müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2025

Yadigar

 
    Bizim mahalledeki odaya son zamanlarında Macurali'nin oda derlerdi. O vakit dedem ilgilendiği için böyle denilmiş, aslında Gademlerin oda... 1970'li yıllarda Böbülerin, Gödeşlerin, Buydeycigadirin ve Dedemin dolavları vardı, demek ki mahalledeki herkes ilgilenirmiş. Anlatacağım olay bu odayla ilgili...

    1964 veya 65 yılındayız, belki iki yılın kış dönemi... Küçük Kalecikli Bicinin Mahmut diye bilinen bir çerçi geliyor. Zaten çerçiler genellikle Kalecikli oluyor. Şimdiki nesile çerçiyi anlatmak zor, kısaca gezici bakkal diyebiliriz. Ayrıntısını öğrenmek isteyeni 'Çerçici' başlıklı yazıya havale edelim.

    Kalecikli Mahmut akşama doğru tek beygir arabasıyla gelip odanın önüne yanaşmış... Galiba daha erken köye girmiş de, biraz sokaklarda dolaşıp çerçicilik yapmış. 

    O vakitler öyle, gelen misafirin arabası odanın önüne, hayvan da damına çekiliyor. Misafir olarak kaldığı bir kaç gün vaziyet böyle... Hem kendisinin hem de hayvanın bakımı, konaklama ve güvenliği tamamen odayı sahiplenip işletenlerin üzerindedir, bunun için karşılık veya herhangi bir ücret beklenmez. Eğret odalarının en büyük özelliği bu...

    Bicinin Mahmut arabayı kenara çekip beygiri de dama bağladığı saatlerde öyle bir kar yağışı başlamış ki, göz gözü görmüyor. Bunun sonu belli, hayırlısı demişler. Eski zamanlarda öyle bir yağıyor ki kar, aylarca kalkmıyor. Goca gar derlermiş böylesine... Bu yağışın sonu da ona çıkacağa benzer... Nitekim sabah kalktıklarında bakmışlar, depdiregomuş...

    Bundan sonra dışarıda çerçiciliğin mümkün olmadığını anlayan Mahmut, atını arabasını öylece bırakmış ve almış başını gitmiş. Galiba o vakit pek nadir de olsa asfalttan geçen yol arabalarına, yahut bir kamyona binmiş... 

    Bicinin Mahmut kendisi gitmiş, ama arabasıyla atı öylece kalmış. Müezzinin Ömer Emmi onların sahipsiz kalmasına razı gelmemiş. Arabayı gocagapının altına çektirip malzemeyi ambara taşıttırmış. Onların avlunun ucunda bir meydan ambarı vardı, kapalı olduğu için orada güvende ve korunaklı duracağını düşünmüş olmalı. Gerçi çerçi malzemesi ne olacak kap kacak, incik boncuk; olsun, kardan yağmurdan etkilenmemeli... Diğer yandan odanın damında kapalı yerdeymiş at, onu da kendi evindeki dama, diğer beygirlerin yanına bağlattırmış. Hasılı kelam, çerçinin bırakıp gittiklerine kendi malıymış gibi sahip çıkmış... Ne zamana kadar?... Mahmut gelene kadar...

    Yollar açılıp Bicinin Mahmut geldiğinde aradan 40-45 gün geçmiş. Bu arada atının sağ salim, mallarının da güvende olduğunu görünce çok sevinmiş. Ömer Emmiye;
    - "Borcumuz ne Ömer Ağa?" diye sormuş... Bu soruya biraz içerlemiş Ömer Emmi;
    - "Ne borcu len köpoğlu, sen bizim misafirimizsin."  demiş, ama Mahmut ısrarcı;
    - "Tamam ben misafirin de, beygire de bakdınız..." diyecek olmuşsa da Ömer Emmi kestirip atmış;
    - "At da misafirimizdi oğlum, misafirin borcu mu olur!"
    - ".....?"
    
    Kar kalkıp yolların açılması; malına, atına arabasına kavuşmanın sevinci ve şu ihtiyarın geniş gönüllülüğü karşısında değişik duygulara kapılan Bicinin Mahmut, ne diyeceğini bilemez bir halde sükutta boğulmuş. Neden sonra kendine gelip;
    - " O zaman şu tepsiyi küçük bir yadigar olarak kabul edin, odaya çorba götürürsünüz." diyerek bir çinko tepsiyi uzatmış.
    
    Şimdi itibardan düşseler de çinko tepsiler o gün için yeni çıkmışlar. Herkes sahip olamıyor, çok değerli, hatta lüks sayılıyor. Tabi önemli olan maddi değeri değil, yadigar olarak 60 yıl öncesinden esintiler taşıması...
    ....
    Müezzinin Ömer Kabadayı Emmi, 1970 yılında 68 yaşındayken vefat etti. Böbülerin Anıtkaya'daki son ferdi taşınırken İzmir'e götürdüğü göç içinde bu tepsi de varmış. Küçük Kalecikli Çerçi Bicinin Mahmut yadigarı, şimdi Ömer Emmi'nin torunu Berber Ahmet Kabadayı'da bulunuyor. 


16 Ekim 2025

Yetimlerin Demlik


    Kahveden çaya geçiş sürecinin Eğret'te nasıl yaşandığı tam olarak bilinmiyor. Önceleri, erişimin kolay olduğu zamanlarda rağbet kahveye imiş. Özellikle odalarda en gözde ikram bu. Evlerde de boy gösterdiği biliniyor, ama odalardaki kadar yaygın olmayabilir.

    Odalarda eksik olmayan misafirlere ikram ediliyor. Kilci Goca Hüseyin Sağlam'la ilgili 'telve' meselesini daha önce anlatmıştım, misafire kahve pişirme alışkanlığına dair benzer olaylara hemen her odada rastlanırmış. Dışarıdan gelen misafirler haricinde oda müdavimleri kendi aralarındaki sohbet esnasında da kahve içiyorlar. Keyfine içilen bu kahvelerin kişinin statüsüne göre çeşitlendiğiyle ilgili bir hikayeyi de Hayta Mahmut Özdemir'e dayandırarak anlatacağım, lakin şimdi değil...

    Evlerde, özellikle kadınlar arasında kahve içmek çok yaygın değilmiş, ama bu evlerde hiç kahve içilmezdi anlamına gelmez. Her yerde çok yaygınken oralara uğramaması mümkün değil. Belki fazla popüler değildi ve pişirme tekniği odalardakinden farklıydı. Rahmetli ninemin sıcak suya toz kahve katıp karıştırarak içtiğini hatırlıyorum...

    Odada, kahvehanede veya evde bir anda kahve bırakılıp çay içmeye başlanması gibi bir durum söz konusu değil. Bunun tedrici olarak gerçekleştiği düşünülüyor. Hatta Eğretli, çaya büsbütün yabancı da değilmiş. Özellikle çobanlar ağılda kekik gibi, çay otu (funda) gibi bitki çaylarını çok demlerler, bu alışkanlıklarını köye de getirirlermiş. Fakat bugünkü siyah çayın bilinirliği yok.

    Galiba 1960'lı yıllardan itibaren odalarda kahvenin yanında çay da boy göstermeye başlıyor. Belki bu kahvehanelerde çay yaygınlaşmasıyla aynı döneme rastlar. Fakat bu sıralar çay odalar için kahveden daha lüks sayılırmış. Yine de her odada bir çaydanlık bulunuyor.

    Biraz daha yaygınlaşınca odada her akşam çay demlenmeye başlanılıyor. Herkesin iştiyakla beklediği bu olay bir merasim yavaşlığıyla icra ediliyor... 

    Her şey sırasıyla dolavdan çıkarılacak. Önce gamanto çıkar, ispirto ile tutuşturulur ve gazyağı dolu karnından pompalanarak ocak harlandırılır. Çaydanlıktaki su yeterince kaynayana kadar beklenir. Çaydanlık kapağı dolduracak miktar çay atıldıktan sonra demlemeye bırakılırken, yüz gramlık çay paketi kapatılarak ertesi akşama kadar bekleyeceği dolav köşesine gamanto ile birlikte geri yerleştirilir. Bundan sonra yine dolavda ters çevrilmiş durumdaki bardaklar teker teker çıkarılır. Kaç taneyse her biri dizilerek içlerine kaşıklar çın çın atılır. Büyük ihtimal Tenikeci Hüseyin'in yaptığı özel kaşıkla birer ölçek şeker konur. Bu arada ümzüğüne kağıt sıkıştırılıp üzeri kirli peşkirle örtülü demlik, kapağı açılarak kontrol edilir. Dalmamışsa daldırılarak çaylar doldurulur. Bardak sayısına ve herkesin sosyal durumuna göre ilk turda içeceklere sunulur. İkinci postaya kalanlar da çaylarını içtikten sonra çaydanlık, şekerlik ve yıkanan bardaklar dolava yerleştirilerek çay merasimi sonlandırılır.

    İlk zamanlarda odalarda çay macerası aşağı yukarı böyleydi. Sonradan çay demleyen kişi sayısı arttıkça buna paralel olarak demleme ve çaydanlık sayısı da arttı. Sıraya bindirdiler ve her demleyişte herkes içebildi.

    Bu dönemde evlerde de çay yaygınlaştı, yalnız ilk zamanlar sıkıntılıydı. Şeker zaten vardı da, bir şekilde çay temin edilse bile evlerde demlik yoktu. Öyle ya, kırk yılda bir demlemek için çaydanlığa ne gerek vardı... İrtibatı olan evlere, odadaki demliği öndüş getirmek yeterliydi. Başkaları içinse, çay içmek için bunca meşakkat ve masrafa ne gerek vardı... İlk zamanlar için çay ancak özel günlerde demlenen bir içecekten öteye geçmedi...

    Seyrek yapılan işler için araç gereç bulundurmak adet değil, ayrıca ekonomik de değildi. Misal yılda bir bulgur kaynatma esnasında kullanmak üzere herkesin dört kulplu süzgeç bulundurması, yahut cenazenin kırkı ve yılında bişi etmek için büyük dığan sahibi olması hiç mantıklı değil. Köyde bir kaç tane olsa yetiyor, onları lazım olan herkes kullanıyordu. İşte Yetimlerin demlik de böyle bir ev aletiydi...

    Bu bakır devasa demliğin tarihi hakkında farklı rivayetler var. İlki çay içme alışkanlığının yerleşmeye başladığı zamanlarda temin edildiğine dair. Buna göre Yetimler büyük bir aile olarak gerekli diye düşünüp satın almışlar. Onun Hacımurat oğlu Şükrü dedelerinden kaldığına dair bir söylenti var. Şükrü Azbay'ın 1955'te öldüğünü düşündüğümüzde, henüz çay adetinin oluşmadığı o kadar eski dönemde çaydanlığın ne işe yaradığı izaha muhtaçtır. Belki siyah çay demlemenin Eğret'teki tarihi zannettiğimizden daha eskidir, veya ot çayları filan kaynatılıyor, yahut başka türlü şerbetleri çaydanlıkta hazırlıyorlardı, veyahut daha başka şeyler...

    Kaynağı ve tarihi ne olursa olsun Yetimlerde böyle bir demlik var. Bakırdan yapılmış, çok ağır... Ve çok büyük, bir demir (18 litre) kadar su alabiliyor... Zaten tanınmışlığının, şöhreti bugüne kadar ulaşmasının sebebi de bu boyutlarıyla ilgili olsa gerek...

