kapıyeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kapıyeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2025

Hacıların Oda

    
    Hatırlıyorum burayı, ama zihnimde netlik yok. Yüksek bir bina, batı yakasında gocagapı, oradan beygir arabasını çıkarmakta olan Aşşağılının Osman Emmi, kapının kanatlarını tutan iki kişi daha, kim olduklarını bilmiyorum. Yerde çamur mu var ne, güz veya bahar olmalı. Kış değil, bundan eminim. Ne münasebetle orada bulunduğumu bilmem, mezarlığa doğru uzanan ara sokaktayım ve bu tabloya tam karşıdan bakıyorum. Bu kadar. Hacıların Odaya dair hatırladığım başka bir şey yok.

    Yıkıldığını ve yerine yeni bir inşaata başlandığını iyi hatırlıyorum bak. Daha önce hiç görmediğim insanların takgıdı tukgudu kalıp çakması, onun üzerine demirler döşenmesi bütün harala gürelesiyle dün gibi aklımda. Gün sonunda herkesin paydos edip sessizliğe terkettiği inşaatı, geceleri nasıl oyun alanına çevirdiğimiz de... Demek ki yaz mevsimine denk getirilmişti Kuran Kursu inşaatı...

    Kuran Kursu tarihi herkesin malumudur, biz yerine yapıldığı Hacılarınoda konusundan uzaklaşmayalım. 

    Tarihi geçmişini bilemiyoruz, şu kadar var ki bazı mahkeme duruşmalarının burada görüldüğüne dair kayıtlar var. Bunlardan birisi 1909 tarihlidir. Hacı Murat'ın odada bir şikayet görüşülüp karara bağlanmış. 

    Bütün davaları merkezde görmek gereksiz yığılmalara yol açacağından Karahisar Kadısı, çoğu küçük davanın mahallinde halledilmesi için bir düzenek kurmuş ve gezici mahkemeler oluşturmuş. Bunlar belli vakitlerde köylere giderek biriken bütün resmi işlemleri, yargısal davalar dahil, sonuçlandırıp dönüyorlar. İşleri bir kaç gün sürebildiği için bu gezici mahkemenin konaklama ve işyeri bulma görevi Muhtarda bulunuyor. Doğal olarak Muhtar odası bunun için ideal bir yer kabul ediliyor. 1909'daki davanın Hacılarınoda'da görülmesinin sebebi o sırada Hacı Murat'ın muhtar olmasıdır.

    Kayıtlarda yok, ama tahminen aynı döneme tarihlenen bir olay duydum torunlarından. Hükümet adamları Hacılarınoda'da ölenin doğanın kaydını tutuyorlar. Muhtar Hacı Murat görevliye lazım gelen bütün bilgileri veriyor, ama bilmediği bazı hususlarda ilgilinin bilgisine başvuruluyormuş, yahut velinin bulunma şartı var. Gademlerin Sarımehmet'i çağırtıyorlar, ev yakın zaten hemen gelmiş. 'Senin kızın nüfus kaydını yapıyoruz, adı neydi?' diye sormuşlar. Sarımehmet biraz duraklayıp başını kaşımış 'Gadıngız diyola da, ben bi adını soren de gelen' diye yekinince millet gülüşmüş, oradan birisi 'Otu len, gızın adı Zehra' deyip konuyu kapatmışlar. 

    Gadıngız Zehra Şık Ninenin 1905'te doğduğu düşünülürse, Hacılarınoda'daki bu olay ihtimal 1909 gibi yaşanmış olmalıdır. Fakat odanın tarihini daha ötelere çekmek gerekir ki bunun belgesel imkanı şimdilik yok. Bununla beraber Tanzimat sonrası ilk Eğret Muhtarının da Hacılardan olduğu unutulmamalıdır. Belki de ilk Muhtarlık ofisi olarak Hacılarınoda inşa edildi, kim bilir... 

    Ayrıca aynı sülaleden Hacıların Süleyman ve oğlu Davılcı Arif'in de muhtarlıkları var. Hadi Arif Azbay'ınki Cumhuriyet dönemi olsun, ama babasınınki Hacımurat'tan da önce olmalıdır. Bu durumda Hacılarınoda belli aralıklarla da olsa en uzun Muhtarlık odası vazifesini yürütmüş gibi görünüyor.

    Tam olarak tarihi belirlenemeyen bir olayı daha önce anlatmıştım. Tahsildar mı, öşür görevlisi mi, yoksa daha başka bir vergi memuru mu, her neyse biri gelmiş köye. Gündüz resmi işlerini burada gördüğü, geceleri burada konakladığına göre Hacılarınoda yine Muhtarodası. Köylü görevliye iyi bakıyor, her gün biri koyun kesiyormuş. Bir akşam haddinden fazla yemiş olacak ki, adam yakıleşmiş, feryat figan... Onun rahatsızlığı Eğretlileri huzursuz etmiş, ama ellerinden bir şey gelmiyor. Biri ordan demiş ki 'Almalı suyundan bi tas içerse bişeyciği galmaz!' Öteki itiraz etmiş 'Len adam bi goyun yidi, Almalı suyu nedivecek!'... Tavsiyesinde direnince 'Git geti o zaman' diye adamı gece vakti Almalı'ya göndermişler, diye anlatılıyor...

    Hacılarınoda'nın konumu da konuşulmalıdır, çünkü onun önemi biraz da merkezi bir yerde bulunmasına bağlı. Malum olduğu üzere, Zaviye orada bulunduğu için köyün merkezi kuruluşundan beri Sığıreğleği'dir. Son dönemde ise ona rakip ikinci bir meydan olarak şimdi Kahvelerin Önü dediğimiz yer ortaya çıkıyor. Gerçi o zamanlar kahve filan yokmuş, ama Hacılarınoda önü canlı bir hayata sahne olmuş. Altı yedi yolun birleştiği küçük bir üçgen adada bulunan oda, sosyal hayatın önemli noktaları sayılan diğer odalar ve fırınlarla çevrelenmiş. Ayrıca Yorgo'nun Dükkan olarak bilinen ilk bakkal ve gayet kullanışlı bir dolaplı kuyu da burada... Sonradan  açılan yeni bakkallar, yağhaneler, kahvelerle bu canlılık hep korunup bugüne taşınmış.

    Bir asır kadar önce belki bugünden daha hareketliymiş o meydan. Gençlerin toplanma alanı, çünkü bazı sportif faaliyetleri burada düzenliyorlar. Güreşiyorlar, met oynuyorlar, ağırlık kaldırıp tokmak atıyorlar. Sen sanırsın olimpiyat meydanı. Bu yüzden her daim şen şakrak, her vakit kalabalık...

    Davılcıarif meydandaki kalabalığa yaklaşmış bir gün, ve taşınacak beş altı dene çuvalı için yardım istemiş. Orada bulunma amaçları birbirlerine güç ve gövde gösterisinde bulunmak olan delikanlılar pek oralı olmamışlar. Müezzinin Ömer Kabadayı ile Hakkıların Patır Ahmet Yırgal Dayı gönüllü hamallığı kabul edip Hacı'nın peşinden odaya yönelmişler. Bunları üçüncü kata kadar çıkarıyor... Terasa yaklaşınca 'Burada denenin ne işi var' diye işkillendilerse de zirveye kadar çıkmışlar. 'Oturun şuraya, yiyin yiyebildiğiniz kadar' demiş Arif Dede... İşaret ettiği yere baksalar ki bir tekne bal... Şaşkın gençler iştahla bala yumulurken açıklamış: 'Bal var desem herkes gelirdi, iş var deyince bala layık olanlar geldi...'

    Maksadım fıkra anlatmak değildi, bu olaydan bazı çıkarımlarımız olabilir. Ömer Kabadayı Dedenin 1902, Patırdayı'nın 1908 doğumlu olması, olayın zamanı hakkında ipucu verebilir. Asıl önemli olan Hacılarınoda'nın üç katlı olduğu bilgisidir. Şüphesiz o günün Eğret'i için müstesna bir bina olmalıdır. Malum konumu düşünüldüğünde nereden baksan görünür bir Hacılarınoda'dan söz ediyoruz. 

    İşgalcilerin 1922 yılında Üyük'ten çektiği bir fotoğraf vardı. Merkezinde Gocacami bulunan bu fotoğraftaki bazı yüksek binaları anlayamamıştık. Bunlardan birisi Hacılarınoda olabilir.

    Oda yıkıldıktan sonra yerine yapılan Kuran Kursu tek katlı ve halen hizmette. Çevresinde bulunan evlerin tamamı yenilense de burası hala merkezi nitelikte. Gatgala'yı yutan kuyu kapanalı çok oldu. defalarca açılıp kapanan dükkanlar, kahveler var. Çok şey değişti senin anlayacağın. Fakat meydan hala her daim canlı ve Hacılarınoda'nın ruhu bunun tam merkezinde...



20 Aralık 2024

Fırınlar

 
    Kadınlar söz konusu olduğunda Eğret'te onların sosyal hayatının en merkezinde fırınları bulursunuz. Sonra sırayla çay ve çeyizevi gelir ki onlardan bahsetmiştik. Bir söylentinin çokça ağıza düştüğünü anlatmak için 'Fırında çayda öyle gonuşuluyo' denir, buradan fırınların nasıl merkez olduğu çıkarılabilir.

    İnsanlar kendi ekmeğini kendi eder ve bu iş 15-20 günde bir tekrar edilir. Sırf ekmek etmek için bile olsa her kadın sık sık fırına uğramak zorundadır. Kaldı ki, ileride bahsi geçeceği üzere, fırınlarda sadece ekmek pişirilmez; bu yüzden bir dönem kadınlar hemen her gün mutlaka fırına uğrarlardı.

    Öteden beri kalabalık bir nüfusa sahip olduğu anlaşılan Eğret köyünü bir iki fırının idare edemeyeceği malumdur. Bu yüzden her mahallenin (Eğret'te sokağa mahalle derler) en az bir fırını olmuştur. Bazı mahallelerde birbirine komşu fırınlar bile vardı. İhtiyaç fazla olunca, zamanla her sülaleye bir fırın şart oldu ve fırınların çoğu sülale adıyla anılmaya başlandı. Hacımahmutların, Garadellerin, Mardakların, Böbülerin, Veyislerin fırın vb...

    Mahalle fırını diyebileceğimiz bu fırınların Eğret kadar eski olduğunu düşünebiliriz, fakat bunun böyle olduğunu gösteren belgeye, anlatıya, rivayete sahip değiliz. Örenler civarına geçici bir yerleşim kurma gerektiğinde, oraya yapılan binalardan biri de fırınmış. Ayrıca Yunan işgali sırasında fırınları işgalcilerin nasıl kullandığına dair bazı anlatılar dinledim. Kadınlara çok miktarda ekmek pişittirip yakınlardaki birliklerine sevkettiklerini gösteren bazı fotoğraflar da bulunuyor. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Eğret mahalle fırınlarının ancak bir asırlık geçmişini bilebiliyoruz, daha öncesinin cahiliyiz. Yine de daha eskiye dair bu doğrultuda isabetli tahminler yapılabilir.

    Şu anda kendisi bulunmayan, eskiden olmayıp da yenilerde yapılan, eskisi yıkılıp yenilenen veya eski haliyle öylece duran bütün fırınları sayalım dedik de, Zafer ve Cumhuriyet mahallelerinde 15 fırın belirledik. Bir köy için oldukça büyük bir rakamdır bu... Cabbakların, Mardakların, Selimlerin, Hacımahmutların, Tellilerin fırınlar; ayrıca Bödülerin evin altında, Sudeposu yanında, Gugukların ev karşısında bulunanlar Zafer mahallesindekiler... Garadellerin, Veyislerin, Böbülerin, Hacapdıllanın, Şemşilerin fırınlar ile Mezerböğründeki ve Bunar mahallesine yeni yapılan fırın da Cumhuriyet mahallesindekiler... Elli yıl önce bu kadar fırın hemen her gün cıvıl cıvıl olurdu. Şimdi bir çoğu modernleştirilmiş olmasına rağmen eski canlılığın bir türlü yakalanamadığını söylüyorlar...

