için büyük havuz mümkün değil. Ne yapsınlar, havuz ihtiyacını böyle gidermişler. 

    Berber Emmimin hatırladığı da bundan ibaret... Yalnız o bakır kazanın akıbeti hakkında bir şey bulamadım. Yıkılan hamamdan geriye kalan her şey değerlendirilmiş. Camlar, kapılar, döşmeler, kirişler, direkler; hatta işe yaramaz ağaçlar bile odun olarak açık artırmaya çıkarılmış. Lakin bakır havuz/kazandan haber yok. Çok ilginç...

    Buna dair kararları okurken birisine takılıp kaldım: "Köyümüz şahsiyetine ait eski yıkılan hamamdan çıkan 1 adet dış kapı 21.9.956 günü açık artırma ile satılarak artıranlar içerisinde Köyümüz halkından Arif Varlı’da kalıp bedeli olan (35) lira tamamen alınıp Köy gelir kısmına irat edilmesine oy birliği ile karar verildi. 21.9.956..." Otuz beş liraya satılan dış kapı ifadesi insanın aklına gocagapıyı getiriyor. Ben de öyle düşündüm; o kapıyı iyi bilirim, hala yerinde duruyor. 

    - 'Eski hamam ihalesinden alındığını biliyor musunuz?' diye sorduğumda gerçeği öğrendim. Dış kapıymış, ama gocagapı değilmiş. Avludan eve geçiş kapısıymış. Satın aldıktan sonra yeni yaptığı evinin dış kapısı olarak yerine oturtmuş. Kanatlardan birini duvara sabitlemiş, diğerinden girip çıkılmış yıllarca. Gerçi o kapıyı da hatırlıyorum, yıllarca sürtüne sürtüne çok geçmişliğimiz vardır. O vakitler iki kanatlı bu kapının önemli bir şahsiyet olduğunu bilemezdik...

    Emmim kapıyı aldığında iki tarafında şık duran iki pirinç kol varmış.  Yeni yerine uyarlamak için basit zembilli kol takmak istemiş ve bunun için bir taraftaki pirinç kolu sökmüş. Dışarıdan kilitleme işini asma kilitle sağlamışlar, iç taraftan kilitleme konusunda sıkıntı yokmuş. Kapıyla birlikte basit sürgü ve tırkaz sistemi de üzerindeymiş. Seksenli yılların sonuna kadar o kapı öyle kullanıldı, sonra biz köyden uzaklaşınca o da radarımızdan çıkmıştı, unutuldu gitti.

    Nereden icap ettiyse kapıyı yenilemek istemişler, Gavasın Topal'a bir demir kapı yaptırıp taktırmışlar. Çift kanatlı eski hamam kapısını atmışlar bir kenara... Akıbetini sorduğumda önce hatırlayamadılar sonra bir kanadını falanca yere dayadıkları akıllarına geldi. Baktık, dayadıkları yerde boylu boyunca uzanmış öylece duruyor. Güç bele çıkardık dışarı... Gün ışığına çıkan kanadın yüzüne nur, gözüne fer geldi. Duvara dayanıp doğruldu, kendi mazimizden çıkıp gelmiş bir ruhani gibiydi. Sağını solunu bize gösterir gibi bir hali vardı, baktık... Duvara sabitlenen kanatmış, fazla yıpranmamış. Pirinç kol hala üzerinde. Yukarıda bir yere kaba bir çerçeve içine yine kaba rakamlarla kapı numarası yazılmış. Kim bilir ne zaman yazıldı. Yağlı boya olamaz, ihtimal katran kullanmışlar...

    Garip bir şekilde duvara yaslanmış duran bu tek kanadı incelerken diğer kanadın samanlıkta olabileceğini söylediler. Dambeşi yarı göçük samanlığa korkak adımlarla girdik. Oradaydı... Direkle duvar arasına sıkıştırılmış talihsiz kapıyarısı, yarı beline kadar gübür içindeydi. Az daha geç kalsak boğulacakmış hissi veriyordu. 

    Kardeşinin yanına götürdüğümüz kanadı yerine dayadık. Onlar baş başa verip hasret gideriyor, eski mutlu mesut günleri yad ediyorken biz de ikisini birden tekrar muayene ettik. Çorak altında kaldığından mı nedir, samanlıktan gelenin alt tarafındaki parça az kurtlanmış. Diğer yerleri sapasağlam, zembili bile şakır şakır çalışıyor. Hafif bir tamirle bu eski hamam kapısı hala kullanılabilir durumda. 