    Herkes tarafından biliniyor, belki bütün evlere girmiş, herkes onun çayını içmiş. Kimin düğünü, nişanı, sözü varsa hemen Yetimlerin demliği istiyor. Veya mevlid gibi, ölüyeri gibi başka dernekler olduğunda davetlilere onun çayı ikram ediliyor. Yani kime lazımsa onun evine gidiyor mübarek. Bu kadar kalabalık davetliye çay yetiştirmek her babayiğit demliğin harcı değil...

    Yıl kaç bilmiyorum, Samancı (İsmail Saçak, ö.1964) kızını sözlüyor. Dolayısıyla kalabalık bir misafir topluluğunu ağırlamakta... Yetimlerin demliği getirmişler... Gamantonun üstünde kaynıyormuş galiba, bir sebeple oradan almak icap etmiş. Kulpundan tutup kaldırayım derken, Samancı'nın kolu küt diye kırılıvermiş... 

    Kimileri kırılmaya sebep olarak 'İsmail Ağa'da zaten kemik erimesi vardı, kolu zayıf olduğu için kırıldı' derken, kimileri de çaydanlığı yanlış tutmasına bağlamış. Fakat başka birilerine göre de zaten kendisi çok ağır olan büyük bakır çaydanlık, ağzına kadar doluyken iyice ağırlaşmış; Samancı'nın kolunu kıracak kadar...

    Doğrusunu Allah bilir, sonuçta Yetimlerin demliği kaldıracağım derken Samancı'nın kolu kırılmış...

    Kol kıran Yetimlerin demliğin akıbetine dair bir şey duymadım. Belki bir yerlere sıkışıp kalmış, varlığını hala sürdürüyordur...


02 Ekim 2025

Yeni Okuldan Eski Okula

     

    Hamam konusunu işlerken eski hamamı bırak yenisinin bile bir fotoğrafını bulamamıştım. 69 İmar Planı albümünde diğer pek çok bina ile birlikte on yıl önce yapılan yeni hamamın fotoğrafını bir kaç karede görebiliyoruz. İşte onlardan birisi... 

    Bu fotoğrafın yakın planında hamam olmak üzere, ileride belediye binası, eski ortaokul, Çakırların ev, daha ötede Yörüğoğluların ev; solda Gıvığın ev ile Hatiplerinki çok belirgin...

    Yeni açılan İlkokuldan çıkmış öğrenciler... Öğle paydosu olduğu besbelli, ilerideki kalabalık evlerine gitmekte... Bir kaç yıl sonra öğrenciliğe adım atacağımız bu okula dair aklımda kalan seslerden biri de 'evlere' kelimesidir. Birbirimize ders ve teneffüs programını sayarken 'Birinci ders, birinci tenefüs, ikinci ders, uzun tenefüs, üçüncü ders, üçüncü tenefüs, dördüncü ders, evlere!' diye bağırırdık. Bu kelime dersin ve okulun bittiğini, en zevkli oyun  ve serbest gezme zamanlarının başladığını bildiren sihirli bir anlam müjdelerdi. İşte bu öğrenciler evlere kelimesinin müjdesiyle pek mutlu görünüyorlar... Özellikle çekim yapıldığının farkındaymış gibi objektife bakan şu dördü...

    Bu çocukların olduğu yerde genelde dağdan getirilmiş meşe odunları yığılı olurdu. Şu anda görülmediğine göre ya bitti, ya da hamamın aşağıdaki avlusuna atıldılar. O yıllarda kim yakıyordu acaba?

    İleride köşedeki belediye binasını daha önce konuşmuştuk. Uçtaki belli belirsiz direğin başka fotoğraflarda daha net göründüğünü ve onun sokak aydınlatmasında kullanılan lüks lambası direği olduğunu da... Yalnız bahçe köşesindeki o karaltıyı anlayamadım; kıştan kalma odun yığını mı, yeni palazlanmaya başlamış çam ağacı kümesi mi, yoksa kamelye mi?

    Belediyenin karşısında duvarla çevrili alanın ucunda dört köşe ağartı var, öğrenci grubunun ardına denk geldiği için dikkat çekmiyor. Sanırım Atatürk büstünün duvar kaidesi. Kireçlenmiş, yahut mermer kaplanmışsa ondan parlıyordur... Bu avlu görünümlü park tam bir kayalıktı, 1980 yılında Korkmaz Ayvaz bey azmetti, öğrencilerine kazma kürek, çapa bel ile orayı parka çevirtmişti. Ondan sonra yine mezbeleliğe döndü, ta ki 1994'te yeni belediye binası yapılana kadar...

    Meşhur meydandaki telgraf direğine dayanmış manzarayı izleyen kişi, az ilerisinde durup yarenlik eden örtmeli iki kadın ve daha ötede okulun yan tarafında biri boz diğeri kara iki eşekle aralarındaki sıpayı zikredip ortaokula geçelim.

    Burası 1948'den beri ilkokul olarak kullanılmıştı. Üç derslikli olarak planlanmış, sonra bir derslik daha eklenmiş, büyüklerin birisi de bölünerek derslik sayısı ite kaka beşe çıkarılmış. Buna rağmen son yıllarda binanın yetersizliğinden dolayı bir sınıf sağda solda ders görürmüş. Bunun üzerine planlı 6 derslikli ilkokul binası yapılarak bu yıl (1969) öğretime açılmış. Şu evlere dağılırken gördüğünüz öğrencilerin yeni binada ilk yıllarıdır.

    Geçenlerde Hacapo (Abdullah Erdem) Abi, eski okula ayrı kapılı bir ek derslik yapıldığını anlatmaya çalışmış, fakat Fişek (Cengiz Öztürk) ile ben böyle olmadığına dair itiraz etmiştik. Tam öfkelenecekken 'Belki yıkılmıştır, bizim zamanımızda yoktu' diye tatlı bir viraj alıp yumuşatmıştık. Hacı'nın haklılığı bu fotoğrafta apaçık görünüyor, zira Kelahmetlere doğru ayrı kapılı ek derslik işte orada... Sanki kapısının önünde biri var gibi...

    Kapı önünde insana benzer karartı dışında eski binada kimse görülmüyor. Terk edilmiş bir virane gibi; dış duvarlar yıkık dökük, sıvalar dökülüyor, çatının görünümü kötü... 

    Oysa bugünlerde, şu binada Anıtkaya Ortaokulu açılmasına dair onay çıkmak üzeredir. Hızlı bir tamir süreci başlayacak ve 3-4 ay sonra Eylül 1969'da okul öğretime açılacaktır. Belki de merhum Aliefe (Ali Tüplek) öncülüğünde tamire başlanmıştır...

    Bundan on yıl sonra, 1979 baharında biz birinci sınıftayken baksanız; bahçe duvarlarının muntazam yapılarak yükseltildiğini, ön tarafta güzel ve sağlam bir demir kapı bulunduğunu, yandaki dişbudak ağacının gölgesi altında bir sınıf oturacak kadar genişlediğini, arkada Çakırların meydan ambarı okul bahçesinde kalacak şekilde bahçe genişlediğini ve arkada öğle sonraları voleybol oynandığını görürdünüz...

    Şimdi şuradan bakıldığında ise, iki kareden müteşekkil fotoğrafta bulunan nesneleri göremezsiniz. Gıvığın ev ile Yörüğoğluların haney müstesna...



30 Eylül 2025

Gayalardan

 

    Beş karenin birleştirilmesinden oluşan bu fotoğrafta makine Bunar istikametindeki Gayalar mevkiine yerleştirilmiş. Bugün artık görünmeyen kayaların altında Kelsalek (Salih Azbay)ın çeşme vardı, işte onun biraz daha üst tarafında bir yer...

    Kareler başarılı bir şekilde birleştirilmiş, buna rağmen sol tarafta Söğütaltı'na doğru bariz eğim şu birleştirilmiş fotoğrafta verilememiş. Bunun sebebi her kare için makineyi 10 derece kadar döndürme zorunluluğudur. Son karede İlbulak dağ sırasına dikkat edilerek birleştirilme yapılmış, ama bu kez de harmanyeri zemini şaşmış. Sanırım eğim verilememesinin bir sebebi de bu...

    Harman dökülmeden önce buralarda bol bol galgan dikeni ve eğilce gibi otlar çıkardı. Baharda iyice gösterişli olan bu otlar harman zamanına kadar kuruyup meydandan çekilirlerdi. Sağ tarafta başaklarıyla dalgalanan ekin değil eğilceler, çocukların hizasında da galganları seçebiliyorsunuz.

    Çocukların koşarak indiği yolun yeri sürekli değişirdi. Çünkü yağmur sel sebebiyle alttaki kayalar meydana çıktıkça özellikle sap arabalarını sarstığından sap kaydırma tehlikesi oluşur, topraklı kısımdan yeni yol oluşturulurdu.

    Bir de Harmanyerinden Mantarlık tarafındaki hendeğe paralel inen bir yol vardı, ikisi derede, Çatalların harmanyerinde birleşirdi. Şu görünen o yol da olabilir. O zaman sağdaki başaklar eğilce değil arpadır ve büyük ihtimal şimdi Pilot'un ev bulunan tarlanın ucu görünüyor.

    İlk karede dam samanlık gibi müştemilatıyla tekmil bir ev görüyorsunuz. Bizim çocukluğumuzda harmanyerinin terk edilmiş yalnız eviydi, çok oynadık çevresinde... Yakınlarında bir otluk yığıldığına göre o vakitler kullanılıyormuş demek ki... Naymelerin İsmail Kırbaç emmininmiş bu ev. Afyon'a taşınana kadar burada kalmış. Şimdi Sağırların H.İbrahim Sancak'ın diye biliyorum...

    Son karede hamanyerinin ucunda bir ev daha görülüyor. Ben o evi hatırlayamadım, yalnız o civarda Daldallardan birisine ait bir ev bulduğundan bahsetmişlerdi. Demek ki erken dönemde yıkılmış.

    Gözüme kestirdiğim bir noktadan benzer bir fotoğraf çekeyim dedim de, buna yakın bir görüntü yakalamak mümkün olmadı. Bir defa buralarda şöyle bir açıklık artık yok, her taraf evlerle dolmuş. Yine döne döne çekmek gerek, o vakit de milletin evini görüntülüyormuş gibi olacak. Hasılı tek kare çektim, şuna benzemiyor bile...

    Dikkatli bakılırsa İsmail emminin evin yan tarafında ikinci karede su deposu, üstelik ayaklarıyla görülebiliyor. Günümüzde aynı yerden onu görüntülemenin imkanı yok, çünkü araya bir sürü yüksek binalar girmiş. Çocukların arkasındaki tepeye çıkınca deponun başını ancak görebiliyorsunuz. O vakitler Yenicami'nin minaresi daha yapılmamışmış, olsaydı şu resimde görülebilirdi.

    Her karenin üstüne keçe kalemle X işareti konulmuş, istenirse temizleme teknikleriyle silinebilirler. Orijinalini vermek istedim...

    1969'dan 2025'e... Manzara ne kadar değişmiş...



22 Eylül 2025

Onyedinci Fotoğraf

 
    Sakallı (Derviş Mehmet Aydın)ın ev, köyde mimari estetik açıdan en dikkat çekicilerden biriydi. Daha başka yerlere serpiştirilmiş bir kaç bina daha vardı, ama hiç birinden bundaki göz okşayan bütüncül güzellik hissini alamazdınız.

    Kendi içinde üç kat olarak tasarlanmış binalara şimdilerde tripleks deniliyor. Sakallı'nın ev böyleydi işte. Galipbey caddesinden göründüğüne göre alt katta kapıları caddeye açılan iki (veya üç) dükkan; ikinci katta ortada bir küçük oda kadar gömme balkon, iki yanında büyükçe iki odanın pencereleri; üst katta ise koca bir kuş yuvasını andıran tek bir oda... 