    Eskidiği, çatladığı vakit fırın taşını değiştirmek gerekiyor. O zaman madem böyle bir işe girişiliyor, kapsamlı bir tamirat yapalım diyerek fırınları yeniliyorlarmış. Bunca fırının birinin tamirine mutlaka tanık olanlar vardır. Bizim mahalledeki fırını 1980'lerde tamir ederken ben de oradaydım. Pek işe yaradığım söylenemez, ama iyi gözlemledim; elbirliği ve müthiş bir koordinasyonla iki haftada fırın bitirildi. Bu arada bir fırında olması gereken şeyleri de tespit ettim.

    Bütün fırınlar plan olarak birbirine benzer. Tek katlı garaörtü fırın binasının bir ucunda asıl fırın kısmı bulunur. Buranın altında fışgı yakıldığı için her daim kızgın veya soğuk kül doludur. Olanca is üstteki pişirme kısmına çıktığından orası da hep simsiyahtır. Aslında bu kısım bütün fırının en iğrenç görünen yeri olup, bu kötü manzara dambeşe bir kule gibi uzanan bacayla taçlandırılır. Bacanın başı da her daim dumanlıdır... 

    Hamur işlerini halletmek için yükseltilmiş bir sekide en azından bir hasır, bazen onun üzerine yayılı bir kilim, bir veya iki tane yasdığeç de sayılması gereken fırın levazımatından... Yerler genellikle samanla fışgıyla batırıldığı için ekmeğin hazırlanma aşaması bu zeminden yüksekçe bir yerde yapılmalıdır. İşte seki bunun için vardır.

    Yine bir fırının olmazsa olmazı da iki yalak... Şebeke suyuna erişimin olmadığı zamanlardan kalma yalakların birinde hamur ve uğra bulaşığı eller, esıran, tas filan yıkanır. Böyle nimet temizliğine yaradığı için temiz sayılan bu yalak kullanım suyunun, zorunluluk halinde, çocuklara içme suyu olarak verildiğinin çok şahidi var... Fakat öteki yalak böyle değildir. Sönge yalağı denen bu su haznesinin suyu her daim kapkaradır. Çünkü buraya daldırılan sönge, gidip fırının isli küllü taşını bir güzel süpürdükten sonra tekrar gübürüyle bu yalağa daldırılır. Bu işlem her ağızda bir kaç kez tekrarlandığı için sönge yalağındaki suyun temiz ve berrak olması mümkün değil.

    Kullanılmadığı zamanlarda söngenin dayandığı duvar da haliyle sönge rengini alması kaçınılmazdır. Burada söngeyi biraz tanıtmak gerekiyor. İki ikibuçuk metrelik sağlam bir sırık ucuna bağlanmış bir paçavra düşünelim, sönge budur. Yalakta ıslatılan paçavrayla kızgın taş silinir, böylece hem temizlik sağlanır hem de taşın fazla ısısını almış, yani hafiften söndürmüş olursunuz. Adını da bu söndürme işinden aldığı sanılıyor. 

    Sönge dayandığı yerde tek başına değil, arkadaşları var. Fırına guyulacak malzemeye göre değişik ebatlarda bir kaç fırın küreği, alttaki külü temizlemek için normal bir kürek ve zaman zaman külü karıştırmada kullanılan genellikle meşeden bir garışdırgeç... Bunlar kullanılmadığı zamanlarda duvara dayalı kardeş kardeş bekleşen malzemelerdir ve aşağı yukarı her fırında böyledir...

    Duvarlara yerleştirilmiş bir veya iki delik havalandırma ve aydınlatma amaçlıdır. Rüzgarın ters estiği zamanlarda duman deptiği için delikler kapatılmak zorunda kalınabilir; ama kapıdan sonra temiz havayı sağlayan önemli bir unsur olduğundan genellikle açık tutulurlar. Ayrıyeten duvara gömme bir kapaksız dolap da bulunur ve o da delik diye adlandırılır ki genellikle fırıncı buraya aldığı hakları ve başka malzemelerini koyar.

    Her fırının olmazsa olmazı sündük köpekleri burada anmazsak ayıp olur. Çünkü onlar da saydığımız diğer ögeler gibi fırının demirbaşı sayılırlar. Gerçi insanlar oradayken içeri girmezler, ama mutlaka kapının yanlarında uyuklayıp birisi tekne veya tepsiyle giderken kuyruk sallayıp bir parça bir şey vermesini beklerler. Aldığı payını iştahla yerken bir sonrakini düşünüp düşünmediğini bilemeyiz. Onlara fırın köpeği denir...

    Fırında ekmek pişirme mevzusu bir süreç olduğundan onu ayrıca ele almak gerekecek. Ekmek dışında fırının nelerde kullanıldığına bakalım. Pişirilen her şey, tepsi yemeği de dahil, mahalle fırınında halledilebilir. Genelde tepsi adı verilen hamur işleri; bükme, börek, nokul, cızdırma, höşmerim... Evlerde fırın bulunmadığı zamanlarda onun işini görecek şeyler; pasta, kek, gevrek, kıkırdak vb... Nohut, günaşık gibi kuruyemiş kavurma... Uzun bir pişme süresi isteyen kabak, pancar... Alttaki küle ise yumurta, kumpil, pancar vs. gömme; yine külde nohut, mısır kavurma gibi daha bir sürü şey... Bütün bunlar mahalle fırınının kadınlara sunduğu hizmet kaleminden şeyler...

    Gelgelelim Anıtkaya fırınlarında kadınlara verilen hizmet akşam üstü, bilemedin yatsıda bitiyordu. Bundan sonra oralar erkeklerin... Daha doğrusu odaya veya kahveye gidemeyen erkeklerin... Bunlar her iki yerde de barınamayan kesimdir, fırınları arkadaşlarıyla sohbet merkezine çevirirlermiş. Tabi kuru kuruya sohbet olmaz, hazır ateş de varken kumpir filan gömerlermiş. Ayrıca kış mevsiminin vazgeçilmezi olarak kelem yiyen kafadarlar da varmış. 

    Yokluk zamanlarının fırın müdavimleri böyle... Karın doyurmak maksadıyla fırınlara akın eden erkeklerle efsane lezzet 'külde sucuk' geleneği de başlamış oluyor. Bunun 1960'lı yılların sonlarında yerleşen bir adet olduğunu söyleyenler de var. 'Sucuk goma' diye adlandırılan bu adet başlangıçta külle alakalı değilmiş, üstteki taşa koyup pişirdikleri için böyle demişler. Sonradan külün lezzetini fark ediyorlar... İşte o andan itibaren Anıtkaya'nın mahalle fırınları ehlikeyfin ilgi odağı haline geldi. Değişik değişik lezzet ve pişirme teknikleri peşinde koşmalar bu dönemdedir... 

    Lezzet arayışları sucukla kayıtlı değildi, yağlı kağıtla et gömme, fırında yumurta, tepsi kebabı gibi şeyler yaygınlaştı. Hatta fırında işkembe pişirenleri duyduk. Erkeklerin bu çılgın arayışlarından hiç biri sucuğun tahtını sarsamadı, onun yeri ayrıydı...

    Küle sucuk gömme lezzeti sonra Anıtkaya sınırlarının dışına taştı. Orijinal teknik ve lezzetten uzaklaşan bu yönteme her yöre kendince sahip çıkmaya başladı. Anıtkayalılar oralı olmadı, yemelerine baktılar. Sonuçta ne mi oldu?... Geçenlerde iki arkadaş sucuk gömmek için fırın aramışlar, hepsi soğukmuş. Birini yanmış denk getirmişler, ama o da kilitliymiş... Var gerisini sen düşün...

    Belediye fırınının açılışını, Eğret mahalle fırınları için sonun başlangıcı kabul edenler var. Bence o açılmasaydı da bu fırınlar çağın gereği bitişi yaşayacaktı. Nasıl fabrikaların açılması, değirmenlerin yok oluşunun asıl faili değilse, fırınların durumu da böyledir. 

    Ekmek etme konusunda da durum farklı değil. İnsanlar fırını yakma, hamur yoğurma, yazma, bırağma gibi işleri çok zahmetli bulduklarından ekmek etmek istemiyorlar. Ayrıca artık ev hanımı kavramı veya tek uğraşı ileşberlik olan kadın kalmadı, çoğunluğu çalışan kadın. Bu yüzden fırınlar soğuk. Yukarıda sayılan 15 fırının üçte biri artık yok, kalanlar da yanmadığı için sucuk gömmeye fırın bulamıyorsun. Yarım asır önceye göre fırınlarımız daha modern olabilir, fakat yanmadıktan sonra bunun ne kıymeti var!



02 Aralık 2024

Çay (Çamaşırhane)


    Bizim kuşağın yakaladığı meğer son demleriymiş. Yani içinde çamaşır yıkanıyordu, ama bu fonksiyonunun son yıllarıymış. Tabi bundan herkesten daha fazla habersizdik. O kadar habersizdik ki kadınların çamaşır yıkama gibi büyük sıkıntıları, şu işten diğerine telaşlanmaları, nöbetmiş, kazanmış, odunmuş, kilmiş... hiçbiri umurumuzda olmaz, oradan oraya koşturur dururduk. Çay bizim için yüksek surlarla çevrili korunaklı bir kaleydi, ama oyun kalesi...

    Bir yüzyıl öncesinin şartlarını hatırlatmadan bugünün çocuklarına Çay'ı anlatmak pek mümkün görünmüyor. 

    Onların urbadan tek beklentileri giyinerek sıcaktan soğuktan bedenlerini koruyabilmekti. Bu yüzden ancak bir kat urbaları olurdu. Belki değiştire giymek, biri yıkanacağı zaman diğerini giymek için ikincisine sahip oluyorlardı, ama bu da çoğu itibariyle lükse girerdi. Bir şalvar, bir entari, bir göynek, bir içdonu, bir çift ipçorap... 

    Abartılı gelebilir, ama bu durumun örnekleri var. Hayta Mahmut Özdemir'in babasına Kes Osman derlermiş. Adamcağızın bir kat urbası var, o da yıkandığı zaman yorganın altından çıkmazmış kuruyana kadar. Bazen oğlunun yedek urbasını verirlermiş, onlar da çatır çatır yırtılırmış. Çünkü oğluna göre iriyarı biri, urbaları dar geliyor... Anlatılanlar hikaye değil yani, yokluk zamanları...

    Evlerde su bulunmadığı için esbap (esvap) yuma işi su kaynağına yakın yerlerde yapılıyor. Malum olduğu üzere Eğret'in en önemli su kaynağı da Bunar'dır, öbür tarafta Yörükçeşmesi, daha beride Omarcık'tır. Gelvelakin buralar köye uzak mevkiler, zırt pırt gidip gelinecek yerler değil. O halde esbaplar uzun aralıklarla yıkanır, iki üç ayda bir gibi...

    Herkesin soyunup dökünüp esbap yumaya gidileceği gün belirlenir, kazan kuzuluk, tas tokeç, odun çıra, şu bu doldurulup arabaya o su kaynağına gidiliyor. Kazan mutlaka olmalı, çünkü bit belasının meşhur olduğu o dönemlerde göynekler kaynatılmadan ölmüyor meretler. Kendilerini çıtır çıtır öldürsen sirkeler canlı kalıyor, üç gün sonra yine bitleniyorsun. Bu yüzden kazanlar fokur fokur kaynamalı...