    Ânın sihrini ölümsüzleştirmek için, el ele tutuşmuş iki kardeşi fotoğrafladım; müzeye koyacağım.

    Keşke çocuklarımıza gösterebileceğimiz değerlerin sergilendiği bir müzemiz olsaydı. Onlar gezerken biri anlatsaydı: "Bak bu delece, bu annat, bu da harman süpürgesi; eğilir harmanı süpürürdük... O mu, o kendisini hiç görmediğimiz hamamın kapısı..." 

    Şimdilik sanal müzeyle idare edeceğiz...



26 Ocak 2024

Arap Nine Davası

     
    Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşında Osmanlının bu kadar çok şehit verdiği hemen anlaşılamadı. Çünkü devletin kayıplarının bilançosunu tutmaya bile mecali kalmamıştı. Her şeyin anlaşılması çok sonra, Cumhuriyet döneminde olmuştur. 

    Onca şehidin ismen tespiti de yıllar almış, bu da ancak şahitliklere dayandırılarak yapılabilmiş. Çanakkale ise Cihan Harbi cepheleri içinde şehit ve şehitliklerin sembolü olmuş. Bize en yakın ve en çok şehit verilen cephe olmasının bunda payı bulunabilir. Çanakkale'nin bile bilinirliğinin 1990'lı yıllarda oluştuğu düşünülürse şehitlerin tespitindeki yavaşlık normal karşılanmalı.

    Öte yandan harp sonrasında hayat devam ediyordu; cephede kalanlar kaldı, memleketine dönebilen döndü. Asıl zorluklar geride kalanlaraydı. Kadınlar dul, çocuklar yetim kaldığını bilseler de henüz zorluklarla tam yüzleşmiş değillerdi. Bunun için az daha zaman geçmeliydi...  O süre geçtikten sonra hayat mücadelesi başlıyor...

    Bugün olduğu gibi emeklilik, yaşlılık, dulluk, malulluk, fakirlik vs. gibi gelir kaynakları yoktu; Eğret'te karnını doyurmak için ekip biçmeliydin. Kocan harpten dönmediyse nasıl olacak bu iş?.. Bu yüzden çok geçmeden şehit dulu kadınların evlenmeleri gerekti...

    İşte yukarıda söylediğimiz sebepten, yani şehitlerin hemen belirlenememiş olmasından dolayı dul kadınların tekrar evlenebilmesi o kadar da kolay olmadı. Önce kocasının öldüğünü ispatlama gibi başka bir mücadeleye girişmesi gerekiyordu...

    Bazı mahkeme kararlarını görünce çok şaşırmıştım. İnsanlar üç kuruşluk alacakları için dava açmışlar; bunun için duruşma, davacı, davalı, şahit, ispat vb. bir sürü prosedür yerine getirilmiş. Sonunda alacakları o üç beş kuruşa ne kadar muhtaçtılar ki böyle bir yola girdiler; o vakitler işte böyle fakirlik, sefalet varmış... diye düşünmüştüm. Ömer Kayır Bey, onların alacak davası değil 'gaiplik' davası olduğunu söyleyip işin gerçeğini anlattı. Dr. Selami Kurt Bey bu konuda bir çalışma yapmış ve Eğretli kadınlarca açılmış çok sayıda gaiplik davası tespit etmiş. Osmanlının son dönemindeki bu davaların açılması, görülmesi ve sonuçlanması süreci de ilginç işliyor...

    Dul kadın mahkemeye başvurup 'Falanca kişinin kocama şu kadar borcu vardı, kocam şurada asker iken vefat etti, onun varisi olarak huzurunuzdaki kişiden kocamın alacağını talep ediyorum' diyor. Kadı Efendi usulen borçlu davalıya durumu soruyor, o da 'Tamam benim borcum borç, ama borçlu olduğum kişinin öldüğünü nerden bileyim, belki yaşıyor' diye karşı argüman geliştiriyor. Böylece mevzu asıl istenen noktaya gelmiş oluyor. Kadın, kocasıyla aynı birlikte bulunan asker arkadaşlarını şahit olarak gösteriyor. Şahitler devreye girip, bahsi geçen kişinin hangi gün, nerede, nasıl şehit olduğunu, nasıl ve nereye defnettiklerini bütün ayrıntısıyla anlatıyorlar. Bütün bunlardan sonra karar veriliyor.