    Kuş yuvası odanın da iki küçük penceresi var ve üstü çift kırım bir çatı ile kiremitlenmiş. Onun iki yanındaki eteklerde bulunan orta kat odalarının çatıları ise üç kırım... Anlattığım manzarayı Galipbey caddesinden fotoğraflarsanız simetrik bir bina ile karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız. Fotoğrafı yandan ikiye katladığınızda her bir kanadın diğeriyle örtüştüğünü göreceksiniz, simetri bu demek. Ve binanın göze hoş görünmesindeki ana etken bu simetrik yapısı olsa gerektir.

    Hatırladığım zamanlarda Sakallı'nın ev mavi boyalıydı. Fotoğraf siyah beyaz çekildiği için rengi anlaşılmıyor. Aslında bu fotoğrafta o eve odaklanılmış değil, hatta karenin ucunda denilebilir. Yine de en dikkat çekici nesne olduğu için bu evden başlamak istedim. Dediklerine göre bu evi kardeşi Ömer Başçavuş yaptırıp Sakallı'ya satmış. Yapım ve planlamasında Ömer Aydın Başkanın etkisi ne kadar bilemiyorum, ama bahsettiğim estetik özelliğine fikir olarak katkı sunduğu kanaatindeyim. Fotoğrafa dönelim...

    Hava açık, gökte bir parça bulut var, tipik bir ilk yaz günü... Saçak gölgelerinin yönü ve uzunluğuna bakılırsa güneş tam tepedeyken çekilmiş. Evin önünde ve yanında iki akasya ağacı görünüyor, hayret bunlar hiç aklımda kalmamış. Fakat hemen üst tarafındaki meydan ambarını iyi biliyorum, uzun zaman yalnız ve kimsesiz yaşayıp bir anda hayatımızdan çekildi. Nasıl ortadan kalktığını bile hatırlamıyorum, fotoğrafını çekmek gerekince hayatta olmadığı gerçeğiyle yüzleşmiştik. Acaba kimindi bu ambar? Fotoğraftaki haline bakılırsa hala kullanılıyor ve çatısına yenilerde kiremit döşenmiş. Çok muntazam kiremitler, kırık yarık, eğilip bükülme, göçme çökme yok gibi... (Ambarın Hacı Emrullah Onay'ın olduğu haberi geldi. Ölümünden sonra veraseten Veli Tetik'e kalmış. Onu kaldırıp yerine ev yapmışlar.)

    Ambara bitişik tek katlı dükkanı bilemedim. Galiba cumartesi günleri buğday alınıp depolanan bir dükkan vardı oralarda, fakat o iki katlı değil miydi? Binanın tamamı ve Gocacami'ye doğru üst tarafı görünseydi bir şeyler söyleyebilirdik, bu kadarla yetinelim... (Yarısı görülen bu bina da Beygirli Mehmet Tüblek'in imiş. Uzun yıllar demircilik yapan Ömer eniştenin dükkan da böylece açıklanmış oluyor.)

    Galipbey caddesi henüz düzenlenmemiş, bildiğin selyolağı... Belli ki iki yanındaki binalar yeni yapılıyor. Lakin ambar ve Sakallı'nın ev pek de yeni gibi görünmüyorlar... Fotoğrafın çekildiği nokta caddenin biraz daha gerisinde olduğu anlaşılıyor. Şen Kardeşler Bakkaliyesi'nin önü gibi... Şimdi aynı noktadan şu açıklığı yakalayamazsın, zira Ramazan Şen'in dükkan açıyı kapatmış durumda. 

    Galipbey caddesinin güney tarafındaki binalar diğer tarafa göre daha geç yapılmış. Toprak ve kayalık caddenin bu tarafındaki kenarından, iki örtmeli kadının alad alad aşağı yürüdüğü görülüyor. Kim bu kadınlar ve nereye gidiyorlar? Biz ne bilelim...

    Kadınların köşesinden geçmek üzere oldukları kulübe gibi küçük bir yapı var, her halinden meydan helası olduğu anlaşılıyor. Demek ki bugün caddenin karşı tarafındaki köşede bulunan tuvaletlerin eski yeri burasıymış. Bu noktayı tarif gerekirse, Belediye kahvesinin merdivenlerinin ucu diye tahmin yürütebiliriz... Çatısının kiremitli, taş ve çamurdan ibaret duvarlarının kireçli olması o günün şartlarında meydan helasının bakımlı olduğunu gösterir...

    Belediye kahvesi yapılmadan önce burada metruk bir bina, daha doğrusu ören vardı. Orası eskiden beri köy tüzel kişiliğine aitmiş ve eskiden Karakol binası olarak kullanılıyormuş. Bir çok kişiden bu karakolla ilgili iyi kötü anılarını dinledim. Belediye kahvesi niyetiyle yapılan asfalt üzerindeki yeni binaya taşınınca, eski karakolun yerine yeni belediye kahvesi yapılması da ayrıca ilginçtir... Neyse, bu örenin en arkasında, kocaman dallarında oyunlar oynadığımız cüsseli bir dut ağacı vardı, benim hatırladığım bu kadar...

    1969 İmar Planı albümünde 17. sırada bulunan fotoğrafa bakıp bunları düşündüm. Bu küçük karede bulunan objelerin hiç biri şimdi bulunmuyor. Her birinin yerinde yeni birşeyler var. Yarım asırda bu kadar değişiklik... çok hızlı...


15 Eylül 2025

İki Fotoğrafın Hikayesi

 
    1969 İmar Planı albümündeki fotoğrafların her biri konuşulmayı, analiz edilmeyi hak ediyor. Bunlardan ikisi yeni biçimlenmeye başlayan Galipbey caddesinden bir dakika arayla çekilmiş olanlardır.


    Caddenin güney yanında, Eyüp Çetin'in ev hizasından çekilmiş ilk fotoğraf. Tahminen şimdi fırın bulunan binanın olduğu yerler... Üç fotoğraf karesi birleştirilerek bir görüntü elde edilmiş. Zira dediğim yere sabitlenmiş bir makineyle böyle geniş bir açıyı yakalamak o günün teknolojisiyle mümkün değil. 

    Birinci karenin merkezinde PTT binası olmak üzere iki yanında Belediye binası ile Göçmen Süleyman Sancak'ın evin küçük bir kısmı görülüyor. Belediye binasının kalan kısmı ikinci karede ve Gıvık Şükrü Aydın evi ile yeni Karakol binası son karede yer alıyor. Bu üç kare, makine sabitlendiği yerde yaklaşık onar derecelik açıyla batıya doğru çevirmek suretiyle çekilmiş. Üç ayrı karenin birleştirme noktalarındaki isabet oranı şaşırtıcı derecede yüksek. Sadece Belediye ve PTT önündeki duvar kenarına uzatılan telgraf direklerinde hafif bir sapma dışında objeler başarıyla birleştirilmiş. Baktığında, insana tek fotoğrafmış izlenimi veriyor.

    Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, bütün yüzlerin Belediye'ye dönük olduğu dikkat çekiyor. Orada Başkan Mustafa Erdem ile meşhur Mühendis olduğunu düşündüğümüz şık görünümlü bir zat bulunuyor. Çocukların ve büyüklerin ilgisi onlara mı, yoksa Belediye önüne park etmiş otomobile mi olduğu tartışılır. O arabayı bir kaç karede daha göreceğiz. Mühendislik firmasına ait olduğu besbelli....

    Sıvasız Göçmen Süleyman'ın evin hemen alt tarafında bulunan PTT ve Belediye binaları hemen hemen aynı tarihte yapılmış gibi görünüyor.  Yalnız PTT duvarlarının henüz küpeştesi atılmamış ve Belediye bahçe duvarlarının alt tarafı biraz kırılmış olduğu gözönüne alınırsa PTT'nin daha yeni olduğu da düşünülebilir. Ayrıca önündeki sarmaşığın çatıya tırmandığını da hesaba katarsak Belediye'nin daha eski olduğu fikri pekişir.

    Belediyenin aşağı ucunda eğri uzun bir sırık dikili olduğu dikkatli bakınca görülüyor. Önce onu bayrak direği olarak düşünmüştüm, tepede makara filan var çünkü. Sonra binanın hemen önünde çok düzgün demir direğin asıl bayrak direği olduğunu fark edince, o eğri sırığın sokak lambası olduğunu anladım. İlk defa Çakır Osman Erdem döneminde köyün belli noktalarına bu direklerden dikilerek geceleri lüks lambasıyla aydınlatıldığını söylüyorlar. Acaba Belediye binasıyla bu direğin yaşı aynı olabilir mi? Yaklaşık dört yıl sonra, Anıtkaya'ya elektrik gelmesiyle bu direkler tamamen tarih olacak...

    Fotoğraftaki insanlara gelince... Belediye önündekilere dikkatle bakan meraklı çocukları söylemiştik. Aynı merkeze doğru bir kaç büyük köylünün de yürüdüğü görülüyor. Yalnız daha aşağıdan, sol köşeden dönüp gelmekte olan okul alayı önemli. Belli ki İlkokulun öğle paydosu vakti gelmiş. Arkadaki yedi sekiz kişilik grubun öğretmenler olduğunu tahmin ediyorum. Daha gerilerde ikişer üçer kişilik öğrenci siluetleri de var. Coşkuyla evlerine dağılan asıl öğrencilerin Han'ın arası ve pazaryerinden yukarı doğru, çeşme arasından da Mezerböğrü'ne doğru çoktan uzaklaştıklarını tahmin etmek güç değil. Yalnız bir çocuğun elinden tutmuş yukarı çıkmakta olan şık beyefendiye dikkatinizi çekerim.



    Çocuğun elinden tutmuş yukarı doğru adımlayan şık beyefendinin öğretmen olduğunu düşünüyorum. İkinci fotoğrafta oldukça yol alıp Göçmen Süleyman'ın ev hizasını geçmiş görünüyor ve ilginç bir şekilde baba oğul fotoğrafçıya bakıyorlar. Onların aldığı yolu düşünerek ikinci fotoğrafın daha yukarıdan ve geriden çekildiğini düşünüyorum. O zaman var mıydı bilmiyorum, belki Tuna'nın ev denginden filan...

    İkinci görüntümüz de yine üç fotoğrafın birleştirilmesinden oluşmuş. Açı değiştiği için olsa gerek, ilk fotoğraf parçasında bu sefer Göçmen Süleyman'ın ev ile PTT'nin tamamı ve Belediye'nin yarısı; ikinci parçada Belediye'nin diğer yarısı ile Gıvık Şükrü'nün evin tamamı ve Keliban'ın evin yarısı; son parçada da Keliban'ın evin diğer yarısı, Karakol, Atatürk büstünün bulunduğu anıt köşesi ve Kooperatif binasının duvarları bulunuyor. Görüldüğü üzere açı çok genişlemiş. Şimdinin imkanlarıyla bile aynı noktadan bu açıyı yakalamak mümkün mü bilemiyorum...

    Bu kadar geniş açılı bir manzarada ister istemez obje zenginliği göze çarpıyor. Belediye önünde bir dakika önceki manzara değişmemiş, meraklı çocuklar hala oradalar, çünkü otomobil ve yolcuları hala orada, daha hareket etmemişler... 