    Yukarıda saydığım yerlere belli sayılarda esbapdaşları koymuşlar, herkes erkenden gelip bir taş kapıp kazanını kuruyor. Fakat dediğim gibi çok uzak buralar. Oysa köyün nispeten daha yakın yerini yalayarak akan bir Eğret Çayı var, üstelik suyu da gür akıyor. Hendekarası ile çayın kesişme noktasına da esbapdaşları koyarak daha yakın bir çamaşır yıkama yeri oluşturmuşlar. Çay/Çamaşırhane'nin oluşması böyle... Yalnız bu oluşumun tam tarihini kestirmek mümkün değil. Zaten bir anda olup bitecek bir şey değil, bir süreç söz konusuydu mutlaka. İşte o sürecin başlangıcı belirsiz...

    Eğret Çayı ile birlikte yakındaki iki çeşme ve bir kuyunun da etken olduğu düşünülse bile, o su kaynaklarının tarihini bilmek gerek. Oysa o konunun da cahiliyiz. Dedeçeşmesi diye adlandırılan çeşme Hacımahmut Dede'ye izafe ediliyor. Fakat bu Hafız'ın babası olan Hacımahmut mu, yoksa onun dedesi olan Hacımahmut mu bu da belirsiz. Bir riveyette çeşme yan taraftaki Uyuşakdede türbesiyle ilişkilendiriliyor... Bu çeşmeleri esas aldığımızda en yakın tarih olarak 20. yüzyıl başına gideriz, ki bence gitmemiz gereken tarih daha eskidir...

    Bir kaç tane esbapdaşı derenin beri kenarına yerleştirilmiş, uygun yerlere kazan kurmak için taşlar yığılarak ocak yerleri hazırlanmış, belki üstünkörü bir gaşla çevrilmiş olan dere ile yol arasındaki bu alana ta o zamanlar Çay diyorlarmış. Henüz tesise benzemeyen bu esbap yuma yerinin ilk hali böyle olmalıdır. İşgal sırasında kullanıldığına yönelik bir bilgi yok, işgalciler keyfine göre istedikleri yere büyük ve yüksek kazanlar kurup çamaşırlarını kaynatıyorlar. Han'ın duvarına, başka evlerin avlularında böyle kazanlar kaynattıklarına dair fotoğraflar var. İşgalden hemen sonra Çay'ın durumunu bilemiyoruz, ama 1940'larda yukarıda söylediğim gibi bir yermiş.

    Oranın neden Çay diye adlandırıldığına gelirsek, bu Eğret Çayı'nın onun içinden geçmiş olmasıyla ilgili gibi görünüyor. Bunar'dan doğup Hacıbeyli'ye doğru akan bu çayı hep dere diye adlandıran köylü, Çay adını onun içinden geçtiği esbaplığa layık görmüş. Tabi köylünün oraya hiç bir zaman çamaşırhane dediği yok; biz Eğret Çayı ile karışmasın diye Çay/Çamaşırhane tabirini kullanıyoruz...

    1948'den 1955'e kadar Aliefe (Ali Tüplek)in seçilmiş muhtarlığı var, ondan önce de bir dönem vekaleti vardı. Seçildiği dönemde Çay'ın hemen kenarına, kavşak noktaya koyun kuzu yıkama havuzu yaptırmış. Suyu Mezerböğrü'nün altındaki çeşmeden getirmişler, daha sonra asfalt dökülen karayolunun altında kalmış borular. Böylece doldurulan havuzda  yıkanan hayvanlar basamaklı çıkıştan yukarı çıkarlarmış. Çoğumuzun hatırladığı havuz doldurulduktan sonra yerine çocuk parkı yapıldı. 1962 Tarihinde Ara Güler tarafından çekildiği düşünülen fotoğrafta, Gamalı Ahmet Saçak ile Hasan Saki'nin oturdukları bu havuzun kenidir.

    Havuz yapıldığı sırada Çay hala eski halinde; virane bir gaşla çevrilmiş esbapdaşları, orada burada kazan vurulan ocak yerleri, isli taşlar, şuraya buraya yığılmış küller... Hafızalara kazınan gerçek Çay görüntüsü ancak Tıraka Abdurrahman Zenger zamanında oluşuyor. Aliefe'nin planlayıp da fırsat bulamadığı Yenihamam ve Çay projelerini, 1955'te seçimi kazanan Tıraka gerçekleştiriyor. Eşzamanlı olarak başlanan hamam ve çamaşırhane 1956/57'de tamamlanıp hizmete sokuluyor.

    Üstü açık Çay binası Eğret Çayı'na paralel olarak inşa edilen 40-50 metre uzunluğunda 10-15 metre eninde  bir kale gibi görünürdü. Surları yaklaşık 3 metre yüksekliğindeydi, tam mahremiyetin sağlandığı bu yeni Çay'da kadınlar rahatça hareket edebilecekti. Yüksek kalın duvarlarına kazan konulabilecek büyüklükte onlarca bacalı ocak yapılmıştı. Mozayikten döktürülmüş onlarca esbapdaşı, Çay'ın içinden geçirilen Eğret Çayı'nın bir kolunun iki yanına boydan boya dizilmişlerdi. Ortadan akan bu suni dere, atık kullanım suyunu da alıp götürür, ileride Eğret Çayı'na boşaltırdı. Ayrıyeten bir köşeye tuvalet de kondurulmuştu.

    Her şeyi düşünülen bu yeni Çay'da kullanım suyu ihmal edilemezdi. Mahmutdede çeşmesinin lula kökünden bir ayraçla Çay'a hat çekildi. Böylece Çay içindeki iki çeşmeden sürekli gür su akardı. Bu nakil su, basit bir mekanizmayla sağlanıyordu. Dedeçeşmesinin yan tarafındaki kapağın altında bulunan boruda tıkaç vardı. Alındığında Çay'daki çeşmeler akar, esbapcılar tarafından kullanılmadığında ise tıkanarak bütün su Dedeçeşmesi'ne yönlendirilirdi.

    Mal yıkama havuzu ve Çay için iki çeşmeden çekilen borular, aradaki susaya asfalt döküldüğünde onun altında kaldılar. Yine de içinden su aktı, kullanılmaya devam edildiler. Çay da öyle... On onbeş yıl tam randımanlı kullanılmış. Kadınların bir araya gelip işini gördüğü, eğlendiği, dedikodu ettiği, çığrıştığı bir kaç yerden biri olmuş. İki çeşmeye suya gelen kızlardan dolayı Mezerböğrü delikanlıların eğlek yeriyken, Çay sebebiyle haraketlilik katlanmış. Asfalt da oradan geçince büsbütün şenlik olmaya başlamış oralar...

    Çamaşır işine dönelim, zira Çay'ın asıl fonksiyonu esbaplık olması... Şahitlerin dediğine göre ocak ve taş kapabilmek için geceden odun ve kazan götürürlermiş, ne kadar revaçta olduğunu hesap et. Yıkanacak çamaşırı az olup da kazan yakmaya, taş kapmaya gerek görmeyenler birinin yanına sokuşdurucu sokulurlarmış, tabirin güzelliğine bakar mısınız. Kazan yakanlar ise önceden kazanı çamurla sıvayıp, işin sonunda kolayca temizlemek için önlem alıyorlar. Kaynar kazana kil atıyorlar ki esbaplar 'gar gibi ve yumşecik' olsun... Hazır sıcak su varken yanındaki çocuklarını yıkayanlara da rastlanır... Daha büyük çocuklar taşta yıkamakta olan anasına su taşıyarak yardım eder... Bütün bu koşturmaca arasında unutulmayan şey, oradaki muhabbetmiş...

    Çamaşır yıkama işi böylece tamamen Çay'a bırakılıyor. Yalnız Bunar, Omarcık ve Yörükçeşmesi'nden tamamen vazgeçilmiş değil. Nöbet bulamama veya kalabalıktan Çay'a yanaşamayanlar soluğu oralarda alıyor. Kullanım suyu mekanizmasından dolayı Çay çeşmelerinin her vakit akmadığı unutulmamalıdır. Çocuk bezi gibi küçük çamaşırı olanlar Çay'a gitmiyor veya suyu nasıl açacağını bilmiyor, bu yüzden diğer çeşmelerde böyle ufak tefek şeyleri yıkayanlar da oluyordu. Bunun önüne geçmek için hem Muhtarlık hem de Belediyelik zamanlarında çeşmelerde bez yıkamayı yasaklamışlar. Sırf bunun için cezalar kesildiğine dair kayıtlar var...

    Çay'da sonun başlangıcı şebeke suyudur. Daha evlere verilmeden önce köyün belli noktalarına on onbeş tane mahalle çeşmesi yaptırılmış ve suyu şebekeden sağlanmıştı. Ayrıca yine bazı mahallelerde kuyular kazılarak yeni su kaynakları sağlanmıştı. Aşağıdaki çeşmelere ve diğer kaynaklara bağlılık azaldı. Yakınlarındaki suyu bulunca insanlar evlerine iyi kötü birer esbapdaşı kondurarak daha uzaktaki Çay'a gitme lüzumundan kurtulmaya başladılar. Buna rağmen Çay'da esbap yuyanlar az değildi, fakat eskisi gibi ocak ve taş kapma telaşesi gibi bir durum söz konusu olmuyordu. 

    İşte başta söylediğim, bizim kuşağın son demlerine yetiştiği bu dönemin Çay'ı oluyor. Hareketli şenlikli zamanlarını da hayal meyal hatırlarız, lakin asıl oyun alanımıza döndüğü zamanlar tamamen terkedilmeye yüz tuttuğu zamanlardır. Bu da aşağı yukarı 1970'lerin ortası oluyor. Bu dönemde eski gürleyen çeşmelerden eser kalmamıştı. Dedeçeşmesi'nden tıkalı olduğu için akmazlar, ama ağzımızı kocaman ayırarak luladan içimize çektiğimizde borularda kalan su akmaya başlar, biz de bunu eğlenceye çevirirdik. Bazen de birimiz diğer çeşmeye geçip kulağını lulaya dayar, öteki lulayı ahize gibi kullanıp güya telefonlaşırdık. Buralardaki oyunlarımız, pek seyrek esbapcılar gelene kadar sürerdi...

    Evlere su verildikten sonra Çay'ın fişi çekilmiş oldu. Cansız bedeni bir kaç yıl daha öylece kaldı. Sonra hangi yıldı bilmiyorum, yeniden düzenlenerek çatı giydirildi ve mandıraya dönüştürüldü. Eskişehirli Eşref adında bir işletmeci uzun yıllar süt aldı, işledi. Sonra O da bıraktı. Geçmişini tam belirleyemediğimiz esbaplık alanına 1956 yılında yapılan kale gibi sağlam duvarlar ne vakit yıkıldığını hatırlamıyorum, önemi de yok zaten...

    Her şeyin olduğu gibi mekanın da ruhu vardır derler... Mustafa Ayas'ın anlatımıyla bitirelim:

    "Kille, tokeçle, elle yıkanan esbablar... Yan yana kazanlar... Derdi oyun olan çocuklar... Fırsat bu fırsat diye yakalanıp hunharca(!) yıkanan daha küçük çocuklar... Sadece orada karşılaşan eş dost, hısım akraba ve arkadaşların bağrışarak yaptığı sohbetler... Keskin gözlerle gelin adayı arayan daha da yaşlılar... Nineler, analar, vs. vs... Evlere şebeke suyu gelene kadar bayram yeri olan aktif bir alan... Sonrası bizlere kalan boş, yarı yıkılmış duvarlar...
    En sonundaysa masal olmadığı hâlde 'bir varmış, bir yokmuş' diye anlatılacak sadece bir hikaye sebebi... Bir varmııış, bir yokmuş..."