    Burada davalı kişinin herhangi birisi olabileceği, hatta gerçekten merhuma borçlu bile olmayabileceği, esasında davanın başka bir amaçla açıldığını da öğrenmiş oldum. Asıl amaç kadının alacağı temsili şu kadar para değil; kocasının 'gaip' olduğunu, öldüğünü, kendisinin ise dul olduğunu resmen kayda geçirmektir. Bu yüzden bu tip davalara gaiplik davası deniliyor.

    İşte Arapkızı Kezban Hanımın açtığı dava da tam anlamıyla bir gaiplik davası oluyor...

    Babası Hacımahmutlardan, anası ise Arapselimlerden olduğu için Arapkızı diye lakaplandı. Himmetoğlu Hasan ile evlendi. Kocası Çanakkale'ye harbe giderken Kadir ve Ömer adlarında iki oğulları vardı. Kelhasan, biraz zayıf yapılı hasdacak olan Kadir için endişeliydi; bu yüzden vedalaşırken çocuklarını karısına emanet etti, Kadir'e iyi bak diye de özellikle tembihledi. Himmetoğlu Kelhasan kendisi harpten dönemedi, orada şehit olduğu haberi geldi. Yetimlerinden Kadir de fazla dayanamadı, öldü... Tek oğlu, düzen takan ve malı maşadıyla tek başına kalan Arapkızının da kocaya varması lazımdı... Tam da o sırada Bolvadinli Çakallardan Kelbekir, karısının ölümüyle dul kalmıştı. Arapkızına talip oldu. Kezban Hanım bu işe olumlu bakıyordu; ama resmen, dinen ve hukuken kocasının ölmüş olduğu tespit edilmeliydi. Oysa 1920 yılında bütün bunları netleştirecek bir 'devlet' yoktu artık, bu işle kendisi ilgilenmeliydi.

    Dava açıldı, prosedür aynı kalıp üzerinde ilerledi. Kezban Hanım özetle diyordu ki 'Kocam Himmetoğlu Hasan emsalleriyle birlikte askere alındı ve vazife başındayken vefat etti. Zevcesi olarak ben ve iki küçük oğlumuz Kadir ile Ömer'den başka varisi yoktu, Kadir'in de vefatı üzerine ben ve oğlum Ömer kaldık. Zevcimin sağlığında Genelioğlu Hacı Emin Efendi'den 192 kuruş alacağı vardı, onu tarafımıza ödemesini talep ederim.'

    Genelioğlu Hacı Emin'e söz verilince Eğretli Himmetoğlu Hasan'a o kadar borcu olduğunu ikrar ve itiraf etmekle birlikte, adı geçen kişinin vefatına beyyine gösterilmesini istedi. O vakit Eğretli Selimoğlulardan Ömer oğlu Halil Çavuş (Şampayanın babası) ile Müdüroğlulardan Ahmet oğlu Halil Çavuş şahit olarak dinlenildiler. Onlar da özetle, 1914 yılında Himmetoğlu Hasan ile birlikte askere alındıklarını, aynı birlikte bulunduklarını, Çanakkale/Seddülbahir'de muharebe ederken bir şarapnelin Hasan'ın sol omzuna isabet ettiğini, bundan iki saat sonra 11 Temmuz 1915 günü şehiden vefat ettiğini, cenazesini oraya defnettiklerini anlattılar. Ayrıca Kezban Hanım ile küçük Ömer'in onun varisi oldukları hususunda da Kezban Hanımın beyanını doğruladılar.

    İki Halil Çavuşun yalan söylemeyecek dürüst insanlar olduğu da Eğret İmamı ile Muhtarı ve ayrıca köy halkından iki şahitçe ikrar edildikten sonra, bahsedilen miktar paranın borçludan alınıp ana oğula verilmesine karar verildi. 

    Maksat hasıl olmuştu, Himmetoğlu Hasan'ın vefatıyla Kezban Hanımın dul kaldığı kayıtlara geçirilmiş oldu. Böylece Çakaloğlu Bekir ile evlenmesinin de önü açıldı...