    Yalnız tam karşılarındaki Kooperatif önüne bir traktör römorkuyla yanaşmış görülüyor. Römorkta bir kişi bir şeyler indiriyor besbelli. Hemen arkasında biri askılı pantolon ve başına büyük gelen şapkasıyla iki çocuk, elleri ceplerinde bütün bu manzarayı uzaktan seyrediyorlar. Yolun daha  ortasında kooperatife doğru yürümekte olan kişi ise yetişkin birine benziyor. Kendinden emin bir şekilde adım atarken her şeyin farkındaymış gibi, dönüp makineye bakarken yakalanmış.

    Ve öğretmen kalabalığına bir dakika içinde yenileri eklenmiş. Asıl dikkat çekici olan ise yeni fotoğrafta görülen Göçmen Süleyman'ın gocagapı... Bir kanadı aralanmış bu kapının hemen önünde bir kadın görülüyor, sanki kucağında bebek var... Kucağındakini ve kendisine bakmakta olan önlüklü kız öğrencinin kim olduğunu bilemeyiz, ama bu kadın Göçmen Süleyman'ın hanımı Emine Sancak olmalıdır...


25 Ağustos 2025

1969 İmar Planı Albümü

     
    Yine bir hazine bulduk. Daha doğrusu, bir hazine daha bizi buldu. Hasan Kaya koleksiyonunu hazırladığımız sıralarda Cevdet Erdem, babasından kalan bir albümde köyün eski fotoğrafları bulunduğundan söz etmişti. Kardeşi Halil İbrahim ile birlikte onu bugüne kadar saklamışlar. Ha bugün ha yarın derken beş altı ay kadar sarktı ve nihayet geçtiğimiz akşam elimize geçti. Alaca karanlıkta şöyle bir göz gezdirdik, insanı çıldırtacak kadar değerli şeylerdi...

    Delimısdık (Mustafa Erdem) dönemine ait olan albümün kapağında "ANITKAYA İMAR PLANI FOTOĞRAF ALBÜMÜ Hazırlayan Y. Mimar Celalettin Uzer" yazıyor. Bildiğiniz fotoğraf albümü mavi renk ciltlendirilmiş. Eskilerin 'öküz dili' dediği biçimde, yaklaşık 15X40 cm ebatta, ama uzunlamasına açılan bir albüm... Fotoğraflar köşelerinden kesiklere yerleştirme yöntemiyle değil yapıştırılarak sabitlenmiş. Böylece siyah renkli 13 yaprağın her iki sayfası da kullanılabilecekken arka yüzleri boş bırakılmış. 

    Çok düzenli bir albüm olduğunu söylemeliyim, bunu hazırlatan mühendisin işini ciddiye aldığı anlaşılıyor. Açık kaynaklarda Celalettin Uzer hakkında şunlar yazıyor:

    " Mustafa Kemal Atatürk'ün yakın arkadaşı Tahsin Uzer'in oğludur. Tahsilini Fevziye ve Kabataş liselerinde yaptıktan sonra liseden pekiyi derece ile mezun oldu. 1940 yılında İngiltere'de Liverpool Üniversitesi'nin Mimarlık Fakültesi'ni birincilikle bitirdi ve diplomasını Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill'in elinden aldı. Daha sonra bu üniversitede Profesör Arthur Denis Winston'un asistanlığını yaparken bir taraftan da Şehircilik alanında ihtisas yaptı. Liverpool Belediyesi ile İngiltere'deki çeşitli inşaat firmalarında görev yaptı. 1959 yılında Japonya'ya giderek Tokyo'da Waseda Üniversitesi'nin İnşaat Fakültesi'nde Deprem mühendisliği alanında ihtisas yaptı. Bu üniversiteden de 1960 yılında diploma aldı.
    1943-1958 yılları arasında Bayındırlık Bakanlığı'nda sırasıyla Şehircilik Fen Heyeti Müdür Yardımcısı ve Müdürlüğü görevlerini yürüttü. 1943-1946 yılları arasında askerlik hizmetini Teğmen rütbesinde Gelibolu'da 2. Kolordu Baş Mühendisi ve Mimarı olarak yaptı.
    1958 yılından İmar ve İskân Bakanlığı'nın kurulması üzerine, bakanlığın kurulan ilk dairesi olan Planlama ve İmar Genel Müdürlüğü Şehircilik Dairesi Başkanlığına atandı. Bu görevinden sonra Mesken Genel Müdürlüğü'ne atandı.
    İngiltere, İsrail ve Japonya Mimar ve Mühendisler cemiyetlerinin üyesiydi. 1961 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Eskişehir Milletvekili seçildi. TBMM İmar Komisyonu Başkanlığı, İmar İskân Bakanlığı ve Avrupa Konseyi üyeliği görevlerini yürüttü. Türkiye'deki birçok şehirlerin planlarını bizzat çizerken görevi gereği bütün Türkiye'yi gezerek tetkik etti ve birçok şehircilik yarışmalarında yüksek dereceler aldı ve birçoklarının da jürilerinde üye olarak bulundu.
    1965 yılında siyasetten çekildi. Ölene kadar mesleğini icra etti, danışmanlık yaptı. Birçok gencin yetişmesine vesile oldu ve ayrıca birçok gazete ve dergide köşe yazarlığı yaptı. 13 Eylül 1997 tarihinde öldü."

    Böyle kariyer sahibi bir Yüksek Mühendisin hazırladığı şey elbette her türlü övgüyü hak eder. Lakin bizim için önemli olan albümdeki biçim mükemmelliği değil, içerik zenginliğidir. Bugüne kadar hep şikayet ediyorduk, köyün önemli noktalarından çekilmiş eski fotoğraflar neden yok diye... İşte bu albümde arayıp da bulamadığımız o fotoğraflar var. 

    Toplam 70 fotoğraf çekilmiş, fakat albümde 50 civarında fotoğraf yer alıyor. Bunun sebebi şu; bir çok fotoğraf birleştirilerek panoramik bir tek görüntü elde edildiği fotoğraflar var. Bunu büyük bir tripodun sabitlendiği bir noktadan farklı açılardan çekilmiş seri fotoğraflarla sağlamış olmalılar. Profesyonel mimar için bu sıradan bir teknik olsa gerektir. Bu sayede şimdi bile ancak video çekimiyle elde edilebilecek eşsiz manzaralar ortaya çıkarılmış. Hazine nitelemesini boşuna yapmıyoruz yani...

    Fotoğraflar hakkında bir diğer husus da inanılmaz derecede kaliteli netliğin yakalanmış olmasıdır. Büyük bir fotoğrafın köşesinde yer alan bir dükkanın tabelası okunabilecek kadar yüksek kaliteli bir netlikten söz ediyorum... Elbette bunu elde etmeye yönelik teknik imkanları varmıştır çekenlerin. Bunu sağlamaya yönelik yön-yer seçimine dikkat edildiğini de belirtmek lazım. Ayrıca her çekimde güneşi arkalarına almaya özen göstermişler, en azından güneşe karşı çekim yok. Böylece her fotoğraf çok kaliteli çekilip basılmış.

    İpuçlarından yola çıkarak fotoğrafların 1969 baharında çekildiği kanaatine vardım. Buradan Anıtkaya İmar planının bu tarihte hazırlandığı sonucunu çıkarabiliriz. Plan hazırlık aşamasında çekilen fotoğraflar da albüm haline getirilerek Belediyeye bırakılmış. Belki bu her yerde geçerli, olması gereken resmi bir uygulamadır. İlginç ve sevindirici olan tarafı ise albümün Delimısdık'ta bulunmasıdır. Eğer Belediyeye bırakılmış olsaydı, oradaki bir çok şey gibi albüm de kaybolabilirdi. Rahmetli ve çocukları ilk günkü gibi korumuşlar ve bugüne sapasağlam ulaşmasını sağlamışlar.

    Halil İbrahim ve Cevdet Erdem'e, albümü bizimle paylaştıkları için teşekkür ederiz. Bu kadar kaliteli ve önemli fotoğraflara yakışır şekilde yüksek çözünürlüklü dijitalleştirme çalışmalarına başladık. 



19 Haziran 2025

Köy Sancağına Ne Oldu?


    Her türlü salıncağa sancak derlerdi, tavana  pardıya asılıp beşik vazifesi gören salıncak da dahil... Lakin kelimenin bu en yaygın anlamıyla işimiz yok... Herkesin bildiği bayrak anlamıyla da kullanılıyor Anıtkaya'da, fakat sancak ile bayrağın farkı da malum... Askeri birliği temsil eden sırmalı, püsküllü, şeritli özel bayraklara sancak deniliyor. Bayrak ise biçimi ve boyutları anayasaya girmiş ulusal bir sembol... Konumuz bu anlamdaki sancak da değil...

    Bazı büyük idari merkezlere de sancak deniliyordu. Şehzadelerin sancağa çıkması buradan geliyor, Manisa, Amasya, Trabzon gibi sancaklara stajyer gibi atanıyorlarmış. Tabi Eğret köy sancağının, kelimenin bu anlamıyla da alakası yok...

    Eskiden yerleşim olarak önemli görülen merkezlerde bir sancak bulundurulurmuş. Milli, manevi, dini otoriteyi temsil eden bu sancağa genellikle 'cihad sancağı' deniliyor. Kırmızı atlas kumaş üzerine Besmele, Saff Suresi 13. Ayet, Kelime-i Tevhid ve ortaya ayyıldız işlenirmiş. Üç tarafı sırmalı saçaklı bu büyük ve ağır sancak, sağlam bir direğe bağlı olarak her an taşınmaya hazır tutuluyor.

    Sair zamanlarda tekke, zaviye veya camide muhafaza edilen sancak, manevi değeriyle orantılı büyük saygı görüyor. Tabi her zaman ortalıkta görülmüyor, Halifenin cihat, padişahın seferberlik ilanı gibi önemli duyurular sancağı açarak yapılıyormuş. Tarihte bazı ayaklanmalar da sancak açılarak başlatılmış, böyle olumsuz hatıralar da var onunla ilgili....

    Bilindiği gibi ilk zamanlardan beri Eğret önemli bir yerleşim merkeziymiş. Kervansaray, Cumacamisi ve Hacı İbrahim Zaviyesi bunun böyle olduğunu gösteriyor. Haliyle burada da bir sancak bulundurulması doğaldır. Eğret köy sancağının Tekke ve Cumacamisi'nden hangisinde muhafaza edildiğini bilmiyoruz, ancak 1910 gibi Gocacami yapıldıktan sonra oraya getirilmiş. Hemen sonraki seferberlikler hep onun gölgesinde duyurulmuş. İşgal döneminde nerede nasıl korunduğuna dair de bilgi yok... Kurtuluştan sonra yine Gocacami'deki yerine konulmuş, bundan sonra 2023 yılına kadar tam bir asır orada ikamet edecek...

    Seyman geleneğinin Eğret'teki geçmişi tam olarak kestirilemiyor, ama en azından 19. yüzyıla uzandığı kesin. Tabi köy sancağının bu kültürün ayrılmaz bir unsuru olduğunu belirtmeliyiz. Seymanlar düğünlerde düzeni sağlayan ve eğlenceyi organize eden güveyinin arkadaşlarına deniliyor. Fakat seyman topluluğunun yıldızı, baş seyman denilen kişidir ve onun alameti düğün boyunca köy sancağını taşımasıdır. Bu yüzden herkes baş seyman olamaz, çünkü Gocacami'deki sancağı taşımak üzere kiralamak ihaleye bağlanmış. Maddi açıdan belli bir gücün olacak ki seyman durabilesin...