27 Eylül 2024

Galipbey Caddesi

    
    Tekke'den eski asfalta kadar uzanan çift yönlü bu geniş caddenin halk ağzına yerleşip yaygınlaşmış bir adı yok. Bu yüzden resmi adıyla anıp Galip Bey Caddesi diyeceğiz.

    Dış kapı numaralandırma ve sokak adlandırmaları daha Eğret kasaba olmadan başlamış. 1958'de belediye kurulunca iş hızlandırılmış. Bu caddenin adı da 1950'lerin sonunda verildiği düşünülüyor. 

    Binbaşı Galip Bey, 28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki çarpışmalarda şehit olan, 13. Süvari Alay kumandanıdır. Zaferden hemen sonra Üyük'e anıt diktiren Fahrettin Altay Paşa, bu şehitlerin adlarını taşa kazıtmıştı. Bundan sonra her fırsatta Eğret'e yolunu düşüren Paşa şehitlerin adı ve hatıralarının hep canlı tutulmasını sağladı. Öncesinde pek rastlanmamasına rağmen son dönemde Eğret'teki erkek çocuklarına Fahrettin adı verilmesine birinci sebep Paşa'nın bu ilgisidir.

    Fahrettin Altay Paşa'nın öne çıkardığı isimlerden biri de şehit kumandan Galip Bey idi. Tuhaftır, kişi ismi olarak buna köyde pek itibar edilmemiş. Bildiğim kadarıyla sadece Arapların Galip Tok var, onun doğum tarihi de nispeten yenidir. Ayrıca şehit Binbaşı ile irtibatlı mı onu da bilmiyoruz. Kişi isimleri hususundaki bu ilgisizlik üzücü, lakin köyün (yeni kasabanın) en büyük ve işlek caddesine Galip Bey adının kazınması da sevindiricidir. Sürekli dualarla ruhu şad edilmesi gereken birinin adı böyle bir caddeye çok yakışmış.

    İsmi bu şekilde konulduğu sıralarda cadde bugünkü görünümünden uzaktı elbette. Hatta cadde bile denilir miydi, bilemiyorum; fakat daha kötü günleri de oldu. Bilinen tarihine bir göz atmak gerek...

    İlk yerleşilen mevkide sürekli sel baskınlarından illallah deyince, Eğretlilerin daha yüksekçe şimdiki konuma taşındıkları anlatılır. Yeni yerleşimde sel tehlikesi yoktur, öyle ki kar yağmur suları hiç eğlenmeden anında aşağı akar. Bu hala böyledir... Yalnız sürekli ve şiddetli akıntıdan dolayı, köyü araziye bağlayan yollar bir türlü düzgün durmaz, her yağış sonrası akan seller yüzünden hendekler, sel yolakları oluşur. Baskında kalmaktansa buna razıdır millet...

    Eğret'i araziye bağlayan en mühim yol, merkezdeki tekke/zaviyeden aşağıda Han ve çeşmeye doğru iner. Burası aynı zamanda köyün en işlek yoludur, lakin dediğimiz gibi bayırdan aşağı sallandığı için yoldan çok sel yolağını andırır. Böyle de olsa, ortaya oyulan selyolağına pek dokunmadan yaya, araba ve hayvan ulaşımını kenardan kenardan sağlamışlar. Yüzyıllar boyu orası böyle işlemiş, tıpkı Mezerböğrü'nün eski hali gibi...

    Yolun ortasından derin bir selyolağı geçmesi orayı uzunlamasına kullanmaya engel olmamış, yolu selyolağının kenarına almışlar. Amma karşıya geçişlerde müşkül duruma düştüklerinden bazı noktalara köprüler kurmuşlar. Yaya ve hayvan geçecek kadar küçük bu köprülerin ikisinin yeri biliniyor. Şimdi Daldalların odanın hemen üstündeymiş birisi. Yolak burada derinleştiği için bunun ciddi anlamda bir köprü olduğunu söylüyorlar. İkincisi Tekke'ye yakın bir yerdeymiş, selyolağı burada henüz derinleşmediği için köprü de daha hafifmiş. Başka yerlere de köprü kurulmuş olabilir, bunun bilgisi yok.

    Gocacami'nin yapıldığı 1910 civarı... İnşaatta kullanılacak kereste ve uzun kirişler, döşmeler Kütahya tarafındaki ormanlardan getirilmiş. Kütahya'dan gelen yol, Atmezarı yanından kıvrılıp Han'ın önünden geçiyor. Yani yük, malum bayırdan çıkarılmak zorunda... Şöyle düşünelim, en azından şimdiki Sağlık Ocağından Tekke'ye kadar bu bayır kullanılacak... Yük ağır olduğu için öküz değil de mandalar koşulmuş. O yıllarda her evde manda var, lakin yine de onların en namlılarını seçmişler, Hacapdırmanların ve Böbülerin mandalarla görev başarıyla tamamlanmış...

    Bu inşaattan on yıl kadar sonra Eğret işgal ediliyor. Bu yıllarda (1921 ve 1922) çekilen iki fotoğrafta bayırın hali; sel yolağının derinliği, köprüler, kenardaki yol, etrafındaki yapılaşma vs. çok net gözlemlenebilir.

    Kurtuluştan sonra daha uzun bir süre böyle geçtiği düşünülüyor. 1930 ile 1941 arasındaki dönemde Eğret Nahiye merkezidir, o yıllarda da bu görünümde bir değişiklik yok. Belki etrafında yeni yapılaşmalar başlamıştır, ama yol kolay kolay düzlenecek gibi değil.

    Yapılaşma deyince... Mesela Daldalların oda bu yeni yapılardan biri olabilir, dediklerine göre eskiden daha içerilerdeymiş. Ayrıca Nahiye merkezinin Eğret olduğu bu dönemde Nahiye Müdürlüğü de caddeye dönüşmekte olan bu bayır üzerinde bulunduğu tahmin edilebilir. Muhtarlıkça evi olmayana 'yurtyeri gösterme' olarak adlandırılan arsa temini hususu da bu dönemde başladığı tahmin ediliyor. Böylece henüz adı konulmayan Galip Bey Caddesi şekillenmeye başlamış.

    Belediye kurulduğunda iyiden iyiye caddeydi. Çakırosman (Osman Erdem) zamanındaki sokak aydınlatması projesine buradan başlanmış. Eskiden beri en işlek yol olan Galip Bey Caddesi, artık Anıtkaya kasabasının yönetim merkezi ve çarşısı konumuna terfi etmiştir. Mesela karakol binası caddenin en yukarısında eski belediye kahvesindeyken, en aşağıda asfalt üstüne yapılan yeni belediye kahvesine taşınmış, eski ve yeni yeri olarak Galip Bey Caddesinden ayrılmamıştır. Keza eski ve yeni belediye binaları karşılıklı olarak caddenin iki yakasına inşa edilmiş. Tarım Kredi Kopperatifi, PTT, Tekel binaları hep cadde kenarında bulunmuş...

    Resmi, yarı resmi daireler burada bulununca resmi törenler bayramlar da cadde üzerinde yapılmış, bunun için bir kenara Atatürk anıtı düzenlenmiş, sonradan bu anıt caddenin ortasına alınmıştır. Bayram kutlamalarının merkezinde yer alan okul binaları da caddeden fazla uzaklaşmamış. İlk olarak Gocacami bitişiğindeki medrese binası ilkmektep olarak kullanılmış, 1940'lardaki yeni okul binası ve 1968 yılında yapılan daha yeni okul da hep caddenin yanına inşa edilmişler.

    Bunun resmiyetle alakası yok, ama 1960 ihtilalinden sonra Daldalların odadan 'Senato' diye söz etmeye başlamışlar. Güya bir partinin tarafları orada toplanıp ajans haberlerini dinler, gelişmeleri değerlendirirlermiş... Cadde üzerinde bulunmanın bir yansıması...

    Galip Bey Caddesi hasbelkader kasabanın yönetim merkezi olmuş. Buna bağlı olarak Anıtkaya ve çevre köylerine yönelik çarşı hükmünü almış. Caddenin iki yanına ve yakınlarına her sektörden dükkanlar, imalathaneler, ticarethaneler açılmış. Bunun bir sebebi resmi kurumlar ise, diğer sebebi de Eğret/Anıtkaya hafta pazarıdır. 

    Cumartesi günleri kurulan hafta pazarının tarihi Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar çekilebiliyor. Nahiye merkezi olmadan önce  Eğret'te pazar kuruluyormuş. Belki de nahiye/bucak olmasına bir sebep de bu hafta pazarıydı, o kadarını bilemiyoruz. Pazar eskiden beri şimdiki yerinde kuruluyor. Yalnız cadde oluşmadan önce de sonra da cumartesi pazarı hep Galip Bey Caddesine taşıyor. En azından sebze meyve dışındaki pazar esnafı hep o tarafa meyyal olmuş. Dolayısıyla cumartesi günleri o cadde pazaryeridir. Hiç olmazsa dene pazarı, yani zahirecilerin o tarafta bulunması bile caddeyi pazaryeri hükmüne sokar.

    1970 ve 80'lerde cumartesi günleri çift yönlü Galip Bey Caddesinin tamamı araçlarla dolu olurdu. Bu araçlar, iki 'bazararabası' dediğimiz mavi şeritli ve burunlu otobüs, Afyon-Anıtkaya arası çalışan dolmuşlar, çevre köylerden gelen traktör ve at/öküz arabalarından oluşurdu. Öğle sonuna kadar devam eden bu trafik, pazar dağılmasıyla yerini alıştığımız dinginliğe bırakırdı.

    Sakin canlılık bir sonraki haftaya kadar devam ederdi. Canlılık diyorum, çünkü caddenin iki yanındaki dükkanlar bir hafta boyunca kapalı kalıp yalnız cumartesi günleri açılıyor değildi. Her zaman açık bulunur, yine kasaba halkı ve etraf köylerden gelenlere hizmete devam ederlerdi. Bu yüzden Galip Bey Caddesi bir çarşıdır diyoruz. Hala da öyle Anıtkaya'nın çarşısıdır...

    O cadde eski selyolağı görünümünden ne zaman kurtuldu, çukurlar ne zaman dolduruldu, parke taş ne zaman döşendi bilemiyorum. Delimısdık (Mustafa Erdem) zamanında ortaya dizi halinde çam ağaçları dikilmiş. Bizim aklımız erdiği yıllarda bu ağaçlar oldukça büyümüşlerdi. Bazı yerlere geçiş noktası bırakılarak, Karakoldan Tekkeye kadar muhafaza altına alınan bu ağaçlar caddeyi bulvar gibi gösterirdi. Ağaçlar o kadar büyümüştü ki, gelen geçen sap arabalarından takılıp düşenlerle kazlar akşama kadar karnını doyururdu. Bazılarının cılız kalmasından kökünün kayaya denk geldiğini tahmin ettiğimiz bu çam dizisi, bakanlara çok güzel bir görünüm arzederdi. 

    Ne zaman oldu, nasıl olduysa; o canım çamlar kürünmüş... Şimdi Galip Bey Caddesi bir asır öncesi kadar yamru yumru olmasa da, o kadar çıplak... Allah'tan yeni asfalta açılmış bağlantı yolu var. Her ne kadar kullanımında ve trafik akışında problem olsa da Galip Bey Caddesi'nin uzantısı hükmündeki bu yol, yeşillikler arasında ve ortası da ağaçlandırılmış.