    Evlendiklerinde ikisinin de birer oğulları vardı. Arapkızının oğlu Ömer, Kelbekirin oğlu ise Mustafa... Kendilerinin de ayrıca iki oğulları oldu; 1922'de Ali Osman ve 1924'te Halil doğdu. Lakin iki yıl sonra Kezban Hanımın ikinci eşi Çakaloğlu Kelbekir de vefat etti... 

    Yeniden dul kalan Arapkızının artık üç oğlu ve bir de oğulluğu vardı. Oğulluğu Mustafa, Şaşdımoğlu Mustafa'dan dul kalan Ümmühan Hanım'a içgüveyisi olacak ve bundan sonra Yenimısdık olarak bilinecektir. 1998'de vefat etti... Kelbekirden olan büyük oğlu Ali Osman'ı da kendi yeğeninden dul kalan Çullugızı Şerife ile everdi. Köralosman yahut Alosmançavuş olarak tanınan Ali Osman Haykır, 1985'te öldü... Küçük oğlu Halil ise Bokuşağın kızı Fatma ile evlendi ve erken dönemde İzmir'e yerleşti; 2003'te vefat etti...

    Himmetoğlu Kelhasandan yadigar olan tek oğlu sakatlandıktan sonra Gambırömer diye bilindi. Gocagulizin kızı Hafize ile evlendi, bir oğulları olunca küçükken ölen kardeşinin adını koydu. 1950 Doğumlu Kadir Haykır 'İncegadir' olarak tanınmaktadır... Gambırömer de 1974'te vefat etti...

    Arapkızı Kezban Hanıma geri dönelim... Çakaloğlu Kelbekirden sonra bir daha evlenmedi. Oğullarını everdikten sonra Kuyuderesi bayırındaki evinde yalnız yaşadı. Bu dönemde kendisine Arap Nine derlerdi... Kelhasanın öldüğünü belgelemek için açtığı gaiplik davası kararını ölene kadar saklamış. Onu şehitlik belgesi gibi görür, gözü gibi bakarmış. Kaliteli ve büyük bir kağıda yazılmış olan bu belge, katlanan yerinden yırtılınca orayı iğne iplikle dikmiş... 1970 Yılında kendisi vefat ettikten sonra geride kalanlar, belgenin değerini fark edememişler. Büyük ve karton gibi kaliteli olduğu için tuz gabıcağına kapak gibi filan kullanmışlar. Ne olduğunu öğrendikten sonra ise muhafaza altına almışlar...

    Bu maceranın kahramanları çoktan tarih oldular. Adı geçenlerden ikisi hayatta; biri Himmetoğlu Kelhasanın şehadet belgesi, diğeri de onu saklayıp bizim haberdar olmamızı sağlayan Kadir Haykır... 

  


15 Ocak 2024

Şehadetname

    
    'Böyle şeylere ilgilisin, değerlendirirsin.' diye çektiği fotoğrafı bana gönderdi. Mustafa Kırbaç Abinin babasından kalan belgeler arasındaymış. Alicikler/Naymelerin Hasan Kırbaç'a ait bu öğrenim belgesi 1936 yılında düzenlenmiş. Onu değerli kılan, Türkiye Cumhuriyeti Devletince verilmiş Eğret'e ait eldeki en eski öğrenim belgesi olmasının yanında, ayrıntılara gizlenmiş bizim için yeni bilgiler içermesidir.

    Evvela genç bir devletin bir köy okulu için uygun gördüğü böyle bir belgenin, o günün şartlarına göre gayet estetik tasarlanmış ve kaliteli basılmış olduğunu belirtmek lazım. Baskıda ikinci bir renk olarak kırmızıya da yer verilmiş ve üç ayrı harf stili kullanılmış. Başlıktan sonraki asıl çerçeve iki bölüme ayrılıp ilkine iki basit tablo yerleştirilip ikincisine de metin bölümü yayılmış. En altta onay ve imzalar bulunuyor... Bütün bunlar gözü yormuyor...

    Şekil ve görüntüden sonra ona asıl önemini kazandıran hususlara gelelim...