    Sadece ekonomik güç yetmiyor sancağı alabilmek için. Kütüklüğü, direği ve kumaşıyla çok ağır; onu taşıyabilmek, hatta gerektiğinde sallayabilmek için bilek ve pazu gücü de lazım. Bu yüzden hep iri yarı, cüsseli, gabadayı yapılılar seyman dururmuş... Böylece Eğret köy sancağı 1970'lere kadar düğünleri şenlendirmiş, hatta gerektiğinde seymanın göğsünde başka köylere de gitmiş gelin almak için...

    Düğünlerdeki vazifesi bundan yarım asır önce tamamlanmış, zira seyman geleneğinin bitmesiyle sancak da ayağını düğünlerden çekmiş. Bununla beraber Eğretlinin hayatında bir çeyrek asır daha varlığını sürdürecektir. Hacı uğurlama ve karşılamada...

    İstanbul yolu tam da Kervansaray'ın önünden geçermiş, sonra eski susayola, daha sonra da şimdiki hattına alındı. Hacılar kervana katılıp yola revan olmak için Han'a kadar inmek durumundaydı. Uğurlama alayı Hacı İbrahim Zaviyesi'nden başlayarak o zamanki selyolağı kenarından Han'a kadar hacılara tekbirlerle eşlik ediyordu. Tabi alayın en önünde her zaman köy sancağı bulunurdu... Bu gelenek Gocacami yapıldıktan sonra da aynı şekilde sürdürüldü. Hacılar Tekke'den Han'a, daha sonraları asvalta kadar uğurlanır; bir kaç ay sonra geldiklerinde yine orada karşılanırlar ve tekbirlerle yukarı çıkarılırlardı. Bu uğurlama ve karşılama adetinin olmazsa olmaz iki unsuru, tekbir ve sancak... Sonradan Galipbey Caddesi adını alacak olan bu koca bayırda, yılda iki kez tekbirler gürledi, sancak salındı... 

    Yıllar geçti, karayoluyla hac seçeneği ortadan kalktı, yolculuklar kolaylaşıp hac süreleri kısaldı. Kısıtlamalar, kuralar, umre imkanları derken hac sıradanlaştı... Bu arada hacı uğurlama ve karşılama geleneği de sessiz sedasız hayatımızdan çıktı. Böyle olunca köy sancağı da unutuldu...

    Oysa 1990'lı yıllarda da sürdürülüyormuş, hatta 2000'lerin başlarında hacı uğurlandığını söyleyenler var. Karşılama yapılmamış, ama uğurlama devam ettirilmiş... Sancağı sorduğumda anlatmışlardı, hassas bir dönemden geçerken yanlış anlamalara meydan vermemek için uğurlama merasiminde sancağın yanında bir de Türk bayrağı açmışlar. Bu da güzel adet aslında, çünkü her ikisi de ayyıldızdan oluşuyor ve birbirlerine rakip ve düşman değiller. Sancak da bizim, bayrak da, hatta isim olarak birbirinin yerine geçtikleri bile olur, o kadar bütünleşmişler...

    Gelvelakin çağın şartları gereği hacı uğurlama geleneğine veda edince sancak da Eğretlinin hayatından tamamen çekilmiş, Gocacami'de dayandığı yerden bir daha alınmamış. Adeta orada unutulmuş... 

    Bir çok manevi değerimizin sessizce yok olduğunu görüyor ve "Keşke zamanında bir fotoğrafını almış olsaydık" diye hayıflanıyoruz. Bu yüzden geçenlerde sancağı görüntülemek istedim, ama yine geç kalmışız. Zira köy sancağımız iki yıldır ortalıkta yokmuş. Kim aldı, niye aldı, nereye götürdü, bilinmiyor...

    Allah Allah! Kocaman sancak nereye gider... Askeri birliklerde sancağı çaldırmak büyük ayıp olduğunu herkes bilir...  Acaba köy sancağını çaldırdık mı!?...



21 Mart 2025

Emetilerin Dikhasan Koleksiyonu


    Emetilerin rahmetli Hasan Kaya, namıdiğer Dikhasan insanlarla iletişim kurmada başarılı değildi. Herkesle konuşmaz, ancak kanı ısındığı kimselere açılır, onlarla da gırtlaktan gelen boğuk bir sesle konuşur ve sözünü kesik kesik söylerdi. İnatçı yapısından dolayı böyle lakaplandığını söylüyorlar.

    Rahmetlinin fotoğraf merakı olduğu Eğretlilerin malumudur. Hemen herkesin fotoğrafı onda bulunduğu, lazım olanların büyüklerinin fotoğrafını kendisinden temin ettiklerini, çoğalttıktan sonra geri vermeleri şartıyla her isteyenin işini gördüğünü anlatıyorlar. 

    Bu fotoğrafları nasıl biriktirdiğine dair çeşitli rivayetler bulunuyor. Belediye'den, Kooperatif'ten vesikalıkları topladığı akla yatkın duruyor. Şu an Muhtarlıkta bulunan nikah kütüğü 1985'ten başlıyor, öncesi yok. Önceki defterlerin imha edilmesi söz konusu olunca, en azından fotoğraflarını almayı akıl ettiği senaryosu da geçerli olabilir. Fakat bir çoğunu da kişilerin kendisinden bizzat istediğini söylüyorlar. Eksik olan fotoğrafları, sağ ise kendisinden değilse yakınlarından bizzat istermiş. Böyle böyle koca bir koleksiyonu olmuş.

    Hasan Emmi 2008 yılında vefat ettikten sonra bu geniş fotoğraf koleksiyonunun akıbeti bir müddet merak edildikten sonra unutuluyor. Bacıdede Seydi Değer'in ölüm defteri peşine düştüğüm vakit onu da hatırlatanlar oldu. Belge olarak fotoğraflar pek ilgimi çekmediği için oralı olmadım. Sonra Tıraka'nın Karar Defterini fotoğraflayıp kayıt altına aldığımız sırada bu koleksiyon yine hatırlatıldı. Bir yandan da 2008'den sonra bu koleksiyonun dağıldığına yönelik söylentiler kulağıma çalıyordu. Yani rahmetlinin biriktirdiği koleksiyonun bugüne geldiği bile şüpheliydi.

    Evin en küçük çocuğu Bilal'e telefonda ulaştığımda vaziyet bu idi... Koleksiyonun eksiksiz olarak kendisinde olduğunu söyledi, böylece her şey olumlu olarak netleşmişti. Üstelik onları fotoğraflamamıza müsade edeceğini söylüyordu. Bu sevindirici gelişmenin üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen bir türlü fırsat bulup da koleksiyonu kaydedemedik.

    Turabilerin Ahmet Külte bu durumdan haberdar olunca 'Süreci hızlandırırım ben' demişti, bu kadar çabuk hızlanacağını bilemedim. On gün sonra fotoğrafların elinde olduğunu söylemek için aradı. Ertesi gün de zaten hemen işe giriştik, 18 Mart'tan beri üzerinde çalışıyoruz, inşallah bayrama Dikhasan Koleksiyonuna bütün Anıtkayalılar ulaşabiliyor olacak.

    Kabaca koleksiyon hakkında bilgi vereyim. Üç bölümden oluşuyor. Biri büyük diğeri küçük iki albüm ve bir poşet; evet, bir poşet içine gelişigüzel doldurulmuş vesikalık fotoğraflar... Bazılarının ardında kimlik bilgileri yazılı bu fotoğrafların sayısı beşyüzün üzerinde, bine yakın...Onları düzenleyip yeniden fotoğraflamak iki günümü aldı. Çünkü bunlar ihtimal nikah kütüğünden alınmış evlilik fotoğrafları, bu yüzden gelin ve damat yan yana yapıştırılmışlar. Defterde öyleymiş ama çıkarıldıklarında dağılmışlar. Bazıları tekrar yapıştırma veya zımba, iğne yoluyla bir araya getirilmişler. Tabi bunlar azınlıkta... Ayrıca tekli olsun, eşleştirilmiş olsun fotoğrafların çoğunda isim yok. Olanların bir kısmının adı veya soyadı yanlış. Farkettiklerimizi düzelttik. Diğerlerinin altına isimleri yazarak fotoğraflamak oldukça zahmetli ve sıkıcıydı, bu yüzden uzun sürdü.

    Albümlere gelince... Küçük olanda vesikalık fotoğraflar bulunuyor ve yarım kalmış izlenimi veriyor. Belli bir düzende sıraya dizilerek yapıştırılan fotoğrafların altına kişinin adı da yazılmış. Sanki poşetteki fotoğrafları bu albüme yerleştirecekmiş de Hasan Ağa'nın ömrü vefa etmemiş... Gerçi öyle bir projesi vardıysa bile üçüncü hatta dördüncü bir albüm gerekirdi...

    Büyük albümde hem büyük ve toplu hatıra fotoğrafları hem de vesikalıklar karışık vaziyette bulunuyor. Rahmetli albüm sayfasının ön yüzüne belli aralıklarla büyük fotoğrafları köşelerinden yerleştirmek için malum kesikler atmış. Onları yerleştirdikten sonra boş kalan yerleri küçük vesikalıkları zamk yahut kaba bantla yapıştırarak doldurmuş. Bu albümün sayfalarında hiç boşluk yok denilse abartı olmaz. Ön yüzüne kesikler atılan sayfanın arka yüzündeki fotoğrafların tamamı yapıştırılmış, orada da boşluk yok...

    Burada albümleri nasıl imal ettiğinden de bahsetmeliyiz. Rahmetli Dikhasan bilindiği üzere gariban bir adamdı. O günün şartlarında ortalama bir aile için bile lüks sayılacak hazır albümlerden onun bir kaç tane temin etmesi mümkün mü? Kendi albümümü kendim yapayım diye düşünmüş. Yıl sonlarında boşa çıkan duvar takvimlerinin büyük kartonlarını kesip biçip ciltlemiş. Ciltleme işini de bulabildiği kaba saba bantlarla yapmış. Kartonların bir yüzü beyaz veya gri, diğer yüzü üzerine poster, aylık takvim basılı halde... Birinde 9 diğerinde 7 kartonu albüm yaprağı haline getirmiş... Hani büyük albüm sayfalarında hiç boşluk bırakmamış dediydim ya, nefeslensinler bari diye acındığı için konulan minik boşluklardan takvimin hangi kuruluşça bastırıldığını anlayabilirsiniz.

    Büyük albümde sıkılaştırma o kadar abartılmış ki, bazı büyük fotoğrafların zararsız köşelerine bile küçük vesikalıklar iliştirilmiş. Bir büyük fotoğrafın altında unutulmuş ondan daha küçük bir fotoğraf bile buldum. Çavuş Mehmet Tüblek'e ait bu fotoğrafı sosyal medyadan paylaşmıştım.

    Üst üste binmiş, yapıştırılmış, üzerinde kocaman bant bulunan, bir köşesi yırtılmış veya benzer sebeplerle zedelenme tehlikesi bulunan fotoğrafları birbirinden  ayırmak çok zordu. Oysa sayfayı bütün olarak veremezdik, tek tek ayıklanmaları gerekirdi. Bunu da sağolsun Mustafa Ayas yapıyor. Sayfanın birini saydım 65 fotoğraf vardı, her birinin kesilip kırpılması, biçimlendirilmesi, varsa bir arızası yapay zeka yoluyla temizlenmesi uzun sürüyor...

    Eskilerden Allah razı olsun, kıt imkanlarıyla bir şeyler yapmaya çalışmışlar. Hayattayken sağdan soldan gelen 'N'etcen? Heç mi işin yok? Ne faydası va?' gibi eleştirilere kulaklarını tıkamış, merakları ve ilgilerinin peşinden gitmişler. O gün için faydasız bir meşgale gibi görünen bu işlerin ürünü, inşallah dualarımız sayesinde bugün salih amel hükmüne geçer. 