    Binbaşı Galip Bey ve diğer şehit ve gazilerimize rahmet okumaya vesile oluyor... Bu bile Galip Bey Caddesi'ni sevmek için yeterli bir sebep bence...



13 Eylül 2024

Bir Fotoğraf Analizi

 
    Biri demişti, 'Eski Türk filmlerini sevmem, ama mazideki İstanbul manzaralarını görmek için arada sırada bakarım...' O görüntüler filmlerde kaldı çünkü... Gerçekten de öyledir, kırk elli yıl önce filmin çekildiği zamanlardaki İstanbul ile günümüzdekinin pek benzerliği bulunmuyor. 

    Bu tatsız durum yalnız İstanbul'a has değil, yurdun her yeri için geçerli olsa gerektir. Hatta Anıtkaya için bile... 'Garaörtü' kelimesini açıklayacak hala kullanılan bir dambeş aradım da bulamadım. Bugünün çocukları köyün herhangi bir yerinde elli yıl önce çekilmiş fotoğrafı tanımayıp onun Anıtkaya'ya ait olduğunu anlayamayabilir.

    Öyle bir fotoğraf üzerinde biraz konuşalım. Köyün en merkezi yerinde, Galip Bey caddesinde çekilmiş. Berber Emmim arşivindeki bu fotoğrafta Dayıların Adem Yola ile poz vermiş. Tam yılını bilemeyeceğim, onlar tarih ve diğer konularda daha net bilgileri vereceklerdir.

    Fotoğrafı çeken Galipbey caddesine inip sağa doğru çaprazlama yönelmiş. Haliyle arkadaki binalar fon olarak kullanılmış. Tam lokasyon istenirse, burası şimdi Tuğra marketin bulunduğu noktadır. O dönemde cadde ile binalar arasında geniş bir boşluk vardı, o boşluk kullanılmış.

    Malum olduğu üzere o cadde doğal bir rampa üzerine kuruludur. Batıdan çekilecek bir fotoğrafta nesneler yukarı doğru uzar. Bir de çömelerek objektif biraz daha aşağı alınırsa, doğal rampa açısı artırılmış olur. Aynen öyle olmuş ve arkadaki binalar kareye sığsın diye gayret edilmiş. Öyle yapılmasaydı bir fotoğrafı sözkonusu bile etmezdik...

     Yılını bilemeyiz, ama işaretlerden fotoğrafın çekildiği mevsim ve zamanı az çok tahmin edebiliriz. En iyi işaret gölgelerdir. Burada gölgelerin bir hayli uzadığı açıkça görülüyor. İkindiden sonra henüz kerahat vakti girmemiş, ama gün akşama meyillendiği belli... Kış günleri güneş Olucak hizasına bile varmadan çabucak batar, bahar sonu gündönümünde ise tamamiyle kuzeybatıdan Yenice'ye yakın iner. Hatta Haziran sonunda portakal gibi kızardığında neredeyse kuzeye dayanır. İkindi ile akşam arasındaki çaprazlama çekilmiş bir fotoğrafta bile gölgelerin daha çaprazda güneydoğuyu gösterdiği dikkatlerden kaçmasın. Akşam üstü görme imkanı olsa, o gölgelerin hemen hemen kıbleye döndüğü görülecektir. Bütün bunlardan fotoğrafın hangi mevsimde çekildiği çıkarılabilir.

    Yeri gelmişken, fotoğrafı örtmeli bir kadının çektiği zannedilmesin. Burada yine bir ışık oyunu var. Caddeye çapraz duruş bir yana, güneş o kişinin de çaprazında bulunuyor. Bu yüzden makineyi tutan iki elin koltuk altlarındaki boşluk gölgeyle dolmuş, yani örtmeli kadın görüntüsü vermiş. Kim çekerse çeksin, kendi gölgesini almak yerine arkadaki binanın tamamını kareye sığdırmak için makineyi biraz daha kaldırsaymış iyiymiş...

    Lafı uzatmayalım, arkadaki Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkandır. İki katlı dükkanın bu halini yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Cumartesi günler dışında çok da işlek olmayan bir bakkaldı. Kepenkler kapalı olduğuna göre, günlerden cumartesi değil... Arkada çok az kısmı görünen dükkanlar ise Hacemirlah (Emrullah Onay)a aitti. Galiba oralarda pek değişiklik yok.

    Aynı açıdan bir fotoğraf çekilebilir, ama bugün çekilecek bir fotoğraftan aynı manzarayı yakalamak mümkün değil. Dediğimiz gibi, başta cadde ile binalar arasında boşluk kalmadı. Manda (Ahmet Öztürk)e ait yere oğlu Mahmut Öztürk yeni bir bina yaptı, böylece orası tamamen kapandı.

    Arkada, iki kanatlı kepengin yarısı yukarı dayanmış, diğer yarısı ise altına bir yağ varili konularak tezgaha dönüştürülmüş dükkan acaba Manda'nın dükkan mıydı. Oralarda bir yağhane hatırlar gibiyim, ama bu dükkan daha beride gibi duruyor. Sakın Sarasan (Hasan Dadak)ın bakkalı olmasın. Tezgahtakiler de gazoz şişesine benziyor. O dükkanın önünde bir ara düğen dişediklerini hatırlıyorum.

    Orasını pek bilemeyeceğim, Sarasan'ın dükkan iki katlıymış, fotoğraftaki de bu tanıma uyuyor. 1960 Darbesinde Belediye ile beraber Koruma Başkanlığına da kayyım atanmış ve Jandarma Onbaşı Koruma Başkanı ilan edilmiş. O dönemin Koruma odası işte bu dükkanın üst katıymış.

    Fotoğraf o kadar canlı ki, sanki Sarasan gözlüklü başını peykenin üstündeki açık camdan uzatıverecekmiş gibi geliyor. O değil, lakin bir çocuk kareye başını uzatmış bile. Kim bilir kim?...

    Bizim yapacağımız analiz bu kadar olur; çuvallamış olabiliriz, düzeltmelere açığız... 

 


27 Temmuz 2024

Karakol

 
    Cumhuriyetten önce Eğret'te emniyet noktası anlamında bir karakol bulunmuyordu. Aynı merkeze bağlı zaptiyeler ve adli kuvvetler belirli aralıklarla köye geldiklerinde Muhtar Odasına varıyorlar, işlerini orada görüp dönüyorlardı. Rutin gelişlerin dışında, hesapta olmayan acil durumlarda Eğret'e varınca yine Muhtar'ı buluyor ve onun odasında onun kılavuzluğunda işlerini hallediyorlardı. Misal, Kadı veya görevlendirdiği yardımcıları belirli aralıklarla gelip köylünün davalarını görüyor; evlilik, doğum, ölüm gibi nüfus olaylarını kaydediyordu. İhbara bağlı asayiş durumlarında yine Kadıya bağlı zaptiyeler gelip hep Muhtarı buluyordu. Takriben 1920 yılında yaşandığı düşünülen Sığıreğleği'ndeki Seydi Çavuş olayında, Meclis'e bağlı Zaptiye Kumandanı Ayıcı Arif o sırada Muhtar Odası olan köşedeki Hatiplerin Oda'ya konuşlanmıştı.

    1921'de başlayan işgal ile her şey darmaduman olmuştu. Yaklaşık bir buçuk yılın ardından 1922'deki kurtuluştan sonra tekrar maddi ve manevi inşa süreci başladı. İşte bu dönemde Eğret'e bir karakol kurulduğu anlaşılıyor. Bunun kesin tarihi bilinmemekle birlikte, Üyük'e eski yazılı abide taşın dikildiği 1924 yılını düşünmek yanlış olmaz kanaatindeyim.

    Jandarma Kumandanı Aydınlı Delimehmet (Mehmet Acar)ı karakol ile ilişkilendirenler var. Eğret Karakolunun ilk kumandanlarından biri olduğunu söylüyorlar. Burada evlenip Eğret'e yerleşmiş. Büyük oğlu Haydar Acar'ın doğum tarihi 1921 olarak kaydedildiği düşünüldüğünde, kumandanlığının Eğret'e yerleştikten sonra başladığı kabul edilmelidir. Ya da Haydar'ın doğum tarihinde bir yanlışlık var. Gerçi bunlar Eğret Karakolunun Cumhuriyet'ten sonra kurulduğu varsayımına halel getirmez.

    Bağlı köyleriyle birlikte Eğret'i kontrol etmenin bir yolu karakol diye düşünülmüş olmalıdır. Çok geniş bir alan... Yeteri kadar personel bulundurmak lazım, onlara da minik bir kışla lazım... Nahiye Müdürü ve Muhtarın işbirliğiyle bu sorun çözülmüştür... Bilinen ilk karakol binası Şaşdımların evin göpçüğünde, şimdiki Belediye kahvesinin dip tarafındaymış. Binayı tam olarak bilmiyorum, ama yerinde kocaman bir dut ağacı olduğunu hatırlıyorum. Bir harabenin kıyısındaki bu ağaca çıkar iner, gölgesinde öyle eğlenirdik. Geniş bir alan değildi, köşeye sıkıştırılmış öylesine bir yer izlenimi verirdi. Biz buraya bilinen ilk karakol derken, daha önceden başka bir binanın kullanılması ihtimalini de yedekte tutmuş oluyoruz.

    Bizim bildiğimiz, aktif olarak kullanılıyorken hatırladığımız karakol binası hala ayakta... Hikayesi ilginçtir, aslında karakol diye yapılmamış. Eğret belediyelik olduktan sonra, işlek karayolu üzerinde öyle bir binanın eksikliği görülerek köyün tam girişine kondurmuşlar. Maksat, şoförlere nefeslenme yeri, gelip geçenlere çay ve ihtiyaç molası, gideceklere de bekleme salonu gibi bir mekan olsun... Adı ta o zamandan halk arasında Belediye Kahvesi diye yerleşmiş. İnşa amacına uygun olarak her vazifeyi görmüş. İsmet İnönü dahil nice misafir burada ağırlanmış, yolcular karşılanmış uğurlanmış, toplantılar yapılmış vs.

    Aşağıda yolun kenarında, Anıtkaya Kasabasının hemen girişindeki Belediye Kahvesi yeterince hükmünü icra ettikten sonra, Jandarma Karakolunun buraya taşınması kararlaştırılmış. Ona göre tadilat yapılıp taşınma gerçekleşmiş. Bu arada yeni hamam ile Belediye Kahvesi/Karakol arasına İlkokulun yapılmış olduğunu da belirtmek lazım. Yol kıyısı şenlenmişti yani...

    Bizim eski karakol yerindeki dut ağacında oynayışımızdan bir müddet önce yaşanmış bütün bunlar. Zaten o viranenin ömrü de kısa sürdü, tamamen yıkıp kocaman bir bina yaptılar. O bina şimdi hala kullanılmakta olan Belediye Kahvesidir. Yani senin anlayacağın, Belediye Kahvesi-Karakol döngüsü Anıtkaya'da iki kere gerçekleşmiş. Bizim halen Belediye Kahvesi dediğimiz yerde eskiden Karakol varmış, şimdi herkesin Karakol bildiği yer ise Belediye Kahvesi olarak yapılmış.