    İşin eğriliğinde doğruluğunda değilim... Şimdi düşünelim, 1928 sonunda harf inkılabı yapılmış. Aynı günlerde okuma yazma seferberliği başlatılmış; ama sıfır noktasındasın, öğreticin yok... Şuncacık yıl sonra o noktadan Eğret'te böyle diploma verebilecek duruma geliyorsun. Bu, küçümsenemeyecek bir seviyedir...

    Belgedeki başlık 'Türkiye Cümhuriyeti Maarif Vekaleti Eğret Okulu Köy Mektebi Tasdiknamesi'dir... 'Eğret Okulu' ifadesi hariç diğer kısımlar matbu... Burada dikkatimizi çekmesi gereken hususlardan birisi de aynı başlıkta mektep ve okul kelimelerinin bir arada kullanılmasıdır. 'Güneş Dil Teorisi' ve 'Öztürkçe' kavramlarının yol açtığı karmaşayı göstermesi açısından ilginç bir durum...

    Eğret'te bir okul kurulmuş. Kısa zamanda açılan bu okulun yeri neresiydi acaba? Açılma aşamasındayken mektep deniliyormuş, hatta buna uygun basılı evraklar hazırlanmış; bu arada kelimelere yeni karşılıklar aranırken mektebe okul demeye karar vermişler. Açılırken mektep, belge verirken okula dönüşümün açıklaması böyle... Benzer karışıklığı mühürde de görmek mümkün; 'T.C. AFYONKARAHİSAR EYRET KÖYÜ MEKTEBİ BAŞMUALLİMLİĞİ'

    Henüz diploma kavramı bilinmiyor, bu yüzden başlığa Tasdikname yazılmış. Yalnız başlığın altında sol üstte 'Şehadetname No' bulunuyor; burada da belge böyle adlandırılmış. Diploma numarası olarak düşünmemiz gereken bu bölümden de anlaşılıyor ki şehadetname, diploma kavramının eski adıymış. 1984'te ilk defa duyduğum bu kelimeyi rahmetli dedem tam da bu anlamda kullanmış, mezun olduğumu söyleyince 'Şehadetnameyi aldın mı?' diye sormuştu...

    Şehadetname numarasının tam karşısında sağ üst köşede ise Mektep No kısmı bulunuyor. Okul Numarası 10 olduğu halde Diploma Numarası 27 olan bir öğrenci, okulun en azından ikinci dönem mezunu olduğu düşünülebilir; belki de üçüncü dönem... Her dönem üçer yıldan hesap edilirse Eğret Mektebi en geç 1928'de açılmış olmalıdır...

    Şehadetname üzerindeki iki küçük tabloya dersler ve davranışlar derecelendirilmiş. Bu haliyle, bildiğimiz karneyi andırıyor. Eskiden diplomaların böyle olduğunu duymuştum, görmek bugüneymiş... Hatta büyüklerimiz bizim karne için 'Hal ve Gidiş kaç?' diye sorarlardı da bir anlam veremezdik. Sebebi şimdi anlaşıldı, onların zamanında ders ve davranış notlarından ayrı olarak 'Gidiş ve Hal' bölümü varmış...

    Matematik yerine 'Hesap Hendese', Beden Eğitimi yerine 'Cimnastik' denilmesinden başka bir farklılık olmayan ders değerlendirmeleri bölümünün altında şu metin doldurulmuş: 'Afyon vilayeti Eğret Köyü mektebinde tahsilini bitirerek geçirdiği imtihanda yukarıda gösterilen dereceleri kazanmış olan Karamehmet o. Hasan'a bu tasdikname 1936 yılı Haziran ayının onuncu günü verilmiştir.'

    1934 Yılında Soyadı uygulaması başlatılmış olmasına rağmen, ondan iki yıl sonra düzenlenen bir belgede niye soyadı değil de sülale adı kullanılır ki? Bunun açıklaması şöyle olabilir; Aliciklerin Hasan 1933'te okula kaydedilirken henüz soyadı uygulaması yoktu, bu yüzden kütüğe Karamehmet oğlu Hasan diye kaydedildi. Nitekim ilk tablodaki kimlik bilgilerinde Aile Adı satırına 'Karamehmetler' yazılmış... Şehadetname/Tasdikname/Diploma düzenlenirken kütük kaydı esas alındığı için Hasan Kırbaç değil Karamehmet o. Hasan yazılmış...