    Bir teşekkürü de sonradan gelenler hak ediyor. Hasan Kaya'nın çocukları, babalarından kalan bu güzide mirası korumuşlar, sağda solda heder olmasına izin vermemişler. Fotoğraflama teklifimize önce çekinceli yaklaştı Bilal. Anlayışla karşılanması gereken bir tavırdı, koruma düşüncesiyle böyle davranıyordu. Fakat ne kadar korursan koru, zamanla fotoğrafların bozulmasına engel olamazsın. Nemlenir, ıslanır, yırtılır, yanar; başına her şey gelebilir. Dijitalleştirmek bir bakıma onları yedeklemek gibi olacaktı. Bunu izah edince ancak razı oldu.

    Neticede şimdi bu durumdayız. Serbest erişim sağlanınca koleksiyona her baktığınızda Dikhasan Emmi'ye  Fatihalarınızı gönderirsiniz artık...



31 Aralık 2024

Eğret'te Giyinme Alışkanlıkları


    Tarihte Eğretlilerin giyinme alışkanlıklarına dair elde bir veri bulunmuyor. Sadece bir kaç mahkeme kaydında terekeye yansıyan şeyler var. Miras olarak kalan şeyler arasında bazı giysilere rastlanıyor. Taşınır taşınmaz, canlı cansız mal mülk sayılıp dökülmüş; arada bazı maddeler bildiğin elbise... Demek ki miras bırakılacak kadar değerliymişler...

    Mirasla alakası yok, emanet bırakılan elbiselerle ilgili kayıt eldeki en eski belge kabul edilebilir, 17. yüzyıla ait... Muharrem oğlu Satılmış bazı esvapları bir sepete doldurup Afyon'un yolunu tutuyor. Orada Firenkoğlu Sergiz adlı bir ecnebiye emaneten bırakıyor. Başka bazı ecnebiler bunu görüp gece yarısı sepeti çalıyor ve gidip gömüyorlar. Hırsızlıkları meydana çıkınca da çaldıklarını gömdükleri yerden almaya gidince bir de bakıyorlar ki sepet açılmış ve elbiselerin bir kısmı yerinde değil. Kalanları teslim edip çalınanların değerini borçlanarak dava etmemesi için anlaşıyorlar. Sonra olay yine Kadıya intikal ediyor, ama burada önemli olan 1650'lerde bir Eğretli için elbiselerin ne kadar değerli olduğudur. Gerçi onların cinsi ve biçimi hakkında hiç bir bilgi verilmemiş 'esvap' deyip geçilmiş, ama eşkıyadan korumak için emin birilerine emanet bırakılacak kadar kıymetli olması önemlidir.

    Eldeki bir kaç terekeden de eski dönemde elbiselerin ne kadar kıymetli olduğu sonucu çıkarılabilir. Terekeler ile yukarıdaki emanet esvaplar arasında iki asır var, lakin o dönemlerde giyinme alışkanlıkları değişmediği için bu mesafenin önemi yok. 17. Yüzyılda esvaba yüklenen önem ne ise 19. yüzyılda da aynıydı. Asıl değişim 20. yüzyılda oldu, o konuya geleceğiz.

    1839 Yılında Hacıların (Davılcıarifler, Kelahmetler, Yetimler) Ayşe ninesi vefat ediyor. Ondan kalan mal mülk ne varsa listelenmiş, arada sayılan bir kaç parça giysi dikkat çekiyor. Birisi yeni entari ki 100 kuruş değer biçilmiş. Kışlık ve yazlık iki eski entari ise onun yarısı kıymetinde, ikisi birden yüz kuruş... Kullanılmış diz bezi 15 kuruş, yine giyilmiş üç adet gömlek ise 30 kuruş değerindeymiş... Tanzimat başlangıcında Eğret'te kadın giyeceklerini göstermesi açısından bu tereke önemlidir. Entari malumdur, sonradan fistan denilen, etekleri dizlerin altına neredeyse ayak bileklerine kadar uzanan kollu kadın giysisidir. Yazlık ve kışlık çeşitleri olduğu da böylece anlaşılıyor. Diz bezini anlayamadım, belki öncek dediğimiz şeydir. Fakat gömlekten kastedilenin, içlik anlamında göynek olma ihtimali çok yüksek...

    İkinci terekemiz 1841 yılına ait, Selimlerin dedesi olan Selimoğlu Ali'nin vefatı üzerine düzenlenmiş. Yine bütün mal mülkün arasına gizlenmiş bir kaç parça esvap var, ama bu kez doğal olarak erkek giysisidir. Bununla beraber isimleri söylendiğinde kadın giysisiyle aynı anıldıklarını anlayacaksınız: Entari, gömlek ve don... Demek ki erkekler de entari giyiyorlardı. Gömlekten yine göynek kastedildiği malum, yeni olarak don var. Eğret'te kadın erkek, büyük küçük herkesin giydiği şalvar türü giysiye don denildiğini biliyoruz. Hatta sonradan erkeklerde pantolona dönüşene de genel olarak don derlerdi. 'Donunun ağını toplamak' şeklindeki deyim hala kullanımdadır. Buradaki dondan Selimoğlu Ali'nin ayağındaki giysi anlaşılmalıdır; ayrıca içe giyilene özellikle 'içdonu' derlerdi. Yalnız Selimoğlu Ali'nin bu giysilerin değeri düşük gösterilmiş, üçü toplam 10 kuruş...

    Emirhanoğlu Halil'in oğlu yok. 1848 Yılında vefat ettiğinde her şeyi kızlarına kalıyor. Terekesinde dikkat çeken şey, bir tane yeni Trablus kuşağıdır. Yüz kuruş gibi oldukça yüksek değer biçilen bu kuşak Afrika veya Şam Trablus'unda dokunduğu için böyle adlandırılmış olmalıdır. Burada önemli olan erkek giysisi olarak bele sarılan kuşağa yer verilmesidir. Değerli olsun, sıradan olsun geçtiğimiz yüzyıl sonlarına kadar bazıları kuşak kuşanma alışkanlığını sürdürdü...

    Son olarak Gocamat Ahmet Tektaş'ın büyük dedesinin terekesine bakalım. 1849 Yılında vefat ediyor ve bıraktıklarının listesinde bir madde dikkat çekici, eski bir maşlah... Genellikle Arap kadınlarının gündüz giyeceği biçiminde tanımlanan maşlah o vakitler nadir de olsa Anadolu kadınları tarafından da kullanılırmış. Ancak Eğretli kadınların üzerlerine böyle bir üst giysisi aldıklarına dair başka bir kayıt yok. 15 Kuruş değer biçilmiş olan bu maşlah, akıllara 'örtme'nin ilk hali olabileceğini getiriyor...

    Saydığımız örnekler Eğret halkının giyim kuşamıyla ilgili belgelere yansımış bazı hususlardı. 19. Asrın ortalarındaki bu yazılı kaynaklar ile 1920'li yılların fotoğrafları arasındaki yaklaşık yetmiş yılın yine cahiliyiz. Bununla beraber arada önemli bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Sözü edilen fotoğraflar işgalci Yunanlar tarafından çekilmiş. Eğret'te çekildiğinden emin olduklarımızın içinden Eğret halkının kıyafetlerini gösteren bazı tipleri ayıkladık. Böylece kadın erkek, genç ihtiyar, kız ve oğlan çocuğu olmak üzere belirgin olanların kıyafetlerini örnek olarak inceleyeceğiz. Bunlar Eğret'e dair yazılı belgelerden daha objektif, ayrıntılı ve çeşitlidir.

    En küçük çocuk fotoğrafları zorla aşıya getirilmiş üç dört yaşındakilere ait. Ne olduğundan ve olacağından habersiz bu çocuklar oldukları yere oturmuş oyun oynuyorlar. Ayakta olmadıklarından kıyafetleri çok belirgin değil. Ortak özellikleri başlarında örme bir takke/başlık, üzerlerinde uzun bir entari bulunması ve yalınayak olmalarıdır. 

    Onlardan biraz daha büyük 5-6 yaşındakileri gösteren bir başka fotoğrafta çocuklar ayakta duruyor ve zorlama yok gibi... Bu çocuklar da yalınayak ve entarili. Öncekilerden farklı olarak ikisi başıgabak ve hepsinin entarisi içinde göynek ve üzerinde hırka/ceket/yelek/gömlek karışımı bir şey daha var. Bunlardan yola çıkarak bir asır önceki çocuk kıyafetini değerlendirecek olursak merkeze entari/enteri çıkar. Bu giysi, özellikle erkek çocuklarda yetmişli yıllara kadar varlığını sürdürdü. Ondan sonra da tamamen tarih oldu. Mahmut Omak'ın dediği gibi 'Biz enteri giyen son kuşağız.'

    Zorunlu aşı uygulamasına zorla getirilen kız çocukları var, 7-8 yaşlarında gibi görünüyorlar. O yaştakileri işgal döneminde pek dışarı çıkarmazlarmış, bu yüzden başka fotoğraflarda görülmesi çok zor. Mecburen sağlık taraması diye Gocacami yanına yığıp fotoğraflamışlar, oradan gözlemlediğimiz kadarıyla kıyafetlerine bakalım.

    Kesinlikle başları kapalı, ayakları açıkta... Erkek çocukların yalınayak dolaşması gibi kız çocuklarının da çoğunun ayakları çıplak. Bazıları yazmasının ucuyla yüzünü de örtmeye çalışıyor. Yalnız büyüklerinin gözetiminde de olsa kollarını sığamış olmalarından rahatsızlıkları çok belli... Hepsi şalvarlı ve öncekli. Üzerlerinde etekleri şalvarın içinde olan enteri veya fistan var. Birinin beline şal/kuşak sarılı...

    Aynı aşı uygulamasında 7-8 yaşlarında erkek çocuklar da bulunuyor. Küçük çocuklar gibi örme takkeyi veya eski kalıpsız keçe/fesi başına koyanlar da var, başıgabak bulunanlar da... Fakat tavırları, edaları, bakışları çocuk gibi değil de büyük adamlar gibi; esasında giyinişleri de öyle... Ayaklarda çoğunlukla çarık, üzerinde şalvar... Bazılarının dizlerine kadar çıkan ip çorapları var. Üstte bir mintan/gömlek, onun üzerinde yelek; şalvarın uçkurluğu ile gömlek uçlarının birleştiği belin üzeri bir kuşakla kuşatılmış. Gömleğin yenleri alabildiğine kısa. Baştaki başlık şık bir sarıkla sarmalanmış... Biraz daha dikleşmiş, delikanlılığa doğru yürümüş çocukların kıyafeti de böyle...

    Bir fotoğrafa onlardan daha büyük, ama daha zayıf ve bakımsız bir erkek çocuk yansımış. Çeşmenin yanında katırın yularını tutmakta olan 11-12 yaşlarında bu çocuğun Timitiri Arif Soya olduğunu söyleyenler var. Taşların arasındaki yalınayakları belki de kanıyor. Şalvarının paçaları dizlerine yakın sıvanmış, oraya kadar çıplak yani... Göyneğinin üzerine düzensiz düğmelerle tutturulmuş fanila gibi bir şey var. Hepsinin üzerinde var mı yok mu belli olmayan bir yelek... Belde kabaca sarılmış bir kuşak... Kafasında da bir şey yok; yani yalınayak, başıgabak...