    Eski ve yeni yerindeyken Karakol personelini (Başçavuş, Onbaşı, Erat) Eğret/Anıtkaya halkı hep el üstünde tutmuş. Bazı zamanlarda ve özel durumlarda istisnai tatsızlıklar yaşansa da köy halkı onların güvenlik ve huzuru sağlamak için var oldukları bilincini taşımış. Eski yeri neredeyse köyün merkezi sayılır ve uzun süre orada bulunmuşlar. Bu dönemde düğün olsun, ölüyeri olsun derneklerde hep bir tepsi de Karakola gönderilmiş. Bunun dışında sair günlerde tepsi (bükme börek) edenler mutlaka oranın payını ayırmışlar. Bu adet yeni yerindeyken de devam eder, askerler adeta beslenirlerdi. Gerçi mutfakları vardı, kendi yemeklerini de yaparlardı; ama çoğu zaman buna gerek kalmazdı. Tabi düzenli bir tepsi akışı bulunmadığı için bu trafiğe güvenilmez... Köyde o sırada yalnız mahalle fırınları bulunduğu için askerlerin ekmek almaya fırına gittiklerine şahidim. Orada kadınlar kesinlikle para kabul etmez, gelen askere istediğinden daha fazlasını verirlerdi.

    Jandarmaya karşı korku, sevgi, saygı karışımı bir his vardı o günün ortamında. Biz çocuklardaki biraz daha korku ağırlıklıydı galiba. Onlardan birinin karaltısını gördüğümüzde oyun durur, gürültü patırtı kesilir, neredeyse hazırola geçerdik. Bir şey yaptıkları yoktu, ama kendilerini saydırırlardı. En çok da 1980 öncesi gece dışarı çıkma yasağı hususunda varlıklarını hissettirirlerdi. Kahvenin camından tv seyretmek için dışarıda bulunur, kahvecinin gözünü yanıltıp içeri girdiğimiz de olurdu. Öyle gecelerden birinde Güçcükhalil'in kahvedeki sıraya bir serçe tedirginliğinde konmuş film izlerken yakalandık. Jandarmalardan biri kapıyı tuttu, kimseyi çıkarmıyor. Kaçamadık. Üniformasının içinde beyaz boğazlı kazak olan Onbaşı bize değil, ama büyükleri öyle bir fırçaladı ki sorma gitsin... Etkisi oldu mu, ne gezer. Hemen her akşam devriyeye çıkarlar, bizse onlar gelirken kaçışırdık...

    Yetmişli yıllarda şapka inkılabının uygulanmasıyla ilgili bir söylenti çıktıydı, aykırı hareket edenlerin, özellikle ip örme takke giyenlerin cezalandırılacağı filan... İlkokul çocuğuyuz, her duyduğumuza inanıyoruz ve korkuyoruz... Bahçede top oynarken komşu Karakoldaki askerlerden biri şevke gelmiş 'Topu ver de bi tepeyim' dedi. Bense top filan düşünecek halde değilim, çünkü kafamdaki takke sebebiyle başımın belaya girmesinden korkuyorum. Hemen çıkardım... Gülerek 'Lan kim ne yapacak senin takkeni, topu at' dediğini hala unutmamışım...

    1960 Darbesinden sonra Okul Müdürü, Belediye Reisi olarak atanmış. O vakitler en az belediye kadar önemli olan Koruma'nın başına da Jandarma Onbaşıyı atamışlar. Şimdi Hüseyin Saki Hoca'nın ev bulunduğu yer civarında Sarasan (Hasan Dadak)ın dükkan vardı. Koruma Odası olarak o dükkanın üstü kullanılmış. Bir kaç yıllık geçiş dönemindeki bu uygulama esnasında Karakolun eski yerinde olduğu açıktır.

    Koruma Başkanlığı yapan Onbaşının adı Süleyman imiş. Kendisini bir şekilde hafızalara kazıtmış Karakol Kumandanlarını da hala anlatırlar. Bunların en ünlüsü galiba Gavatçavuş diye anılan kişidir. Adı Mehmet imiş, fakat herkes kendisini lakabıyla bellemiş. Duyduğumda şaşırmıştım, fakat bu lakapla, akla ilk gelen anlamın alakası yokmuş. Adam gavat kelimesini çok kullandığı için böyle demişler. Yerine göre tatlı sert, insanları doğruya yönlendirmeye çalışan iyi bir kişilik olarak anlatıyorlar.

    Adı Zühtü olan bir Başçavuş vardı. Tam da 'Amanın yandım Zühtü' türküsünün dillerde olduğu o vakitlerde delikanlılar bu adamı çıldırtırmış. Adını bilmiyorum, ama soyadı Muratkan olan bir başka Başçavuşu, Alim ve Alaattin adındaki iki oğlu münasebetiyle hatırlıyorum. Alaattin ile aynı sınıftaydık, eski lojmanda otururlardı.

    En son karakol komutanı Sabri Çağıl... Adıyla soyadıyla tekmilen hatırlayabilmemin sebebi, 12 Eylül darbesinden sonra kahvelere asılan koca bildirinin altında adı yazılmış olmasıdır. Bunun dışında Anıtkaya halkıyla iyi ilişkiler içinde biriydi diye aklımda kalmış. Mesela Kalpsiz'e lakabıyla hitap eden bir yabancıyı, çok da yabancı kabul etmemek lazımdır. Sonuna kadar Bahattin Azbay'ın evde oturdu. Zaten Anıtkaya Jandarma karakolunun son komutanıdır kendisi. 1982 (veya 83) Yılında karakol kaldırıldı, Sabri Çağıl'ın ise Şuhut Karakolu'na atandığını oraya sık giden samancılardan duyduk.

    Karakol kaldırıldıktan sonra, binası bir süre boş durdu. Sonra bir aile uzun süre ikamet etti. Onlar boşalttıktan sonra da yine bir müddet atıl kaldı. Tadilatla mandıraya bile dönüştürüldü. Anıtkaya markalı kaşarlar üretildi. O da bittikten beri yine atıl vaziyette duruyor.

    Eğret/Anıtkaya Karakolunun yaklaşık 60 yıllık bir ömrü oldu. Belediye Kahvesi olarak yapılan son binası, hiç bir zaman karakol dönemindeki düzenli ve temiz halini bir daha yakalayamadı. O vakitler önündeki yol vızır vızır, ardındaki kanal şırıl şırıldı. Serin bahçesinden gür asker sesleri yükselirdi... O da ortalama 60 yaşına girdi. Şimdi köhne haliyle Galip Bey Caddesinin ucunda, Anıtkaya'ya girenleri ilk karşılayan kendisidir...



17 Mayıs 2024

Cuma Camisi

 
    Birbirine çok yakın olduklarından dolayı cami, çeşme ve hamam Eğret Kervansarayının merkezinde bulunduğu bir külliyenin parçası olduğu tahmin ediliyor. Kervansaray/Han külliyesinin hatırına Eğret köyünün de şimdiki yerine taşındığı en çok rağbet edilen görüş. Bu durumda diğer parçalarla birlikte Cuma Camisi'nin tarihini 13-14. yüzyıl aralığına götürmek gerekir.

    Belgesel geçmişine bakacak olursak, doğal olarak Cuma Camisinin inşa tarihi bilinmiyor. 16. Yüzyıldan kalma bir belgede adı geçen Cami-i Şerif Vakfının onunla ilgili olduğu düşünülüyor. Diğer bağlantılar ve Hacı İbrahim Zaviyesinin Kervansarayla irtibatı da düşünüldüğünde, Cami Eğret'ten daha yaşlı denilebilir. Normalde insanlar bir yere yerleştikten sonra mescidini filan inşa ederken, Eğretliler hazır mescitli bir bölgeye yerleşmişler.

    Yeni oluşan köy, Eğreti/Eğret/Hayrat diye anılmaya başladı. Caminin köyü böylece ortaya çıktıktan sonra roller değişti; o, köyün camisi oldu. Bu yüzden hep, Cuma Camisi Eğret'in ilk camisidir, derler.

    Daha külliye çevresinde bir köy oluşmadan önce yapıldığı düşünülür ve Hacı İbrahim Zaviyesiyle ilişkilendirilirse, cami gelip geçen yolcular için inşa edilmiş olmalıdır. Zaten külliye konum itibariyle en işlek ticaret yolu üzerine, ihtiyaçtan yapılmış. Yani her daim, yolcu da olsa, hazır bir cemaate sahipti. Eğret köyü oluştuktan sonra da uzun süre oranın tek camisi olarak kaldı.

    Her birinde bir mescit bulunsa da etraf köyler cemaati cuma namazlarında Eğret'teki bu külliye camisine yöneldiklerine dair bir rivayet var. Eskiden bölgenin/beldenin en büyük camisinde cuma kılma gibi yerleşik bir gelenek vardı, buna göre rivayetin gerçekliği kuvvet kazanır. Hatta caminin ismi de böylece Cuma Camisi olarak kalıplaşması buna bağlanıyor.

    Anıtkaya'da çok bilinen At Mezarı efsanesi, cuma namazı - cuma camisi ile doğrudan ilgilidir. Kütahya tarafından gelen bir yolcu, namaza yetişmek için atını çok hızlı sürmektedir. Köye yaklaştığı anda nihayet at bu tempoya dayanamayarak çatlar. Bu olaydan sonra orası At Mezarı olarak halkın hafızasına kazınıyor, hala da öyledir.

    Tabi cuma namazı hutbe demek, hutbeye de hatip gerek. Bu yüzden vakıf marifetiyle camiye baştan beri bir hatip görevlendirilmiş. Bazen diğer namazları kıldıran imam bu görevi de yürütmüş, bazı dönemlerde ise ayrıca hem imam hem de hatip görevlendirilmiş. Bugün Anıtkaya'daki Hatipler, Çakırlar ve Gobaklar sülalelerinin ortak atası olan Hatiboğlu'nun bu görevi ifa eden eski hatiplerden birinin oğlu olduğu düşünülüyor.

    Kayıtlara geçen iki Eğretli hatip daha var. Bunların ilki Veyisler/Çorbecilerin İbrahim oğlu Mustafa'dır. 1882 Yılında çocuksuz olarak vefat ettikten sonra, Cuma Camisi hatiplik kadrosu bir kaç yıl boş kalmış. Bu dönemde fahri olarak vazife alan Veyislerin Ali oğlu İbrahim, 1886'da resmen atanmış. Halkın Delimam (Deli İmam) olarak bildiği Veyisoğlu İbrahim, 1905'te ölene kadar yirmi yıldan fazla hatiplik yapmış.

    Hatip olduğu halde Delimam diye lakaplandığından ötürü Veyisoğlunun iki görevi birlikte yürürttüğü düşünülebilir, ama öyle değil. O dönemin, en azından son dönemlerinin Cuma Camisi imamı, meşhur Mücellit Ahmet Efendi imiş. Aslen Döğerli Mücellit Hoca, Naymeler sülalesinin ana-dedesi oluyor. Delimam öldükten sonra bir müddet daha imamlık görevini sürdürmüş, hatta 1910 yılında Goca Cami inşaatı sırasında halen Cuma Camisi imamı imiş. Bununla beraber kaç yıl daha bu görevi sürdürdüğü bilinmiyor. Onun zamanında müezzin olarak görevlendirilen Çaylıoğlu Topal Hüseyin (Hüseyin Kabadayı)nın hangi camide görevli olduğu şüphelidir...

    1910-1921 Arasında, on yıl kadar Eğret'te iki cami var. Bunların hangisinin hocası olduğu bilinmeyenlerden biri de Eğretli Cemal Hoca'dır. Babası veya dedesi Cuma Camisi imamıymış, lakin Cemal Eğretli hangisinde görevlendirildiğine dair bilgi bulamadım; ikisi de olabilir.

    O sırada kimin nerede vazifeli olduğunun bir önemi yok, çünkü 1921 yılında her şeyi alt üst eden Yunan işgali başladı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren bu dönem, Eğret ile birlikte bu iki caminin de kara günleridir. Ezan, tesbih, tahmid, tekbir, salavat, cemaat vb. her şeye hasret kalınması bir yana; Eğretliler gibi Eğret camileri de her türlü zulme maruz kalmış. Hastane, klinik, depo, ahır gibi kullanıldıklarına dair söylentiler var. 