    Aynı karışıklık Doğum tarihi hususunda da görülüyor. Ölçü ve Takvimdeki değişiklikler 1926 yılında yapılmasına rağmen bunların ayarlanması, uygulanması ve yaygınlaşması uzun yıllar aldı. Son değişiklik ancak 1933'te yapılabildi. Hasan'ın doğum tarihi de kütüğe 1340 olarak işlendi. Aynı sebepten, yani kütük bilgileri esas alındığı için de diplomaya öyle geçirildi.

    Kimlik kısmında Doğduğu yer kısmına cevap olarak 'Eğret Kamunu' yazılmış. Kamun kelimesi de dil değişikliği yıllarındaki karmaşanın hatırasıdır. Nahiye yerine uydurulmuş, ama tutmamış çok kısa bir süre sonra kullanımdan düşmüş. O kadar ki ben başka bir yerde bu kelimeye rastlamadım. Düşünsenize, aynı dönemde mektep yerine uydurulan okul kelimesi tutmuş; ama nahiye yerine uydurulan kamun kelimesi kendine halkta yer bulamamış...

    Halkta karşılık bulamayan uyduruk kelimelerden birisi de belgenin sonundaki imza kısmında bulunuyor. Vali Türkçe değil diye, onun yerine İlbay kelimesini öneriyorlar... 1936'da şehadetnamede görülen bu kelimeyi bugün duyamazsınız, il yöneticisine hala vali diyoruz. 

    Tasdik bölümünü İlbay Vekili (Vali Yardımcısı), Maarif (Milli Eğitim) Müdürü, Başmuallim ve Sınıf Muallimi imzalamışlar. Başmuallim ve Sınıf Muallimi aynı kişi olduğuna göre o sırada Eğret Mektebi'nde tek öğretmen varmış... Bu öğretmen her kim ise, yine o yıllarda Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Sonradan Türk Dil Kurumu) adına Eğret halkının kullandığı yöresel kelimeleri derleme çalışmalarını başlatan kişidir.

    Sonuç olarak Naymelerin Hasan Kırbaç, 1936 yılında Eğret Mektebi'inden aldığı 27 numaralı şehadetnameyi saklamış. Kendisinden sonra da çocukları iyi muhafaza etmişler, sanal da olsa Eğret Müzesinde sergilenmeyi hak ediyor. 



05 Eylül 2023

Tefçi Kadın

 

    Eğret/Anıtkaya düğünlerine dalınca, bu alanda gündeme getirilmesi gereken ne kadar çok nokta olduğu anlaşıldı. Girdik, çıkamıyoruz... Düz oyunu araştırırken canlı kaynakların dışında sanal aleme de başvurdum. Yüksek Öğretim Kurumu'na bağlı Ulusal Tez Merkezinde bir doktora teziyle karşılaştım. 

    Özlem Doğuş Varlı'nın tez konusunun "Kültürel Kimliğin Değişim-Oluşum Süreci-Sürecin Kadın Kimliği ve Müziğine Yansıması: Afyon, Trabzon, Kıbrıs, İstanbul Örneklemleri" gibi uzun bir adı var... İlgimi çekmesine sebep , bazı bölümlerinin bana Anıtkaya düğünlerini anlatıyor gibi gelmesidir. Afyon ile ilgili araştırmasının merkezini Sinanpaşa-Balmahmut köyü oluşturuyor; ama sanki Anıtkaya'da hazırlanmış hissi veriyor. O kadar bizden yani... 

    Çok geniş bir çalışmanın sadece düz oyun, gelin öğme ve tefçi kadın bölümlerini buraya alıyorum. Tamamı teknik analizler, ve önemli değerlendirmelerden oluşan tezin Tefçi Kadın bölümünü okurken aklıma Gambırşerif (Şerife Patlar/Saçak), Delifadime (Fadime Taşkın) ve Aşçı Tahsin'in anası Şerife Külte/Dirlik geldi. Biraz da onların hatırasına, o kısmı Tefçi Kadın başlığıyla alıntılamak istedim...