    Aynı yerde, yani çeşmenin başında çekilmiş fotoğraflarda kadınlar da yer alıyor. Zaten başka yerde kadınları görmek pek mümkün değil, çünkü olduğunca dışarıya pek çıkmıyorlar. Hatta çeşmeye de çıkmayacaklar, erkekleri gönderecekler suya; ama işgalciler kadınların gelmesini şart koşmuşlar. Bu yüzden çeşme çevresinde iki üç yaşlı kadın mutlaka bulunuyor. O kadınların kıyafetlerine bakıldığında yine şalvar, kuşak ve genellikle beyaz bir üst örtüsü dikkat çekiyor. Baştan bel altına kadar inen bu beyaz örtü üzerinde durulmaya değer...

    Nasıl ki bir asır önceki maşlahın 1920'lerdeki haliyse; beyaz örtü, 1990'lı yıllara kadar yaygın olarak kullanılan, şimdi bile Anıtkayalı kadınların üzerinde tek tük görülen kara örtme'nin bir asır önceki hali olsa gerektir. Fakat renginin neden beyazdan siyaha dönüştüğü konusu ciddi olarak incelenmeye değerdir. Bir görüşe göre işgal dönemindeki travmanın göstergesi olarak örtü kararıp örtmeye dönüştü ve Eğret kadınlarının ayırıcı özelliği haline geldi. Zamanla başka çeşitleri de çıktı, mesela yaşlıların rağbet ettiği kahverengiye çalan kareli biçimine satırenç (satranç) denildi. Genellikle gelinlerin kışın örtündüğü çeşitli renklerde yünlü biçimine atgı adı verildi. Lakin doksanlara kadar kara örtme saltanatını hep korudu...

    Çeşme başındaki kadınlarda görülen şalvarların genel olarak don diye adlandırıldığını söylemiştik. Şalvar genel adının yanında gocadon, bulamadon gibi çeşitlerinin varlığını da anmak lazım. Örtme gibi şalvar çeşitleri de popülerliğini yitirmek üzere...

    İşgalcilerin çektiği fotoğraflarda her yaşta kadınların ortak özelliği gibi duran öncek ise ilk terk edilen giysi/aksesuarlardan biri oldu. 19. Yüzyılda diz bezi diye adlandırılan öncek, 20. yüzyıl başlarında genç ihtiyar bütün kadınların belinde bağlıymış. Ben onu macurlardan alınan bir adet sanırdım, değilmiş...1970'lerde yaşlıların tamamında bulunurdu, sonra sonra büsbütün ortadan kalktı, yalnız hamur yoğuranlar kuşandı... Kuşak da öncek gibi sonlandı; önce şal adıyla yaşlı kadınlara has yol aldı, sonra bütünüyle kayboldu...

    Yetişkin erkeklerin görüldüğü fotoğraf sayısı daha çok. Giysileriyle net görünmesi açısından, zorunlu Hacienesti'yi karşılama törenindeki sıralı Eğretlileri gösteren fotoğrafı misal olarak aldık. Buna göre ortak kılık kıyafet özellikleri şöyle görünüyor: Herkes sakallı... Başta bir başlık ve onu sarmalayan bir sarık... Yakasız bir gömlek/sıkma, onun üzerinde örme yeleğe benzer bir şey... Altta şalvar, ayaklarda çarık ve nakışlı, sade ip çoraplar... O çoraplar ki dizlere kadar çıkıp şalvarın paçalarını boğmuş... İkinci boğum belde, mintanla şalvarın buluşma noktasındaki kuşakla sağlanmış... İstisnasız her Eğretli erkeğin kıyafeti bu...

    Cumhuriyetten sonraki zorunlu değişimden bu manzara da nasibini alacak, erkeklerin kıyafeti ciddi anlamda değişecektir. Bununla beraber yaşlılarda tek tük sarık 70-80'lere kadar varlığını sürdürdü. Aynı dönemlerde ip çoraplarını dizlerine kadar çeken Kölgeci Ömer Kayır dede aklımda kalmış. Tekelilerin Gocabıyık İbrahim Taşkın da beline kuşak dolamaktan vazgeçmedi diye biliyorum...

    1921-22 Yıllarında çekilmiş fotoğraflardan yola çıkarak bir analiz yapmaya çalıştık. Bu kıyafetlerin birdenbire değişmediğini, varlığını ve izlerini bugün, az bile olsa, devam ettirdiğini gördük. Şapka/kasket gibi bazı kısımlarda zorunlu ve keskin bazı değişimler yaşansa bile...

    Uzun yıllar değişmeyen giysi alışkanlıkları da vardı. Bunların başında gelenekselleşmiş düğün giysileri geliyordu. Özellikle kadınların kendine özgü gelinlikleri, düğüncü kadınların giydikleri onlardandır. 1970'lerde çeyizevi eğlencelerine bu tür giysilerle katılan kadınları hatırlıyorum...

    Değişimle beraber yeni giyinme alışkanlık ve geleneklerinin oluştuğunu da belirtmek lazım. Eğretlilerin pontur dediği pantolonlar ileşberlik işleri sırasında çabuk yıpranıp deliniyordu. Genellikle diz üstü ve arka yamıçlar çabuk eskiyordu. Oraları delinen ponturu atıp yenisini diktirmek masraflı olacağından bunun yerine eskiyen kısımlarını yamatma yoluna gidildi. Süvarilik vurdurma denilen bu yöntem o kadar yerleşmiş ki, aynı pontura defalarca süvarilik vurdururlarmış...

    Notlarımın arasına 'güdük' kelimesini de almışım, rahmetli Fadime Ninemde gördüğüm bu hususu anlatayım. Kendi eliyle belinden aşağıya kadar inen bir elbise dikerdi. Kumaşın arasına yapağı yerleştirip tıpkı bir yorgan gibi diktiği bu elbiseye güdük adını verirdi. Vücut güdüğe alışınca sürekli onu istiyor demek ki... Yıkana yıkana bir kaç yılda eskiyen güdüğün yerine yenisini de mutlaka dikerdi... Yukarıda kışlık yazlık entariden bahsetmiştik, acaba kışlıklar bu güdük gibi bir şey miydi, diye aklıma gelmedi değil...

    Bundan dört asır evvel esvapların ne kadar kıymetli olduğunu, değerini 19. asırda da yitirmediğini örneklerle anlatmıştık. Bütün bu maceranın sonunda elbisenin değerini gösteren iki anekdot daha anlatayım. 1940'larda Macurali dedem askerden öyle bir elbiseyle dönmüş ki, onu satıp üzerine biraz daha katarak düğün yapıp ninemle evlenmiş... 1970'li yıllarda harman kalktıktan sonra hayratçılar gelirdi köye... Hayırlı işler için bağış toplayan hayratçılara bazıları elbise bağışında bulunur, onlar da arabanın bir köşesine bayrak gibi asarlardı. Bir arabanın hayratçı olduğu ancak o elbiselerden anlaşılırdı. Burada dikkatlere sunmak istediğim şey, o elbiselerin bir değeri vardı ki bağış yapılıyorlardı...

    Evet, asırlarca aynı tarzda devam eden Eğret giyinme alışkanlıkları ülke geneliyle birlikte Cumhuriyet'ten sonra değişmeye başladı. İnkılaplar olmasa belki yine kaçınılmaz bazı değişiklikler olabilirdi, ama bu kadar köklü olmazdı. Bir de 20. yüzyıl sonlarında tamamen moda denilen şeye teslim olununca bir kaç yüzyıla bedel değişimler yıllara indi. İyiliği kötülüğü ayrı konu, şimdi 1970'lerdeki alışkanlıkların bile fersah fersah uzağındayız...



30 Eylül 2024

Yalak

 
    Kümes hayvanlarının yemlenmesi ve sulanması için şimdiki gibi fenni yemler ve modern suluklar yok. Ayazin taşı denilen bir çeşit kaba taş yontulup oyularak derin bir kap elde ediliyor. Küçük hayvanların deviremeyeceği kadar ağır olan bu su kabı, çok kullanışlı ve gerekli olduğu için her evde bulunacak kadar yaygındır. Avlunun bir köşesinde, eksilse de bitmeyen suyuyla öylece durur.

    Kısaca yalak diye adlandırılan bu taş kaplar şekil ve işlevi itibariyle hamam kurnalarına benzer. Altında veya yanında boşaltım mekanizması sayılacak bir delik bulunmaz. İçinde su bitmemesinin sebebi budur. Sürekli ilaveyle beslendiği ve tek su akışı bu olduğu için, haliyle hep yosunludur. Bu duruma aldırmayan tavuklar, kazlar, culuklar ve onlardan fırsat buldukça yanaşan serçeler kafalarını daldırıp  daldırıp gökyüzüne bakarlar. Bulutları görmeden ağızlarındaki suyu yutamazlar çünkü... Bu yüzden yalak, başı havada hayvancıklarla hep kalabalıktır...

    Kurnaya benzettim, ama duruşuyla, görünüşü ve doğallığıyla ondan daha çok gaka benzetilebilir. İçinde yağmur ve kar suyunun biriktiği doğal kaya oyuğuna gak deniliyor. Bir mevkiye, o civarda çok bulunduğu için Gaklık adı verilmiş. Kuyu, çeşme gibi su kaynağı olmayan o mevkideki gaklar, hayvanların su ihtiyacını ciddi anlamda karşılıyormuş. Taşı oyup yalak yapma işini gakları örnek alarak akıl etmiş de olabilirler. Ayrıca gak ile yalak arasında ses benzerliği, hiç olmazsa iyi bir kafiye var.

    Ses benzerliği arayacak olursak yalak ile yal arasında da bağ kurabiliriz. Özellikle köpek yiyeceği olarak bilinen yal, un veya kepeğin sulandırılmışıdır. Buna yal karma denilir ve yal ekseri yalakta karılır.

    Su kabı olarak kullanılan yalak ile köpeklerin yal yediği yalak farklıdır. Yalağına alışkın olan köpekler, yal zamanını da bilir ve vakti geldiğinde yalağın başındaki yerini alır. 

    Köpeklerin yalla beslenmesi işine kısaca yallama dendiği de olur. Yallama zamanında yalak başındaki köpekleri izlemenizi tavsiye ederim. Dillerini bir kaşık gibi yala daldırıp ağızlarına çekerler; lap! lap! lap!... Ortalığı lapırtı doldurur.

    Yal, yallama ve yalak kelimesiyle anlam irtibatı kurmak mantıklı geliyor. Fakat köpeklerin yal yemesinde ciddi anlamda yalama fiili unutulmamalı. Bu işte asıl organ dil olduğu için yalamak fiili öne çıkıyor. Bilindiği gibi bütün yalama işleri dil ile yapılır...

    İşte burada biraz durmak gerekiyor, çünkü ciddi bir noktadayız... Yalaklanmak, yaltaklanmak, yalakalık vs. bütün bu aşağılık durum işareti kavramları yalamak ve yalak kelimeleriyle irtibatlandırmak o kadar da zor değil. Üstelik işin içine köpek de girdi...

    Kelsalek (Salih Azbay) çocuk mezarı büyüklüğünde küçük bir mezar taşı bulmuş, kenleri çok yüksek değil. Belli ki lahit kapağı gibi bir şey... Bunu kuyunun yanına, aharın dibine koyup köpeklere yal karmak ve kuzuları sulamak maksatlı kullanmış. Değişik bir yalak olarak kayıtlara geçen bu mermer taşın hala kuyunun dibinde olduğunu söylüyorlar...

    En iyisi işin dil kısmını bir kenara koymak... Yalnız yalak kelimesine başka anlam yüklenen yerler olduğunu da belirtelim. Mesela bizim ahar dediğimiz hayvanların yem ve saman yediği uzun taş veya ağaç yemlik ile çeşme ve kuyuların suyunun biriktiği uzun havuzlara da başka yerlerde yalak diyorlar. Bunun bizim yalaklarla ilgisi yok...

    Esvap/esbap taşının yalağından bahsedelim. Yine Ayazin taşından oyularak biçimlendirilmiş esbapdaşları da her evin avlusunda bulunması gereken demirbaşlardandı. Yaz kış üzerinde çamaşır yıkanan bu taşların ucunda bulunurdu yalak. Herhalde suda bekletilip yumuşatılması gereken çamaşırlar buraya yatırılırdı. Yahut sabun çok kıymetli olduğu için, sabunlu su ziyan olmasın diye yalakta biriktirilip tekrar kullanılırdı.  

    Esbapdaşının yalağındaki temel mantık bu... Zaman zaman kirli su boşaltılabilsin diye bir ucuna veya altına delik açılmıştır. Şu haliyle esbapdaşı yalağı modern mutfakların evyesine benzer.

    Bir de fırın yalağı var... Şurası unutulmamalı ki, anlattıklarım evlere ve fırınlara şebeke suyu sağlanmadığı zamanlara aittir. Şu yazdıklarımla bugün fırınlarda gördüklerini bağdaştırmakta zorlanacaklara bu uyarım... Bununla beraber yalaklar daha modern ve temiz haliyle günümüz fırınlarında da var.

    Eski fırınlarda da biri sönge, ikincisi diğer işler için kullanılan su dolu iki yalak olurdu. Sönge yalağı ne kadar temizlersen temizle hep pistir. Görevi taşı temizlemek olan sönge, her fırına girdiğinde, eteğinde bir kürek külle gelir ve onu yalağa boşaltır. O yalak suyunun temiz ve berrak olması mümkün mü? Bir de deliksizdir zaten, zaman zaman suyunu tahliye etme imkanın da yok. Ayrıca unutmayalım, o yıllarda su da bol değil, 'gıdaynan...'

    Aynı dönem şartlarının diğer yalağı nispeten daha temizdir, çünkü içine ikide bir sönge daldırılmaz. Bu yalak hamurlu elleri, kapları yıkama gibi şeyler için kullandığından ve un-hamur-ekmek 'nimet' olarak düşünüldüğünden daha saygıdeğerdir. Kısaca bulaşık kabı olarak kullanılsa, bu yüzden tam temizliği sağlanamasa da çöplük muamelesi görmez, temiz kabul edilir. 

    Tabi temiz fırınyalağı ne kadar temiz olabilir ki... Buna rağmen, iddialı bir şey söyleyeyim: Bir dönem çocukları arasında fırınyalağından su içmeyen yoktur... Fırın sıcak... Laf anlamaz çocuk ne zaman susayacağı belli olmaz, mızılayıp durur... Şimdi kim eve gidip su getirecek... O yalaktan avuçlanıp çocuğa vermek varken... Anasının avucundan içenler şanslı sayılabilir. Zira yemeninin koncundan içenleri de gördük... 

    Fırınyalağının bir benzeri, yani yerine sabitlenmiş bir yalak türü de kahvelerde bulunurdu. Güçcükhalil (Halil İleri) ve Gaveci (Süleyman Yırgal)ın kahvelerden hatırladığımız bu yalakların kullanım amacı da şimdiye kadar ele aldıklarımızdan tamamiyle farklıydı. Meşrubatları soğuk tutmak amacıyla, suyla dolu bu yalaklarda tutarlardı. Sürekli kontrol ederler, eksilen maden suyu, kola, gazoz şişelerini takviye ederlerdi. 

    Yani kahveci yalakları şimdinin buzdolabı görevi görürlerdi. Zaten buzdolabının girmesiyle bu çok işlevsel yalakların kahve hayatı bitmiş oldu. Yok, tam olarak öyle sayılmaz. Buzdolabıyla birlikte bir süre daha kardeş kardeş yaşamışlar. Müşterilerin dediğine göre Kahveci Kadir meşrubat isteyene 'Dolaptan mı, yalaktan mı?' diye sorarmış...

    Evlere şebeke çekilip suya ulaşım kolaylaştıkça ve zaman hızlanıp değişim kaçınılmaz olunca, bütün türleriyle yalaklar hayatımızdan çekildi...



14 Temmuz 2024

Gübre Naylonu


    Gediz depreminde ben çok küçüğüm, avluya çadır kurduklarını hayal meyal hatırlayabiliyorum, ama hepsi o kadar. Ayrıntıya dair bir şey yok... 

    Rivayetlerde var, meğer henüz daha kış çıkmadığı, ortalığın buz kestiği o mevsimde insanlar çadırlara doluşmuş; lakin yağışlı ve soğuk havada çadır pek işe yaramıyormuş. Yağmurda sel içeride, karda ayaz... İnsanlar depremden kaçarken çadırda ölecekler nerdeyse...

    Şaşdımoğlu Mevlüt Şen'in kafası ticarete iyi çalıştığı söylenir. O vakit çadırlarda dıdılayan insanların neye ihtiyacı olduğunu keşfetmiş ve top rulo halinde naylon örtü getirmiş. Henüz plastiğin pek bilinmediği, naylon denen maddenin ortalığı kasıp kavurmadığı klasik zaman artığı dönemden geçiliyor. Yağmur, kar, tipi, dolu... Hiç bir şartta su geçirmeyen bu naylona hücum etmiş millet, üçer beşer metre çadırının üzerini örtecek kadar almışlar. 

    Şimdi sera naylonu dediğimiz kalın, şeffaf ve bütün naylon 1970 yılının Mart, Nisan aylarında Anıtkaya'ya girmiş... O tarih şartlarına göre pahalı olması gereken naylonlar, deprem tehlikesi geçtikten sonra kullanımdan tekrar kalkmış. Fakat bundan sonra başka bir naylon türünün saltanatı başlayacak...

    O yıllarda sahne alan nesne, aslında bir çuvaldır. Hikayesi şöyle başlamış... Tarlalara ters atmak yerine kimyasal gübre verilmeye başlandığında, bunun toprakta bağımlılık yaptığını bilemezlerdi. Dabandı, şekerdi, dapdı derken tarla sürekli istemeye başlıyor. Tarım Kredi Kooperatifi aracılığıyla ulaşım da kolay, ayağına kadar getiriyorlar... Ekim döneminde kamyon kamyon getirilen gübreler Han/Kervansaraya istiflenirdi. Kim ne kadar yazıldıysa gelir, 25 kiloluk naylon torbalardaki gübresini alırdı. Sanırım bir dönemden sonra tarlasına kimyasal gübre atmayan kalmadı...

    Gübreler küçük naylon çuvallardaydı. Naylon deyince akıllara şimdiki dandik poşetler gelmemelidir. Bunlar her türlü darbeye karşı dayanıklı, 25-50 kg'lık ağırlığı çekebilecek kadar kalın malzemeden üretilmiş olur ve pek nadiren bir kaçı patlardı. İçindeki gübre saçılıp boşalan bu naylonlar büsbütün çöpe atılmaz, katlanıp yeni kullanımlar için ayrılırdı.

    Nerelerde kullanılmazdı ki gübre naylonu... Hayatın her alanına girmişti. Kimyasaldır, sağlığa zararlıdır, şudur budurun pek önemi yoktu; o yıllarda böyle şeyler pek bilinmediğinden, yıkayınca tertemiz olduğu düşünülürdü. Onlar da bir işe yarasın diye yıkanıp yıkanıp kullanıldılar...

    Evvela şunu belirteyim; gazete, çimento kağıdı, kese kağıdı, meyve kasalarından kalan ambalaj kağıdı ve sonra özel üretim kaplıkların yer aldığı kitap defter kapları arasında gübre naylonunu da zikretmek gerekir. Kaba dururdu, ama çok dayanıklı şeylerdi...

    Kış günlerinin en büyük eğlencesi kayık kaymaydı. Yüksek yüksek tepelerden kendini koyverdiğinde ayağında veya altında kaygan bir şey varsa değme keyfine. Bu yüzden yazlık naylon edikler, yemeniler sokuldukları yerlerden bulup çıkarılırlar. Kaygan ayakkabı bulamayan başka yollara başvurabilir, ki bunların en önemlisi gübre naylonudur. Onunla yüksek vites ve hızda kayabilirsin...

    Bahar döneminde, kırkikindi yağmurlarında bazılarının sırtında yağmurluk olarak görürdük. Göpçüğünü kapişon gibi acayip hale sokanlar da olurdu, önünü yarıp mini bir kepeneğe benzetenler de... Bazıları iki göpçüğünü koltuklarına, ortası da boynuna gelecek şekilde deler ve üzerine olduğu gibi geçirip doğuştan kapalı yağmurluk olarak üstüne geçirirdi...

    Biz çocukların kullanımında da işlevseldi, ama gübre naylonundan uçurtma yapamadığımız aklımda kalmış. Şüphesiz bunun suçu bizde değil, fizik kurallarındaydı. Bu kadar kalın ve haliyle ağır malzemeyi sürekli süzülür vaziyette gökyüzünde tutacak nazlı ama güçlü rüzgara rastlayamadık.

    Kadınların elinde de şekilden şekle girer, her seferinde başka bir şey olarak karşına çıkabilir. Sanırım bunların en yaygını basit çadırlardı. Eldeki bütün boş naylonlar düzgün bir biçimde açılır, sonra hepsi birbirine dikiş makinesinde veya elde dikilerek birleştirilir. Naylon sayısına göre boyutu belirlenen bu yerli çadırlar her alanda kullanılabilir. Çadır olarak yağıştan korumak istediğin şeyin üzerini örtersin. Yaygı olarak haba gibi yayar, üzerine kurutmak istediğin şeyi serersin.

    Bazen boş naylonu açmadan, olduğu gibi kullananlar da olurdu. İçine ebir gübür koyarsın, kese olur. Fışkı doldurup fırına götürürsün, çuval olur. Mesela kesilmiş günaşık kökü yahut gapçığı doldurup guzinenin yanına koyarlardı, al sana odun sandığı...

    Birisi bir münasebetle anlatmıştı, aklımda kalmış. O vakitler gömlek lüks olduğundan evde dikilir, adına da sıkma denirdi. Anası buna sıkma dikerken cep kapağına, yakasına ve omuzlarına gübre naylonu kesip koymuş. Diğer çocukların yanında bunun gömlek diri ve havalı göründüğü için aylarca gosaldığını söylemişti. Gübre naylonunun tela olarak kullanıldığına dünyanın herhangi bir yerinde başka bir örnek var mı acaba?

    Uzun yıllar gübreler o biçim naylonlara paketlendi ve gübre naylonu bir döneme damgasını vurdu. Girmediği kılık kalmadı. Sonra sonra naylonun üretim aşamaları kolaylaştı, hayatımızın her alanına hakim oldu. Bu arada gübreler o bildik naylonlara değil daha başka malzemelere paketlenir oldu. Bir dönem hayatımızı kolaylaştıran, şenlendiren gübre naylonu sessiz sedasız ortalıktan çekildi...

    Şimdilerde o eski naylonlar olsaydı kullanılır mıydı, sanmıyorum. Fakat müzeye koymak, fotoğrafını almak için de olsa bir gübre naylonu bulamadım, ona yanarım... Kıyıda köşede kalmış bir parça elinize geçerse haberimiz olsun...