    Yunan gittikten sonra, nispeten yeni olduğu için Gocacami hemen temizlenip eski haline getirilmiş, ama ihtiyar Cumacamisi'nin öyle bir şansı olmamış. Gavur gittiğinde harabe halindeymiş, duvarlarında her türlü pislik ve kan izleri filan bulunuyormuş. Damı çatısı da yıkıldığı için viraneye dönmüş, uzun süre kurtlar kuşlar yuvalanmış.

    Çatısı olmasa bile duvarlar sağlam, onların çevrelediği geniş bir alana sahip olduğu için bir dönemde otopsi gibi işlemlere evsahipliği yapmış. Duvarlardaki kan izlerinin bu işlemlerden kaldığını söyleyen de bulunuyor.

    Harabe halindeki Cumacamisi 1960'lara kadar yaklaşık kırk yıl böyle... Bu virane çocukların da oyun alanına dönmüş. Musluların İbrahim Efe (Gavuralinintopal), burada kuş yakalamak isterken sakatlanmış. Dediklerine göre yüksek duvardan düşünce bacağı kırılmış. Yıllar sonra Samancının Gocabıyık (Halil Saçak) şahit olduğu bu olayı nükteli bir dille 'Bi atışda vurup düşürdüm onu' diye anlatmış. Gocabıyık 1930, Topal 1935 doğumlu olduklarına göre olayın 40'lı yıllarda yaşanmış olması gerekir...

    Bu durum, yani Cumacamisi'nin acınası hali Cemal Eğretli Hoca'yı çok üzmüş. Bir an önce tamir edilip ibadete açılmasına yönelik arzusunu hep dile getirmiş. Onun bu iştiyaklı hali ister istemez akıllara burada vazife almış olabileceği ihtimalini getiriyor. Yunan gittikten sonra Eğret'te durmayıp O da Afyon'a dönmüş. Eğer Gocacami Hocası olsaydı, köyde kalır vazifesine devam ederdi; Cumacamisi virane haline gelince, O'na Eğret'te yapacak iş kalmadı, diye de mantık yürütülebilir... Bununla beraber Cemal Hoca'nın Mücellit Ahmet Efendi'ye sağlığında ve ölümünden sonra aşırı hürmet göstermesi birlikte çalıştıkları ihtimalini de güçlendiriyor. Bu da adres olarak Cumacamisi'ni değil Gocacami'yi gösterir...

    Cumacamisi'nin hocasıydı veya değildi, Cemal Hoca'nın arzusu istikametinde Anıtkayalılar harekete geçiyorlar. Tunaüseyin (İbrahim Kayır)ın başkanlığı döneminde cami onarılıp ibadete açılıyor. Açılış merasimi yapılıp yapılmadığı bilinmiyor, Cemal Eğretli Hoca'nın gelip gelmediği de... Yalnız 1967 yılında vefat ettiğinde Cumacamisi tekrar hayata kavuşturulmuş bulunuyordu...

    Tamir sırasında ilginç bir şey oluyor. Ellerine geçen eski yazılı bir taşı kapının üstüne, duvarın alnına koymuşlar. Sıvaydı, boyaydı derken, yıllar o taşın üzerinden silindir gibi geçmiş. Okunamaz hale geldiği için Kervansarayın kitabesi sanılan bu taşın sırrı, Ferhat Öztürk Hoca'nın çalışması sırasında çözülmüş. 1878 Yılında tamir edilen bir çeşmenin kitabesi olan bu taşı, herhalde Kur'an yazısı diye, kapının üstüne yerleştirmişler. Şimdi tamamen ortadan kalkmış bulunan, külliyenin diğer ferdi çeşme kitabesi olduğu düşünülüyor... Bu yanlışlık bir bakıma iyi olmuş, caminin bir parçası olan kitabe koruma altına alınmış... 

    Koruma deyince... Yanındaki eski Kabristanla birlikte Korunması Gereken Kültür Varlığı olarak tescillenirken rapora, Ulucami/Gocacami yapıldıktan sonra halk cuma namazlarında burayı tercih ettiğinden Cuma Camisi diye adlandırıldığına yönelik bir bilgi kaydedilmiş. Bunun böyle olmadığı, adlandırmanın daha eski zamanlara dayandığını yukarıda açıkladık...

    Neyse,1969 yılında Delimısdık (Mustafa Erdem)in başkanlığı zamanında ise yeni bir minare yapılarak Cumacamisi'ne bugünkü görünümü kazandırılmış.

    İbadete açıldığında Apdıramanların Lomcu Hoca'nın oğlu Ahmet Selek'i hak ile hoca tutmuşlar. Daha sonra yine köyden bir kaç kişi daha hak usulüyle vazife yapmış. Kadro alındıktan sonra Basri Hoca, Adem Hoca gibi isimleri hatırlıyorum. Sonra Ali Osman Sancak Hoca oradan emekli oldu. Şimdi Hafız Ali Hoca Cumacamisi imamıdır.

    Sonuç olarak Cumacamisi, beş altı asırlık eski bir külliyenin ayakta ve hayatta kalabilen iki ferdinden biridir. Han ile birlikte sırt sırta vermişler, her şeyi öğüten zaman değirmenine meydan okur gibiler. Hamam ve çeşme onları yarı yolda bırakarak sahneden çekildi. Yalnız, asırların yorgunluğunda hemen yanıbaşlarında kendiliğinden oluşan eski kabristanın hakkını yemeyelim; bu iki kardeşe yoldaşlık ediyor.



15 Mayıs 2024

Eğret Han

ANITKAYA (EĞRET) KERVANSARAYI
            Ferhat Öztürk*

    Kervansarayın ismi: Kervansaray, Afyonkarahisar’ın merkez ilçesine bağlı Anıtkaya Köyü’nde bulunmasından dolayı Anıtkaya Kervansarayı, Anıtkaya Köyü’nün eski isminin Eğret olmasından dolayı Eğret Kervansarayı ve Eğret Han olarak bilinmektedir. Kaynaklarda genel olarak Eğret Hanı ismiyle geçmektedir.

    Kervansarayın yapıldığı mimarî dönem: Beylikler Dönemi’dir.

    Kervansarayın yapılış tarihi: Kervansarayın yapılış tarihiyle alakalı kaynaklarda farklı tarihler belirtilmiştir. Bir kaynakta yapılış tarihinin M 1267 olması ihtimali üzerinde durulmuş, başka bir kaynakta da M 1278 tarihi belirtilmiştir. VGM Kütahya Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşiv kayıtlarına göre kervansarayın kitabesi olmadığından H 666-M 1267 yıllarında 13. yy.’daki Selçuklu hanlarından olduğu tahmin edilmektedir. Ali Baş, “Beylikler Dönemi Hanları” adlı çalışmasında Eğret Kervansarayı’nı Germiyanoğulları Dönemi’ne tarihlendirmiştir. A. Osman Uysal da “Germiyanoğulları Beyliği’nin Mimari Eserleri” adlı çalışmasında bu yapıtın Selçuklu ve Osmanlı devirlerine ait olamayacağı hakkında görüşünü bildirmiştir. Genel kabule göre Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Germiyanoğlu Süleyman Şah tarafından M 1370-1380 yılları arasında yaptırılmıştır.

    Kervansarayın banisi: Afyonkarahisar Arkeoloji Müzesi 03.000/1.0 numaralı Envanter kaydına göre yapıyı yaptıran kişi, Germiyanoğlu Süleyman’dır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nı Kütahya’yı yazlık, Karahisar’ı kışlık başkent yapan Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın M 1370-1380 tarihlerinde yaptırdığına dair bir görüş de vardır.

    Kervansarayın tescil tarihi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu’nun 13.02.1986 tarih, 1881 sayılı kararı ile korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillidir.

    Kervansarayın mimarı: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın mimarı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.

    Kervansarayın adresi: Kervansaray, Afyonkarahisar-Kütahya yolu üzerinde, il merkezine 30 km uzaklıkta, Afyonkarahisar ili Merkez ilçesine bağlı Anıtkaya köyü Cumhuriyet Mevkii’ndedir. Köyün girişi sayılacak bir noktada yer alan kervansarayın önünde okul, kuzeyinde muhtarlık binası ve doğusunda Cuma Camisi vardır.

    Kervansarayın onarım tarihleri: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, 1966-1969 tarihleri arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarım görmüştür.

    Kervansarayın kitabesi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında kitabelik kısmı olmasına rağmen herhangi bir kitabe bulunmamaktadır.


     GENEL MİMARÎ ÖZELLİKLERİ

    Eğret-Eyret ismi, Kimek-Kıpçak federasyonu içerisinde bir boydur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, şu anda köyün giriş kısmı sayılacak bir noktadadır. Kervansarayın doğusunda köyün en eski, arşiv belgelerinde vakıf camii olduğu ve kervansarayla aynı tarihte yapılma ihtimalinden söz edilen Cuma Camisi yer almaktadır. Kervansaray, onarım öncesinde epey zarar görmüştür. VGM tarafından yaptırılan onarımlarla varlığını günümüze kadar korumuştur. Onarım öncesinde ulaşılan resimlere bakıldığında çatıda, taç kapıda, iç ve dış kısımda yapının geçirdiği tahribatı görmek mümkündür.

    M. K. Özergin, İnay Kervansarayı’nı, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eşi olarak nitelendirmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı plan olarak, Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan daha küçük ve avlusuz bir yapıdadır. Kervansaray, 14.50 x 22 m ölçülerinde ve 120 m²’lik bir alan üzerine inşa edilmiştir. Kervansarayın kapalı kısmı, üst örtüyü taşıyan ayakların tabii olarak ayrılmasıyla üç bölümden oluşmaktadır; girişteki bölüm (orta bölüm) yanlardaki diğer bölümlere göre daha geniş çaplıdır.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın ön cephesi (batı cephesi) Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan farklıdır. Girişinde geniş planlı beş merdiven basamağı vardır. Merdiven basamaklarının bittiği alanda, taç kapı önünde gayet geniş bir boşluğun olduğu görülmektedir. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eski resimlerine bakıldığında bu alanda herhangi bir merdiven basamağının ve balkona benzeyen bir çıkıntının bulunmadığı dikkati çekmektedir. Bu resimlerde kapının önünde toprak yığınının olduğu, hayvanların da insanların da içeriye rahatça girebileceği hafif bir yükselti vardır. Sivri kemerlerde hayvan bağlamak için oyulmuş yerler vardır. Hem kervansarayın eski resimlerinden hem de planından hareketle bu merdiven ve balkon şeklindeki çıkıntının sonradan yapıldığı anlaşılmaktadır.

    Kervansarayın kuzey cephesindeki duvarın dış kısmı, batıdan doğuya doğru daralmaktadır. Bu durum, yapının eğimli bir araziye yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kuzey cephesindeki dış duvarda iki mazgal pencerenin delikleri ve üst kısımlarında dört tane çörten, güney cephesindeki duvarda dört tane çörten vardır. Güney cephesindeki çörtenlerden biri (güneydoğu cephesinin köşeye yakın olanı) yıkılmıştır. Kervansarayın kuzey-güney cephelerindeki duvarlarında bulunan bu çörtenler sayesinde çatıda biriken yağmur ve kar suları dışarı akmaktadır. Çörtenlerde herhangi bir motif yoktur.

    Kervansarayın arka cephesinde (doğu cephesi) herhangi bir pencere veya çörten yoktur. Doğu cephesindeki duvarın orta bölümüne denk gelen kısmı, yanlardan üç sıra taşla daha yüksek yapılmıştır.