    ***

    Afyon/Sinanpaşa bölgesinde kaydettiğimiz ve oyun şeklini öğrendiğimiz “Düz oyun ezgileri/türküleri”nin kendilerine has bir karakteri vardır. Kadın eğlencelerine özgü bu türküler ve oyun şekli, kadınların üretimi olmaları açısından oldukça önemlidir. Müzikal performanslarını da kendileri yapmakta, ayrıca bir enstrüman grubuna ihtiyaç duymamaktadırlar. Ritmi sağlamak amacıyla kimi zaman tef veya tepsi kullanmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede “tefçi kadın” kimliği ile karşılaşılmıştır. “Tefçi” ismi “tef” çalgısından kaynaklanmaktadır. Çoğunlukla kadınlar, eğlencelerinde “tef” denilen vurmalı çalgıyı çalmaktadırlar. Performans sırasında enstrümanı sol ellerinde ağız hizasında tuttukları görülmüştür. Çalgının orta kısmında kuvvetli, diğer sol elle ise zayıf zamanları vurmaktadırlar. Genellikle yörede çalgılarını kendilerinin yaptığı öğrenilmiştir. Kaynak kişilerimizden Fevziye Savaş, “eskiden derisinin kurutmasına varana kadar kendim yapardım. Emme şindi tepsiylen vurduruveriyola” demektedir. Fevziye Hanımın aktardıklarına ek olarak yörede, tepsi, güğüm de kullanılmaktadır.  

     Anadolunun bazı bölgelerinde de karşılaştığımız “Tefçi kadın” olarak, köyde, mahallede bir veya iki kişi bulunmaktadır. Herkes bu özelliğe sahip olamamaktadır. Bu şekilde nitelendirilen kadınlar, geniş bir repertuara sahip, irticalen mani söyleme (deyiş atma) ve ritmi sağlama özelliğine sahip kadın tipleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Sadece yöresel türküleri bilmek “tefçi kadın” olmak için yeterli değildir. Yukarıda bahsettiğimiz özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu yeteneklere sahip olan kadınlar, çeşitli kadın meclislerinde -ki bu meclisler evliliğe ait seremonilerle ilgilidir- öne çıkan kişiliklerdir ve doğal süreç içinde “tefçi” olarak isimlendirilirler. Afyon/Sinanpaşa(Balmahmut) köyünde görüştüğümüz kaynak kişimiz Fevziye Hanım da “tefçi kadın” olarak anılmaktadır. Ancak hacı olduktan sonra ve yaşın da etkisiyle bu kimliğini inkar etmekte; “Hacı olduk unuttuk artık türküyü, şarkıyı… Hepsi aklımdan uçtu gitti. Allah unutturdu hepsini” demiştir. Bu durum, suçluluk psikolojisi ile de pekiştirilebilir. Toplumun beklediği sözleri söylemekte ve başkalarının sözlerinin etkisinde kalabilmektedir. Bu bir çeşit toplumsal baskıdır. “Hacı” olmasına rağmen çalıp söylediğinde, çevredeki insanların hakkında neler söyleyeceklerini  düşünmek dahi suçluluk duygusunu arttırmaktadır.  

    Yaptığımız görüşmelerde aldığımız bilgilere göre, eskiden sadece “tefçi kadınlar”ın yönlendirdiği eğlencelerin şekli sadece şehirde değil, köylerde de değişime uğramıştır. “Düz oyunlar” ve diğer kadın oyunları eğlencenin özel bir ânı olarak yürütülmekte, çoğunlukla CD’den çalınan popüler ezgilerle eğlenilmektedir. (Oryantal, elektro bağlama ile yapılmış kaşık havaları, pop müzik parçaları,…) Kitle iletişim araçlarının etkisiyle değişen müzikal beğeni, müziğin toplum yaşantısındaki işlevi bakımından değişimine paralel olarak kadın müziğinin de değişimine, yeni beğenilerin ve dinleme şekillerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Söz konusu bu süreç geleneksel kadın müziğindeki etkili türleri kimi hallerde etkisiz hale getirmiştir.  Günümüzde “tefçi kadınlar”ın yaş ortalamalarına bakıldığında 50/60 yaş ve üzeri yaşlarda kadınların çıkması bu durumun göstergelerinden biridir. Bu durum yaşla birlikte tecrübe sahibi olmayla ilgili bir durum değildir. Çünkü yaptığımız görüşmelerde, kaynak kişilerimizden Cevriye Erdem ve Fevziye Savaş’ın 18/19 yaşlarından beri böyle bir görevi yerine getirdiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Hatta günümüzde artık bu kimliklerinden sıyrılmışlardır. Gençler arasında bu geleneğin sürdürülememesi, bir önceki kuşağın kaybı ile birlikte “tefçi kadın” kimliğinin de kaybolacağı kanısına varılmıştır. Kültürel kimliğin değişimi, kadın müziğine ait özellikleri de değiştirecek ve değiştirmiştir.  