    Kervansarayın iç kısmında genel olarak taş malzeme kullanılmıştır. Günümüzde tabanına mermer kaplama yapıldığı görülmektedir. Kervansarayın taç kapısının iç kısmındaki sivri kemerinde tuğla kullanılmıştır. Kapı kemerinin üzerinde ahşap bir malzeme kullanılmıştır.

    Girişin sağında ve solunda dörder tane olmak üzere, toplamda sekiz ayak vardır. Kemer üzengileri ayaklara oturmaktadır. Kervansaraydaki ayaklar, bir kaynakta T planlı olarak ifade edilmişse de, günümüzde dikdörtgen planlıdır. Kervansaraydaki sivri kemerler, kuzey-güney yönünde her bölümde dörder tane olmak üzere, toplam on iki tanedir. Orta bölüm, diğer bölümlerden daha geniş ve yüksek boyutlu olması sebebiyle, bu bölümdeki sivri kemerler, yan bölümlerdeki kemerlerden daha büyük ve geniş çaplıdır. Kervansaraydaki sivri kemerlerin sadece biri tuğladan, diğerleri ise taş malzemeden yapılmıştır. Tuğladan yapılmış olan sivri kemer, kuzeydoğu yönündeki köşededir.

    Kervansarayda doğu-batı yönünde uzanan kısa sivri kemerler de orta bölümdeki ayaklarda birleşmektedir. Her bölümü birbirinden ayıran sivri kemerler, doğu-batı yönünde beşer tane olmak üzere, toplamda on tanedir ve küçük çaplıdır. Bu küçük çaplı sivri kemerler, kervansarayın mimarîsine farklı bir ihtişam katmıştır. Kemer başlangıç sıralarındaki taşlarda muhtemelen hayvanların bağlanmasına yarayan delikler vardır.

    Kervansarayın üst örtüsü sivri tonoz şeklindedir. Üst örtünün onarım çalışmalarında günümüzde kullanılan sıva, boya ve badana malzemeleri kullanıldığı için orijinalliği kaybolmuştur.

    Kuzey cephesindeki duvarda iki tane mazgal pencere bulunmaktadır. Pencerelerin etrafı ve lentoları taş malzemeden yapılmıştır. Binada başka bir pencere yoktur. Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylarda daha fazla pencere veya mazgal pencere bulunmasına karşın, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda iki tane mazgal pencere vardır.


      TEZYİNÎ ÖZELLİKLERİ

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda tezyinî ögeler genel olarak taç kapıda yer almaktadır. Taç kapı, yarım niş şeklindedir ve sivri kemerlidir. Taç kapıda en dikkat çekici özellik; farklı boyutlardan oluşan mermer sütunlardır. Sütunlar kapının sağ ve sol tarafında üçer tanedir. Dış köşedeki sütunlar, boyut itibariyle en uzun sütunlardır. Kapı girişine doğru sütunların boyları kısalmaktadır. Mermer sütunlardan oluşan bu tezyinî özellik, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların taç kapılarında görülmemektedir. Kapı, devşirme sütun demetleriyle süslüdür. Devşirme sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılan malzemelerin bir kaynakta dorik üslupta başlıklara sahip olduğu bilgisi mevcuttur. Anıtkaya Kervansarayı’nda sütun başlığı olarak kullanılmış devşirme malzemelerin Attika b tipi sütun kaidesi şeklinde benzerleri vardır. Örneklerden hareketle Attika b tipi sütun kaidelerinin taç kapı sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılmış olma ihtimali kuvvetlidir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısının kavsarası niş şeklinde ve sivri kemerlidir. Kapı kemerindeki taşlar diğer kervansaraylardaki gibi renkli değildir. Kapının sövelerinde de herhangi bir süsleme yoktur. Sultandağı’ndaki Sâhib Ata Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan mukarnaslı kavsara ve mihrabiyeler, Çay’daki Ebu’l-Mücahit Yusuf Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan kasetli üçgenler, mihrabiyeler, renkli taşlar Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında yoktur. Bir kaynakta kemer üzerindeki silmenin sadeliğine değinilmiştir. Silmelerin etrafında genel olarak Sâhib Ata-İshaklı Kervansarayı’ndaki gibi bazı desenler veya gülbezekler yer almaktadır. Kervansarayın taç kapısındaki silmenin etrafında herhangi bir desen veya çıkıntı yoktur; oldukça sadedir. Sivri kemerin kavsarasının ağırlığı, taç kapıdaki en kısa boyutlu mermer sütunlara verilmiştir. Sivri kemer, taş malzemeden yapılmıştır.

    Kervansarayın kitabelik bölümü, kapı girişinin üst kısmındadır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında sıklıkla görülen mermer malzeme, kitabelik bölümünde de kullanılmıştır. Kitabelik kısmı, iki küçük sütun ve impost başlıklardan oluşmaktadır. Kitabeliğin etrafındaki mermer sütunların birisi gri, diğeri ise beyaz renklidir. Beyaz mermer sütunların üst-orta-alt kısımlarında eşit aralıklarda sıralanan üç delik vardır. Beyaz mermer sütunun kaide kısmında üç sıra yuvarlak bilezik şekilli, sol taraftaki gri mermer sütunda başlık ve kaide kısmında iki sıra bilezik şekilli yuvarlak çizgiler mevcuttur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kitabelik kısmı, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların kitabelik kısımlarından farklılık oluşturur. Günümüzde kitabelik kısmında herhangi bir kitabe bulunmazken, kitabenin aslı ile ilgili net bir bilgiye de ulaşılamamıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kuzey-güney dış cephelerindeki duvarlarında da devşirme malzeme olduğu düşünülen taşların üzerinde motifler vardır. Kuzey cephesindeki malzemenin parçaları eksik olduğundan net bir anlam verilememektedir. Dış cephede güney yönündeki taşta ise, kabartma tekniğinde bitkisel motif kullanılmıştır. Bu motifin içerisi basit formlarda yuvarlak rozetlerle, motifin uçları da kıvrım dallarla süslenmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kapalı kısmındaki devşirme malzemeler; orta kısımda kemer başlangıçlarında, güney yönündeki bölümün üçüncü kemer başlangıcında ve kapı kemerinde bulunmaktadır. Devşirme malzemelerin bazılarında tipik Bizans motifleri görülmektedir. Resim: 28’de İyon sütun başlıklarında görülen volüt vardır. İyon düzeni; İyonya’da geliştirildiği için bu adla anılmıştır ve volüt denilen iki helezonî kıvrımla bezelidir. Fakat Anıtkaya Kervansarayı’nda bulunan devşirme malzemede volütlerden birisi görülmektedir; diğer volütün duvar içinde kaldığı düşünülmektedir. Başlık, kapıdan girişte orta bölümde üst örtüyü taşıyan birinci sivri kemerde yastıktaşı (üzengi taşı) yerine kullanılmıştır. Bu devşirme malzemenin çeşitli yerleri, geçirdiği onarımlardan dolayı zarar görmüştür. Özellikle başlığın volütlü yüzü ve volütün arka kısmında zarar gören yerler bellidir. Günümüzde kullanılan sıva malzemesi, devşirme malzemenin volütlü yüzünde belirgindir.

    Resim: 30’da yapraklarının bir kısmı görülen bitkisel motif, Resim: 33’te basit stilize bitkisel desenler göze çarpmaktadır. Bu desen, kapıdan girildiğinde birinci sivri kemerin sol taraftaki impostun ön yüzünde görülmektedir. İmpostun çeşitli yerlerinde kırılmış yerler vardır. Muhtemelen bu devşirme malzemeler, kervansarayın harap bir halde olduğu dönemde zarar görmüştür. Yastık ve üzengi olarak da adlandırılan impostlar, sütun başlıklarının üzerinde veya sütunların ve payelerin üzerinde kemere geçişlerde kullanılmıştır. Anıtkaya Kervansarayı’nda impostlardan kemere geçişlerde yastık taşı olarak yararlanılmıştır.

    Kapıdan girişte orta bölümün ikinci sivri kemerinde, İyon sütun başlıklarını anımsatan devşirme malzeme kullanılmıştır. Devşirme malzemenin arka yüzünde İyon sütun başlıklarında sıklıkla görülen volüt için ayrılan bir bölüm vardır. Ancak volütlü kısmın boş bırakıldığı veya volütün zamanla yok olduğu görülmektedir. Devşirme malzemenin ön yüzünde madalyon içinde altı yapraklı papatya tekeri motifine benzeyen bitkisel motif yerleştirilmiştir. Bu motif, bir kaynakta “papatya tekeri” olarak adlandırılmıştır. Papatya tekeri diye adlandırılan bu motifin, Hristiyan inancında cadı işareti, altıgen pusula, kötülüğe karşı koruyucu bir sembol gibi anlamlar yüklenerek kullanıldığından söz edilir.

    Resim: 35’te İmpost’un ön yüzündeki basit stilize bitkisel motif, impostun ön yüzünde kabartma şeklindedir. Bu devşirme malzeme, orta bölümdeki ikinci kemerde, kemerin sol tarafında kemer başlangıcı olarak, yastık taşı şeklinde kullanılmıştır.

    Resim: 36’da devşirme malzemelerden olan impost’un ön veya arka yüzünde herhangi bir motif yoktur. Devşirme malzeme, orta bölümün üçüncü kemerinde, kemer başlangıcı olarak kemerin sol tarafında, yastık taşı olarak kullanılmıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısında sütun başlığı olarak kullanılan, fakat aslında Attika b tipinde sütun kaidesi olduğu anlaşılan devşirme malzemeler, kapalı kısımdaki kemerlerin bazılarında da kullanılmıştır. Uşak ilinde bulunan İnay Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemeler ile Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemelerin bazılarında benzerlik görülmektedir.

    Kervansarayın kapalı kısmında, güney yönündeki bölümde, üçüncü kemerin kemer başlangıcında devşirme malzeme kullanılmıştır. “Çift Sütun” dikdörtgen bir payenin yan yüzlerinin birer yarım sütunla genişletilmesiyle oluşturulmuş, Erken Bizans Dönemi’nde pencerelerde, arkadlarda yaygın olarak istifade edilmiş devşirme malzemelerdendir. Kütahya Kalesi’nin burçlarından birinde bulunan çift sütunla (4-6. yy.) Anıtkaya Kervansarayı’nda yastıktaşı olarak kullanılan çift sütun arasında benzerlik görülmektedir. Kervansaraydaki çift sütunun diğer kısmı, duvar içerisinde kaldığından dolayı görülmemektedir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kapalı kısmında taç kapı kemer başlangıçlarındaki devşirme malzemeler yastıktaşı şeklinde kullanılmıştır. Tuğladan olan kemere farklılık katan bu devşirme malzemelerden sol tarafta bulunanı şeklen Magnesia Zeus Sosipolis Tapınağı’ndaki anta kaidesine, kemerin sağ başlangıç noktasında bulunan devşirme malzeme de Bursa Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çift sütun kaidesine benzemektedir. Örnekte gösterilen Attika tip çift sütun kaidesi bir çalışmada, benzer örneklerle karşılaştırılarak, Erken Bizans Dönemine tarihlendirilmiştir. Dolayısıyla, Anıtkaya Kervansarayı’ndaki çift sütun kaidesinin, örnekteki çift sütun kaidesine benzerliğinden dolayı, Erken Bizans Dönemi’ne ait olduğu söylenebilir.


     *Bu yazı Ferhat Öztürk'ün 2022 yılında hazırladığı Afyonkarahisar'da Bulunan Kervansarayların Genel Mimari ve Tezyini Özellikleri adlı yüksek lisans tezinden alınmıştır.