    Kaydetmiş olduğumuz düz oyun ezgileri arasından Fevziye Savaş’tan alınan ezgi, vokal karakteri açısından ilgi çekicidir. Afyon’dan derlediğimiz, kına havaları bölümünde yer verdiğimiz kına havasını söyleyen kaynak kişi ile karşılaşıldığında, ince ve ses genişliği(volume) olarak aşağı frekanslardadır...

    Düz oyun ezgisi ile herkesin oynayamadığı görülmüştür. Özellikle şehirde büyüyen kadınların ritmik düzeni sağlayamadıkları gözlenmiştir. Bu durumun yaş ile ilgisi bulunmamaktadır. Etkili olanın köyden uzakta olmak olduğu tespit edilmiştir. Bu tespit 2002 yılında katıldığımız bir sünnet kınasında, İstanbul’da yaşayan ve Afyon’dan gelen misafirlerin bir arada eğlendikleri ortamda yaptığımız görüşmelerden çıkarılmıştır. İstanbul’da yaşayan bazı kadınların, çocukluk çağlarından beri kentte olmalarının sonucu, türkülerin bazılarını bilseler bile düz oyun ve diğer yöresel oyunlara ayak uydurmakta zorluk çektikleri söylenmiştir. Görüştüğümüz kaynak kişilerimizden Nadide Hanım, ailesi ile birlikte altı yaşındayken İstanbul’a göç etmiştir. Eskiden “tefçi kadın” olarak bilinen kaynak kişilerimizden Fevziye Hanımın kızı olan Nadide Hanımın da sesi güzel olarak bilinir ve türkülerin bazılarını bilmektedir. Ancak kendisinden türkü kaydetmeye çalıştığımız sırada sözlerine çok hakim olmadığı görülmüştür. Çünkü şehirdeki düğünlerde, köyden gelen olmadıkça bu türküler söylenmemektedir. “Şehir usulü” diye tanımladıkları şekilde eğlencelerini gerçekleştirmektedirler. Memleketleri neresi olursa olsun, hemen hemen her kına gecesinde söylenen Trakya yöresine ait “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” kına havası söylendiği gibi, her türlü müzikle eğlenilmektedir. Ayrıca yöresel oyunlar da bilinmemektedir. İyi bilen kişilere bakarak oynamaya çalıştığı gözlenmiştir. Ancak köyde yaşayan veya 19/20 yaşlarında (her türlü yöresel pratiği öğrenmiş olarak) İstanbul’a gelen kadınların oyunları bildikleri kaydedilmiştir. Oynanan oyunlardan bir diğeri ise “Köroğlu Havası”dır.  Bu oyun 9 zamanlı bir ezgidir ve üç vuruşun geldiği yerlerde hoplama figürü hakimdir. Oldukça dingin ve yavaş oynanan “düz oyun”a göre hareketli bir oyundur. Ardından “Harman Yeri” ve “Sarı çama yaslandım” oyun türküleri gelmektedir.  

    Eylül 2006’da Fevziye Savaş ve kızı Nadide Doğuş’tan kaydettiğimiz bu ezgiler sadece kadınlar arasında ve Afyon’un genelinde çalınıp söylenen türkülerdir. Kültürel kimliğin değişiminin kadın müziği ve kimliğine yansımasının en güzel örneklerinden biri ise, 2001’de İstanbul’da kaydettiğimiz sünnet kınasında  “Adanalı” türküsüyle oynanan oyundur.  Yöreye ait olmayan bu türkü ile figürlerini kendilerinin buldukları bir oyun haline getirmişlerdir. Oyunda hoplamalarla birlikte, oynayan kadınlar, müziğin belli yerlerinde birbirlerinin bacaklarının arasından geçmektedirler. İlginç olduğu kadar esprili bir oyun olarak da değerlendirilmektedir. 


Not: Prof. Dr. Özlem Doğuş Varlı'nın yayınlanmamış doktora tezine buradan ulaşılabilir: