kapıyeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kapıyeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Aralık 2024

Çay (Çamaşırhane)


    Bizim kuşağın yakaladığı meğer son demleriymiş. Yani içinde çamaşır yıkanıyordu, ama bu fonksiyonunun son yıllarıymış. Tabi bundan herkesten daha fazla habersizdik. O kadar habersizdik ki kadınların çamaşır yıkama gibi büyük sıkıntıları, şu işten diğerine telaşlanmaları, nöbetmiş, kazanmış, odunmuş, kilmiş... hiçbiri umurumuzda olmaz, oradan oraya koşturur dururduk. Çay bizim için yüksek surlarla çevrili korunaklı bir kaleydi, ama oyun kalesi...

    Bir yüzyıl öncesinin şartlarını hatırlatmadan bugünün çocuklarına Çay'ı anlatmak pek mümkün görünmüyor. 

    Onların urbadan tek beklentileri giyinerek sıcaktan soğuktan bedenlerini koruyabilmekti. Bu yüzden ancak bir kat urbaları olurdu. Belki değiştire giymek, biri yıkanacağı zaman diğerini giymek için ikincisine sahip oluyorlardı, ama bu da çoğu itibariyle lükse girerdi. Bir şalvar, bir entari, bir göynek, bir içdonu, bir çift ipçorap... 

    Abartılı gelebilir, ama bu durumun örnekleri var. Hayta Mahmut Özdemir'in babasına Kes Osman derlermiş. Adamcağızın bir kat urbası var, o da yıkandığı zaman yorganın altından çıkmazmış kuruyana kadar. Bazen oğlunun yedek urbasını verirlermiş, onlar da çatır çatır yırtılırmış. Çünkü oğluna göre iriyarı biri, urbaları dar geliyor... Anlatılanlar hikaye değil yani, yokluk zamanları...

    Evlerde su bulunmadığı için esbap (esvap) yuma işi su kaynağına yakın yerlerde yapılıyor. Malum olduğu üzere Eğret'in en önemli su kaynağı da Bunar'dır, öbür tarafta Yörükçeşmesi, daha beride Omarcık'tır. Gelvelakin buralar köye uzak mevkiler, zırt pırt gidip gelinecek yerler değil. O halde esbaplar uzun aralıklarla yıkanır, iki üç ayda bir gibi...

    Herkesin soyunup dökünüp esbap yumaya gidileceği gün belirlenir, kazan kuzuluk, tas tokeç, odun çıra, şu bu doldurulup arabaya o su kaynağına gidiliyor. Kazan mutlaka olmalı, çünkü bit belasının meşhur olduğu o dönemlerde göynekler kaynatılmadan ölmüyor meretler. Kendilerini çıtır çıtır öldürsen sirkeler canlı kalıyor, üç gün sonra yine bitleniyorsun. Bu yüzden kazanlar fokur fokur kaynamalı...

    Yukarıda saydığım yerlere belli sayılarda esbapdaşları koymuşlar, herkes erkenden gelip bir taş kapıp kazanını kuruyor. Fakat dediğim gibi çok uzak buralar. Oysa köyün nispeten daha yakın yerini yalayarak akan bir Eğret Çayı var, üstelik suyu da gür akıyor. Hendekarası ile çayın kesişme noktasına da esbapdaşları koyarak daha yakın bir çamaşır yıkama yeri oluşturmuşlar. Çay/Çamaşırhane'nin oluşması böyle... Yalnız bu oluşumun tam tarihini kestirmek mümkün değil. Zaten bir anda olup bitecek bir şey değil, bir süreç söz konusuydu mutlaka. İşte o sürecin başlangıcı belirsiz...

    Eğret Çayı ile birlikte yakındaki iki çeşme ve bir kuyunun da etken olduğu düşünülse bile, o su kaynaklarının tarihini bilmek gerek. Oysa o konunun da cahiliyiz. Dedeçeşmesi diye adlandırılan çeşme Hacımahmut Dede'ye izafe ediliyor. Fakat bu Hafız'ın babası olan Hacımahmut mu, yoksa onun dedesi olan Hacımahmut mu bu da belirsiz. Bir riveyette çeşme yan taraftaki Uyuşakdede türbesiyle ilişkilendiriliyor... Bu çeşmeleri esas aldığımızda en yakın tarih olarak 20. yüzyıl başına gideriz, ki bence gitmemiz gereken tarih daha eskidir...

    Bir kaç tane esbapdaşı derenin beri kenarına yerleştirilmiş, uygun yerlere kazan kurmak için taşlar yığılarak ocak yerleri hazırlanmış, belki üstünkörü bir gaşla çevrilmiş olan dere ile yol arasındaki bu alana ta o zamanlar Çay diyorlarmış. Henüz tesise benzemeyen bu esbap yuma yerinin ilk hali böyle olmalıdır. İşgal sırasında kullanıldığına yönelik bir bilgi yok, işgalciler keyfine göre istedikleri yere büyük ve yüksek kazanlar kurup çamaşırlarını kaynatıyorlar. Han'ın duvarına, başka evlerin avlularında böyle kazanlar kaynattıklarına dair fotoğraflar var. İşgalden hemen sonra Çay'ın durumunu bilemiyoruz, ama 1940'larda yukarıda söylediğim gibi bir yermiş.

    Oranın neden Çay diye adlandırıldığına gelirsek, bu Eğret Çayı'nın onun içinden geçmiş olmasıyla ilgili gibi görünüyor. Bunar'dan doğup Hacıbeyli'ye doğru akan bu çayı hep dere diye adlandıran köylü, Çay adını onun içinden geçtiği esbaplığa layık görmüş. Tabi köylünün oraya hiç bir zaman çamaşırhane dediği yok; biz Eğret Çayı ile karışmasın diye Çay/Çamaşırhane tabirini kullanıyoruz...

    1948'den 1955'e kadar Aliefe (Ali Tüplek)in seçilmiş muhtarlığı var, ondan önce de bir dönem vekaleti vardı. Seçildiği dönemde Çay'ın hemen kenarına, kavşak noktaya koyun kuzu yıkama havuzu yaptırmış. Suyu Mezerböğrü'nün altındaki çeşmeden getirmişler, daha sonra asfalt dökülen karayolunun altında kalmış borular. Böylece doldurulan havuzda  yıkanan hayvanlar basamaklı çıkıştan yukarı çıkarlarmış. Çoğumuzun hatırladığı havuz doldurulduktan sonra yerine çocuk parkı yapıldı. 1962 Tarihinde Ara Güler tarafından çekildiği düşünülen fotoğrafta, Gamalı Ahmet Saçak ile Hasan Saki'nin oturdukları bu havuzun kenidir.

    Havuz yapıldığı sırada Çay hala eski halinde; virane bir gaşla çevrilmiş esbapdaşları, orada burada kazan vurulan ocak yerleri, isli taşlar, şuraya buraya yığılmış küller... Hafızalara kazınan gerçek Çay görüntüsü ancak Tıraka Abdurrahman Zenger zamanında oluşuyor. Aliefe'nin planlayıp da fırsat bulamadığı Yenihamam ve Çay projelerini, 1955'te seçimi kazanan Tıraka gerçekleştiriyor. Eşzamanlı olarak başlanan hamam ve çamaşırhane 1956/57'de tamamlanıp hizmete sokuluyor.

    Üstü açık Çay binası Eğret Çayı'na paralel olarak inşa edilen 40-50 metre uzunluğunda 10-15 metre eninde  bir kale gibi görünürdü. Surları yaklaşık 3 metre yüksekliğindeydi, tam mahremiyetin sağlandığı bu yeni Çay'da kadınlar rahatça hareket edebilecekti. Yüksek kalın duvarlarına kazan konulabilecek büyüklükte onlarca bacalı ocak yapılmıştı. Mozayikten döktürülmüş onlarca esbapdaşı, Çay'ın içinden geçirilen Eğret Çayı'nın bir kolunun iki yanına boydan boya dizilmişlerdi. Ortadan akan bu suni dere, atık kullanım suyunu da alıp götürür, ileride Eğret Çayı'na boşaltırdı. Ayrıyeten bir köşeye tuvalet de kondurulmuştu.

    Her şeyi düşünülen bu yeni Çay'da kullanım suyu ihmal edilemezdi. Mahmutdede çeşmesinin lula kökünden bir ayraçla Çay'a hat çekildi. Böylece Çay içindeki iki çeşmeden sürekli gür su akardı. Bu nakil su, basit bir mekanizmayla sağlanıyordu. Dedeçeşmesinin yan tarafındaki kapağın altında bulunan boruda tıkaç vardı. Alındığında Çay'daki çeşmeler akar, esbapcılar tarafından kullanılmadığında ise tıkanarak bütün su Dedeçeşmesi'ne yönlendirilirdi.

    Mal yıkama havuzu ve Çay için iki çeşmeden çekilen borular, aradaki susaya asfalt döküldüğünde onun altında kaldılar. Yine de içinden su aktı, kullanılmaya devam edildiler. Çay da öyle... On onbeş yıl tam randımanlı kullanılmış. Kadınların bir araya gelip işini gördüğü, eğlendiği, dedikodu ettiği, çığrıştığı bir kaç yerden biri olmuş. İki çeşmeye suya gelen kızlardan dolayı Mezerböğrü delikanlıların eğlek yeriyken, Çay sebebiyle haraketlilik katlanmış. Asfalt da oradan geçince büsbütün şenlik olmaya başlamış oralar...

    Çamaşır işine dönelim, zira Çay'ın asıl fonksiyonu esbaplık olması... Şahitlerin dediğine göre ocak ve taş kapabilmek için geceden odun ve kazan götürürlermiş, ne kadar revaçta olduğunu hesap et. Yıkanacak çamaşırı az olup da kazan yakmaya, taş kapmaya gerek görmeyenler birinin yanına sokuşdurucu sokulurlarmış, tabirin güzelliğine bakar mısınız. Kazan yakanlar ise önceden kazanı çamurla sıvayıp, işin sonunda kolayca temizlemek için önlem alıyorlar. Kaynar kazana kil atıyorlar ki esbaplar 'gar gibi ve yumşecik' olsun... Hazır sıcak su varken yanındaki çocuklarını yıkayanlara da rastlanır... Daha büyük çocuklar taşta yıkamakta olan anasına su taşıyarak yardım eder... Bütün bu koşturmaca arasında unutulmayan şey, oradaki muhabbetmiş...

    Çamaşır yıkama işi böylece tamamen Çay'a bırakılıyor. Yalnız Bunar, Omarcık ve Yörükçeşmesi'nden tamamen vazgeçilmiş değil. Nöbet bulamama veya kalabalıktan Çay'a yanaşamayanlar soluğu oralarda alıyor. Kullanım suyu mekanizmasından dolayı Çay çeşmelerinin her vakit akmadığı unutulmamalıdır. Çocuk bezi gibi küçük çamaşırı olanlar Çay'a gitmiyor veya suyu nasıl açacağını bilmiyor, bu yüzden diğer çeşmelerde böyle ufak tefek şeyleri yıkayanlar da oluyordu. Bunun önüne geçmek için hem Muhtarlık hem de Belediyelik zamanlarında çeşmelerde bez yıkamayı yasaklamışlar. Sırf bunun için cezalar kesildiğine dair kayıtlar var...

    Çay'da sonun başlangıcı şebeke suyudur. Daha evlere verilmeden önce köyün belli noktalarına on onbeş tane mahalle çeşmesi yaptırılmış ve suyu şebekeden sağlanmıştı. Ayrıca yine bazı mahallelerde kuyular kazılarak yeni su kaynakları sağlanmıştı. Aşağıdaki çeşmelere ve diğer kaynaklara bağlılık azaldı. Yakınlarındaki suyu bulunca insanlar evlerine iyi kötü birer esbapdaşı kondurarak daha uzaktaki Çay'a gitme lüzumundan kurtulmaya başladılar. Buna rağmen Çay'da esbap yuyanlar az değildi, fakat eskisi gibi ocak ve taş kapma telaşesi gibi bir durum söz konusu olmuyordu. 

    İşte başta söylediğim, bizim kuşağın son demlerine yetiştiği bu dönemin Çay'ı oluyor. Hareketli şenlikli zamanlarını da hayal meyal hatırlarız, lakin asıl oyun alanımıza döndüğü zamanlar tamamen terkedilmeye yüz tuttuğu zamanlardır. Bu da aşağı yukarı 1970'lerin ortası oluyor. Bu dönemde eski gürleyen çeşmelerden eser kalmamıştı. Dedeçeşmesi'nden tıkalı olduğu için akmazlar, ama ağzımızı kocaman ayırarak luladan içimize çektiğimizde borularda kalan su akmaya başlar, biz de bunu eğlenceye çevirirdik. Bazen de birimiz diğer çeşmeye geçip kulağını lulaya dayar, öteki lulayı ahize gibi kullanıp güya telefonlaşırdık. Buralardaki oyunlarımız, pek seyrek esbapcılar gelene kadar sürerdi...

    Evlere su verildikten sonra Çay'ın fişi çekilmiş oldu. Cansız bedeni bir kaç yıl daha öylece kaldı. Sonra hangi yıldı bilmiyorum, yeniden düzenlenerek çatı giydirildi ve mandıraya dönüştürüldü. Eskişehirli Eşref adında bir işletmeci uzun yıllar süt aldı, işledi. Sonra O da bıraktı. Geçmişini tam belirleyemediğimiz esbaplık alanına 1956 yılında yapılan kale gibi sağlam duvarlar ne vakit yıkıldığını hatırlamıyorum, önemi de yok zaten...

    Her şeyin olduğu gibi mekanın da ruhu vardır derler... Mustafa Ayas'ın anlatımıyla bitirelim:

    "Kille, tokeçle, elle yıkanan esbablar... Yan yana kazanlar... Derdi oyun olan çocuklar... Fırsat bu fırsat diye yakalanıp hunharca(!) yıkanan daha küçük çocuklar... Sadece orada karşılaşan eş dost, hısım akraba ve arkadaşların bağrışarak yaptığı sohbetler... Keskin gözlerle gelin adayı arayan daha da yaşlılar... Nineler, analar, vs. vs... Evlere şebeke suyu gelene kadar bayram yeri olan aktif bir alan... Sonrası bizlere kalan boş, yarı yıkılmış duvarlar...
    En sonundaysa masal olmadığı hâlde 'bir varmış, bir yokmuş' diye anlatılacak sadece bir hikaye sebebi... Bir varmııış, bir yokmuş..."



27 Eylül 2024

Galipbey Caddesi

    
    Tekke'den eski asfalta kadar uzanan çift yönlü bu geniş caddenin halk ağzına yerleşip yaygınlaşmış bir adı yok. Bu yüzden resmi adıyla anıp Galip Bey Caddesi diyeceğiz.

    Dış kapı numaralandırma ve sokak adlandırmaları daha Eğret kasaba olmadan başlamış. 1958'de belediye kurulunca iş hızlandırılmış. Bu caddenin adı da 1950'lerin sonunda verildiği düşünülüyor. 

    Binbaşı Galip Bey, 28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki çarpışmalarda şehit olan, 13. Süvari Alay kumandanıdır. Zaferden hemen sonra Üyük'e anıt diktiren Fahrettin Altay Paşa, bu şehitlerin adlarını taşa kazıtmıştı. Bundan sonra her fırsatta Eğret'e yolunu düşüren Paşa şehitlerin adı ve hatıralarının hep canlı tutulmasını sağladı. Öncesinde pek rastlanmamasına rağmen son dönemde Eğret'teki erkek çocuklarına Fahrettin adı verilmesine birinci sebep Paşa'nın bu ilgisidir.

    Fahrettin Altay Paşa'nın öne çıkardığı isimlerden biri de şehit kumandan Galip Bey idi. Tuhaftır, kişi ismi olarak buna köyde pek itibar edilmemiş. Bildiğim kadarıyla sadece Arapların Galip Tok var, onun doğum tarihi de nispeten yenidir. Ayrıca şehit Binbaşı ile irtibatlı mı onu da bilmiyoruz. Kişi isimleri hususundaki bu ilgisizlik üzücü, lakin köyün (yeni kasabanın) en büyük ve işlek caddesine Galip Bey adının kazınması da sevindiricidir. Sürekli dualarla ruhu şad edilmesi gereken birinin adı böyle bir caddeye çok yakışmış.

    İsmi bu şekilde konulduğu sıralarda cadde bugünkü görünümünden uzaktı elbette. Hatta cadde bile denilir miydi, bilemiyorum; fakat daha kötü günleri de oldu. Bilinen tarihine bir göz atmak gerek...

    İlk yerleşilen mevkide sürekli sel baskınlarından illallah deyince, Eğretlilerin daha yüksekçe şimdiki konuma taşındıkları anlatılır. Yeni yerleşimde sel tehlikesi yoktur, öyle ki kar yağmur suları hiç eğlenmeden anında aşağı akar. Bu hala böyledir... Yalnız sürekli ve şiddetli akıntıdan dolayı, köyü araziye bağlayan yollar bir türlü düzgün durmaz, her yağış sonrası akan seller yüzünden hendekler, sel yolakları oluşur. Baskında kalmaktansa buna razıdır millet...

    Eğret'i araziye bağlayan en mühim yol, merkezdeki tekke/zaviyeden aşağıda Han ve çeşmeye doğru iner. Burası aynı zamanda köyün en işlek yoludur, lakin dediğimiz gibi bayırdan aşağı sallandığı için yoldan çok sel yolağını andırır. Böyle de olsa, ortaya oyulan selyolağına pek dokunmadan yaya, araba ve hayvan ulaşımını kenardan kenardan sağlamışlar. Yüzyıllar boyu orası böyle işlemiş, tıpkı Mezerböğrü'nün eski hali gibi...

    Yolun ortasından derin bir selyolağı geçmesi orayı uzunlamasına kullanmaya engel olmamış, yolu selyolağının kenarına almışlar. Amma karşıya geçişlerde müşkül duruma düştüklerinden bazı noktalara köprüler kurmuşlar. Yaya ve hayvan geçecek kadar küçük bu köprülerin ikisinin yeri biliniyor. Şimdi Daldalların odanın hemen üstündeymiş birisi. Yolak burada derinleştiği için bunun ciddi anlamda bir köprü olduğunu söylüyorlar. İkincisi Tekke'ye yakın bir yerdeymiş, selyolağı burada henüz derinleşmediği için köprü de daha hafifmiş. Başka yerlere de köprü kurulmuş olabilir, bunun bilgisi yok.

    Gocacami'nin yapıldığı 1910 civarı... İnşaatta kullanılacak kereste ve uzun kirişler, döşmeler Kütahya tarafındaki ormanlardan getirilmiş. Kütahya'dan gelen yol, Atmezarı yanından kıvrılıp Han'ın önünden geçiyor. Yani yük, malum bayırdan çıkarılmak zorunda... Şöyle düşünelim, en azından şimdiki Sağlık Ocağından Tekke'ye kadar bu bayır kullanılacak... Yük ağır olduğu için öküz değil de mandalar koşulmuş. O yıllarda her evde manda var, lakin yine de onların en namlılarını seçmişler, Hacapdırmanların ve Böbülerin mandalarla görev başarıyla tamamlanmış...

    Bu inşaattan on yıl kadar sonra Eğret işgal ediliyor. Bu yıllarda (1921 ve 1922) çekilen iki fotoğrafta bayırın hali; sel yolağının derinliği, köprüler, kenardaki yol, etrafındaki yapılaşma vs. çok net gözlemlenebilir.

    Kurtuluştan sonra daha uzun bir süre böyle geçtiği düşünülüyor. 1930 ile 1941 arasındaki dönemde Eğret Nahiye merkezidir, o yıllarda da bu görünümde bir değişiklik yok. Belki etrafında yeni yapılaşmalar başlamıştır, ama yol kolay kolay düzlenecek gibi değil.

    Yapılaşma deyince... Mesela Daldalların oda bu yeni yapılardan biri olabilir, dediklerine göre eskiden daha içerilerdeymiş. Ayrıca Nahiye merkezinin Eğret olduğu bu dönemde Nahiye Müdürlüğü de caddeye dönüşmekte olan bu bayır üzerinde bulunduğu tahmin edilebilir. Muhtarlıkça evi olmayana 'yurtyeri gösterme' olarak adlandırılan arsa temini hususu da bu dönemde başladığı tahmin ediliyor. Böylece henüz adı konulmayan Galip Bey Caddesi şekillenmeye başlamış.

    Belediye kurulduğunda iyiden iyiye caddeydi. Çakırosman (Osman Erdem) zamanındaki sokak aydınlatması projesine buradan başlanmış. Eskiden beri en işlek yol olan Galip Bey Caddesi, artık Anıtkaya kasabasının yönetim merkezi ve çarşısı konumuna terfi etmiştir. Mesela karakol binası caddenin en yukarısında eski belediye kahvesindeyken, en aşağıda asfalt üstüne yapılan yeni belediye kahvesine taşınmış, eski ve yeni yeri olarak Galip Bey Caddesinden ayrılmamıştır. Keza eski ve yeni belediye binaları karşılıklı olarak caddenin iki yakasına inşa edilmiş. Tarım Kredi Kopperatifi, PTT, Tekel binaları hep cadde kenarında bulunmuş...

    Resmi, yarı resmi daireler burada bulununca resmi törenler bayramlar da cadde üzerinde yapılmış, bunun için bir kenara Atatürk anıtı düzenlenmiş, sonradan bu anıt caddenin ortasına alınmıştır. Bayram kutlamalarının merkezinde yer alan okul binaları da caddeden fazla uzaklaşmamış. İlk olarak Gocacami bitişiğindeki medrese binası ilkmektep olarak kullanılmış, 1940'lardaki yeni okul binası ve 1968 yılında yapılan daha yeni okul da hep caddenin yanına inşa edilmişler.

    Bunun resmiyetle alakası yok, ama 1960 ihtilalinden sonra Daldalların odadan 'Senato' diye söz etmeye başlamışlar. Güya bir partinin tarafları orada toplanıp ajans haberlerini dinler, gelişmeleri değerlendirirlermiş... Cadde üzerinde bulunmanın bir yansıması...

    Galip Bey Caddesi hasbelkader kasabanın yönetim merkezi olmuş. Buna bağlı olarak Anıtkaya ve çevre köylerine yönelik çarşı hükmünü almış. Caddenin iki yanına ve yakınlarına her sektörden dükkanlar, imalathaneler, ticarethaneler açılmış. Bunun bir sebebi resmi kurumlar ise, diğer sebebi de Eğret/Anıtkaya hafta pazarıdır. 

    Cumartesi günleri kurulan hafta pazarının tarihi Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar çekilebiliyor. Nahiye merkezi olmadan önce  Eğret'te pazar kuruluyormuş. Belki de nahiye/bucak olmasına bir sebep de bu hafta pazarıydı, o kadarını bilemiyoruz. Pazar eskiden beri şimdiki yerinde kuruluyor. Yalnız cadde oluşmadan önce de sonra da cumartesi pazarı hep Galip Bey Caddesine taşıyor. En azından sebze meyve dışındaki pazar esnafı hep o tarafa meyyal olmuş. Dolayısıyla cumartesi günleri o cadde pazaryeridir. Hiç olmazsa dene pazarı, yani zahirecilerin o tarafta bulunması bile caddeyi pazaryeri hükmüne sokar.

    1970 ve 80'lerde cumartesi günleri çift yönlü Galip Bey Caddesinin tamamı araçlarla dolu olurdu. Bu araçlar, iki 'bazararabası' dediğimiz mavi şeritli ve burunlu otobüs, Afyon-Anıtkaya arası çalışan dolmuşlar, çevre köylerden gelen traktör ve at/öküz arabalarından oluşurdu. Öğle sonuna kadar devam eden bu trafik, pazar dağılmasıyla yerini alıştığımız dinginliğe bırakırdı.

    Sakin canlılık bir sonraki haftaya kadar devam ederdi. Canlılık diyorum, çünkü caddenin iki yanındaki dükkanlar bir hafta boyunca kapalı kalıp yalnız cumartesi günleri açılıyor değildi. Her zaman açık bulunur, yine kasaba halkı ve etraf köylerden gelenlere hizmete devam ederlerdi. Bu yüzden Galip Bey Caddesi bir çarşıdır diyoruz. Hala da öyle Anıtkaya'nın çarşısıdır...

    O cadde eski selyolağı görünümünden ne zaman kurtuldu, çukurlar ne zaman dolduruldu, parke taş ne zaman döşendi bilemiyorum. Delimısdık (Mustafa Erdem) zamanında ortaya dizi halinde çam ağaçları dikilmiş. Bizim aklımız erdiği yıllarda bu ağaçlar oldukça büyümüşlerdi. Bazı yerlere geçiş noktası bırakılarak, Karakoldan Tekkeye kadar muhafaza altına alınan bu ağaçlar caddeyi bulvar gibi gösterirdi. Ağaçlar o kadar büyümüştü ki, gelen geçen sap arabalarından takılıp düşenlerle kazlar akşama kadar karnını doyururdu. Bazılarının cılız kalmasından kökünün kayaya denk geldiğini tahmin ettiğimiz bu çam dizisi, bakanlara çok güzel bir görünüm arzederdi. 

    Ne zaman oldu, nasıl olduysa; o canım çamlar kürünmüş... Şimdi Galip Bey Caddesi bir asır öncesi kadar yamru yumru olmasa da, o kadar çıplak... Allah'tan yeni asfalta açılmış bağlantı yolu var. Her ne kadar kullanımında ve trafik akışında problem olsa da Galip Bey Caddesi'nin uzantısı hükmündeki bu yol, yeşillikler arasında ve ortası da ağaçlandırılmış.

    Binbaşı Galip Bey ve diğer şehit ve gazilerimize rahmet okumaya vesile oluyor... Bu bile Galip Bey Caddesi'ni sevmek için yeterli bir sebep bence...



13 Eylül 2024

Bir Fotoğraf Analizi

 
    Biri demişti, 'Eski Türk filmlerini sevmem, ama mazideki İstanbul manzaralarını görmek için arada sırada bakarım...' O görüntüler filmlerde kaldı çünkü... Gerçekten de öyledir, kırk elli yıl önce filmin çekildiği zamanlardaki İstanbul ile günümüzdekinin pek benzerliği bulunmuyor. 

    Bu tatsız durum yalnız İstanbul'a has değil, yurdun her yeri için geçerli olsa gerektir. Hatta Anıtkaya için bile... 'Garaörtü' kelimesini açıklayacak hala kullanılan bir dambeş aradım da bulamadım. Bugünün çocukları köyün herhangi bir yerinde elli yıl önce çekilmiş fotoğrafı tanımayıp onun Anıtkaya'ya ait olduğunu anlayamayabilir.

    Öyle bir fotoğraf üzerinde biraz konuşalım. Köyün en merkezi yerinde, Galip Bey caddesinde çekilmiş. Berber Emmim arşivindeki bu fotoğrafta Dayıların Adem Yola ile poz vermiş. Tam yılını bilemeyeceğim, onlar tarih ve diğer konularda daha net bilgileri vereceklerdir.

    Fotoğrafı çeken Galipbey caddesine inip sağa doğru çaprazlama yönelmiş. Haliyle arkadaki binalar fon olarak kullanılmış. Tam lokasyon istenirse, burası şimdi Tuğra marketin bulunduğu noktadır. O dönemde cadde ile binalar arasında geniş bir boşluk vardı, o boşluk kullanılmış.

    Malum olduğu üzere o cadde doğal bir rampa üzerine kuruludur. Batıdan çekilecek bir fotoğrafta nesneler yukarı doğru uzar. Bir de çömelerek objektif biraz daha aşağı alınırsa, doğal rampa açısı artırılmış olur. Aynen öyle olmuş ve arkadaki binalar kareye sığsın diye gayret edilmiş. Öyle yapılmasaydı bir fotoğrafı sözkonusu bile etmezdik...

     Yılını bilemeyiz, ama işaretlerden fotoğrafın çekildiği mevsim ve zamanı az çok tahmin edebiliriz. En iyi işaret gölgelerdir. Burada gölgelerin bir hayli uzadığı açıkça görülüyor. İkindiden sonra henüz kerahat vakti girmemiş, ama gün akşama meyillendiği belli... Kış günleri güneş Olucak hizasına bile varmadan çabucak batar, bahar sonu gündönümünde ise tamamiyle kuzeybatıdan Yenice'ye yakın iner. Hatta Haziran sonunda portakal gibi kızardığında neredeyse kuzeye dayanır. İkindi ile akşam arasındaki çaprazlama çekilmiş bir fotoğrafta bile gölgelerin daha çaprazda güneydoğuyu gösterdiği dikkatlerden kaçmasın. Akşam üstü görme imkanı olsa, o gölgelerin hemen hemen kıbleye döndüğü görülecektir. Bütün bunlardan fotoğrafın hangi mevsimde çekildiği çıkarılabilir.

    Yeri gelmişken, fotoğrafı örtmeli bir kadının çektiği zannedilmesin. Burada yine bir ışık oyunu var. Caddeye çapraz duruş bir yana, güneş o kişinin de çaprazında bulunuyor. Bu yüzden makineyi tutan iki elin koltuk altlarındaki boşluk gölgeyle dolmuş, yani örtmeli kadın görüntüsü vermiş. Kim çekerse çeksin, kendi gölgesini almak yerine arkadaki binanın tamamını kareye sığdırmak için makineyi biraz daha kaldırsaymış iyiymiş...

    Lafı uzatmayalım, arkadaki Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkandır. İki katlı dükkanın bu halini yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Cumartesi günler dışında çok da işlek olmayan bir bakkaldı. Kepenkler kapalı olduğuna göre, günlerden cumartesi değil... Arkada çok az kısmı görünen dükkanlar ise Hacemirlah (Emrullah Onay)a aitti. Galiba oralarda pek değişiklik yok.

    Aynı açıdan bir fotoğraf çekilebilir, ama bugün çekilecek bir fotoğraftan aynı manzarayı yakalamak mümkün değil. Dediğimiz gibi, başta cadde ile binalar arasında boşluk kalmadı. Manda (Ahmet Öztürk)e ait yere oğlu Mahmut Öztürk yeni bir bina yaptı, böylece orası tamamen kapandı.

    Arkada, iki kanatlı kepengin yarısı yukarı dayanmış, diğer yarısı ise altına bir yağ varili konularak tezgaha dönüştürülmüş dükkan acaba Manda'nın dükkan mıydı. Oralarda bir yağhane hatırlar gibiyim, ama bu dükkan daha beride gibi duruyor. Sakın Sarasan (Hasan Dadak)ın bakkalı olmasın. Tezgahtakiler de gazoz şişesine benziyor. O dükkanın önünde bir ara düğen dişediklerini hatırlıyorum.

    Orasını pek bilemeyeceğim, Sarasan'ın dükkan iki katlıymış, fotoğraftaki de bu tanıma uyuyor. 1960 Darbesinde Belediye ile beraber Koruma Başkanlığına da kayyım atanmış ve Jandarma Onbaşı Koruma Başkanı ilan edilmiş. O dönemin Koruma odası işte bu dükkanın üst katıymış.

    Fotoğraf o kadar canlı ki, sanki Sarasan gözlüklü başını peykenin üstündeki açık camdan uzatıverecekmiş gibi geliyor. O değil, lakin bir çocuk kareye başını uzatmış bile. Kim bilir kim?...

    Bizim yapacağımız analiz bu kadar olur; çuvallamış olabiliriz, düzeltmelere açığız... 

 


27 Temmuz 2024

Karakol

 
    Cumhuriyetten önce Eğret'te emniyet noktası anlamında bir karakol bulunmuyordu. Aynı merkeze bağlı zaptiyeler ve adli kuvvetler belirli aralıklarla köye geldiklerinde Muhtar Odasına varıyorlar, işlerini orada görüp dönüyorlardı. Rutin gelişlerin dışında, hesapta olmayan acil durumlarda Eğret'e varınca yine Muhtar'ı buluyor ve onun odasında onun kılavuzluğunda işlerini hallediyorlardı. Misal, Kadı veya görevlendirdiği yardımcıları belirli aralıklarla gelip köylünün davalarını görüyor; evlilik, doğum, ölüm gibi nüfus olaylarını kaydediyordu. İhbara bağlı asayiş durumlarında yine Kadıya bağlı zaptiyeler gelip hep Muhtarı buluyordu. Takriben 1920 yılında yaşandığı düşünülen Sığıreğleği'ndeki Seydi Çavuş olayında, Meclis'e bağlı Zaptiye Kumandanı Ayıcı Arif o sırada Muhtar Odası olan köşedeki Hatiplerin Oda'ya konuşlanmıştı.

    1921'de başlayan işgal ile her şey darmaduman olmuştu. Yaklaşık bir buçuk yılın ardından 1922'deki kurtuluştan sonra tekrar maddi ve manevi inşa süreci başladı. İşte bu dönemde Eğret'e bir karakol kurulduğu anlaşılıyor. Bunun kesin tarihi bilinmemekle birlikte, Üyük'e eski yazılı abide taşın dikildiği 1924 yılını düşünmek yanlış olmaz kanaatindeyim.

    Jandarma Kumandanı Aydınlı Delimehmet (Mehmet Acar)ı karakol ile ilişkilendirenler var. Eğret Karakolunun ilk kumandanlarından biri olduğunu söylüyorlar. Burada evlenip Eğret'e yerleşmiş. Büyük oğlu Haydar Acar'ın doğum tarihi 1921 olarak kaydedildiği düşünüldüğünde, kumandanlığının Eğret'e yerleştikten sonra başladığı kabul edilmelidir. Ya da Haydar'ın doğum tarihinde bir yanlışlık var. Gerçi bunlar Eğret Karakolunun Cumhuriyet'ten sonra kurulduğu varsayımına halel getirmez.

    Bağlı köyleriyle birlikte Eğret'i kontrol etmenin bir yolu karakol diye düşünülmüş olmalıdır. Çok geniş bir alan... Yeteri kadar personel bulundurmak lazım, onlara da minik bir kışla lazım... Nahiye Müdürü ve Muhtarın işbirliğiyle bu sorun çözülmüştür... Bilinen ilk karakol binası Şaşdımların evin göpçüğünde, şimdiki Belediye kahvesinin dip tarafındaymış. Binayı tam olarak bilmiyorum, ama yerinde kocaman bir dut ağacı olduğunu hatırlıyorum. Bir harabenin kıyısındaki bu ağaca çıkar iner, gölgesinde öyle eğlenirdik. Geniş bir alan değildi, köşeye sıkıştırılmış öylesine bir yer izlenimi verirdi. Biz buraya bilinen ilk karakol derken, daha önceden başka bir binanın kullanılması ihtimalini de yedekte tutmuş oluyoruz.

    Bizim bildiğimiz, aktif olarak kullanılıyorken hatırladığımız karakol binası hala ayakta... Hikayesi ilginçtir, aslında karakol diye yapılmamış. Eğret belediyelik olduktan sonra, işlek karayolu üzerinde öyle bir binanın eksikliği görülerek köyün tam girişine kondurmuşlar. Maksat, şoförlere nefeslenme yeri, gelip geçenlere çay ve ihtiyaç molası, gideceklere de bekleme salonu gibi bir mekan olsun... Adı ta o zamandan halk arasında Belediye Kahvesi diye yerleşmiş. İnşa amacına uygun olarak her vazifeyi görmüş. İsmet İnönü dahil nice misafir burada ağırlanmış, yolcular karşılanmış uğurlanmış, toplantılar yapılmış vs.

    Aşağıda yolun kenarında, Anıtkaya Kasabasının hemen girişindeki Belediye Kahvesi yeterince hükmünü icra ettikten sonra, Jandarma Karakolunun buraya taşınması kararlaştırılmış. Ona göre tadilat yapılıp taşınma gerçekleşmiş. Bu arada yeni hamam ile Belediye Kahvesi/Karakol arasına İlkokulun yapılmış olduğunu da belirtmek lazım. Yol kıyısı şenlenmişti yani...

    Bizim eski karakol yerindeki dut ağacında oynayışımızdan bir müddet önce yaşanmış bütün bunlar. Zaten o viranenin ömrü de kısa sürdü, tamamen yıkıp kocaman bir bina yaptılar. O bina şimdi hala kullanılmakta olan Belediye Kahvesidir. Yani senin anlayacağın, Belediye Kahvesi-Karakol döngüsü Anıtkaya'da iki kere gerçekleşmiş. Bizim halen Belediye Kahvesi dediğimiz yerde eskiden Karakol varmış, şimdi herkesin Karakol bildiği yer ise Belediye Kahvesi olarak yapılmış.

    Eski ve yeni yerindeyken Karakol personelini (Başçavuş, Onbaşı, Erat) Eğret/Anıtkaya halkı hep el üstünde tutmuş. Bazı zamanlarda ve özel durumlarda istisnai tatsızlıklar yaşansa da köy halkı onların güvenlik ve huzuru sağlamak için var oldukları bilincini taşımış. Eski yeri neredeyse köyün merkezi sayılır ve uzun süre orada bulunmuşlar. Bu dönemde düğün olsun, ölüyeri olsun derneklerde hep bir tepsi de Karakola gönderilmiş. Bunun dışında sair günlerde tepsi (bükme börek) edenler mutlaka oranın payını ayırmışlar. Bu adet yeni yerindeyken de devam eder, askerler adeta beslenirlerdi. Gerçi mutfakları vardı, kendi yemeklerini de yaparlardı; ama çoğu zaman buna gerek kalmazdı. Tabi düzenli bir tepsi akışı bulunmadığı için bu trafiğe güvenilmez... Köyde o sırada yalnız mahalle fırınları bulunduğu için askerlerin ekmek almaya fırına gittiklerine şahidim. Orada kadınlar kesinlikle para kabul etmez, gelen askere istediğinden daha fazlasını verirlerdi.

    Jandarmaya karşı korku, sevgi, saygı karışımı bir his vardı o günün ortamında. Biz çocuklardaki biraz daha korku ağırlıklıydı galiba. Onlardan birinin karaltısını gördüğümüzde oyun durur, gürültü patırtı kesilir, neredeyse hazırola geçerdik. Bir şey yaptıkları yoktu, ama kendilerini saydırırlardı. En çok da 1980 öncesi gece dışarı çıkma yasağı hususunda varlıklarını hissettirirlerdi. Kahvenin camından tv seyretmek için dışarıda bulunur, kahvecinin gözünü yanıltıp içeri girdiğimiz de olurdu. Öyle gecelerden birinde Güçcükhalil'in kahvedeki sıraya bir serçe tedirginliğinde konmuş film izlerken yakalandık. Jandarmalardan biri kapıyı tuttu, kimseyi çıkarmıyor. Kaçamadık. Üniformasının içinde beyaz boğazlı kazak olan Onbaşı bize değil, ama büyükleri öyle bir fırçaladı ki sorma gitsin... Etkisi oldu mu, ne gezer. Hemen her akşam devriyeye çıkarlar, bizse onlar gelirken kaçışırdık...

    Yetmişli yıllarda şapka inkılabının uygulanmasıyla ilgili bir söylenti çıktıydı, aykırı hareket edenlerin, özellikle ip örme takke giyenlerin cezalandırılacağı filan... İlkokul çocuğuyuz, her duyduğumuza inanıyoruz ve korkuyoruz... Bahçede top oynarken komşu Karakoldaki askerlerden biri şevke gelmiş 'Topu ver de bi tepeyim' dedi. Bense top filan düşünecek halde değilim, çünkü kafamdaki takke sebebiyle başımın belaya girmesinden korkuyorum. Hemen çıkardım... Gülerek 'Lan kim ne yapacak senin takkeni, topu at' dediğini hala unutmamışım...

    1960 Darbesinden sonra Okul Müdürü, Belediye Reisi olarak atanmış. O vakitler en az belediye kadar önemli olan Koruma'nın başına da Jandarma Onbaşıyı atamışlar. Şimdi Hüseyin Saki Hoca'nın ev bulunduğu yer civarında Sarasan (Hasan Dadak)ın dükkan vardı. Koruma Odası olarak o dükkanın üstü kullanılmış. Bir kaç yıllık geçiş dönemindeki bu uygulama esnasında Karakolun eski yerinde olduğu açıktır.

    Koruma Başkanlığı yapan Onbaşının adı Süleyman imiş. Kendisini bir şekilde hafızalara kazıtmış Karakol Kumandanlarını da hala anlatırlar. Bunların en ünlüsü galiba Gavatçavuş diye anılan kişidir. Adı Mehmet imiş, fakat herkes kendisini lakabıyla bellemiş. Duyduğumda şaşırmıştım, fakat bu lakapla, akla ilk gelen anlamın alakası yokmuş. Adam gavat kelimesini çok kullandığı için böyle demişler. Yerine göre tatlı sert, insanları doğruya yönlendirmeye çalışan iyi bir kişilik olarak anlatıyorlar.

    Adı Zühtü olan bir Başçavuş vardı. Tam da 'Amanın yandım Zühtü' türküsünün dillerde olduğu o vakitlerde delikanlılar bu adamı çıldırtırmış. Adını bilmiyorum, ama soyadı Muratkan olan bir başka Başçavuşu, Alim ve Alaattin adındaki iki oğlu münasebetiyle hatırlıyorum. Alaattin ile aynı sınıftaydık, eski lojmanda otururlardı.

    En son karakol komutanı Sabri Çağıl... Adıyla soyadıyla tekmilen hatırlayabilmemin sebebi, 12 Eylül darbesinden sonra kahvelere asılan koca bildirinin altında adı yazılmış olmasıdır. Bunun dışında Anıtkaya halkıyla iyi ilişkiler içinde biriydi diye aklımda kalmış. Mesela Kalpsiz'e lakabıyla hitap eden bir yabancıyı, çok da yabancı kabul etmemek lazımdır. Sonuna kadar Bahattin Azbay'ın evde oturdu. Zaten Anıtkaya Jandarma karakolunun son komutanıdır kendisi. 1982 (veya 83) Yılında karakol kaldırıldı, Sabri Çağıl'ın ise Şuhut Karakolu'na atandığını oraya sık giden samancılardan duyduk.

    Karakol kaldırıldıktan sonra, binası bir süre boş durdu. Sonra bir aile uzun süre ikamet etti. Onlar boşalttıktan sonra da yine bir müddet atıl kaldı. Tadilatla mandıraya bile dönüştürüldü. Anıtkaya markalı kaşarlar üretildi. O da bittikten beri yine atıl vaziyette duruyor.

    Eğret/Anıtkaya Karakolunun yaklaşık 60 yıllık bir ömrü oldu. Belediye Kahvesi olarak yapılan son binası, hiç bir zaman karakol dönemindeki düzenli ve temiz halini bir daha yakalayamadı. O vakitler önündeki yol vızır vızır, ardındaki kanal şırıl şırıldı. Serin bahçesinden gür asker sesleri yükselirdi... O da ortalama 60 yaşına girdi. Şimdi köhne haliyle Galip Bey Caddesinin ucunda, Anıtkaya'ya girenleri ilk karşılayan kendisidir...



17 Mayıs 2024

Cuma Camisi

 
    Birbirine çok yakın olduklarından dolayı cami, çeşme ve hamam Eğret Kervansarayının merkezinde bulunduğu bir külliyenin parçası olduğu tahmin ediliyor. Kervansaray/Han külliyesinin hatırına Eğret köyünün de şimdiki yerine taşındığı en çok rağbet edilen görüş. Bu durumda diğer parçalarla birlikte Cuma Camisi'nin tarihini 13-14. yüzyıl aralığına götürmek gerekir.

    Belgesel geçmişine bakacak olursak, doğal olarak Cuma Camisinin inşa tarihi bilinmiyor. 16. Yüzyıldan kalma bir belgede adı geçen Cami-i Şerif Vakfının onunla ilgili olduğu düşünülüyor. Diğer bağlantılar ve Hacı İbrahim Zaviyesinin Kervansarayla irtibatı da düşünüldüğünde, Cami Eğret'ten daha yaşlı denilebilir. Normalde insanlar bir yere yerleştikten sonra mescidini filan inşa ederken, Eğretliler hazır mescitli bir bölgeye yerleşmişler.

    Yeni oluşan köy, Eğreti/Eğret/Hayrat diye anılmaya başladı. Caminin köyü böylece ortaya çıktıktan sonra roller değişti; o, köyün camisi oldu. Bu yüzden hep, Cuma Camisi Eğret'in ilk camisidir, derler.

    Daha külliye çevresinde bir köy oluşmadan önce yapıldığı düşünülür ve Hacı İbrahim Zaviyesiyle ilişkilendirilirse, cami gelip geçen yolcular için inşa edilmiş olmalıdır. Zaten külliye konum itibariyle en işlek ticaret yolu üzerine, ihtiyaçtan yapılmış. Yani her daim, yolcu da olsa, hazır bir cemaate sahipti. Eğret köyü oluştuktan sonra da uzun süre oranın tek camisi olarak kaldı.

    Her birinde bir mescit bulunsa da etraf köyler cemaati cuma namazlarında Eğret'teki bu külliye camisine yöneldiklerine dair bir rivayet var. Eskiden bölgenin/beldenin en büyük camisinde cuma kılma gibi yerleşik bir gelenek vardı, buna göre rivayetin gerçekliği kuvvet kazanır. Hatta caminin ismi de böylece Cuma Camisi olarak kalıplaşması buna bağlanıyor.

    Anıtkaya'da çok bilinen At Mezarı efsanesi, cuma namazı - cuma camisi ile doğrudan ilgilidir. Kütahya tarafından gelen bir yolcu, namaza yetişmek için atını çok hızlı sürmektedir. Köye yaklaştığı anda nihayet at bu tempoya dayanamayarak çatlar. Bu olaydan sonra orası At Mezarı olarak halkın hafızasına kazınıyor, hala da öyledir.

    Tabi cuma namazı hutbe demek, hutbeye de hatip gerek. Bu yüzden vakıf marifetiyle camiye baştan beri bir hatip görevlendirilmiş. Bazen diğer namazları kıldıran imam bu görevi de yürütmüş, bazı dönemlerde ise ayrıca hem imam hem de hatip görevlendirilmiş. Bugün Anıtkaya'daki Hatipler, Çakırlar ve Gobaklar sülalelerinin ortak atası olan Hatiboğlu'nun bu görevi ifa eden eski hatiplerden birinin oğlu olduğu düşünülüyor.

    Kayıtlara geçen iki Eğretli hatip daha var. Bunların ilki Veyisler/Çorbecilerin İbrahim oğlu Mustafa'dır. 1882 Yılında çocuksuz olarak vefat ettikten sonra, Cuma Camisi hatiplik kadrosu bir kaç yıl boş kalmış. Bu dönemde fahri olarak vazife alan Veyislerin Ali oğlu İbrahim, 1886'da resmen atanmış. Halkın Delimam (Deli İmam) olarak bildiği Veyisoğlu İbrahim, 1905'te ölene kadar yirmi yıldan fazla hatiplik yapmış.

    Hatip olduğu halde Delimam diye lakaplandığından ötürü Veyisoğlunun iki görevi birlikte yürürttüğü düşünülebilir, ama öyle değil. O dönemin, en azından son dönemlerinin Cuma Camisi imamı, meşhur Mücellit Ahmet Efendi imiş. Aslen Döğerli Mücellit Hoca, Naymeler sülalesinin ana-dedesi oluyor. Delimam öldükten sonra bir müddet daha imamlık görevini sürdürmüş, hatta 1910 yılında Goca Cami inşaatı sırasında halen Cuma Camisi imamı imiş. Bununla beraber kaç yıl daha bu görevi sürdürdüğü bilinmiyor. Onun zamanında müezzin olarak görevlendirilen Çaylıoğlu Topal Hüseyin (Hüseyin Kabadayı)nın hangi camide görevli olduğu şüphelidir...

    1910-1921 Arasında, on yıl kadar Eğret'te iki cami var. Bunların hangisinin hocası olduğu bilinmeyenlerden biri de Eğretli Cemal Hoca'dır. Babası veya dedesi Cuma Camisi imamıymış, lakin Cemal Eğretli hangisinde görevlendirildiğine dair bilgi bulamadım; ikisi de olabilir.

    O sırada kimin nerede vazifeli olduğunun bir önemi yok, çünkü 1921 yılında her şeyi alt üst eden Yunan işgali başladı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren bu dönem, Eğret ile birlikte bu iki caminin de kara günleridir. Ezan, tesbih, tahmid, tekbir, salavat, cemaat vb. her şeye hasret kalınması bir yana; Eğretliler gibi Eğret camileri de her türlü zulme maruz kalmış. Hastane, klinik, depo, ahır gibi kullanıldıklarına dair söylentiler var. 

    Yunan gittikten sonra, nispeten yeni olduğu için Gocacami hemen temizlenip eski haline getirilmiş, ama ihtiyar Cumacamisi'nin öyle bir şansı olmamış. Gavur gittiğinde harabe halindeymiş, duvarlarında her türlü pislik ve kan izleri filan bulunuyormuş. Damı çatısı da yıkıldığı için viraneye dönmüş, uzun süre kurtlar kuşlar yuvalanmış.

    Çatısı olmasa bile duvarlar sağlam, onların çevrelediği geniş bir alana sahip olduğu için bir dönemde otopsi gibi işlemlere evsahipliği yapmış. Duvarlardaki kan izlerinin bu işlemlerden kaldığını söyleyen de bulunuyor.

    Harabe halindeki Cumacamisi 1960'lara kadar yaklaşık kırk yıl böyle... Bu virane çocukların da oyun alanına dönmüş. Musluların İbrahim Efe (Gavuralinintopal), burada kuş yakalamak isterken sakatlanmış. Dediklerine göre yüksek duvardan düşünce bacağı kırılmış. Yıllar sonra Samancının Gocabıyık (Halil Saçak) şahit olduğu bu olayı nükteli bir dille 'Bi atışda vurup düşürdüm onu' diye anlatmış. Gocabıyık 1930, Topal 1935 doğumlu olduklarına göre olayın 40'lı yıllarda yaşanmış olması gerekir...

    Bu durum, yani Cumacamisi'nin acınası hali Cemal Eğretli Hoca'yı çok üzmüş. Bir an önce tamir edilip ibadete açılmasına yönelik arzusunu hep dile getirmiş. Onun bu iştiyaklı hali ister istemez akıllara burada vazife almış olabileceği ihtimalini getiriyor. Yunan gittikten sonra Eğret'te durmayıp O da Afyon'a dönmüş. Eğer Gocacami Hocası olsaydı, köyde kalır vazifesine devam ederdi; Cumacamisi virane haline gelince, O'na Eğret'te yapacak iş kalmadı, diye de mantık yürütülebilir... Bununla beraber Cemal Hoca'nın Mücellit Ahmet Efendi'ye sağlığında ve ölümünden sonra aşırı hürmet göstermesi birlikte çalıştıkları ihtimalini de güçlendiriyor. Bu da adres olarak Cumacamisi'ni değil Gocacami'yi gösterir...

    Cumacamisi'nin hocasıydı veya değildi, Cemal Hoca'nın arzusu istikametinde Anıtkayalılar harekete geçiyorlar. Tunaüseyin (İbrahim Kayır)ın başkanlığı döneminde cami onarılıp ibadete açılıyor. Açılış merasimi yapılıp yapılmadığı bilinmiyor, Cemal Eğretli Hoca'nın gelip gelmediği de... Yalnız 1967 yılında vefat ettiğinde Cumacamisi tekrar hayata kavuşturulmuş bulunuyordu...

    Tamir sırasında ilginç bir şey oluyor. Ellerine geçen eski yazılı bir taşı kapının üstüne, duvarın alnına koymuşlar. Sıvaydı, boyaydı derken, yıllar o taşın üzerinden silindir gibi geçmiş. Okunamaz hale geldiği için Kervansarayın kitabesi sanılan bu taşın sırrı, Ferhat Öztürk Hoca'nın çalışması sırasında çözülmüş. 1878 Yılında tamir edilen bir çeşmenin kitabesi olan bu taşı, herhalde Kur'an yazısı diye, kapının üstüne yerleştirmişler. Şimdi tamamen ortadan kalkmış bulunan, külliyenin diğer ferdi çeşme kitabesi olduğu düşünülüyor... Bu yanlışlık bir bakıma iyi olmuş, caminin bir parçası olan kitabe koruma altına alınmış... 

    Koruma deyince... Yanındaki eski Kabristanla birlikte Korunması Gereken Kültür Varlığı olarak tescillenirken rapora, Ulucami/Gocacami yapıldıktan sonra halk cuma namazlarında burayı tercih ettiğinden Cuma Camisi diye adlandırıldığına yönelik bir bilgi kaydedilmiş. Bunun böyle olmadığı, adlandırmanın daha eski zamanlara dayandığını yukarıda açıkladık...

    Neyse,1969 yılında Delimısdık (Mustafa Erdem)in başkanlığı zamanında ise yeni bir minare yapılarak Cumacamisi'ne bugünkü görünümü kazandırılmış.

    İbadete açıldığında Apdıramanların Lomcu Hoca'nın oğlu Ahmet Selek'i hak ile hoca tutmuşlar. Daha sonra yine köyden bir kaç kişi daha hak usulüyle vazife yapmış. Kadro alındıktan sonra Basri Hoca, Adem Hoca gibi isimleri hatırlıyorum. Sonra Ali Osman Sancak Hoca oradan emekli oldu. Şimdi Hafız Ali Hoca Cumacamisi imamıdır.

    Sonuç olarak Cumacamisi, beş altı asırlık eski bir külliyenin ayakta ve hayatta kalabilen iki ferdinden biridir. Han ile birlikte sırt sırta vermişler, her şeyi öğüten zaman değirmenine meydan okur gibiler. Hamam ve çeşme onları yarı yolda bırakarak sahneden çekildi. Yalnız, asırların yorgunluğunda hemen yanıbaşlarında kendiliğinden oluşan eski kabristanın hakkını yemeyelim; bu iki kardeşe yoldaşlık ediyor.



15 Mayıs 2024

Eğret Han

ANITKAYA (EĞRET) KERVANSARAYI
            Ferhat Öztürk*

    Kervansarayın ismi: Kervansaray, Afyonkarahisar’ın merkez ilçesine bağlı Anıtkaya Köyü’nde bulunmasından dolayı Anıtkaya Kervansarayı, Anıtkaya Köyü’nün eski isminin Eğret olmasından dolayı Eğret Kervansarayı ve Eğret Han olarak bilinmektedir. Kaynaklarda genel olarak Eğret Hanı ismiyle geçmektedir.

    Kervansarayın yapıldığı mimarî dönem: Beylikler Dönemi’dir.

    Kervansarayın yapılış tarihi: Kervansarayın yapılış tarihiyle alakalı kaynaklarda farklı tarihler belirtilmiştir. Bir kaynakta yapılış tarihinin M 1267 olması ihtimali üzerinde durulmuş, başka bir kaynakta da M 1278 tarihi belirtilmiştir. VGM Kütahya Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşiv kayıtlarına göre kervansarayın kitabesi olmadığından H 666-M 1267 yıllarında 13. yy.’daki Selçuklu hanlarından olduğu tahmin edilmektedir. Ali Baş, “Beylikler Dönemi Hanları” adlı çalışmasında Eğret Kervansarayı’nı Germiyanoğulları Dönemi’ne tarihlendirmiştir. A. Osman Uysal da “Germiyanoğulları Beyliği’nin Mimari Eserleri” adlı çalışmasında bu yapıtın Selçuklu ve Osmanlı devirlerine ait olamayacağı hakkında görüşünü bildirmiştir. Genel kabule göre Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Germiyanoğlu Süleyman Şah tarafından M 1370-1380 yılları arasında yaptırılmıştır.

    Kervansarayın banisi: Afyonkarahisar Arkeoloji Müzesi 03.000/1.0 numaralı Envanter kaydına göre yapıyı yaptıran kişi, Germiyanoğlu Süleyman’dır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nı Kütahya’yı yazlık, Karahisar’ı kışlık başkent yapan Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın M 1370-1380 tarihlerinde yaptırdığına dair bir görüş de vardır.

    Kervansarayın tescil tarihi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu’nun 13.02.1986 tarih, 1881 sayılı kararı ile korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillidir.

    Kervansarayın mimarı: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın mimarı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.

    Kervansarayın adresi: Kervansaray, Afyonkarahisar-Kütahya yolu üzerinde, il merkezine 30 km uzaklıkta, Afyonkarahisar ili Merkez ilçesine bağlı Anıtkaya köyü Cumhuriyet Mevkii’ndedir. Köyün girişi sayılacak bir noktada yer alan kervansarayın önünde okul, kuzeyinde muhtarlık binası ve doğusunda Cuma Camisi vardır.

    Kervansarayın onarım tarihleri: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, 1966-1969 tarihleri arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarım görmüştür.

    Kervansarayın kitabesi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında kitabelik kısmı olmasına rağmen herhangi bir kitabe bulunmamaktadır.


     GENEL MİMARÎ ÖZELLİKLERİ

    Eğret-Eyret ismi, Kimek-Kıpçak federasyonu içerisinde bir boydur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, şu anda köyün giriş kısmı sayılacak bir noktadadır. Kervansarayın doğusunda köyün en eski, arşiv belgelerinde vakıf camii olduğu ve kervansarayla aynı tarihte yapılma ihtimalinden söz edilen Cuma Camisi yer almaktadır. Kervansaray, onarım öncesinde epey zarar görmüştür. VGM tarafından yaptırılan onarımlarla varlığını günümüze kadar korumuştur. Onarım öncesinde ulaşılan resimlere bakıldığında çatıda, taç kapıda, iç ve dış kısımda yapının geçirdiği tahribatı görmek mümkündür.

    M. K. Özergin, İnay Kervansarayı’nı, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eşi olarak nitelendirmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı plan olarak, Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan daha küçük ve avlusuz bir yapıdadır. Kervansaray, 14.50 x 22 m ölçülerinde ve 120 m²’lik bir alan üzerine inşa edilmiştir. Kervansarayın kapalı kısmı, üst örtüyü taşıyan ayakların tabii olarak ayrılmasıyla üç bölümden oluşmaktadır; girişteki bölüm (orta bölüm) yanlardaki diğer bölümlere göre daha geniş çaplıdır.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın ön cephesi (batı cephesi) Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan farklıdır. Girişinde geniş planlı beş merdiven basamağı vardır. Merdiven basamaklarının bittiği alanda, taç kapı önünde gayet geniş bir boşluğun olduğu görülmektedir. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eski resimlerine bakıldığında bu alanda herhangi bir merdiven basamağının ve balkona benzeyen bir çıkıntının bulunmadığı dikkati çekmektedir. Bu resimlerde kapının önünde toprak yığınının olduğu, hayvanların da insanların da içeriye rahatça girebileceği hafif bir yükselti vardır. Sivri kemerlerde hayvan bağlamak için oyulmuş yerler vardır. Hem kervansarayın eski resimlerinden hem de planından hareketle bu merdiven ve balkon şeklindeki çıkıntının sonradan yapıldığı anlaşılmaktadır.

    Kervansarayın kuzey cephesindeki duvarın dış kısmı, batıdan doğuya doğru daralmaktadır. Bu durum, yapının eğimli bir araziye yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kuzey cephesindeki dış duvarda iki mazgal pencerenin delikleri ve üst kısımlarında dört tane çörten, güney cephesindeki duvarda dört tane çörten vardır. Güney cephesindeki çörtenlerden biri (güneydoğu cephesinin köşeye yakın olanı) yıkılmıştır. Kervansarayın kuzey-güney cephelerindeki duvarlarında bulunan bu çörtenler sayesinde çatıda biriken yağmur ve kar suları dışarı akmaktadır. Çörtenlerde herhangi bir motif yoktur.

    Kervansarayın arka cephesinde (doğu cephesi) herhangi bir pencere veya çörten yoktur. Doğu cephesindeki duvarın orta bölümüne denk gelen kısmı, yanlardan üç sıra taşla daha yüksek yapılmıştır.

    Kervansarayın iç kısmında genel olarak taş malzeme kullanılmıştır. Günümüzde tabanına mermer kaplama yapıldığı görülmektedir. Kervansarayın taç kapısının iç kısmındaki sivri kemerinde tuğla kullanılmıştır. Kapı kemerinin üzerinde ahşap bir malzeme kullanılmıştır.

    Girişin sağında ve solunda dörder tane olmak üzere, toplamda sekiz ayak vardır. Kemer üzengileri ayaklara oturmaktadır. Kervansaraydaki ayaklar, bir kaynakta T planlı olarak ifade edilmişse de, günümüzde dikdörtgen planlıdır. Kervansaraydaki sivri kemerler, kuzey-güney yönünde her bölümde dörder tane olmak üzere, toplam on iki tanedir. Orta bölüm, diğer bölümlerden daha geniş ve yüksek boyutlu olması sebebiyle, bu bölümdeki sivri kemerler, yan bölümlerdeki kemerlerden daha büyük ve geniş çaplıdır. Kervansaraydaki sivri kemerlerin sadece biri tuğladan, diğerleri ise taş malzemeden yapılmıştır. Tuğladan yapılmış olan sivri kemer, kuzeydoğu yönündeki köşededir.

    Kervansarayda doğu-batı yönünde uzanan kısa sivri kemerler de orta bölümdeki ayaklarda birleşmektedir. Her bölümü birbirinden ayıran sivri kemerler, doğu-batı yönünde beşer tane olmak üzere, toplamda on tanedir ve küçük çaplıdır. Bu küçük çaplı sivri kemerler, kervansarayın mimarîsine farklı bir ihtişam katmıştır. Kemer başlangıç sıralarındaki taşlarda muhtemelen hayvanların bağlanmasına yarayan delikler vardır.

    Kervansarayın üst örtüsü sivri tonoz şeklindedir. Üst örtünün onarım çalışmalarında günümüzde kullanılan sıva, boya ve badana malzemeleri kullanıldığı için orijinalliği kaybolmuştur.

    Kuzey cephesindeki duvarda iki tane mazgal pencere bulunmaktadır. Pencerelerin etrafı ve lentoları taş malzemeden yapılmıştır. Binada başka bir pencere yoktur. Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylarda daha fazla pencere veya mazgal pencere bulunmasına karşın, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda iki tane mazgal pencere vardır.


      TEZYİNÎ ÖZELLİKLERİ

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda tezyinî ögeler genel olarak taç kapıda yer almaktadır. Taç kapı, yarım niş şeklindedir ve sivri kemerlidir. Taç kapıda en dikkat çekici özellik; farklı boyutlardan oluşan mermer sütunlardır. Sütunlar kapının sağ ve sol tarafında üçer tanedir. Dış köşedeki sütunlar, boyut itibariyle en uzun sütunlardır. Kapı girişine doğru sütunların boyları kısalmaktadır. Mermer sütunlardan oluşan bu tezyinî özellik, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların taç kapılarında görülmemektedir. Kapı, devşirme sütun demetleriyle süslüdür. Devşirme sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılan malzemelerin bir kaynakta dorik üslupta başlıklara sahip olduğu bilgisi mevcuttur. Anıtkaya Kervansarayı’nda sütun başlığı olarak kullanılmış devşirme malzemelerin Attika b tipi sütun kaidesi şeklinde benzerleri vardır. Örneklerden hareketle Attika b tipi sütun kaidelerinin taç kapı sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılmış olma ihtimali kuvvetlidir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısının kavsarası niş şeklinde ve sivri kemerlidir. Kapı kemerindeki taşlar diğer kervansaraylardaki gibi renkli değildir. Kapının sövelerinde de herhangi bir süsleme yoktur. Sultandağı’ndaki Sâhib Ata Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan mukarnaslı kavsara ve mihrabiyeler, Çay’daki Ebu’l-Mücahit Yusuf Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan kasetli üçgenler, mihrabiyeler, renkli taşlar Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında yoktur. Bir kaynakta kemer üzerindeki silmenin sadeliğine değinilmiştir. Silmelerin etrafında genel olarak Sâhib Ata-İshaklı Kervansarayı’ndaki gibi bazı desenler veya gülbezekler yer almaktadır. Kervansarayın taç kapısındaki silmenin etrafında herhangi bir desen veya çıkıntı yoktur; oldukça sadedir. Sivri kemerin kavsarasının ağırlığı, taç kapıdaki en kısa boyutlu mermer sütunlara verilmiştir. Sivri kemer, taş malzemeden yapılmıştır.

    Kervansarayın kitabelik bölümü, kapı girişinin üst kısmındadır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında sıklıkla görülen mermer malzeme, kitabelik bölümünde de kullanılmıştır. Kitabelik kısmı, iki küçük sütun ve impost başlıklardan oluşmaktadır. Kitabeliğin etrafındaki mermer sütunların birisi gri, diğeri ise beyaz renklidir. Beyaz mermer sütunların üst-orta-alt kısımlarında eşit aralıklarda sıralanan üç delik vardır. Beyaz mermer sütunun kaide kısmında üç sıra yuvarlak bilezik şekilli, sol taraftaki gri mermer sütunda başlık ve kaide kısmında iki sıra bilezik şekilli yuvarlak çizgiler mevcuttur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kitabelik kısmı, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların kitabelik kısımlarından farklılık oluşturur. Günümüzde kitabelik kısmında herhangi bir kitabe bulunmazken, kitabenin aslı ile ilgili net bir bilgiye de ulaşılamamıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kuzey-güney dış cephelerindeki duvarlarında da devşirme malzeme olduğu düşünülen taşların üzerinde motifler vardır. Kuzey cephesindeki malzemenin parçaları eksik olduğundan net bir anlam verilememektedir. Dış cephede güney yönündeki taşta ise, kabartma tekniğinde bitkisel motif kullanılmıştır. Bu motifin içerisi basit formlarda yuvarlak rozetlerle, motifin uçları da kıvrım dallarla süslenmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kapalı kısmındaki devşirme malzemeler; orta kısımda kemer başlangıçlarında, güney yönündeki bölümün üçüncü kemer başlangıcında ve kapı kemerinde bulunmaktadır. Devşirme malzemelerin bazılarında tipik Bizans motifleri görülmektedir. Resim: 28’de İyon sütun başlıklarında görülen volüt vardır. İyon düzeni; İyonya’da geliştirildiği için bu adla anılmıştır ve volüt denilen iki helezonî kıvrımla bezelidir. Fakat Anıtkaya Kervansarayı’nda bulunan devşirme malzemede volütlerden birisi görülmektedir; diğer volütün duvar içinde kaldığı düşünülmektedir. Başlık, kapıdan girişte orta bölümde üst örtüyü taşıyan birinci sivri kemerde yastıktaşı (üzengi taşı) yerine kullanılmıştır. Bu devşirme malzemenin çeşitli yerleri, geçirdiği onarımlardan dolayı zarar görmüştür. Özellikle başlığın volütlü yüzü ve volütün arka kısmında zarar gören yerler bellidir. Günümüzde kullanılan sıva malzemesi, devşirme malzemenin volütlü yüzünde belirgindir.

    Resim: 30’da yapraklarının bir kısmı görülen bitkisel motif, Resim: 33’te basit stilize bitkisel desenler göze çarpmaktadır. Bu desen, kapıdan girildiğinde birinci sivri kemerin sol taraftaki impostun ön yüzünde görülmektedir. İmpostun çeşitli yerlerinde kırılmış yerler vardır. Muhtemelen bu devşirme malzemeler, kervansarayın harap bir halde olduğu dönemde zarar görmüştür. Yastık ve üzengi olarak da adlandırılan impostlar, sütun başlıklarının üzerinde veya sütunların ve payelerin üzerinde kemere geçişlerde kullanılmıştır. Anıtkaya Kervansarayı’nda impostlardan kemere geçişlerde yastık taşı olarak yararlanılmıştır.

    Kapıdan girişte orta bölümün ikinci sivri kemerinde, İyon sütun başlıklarını anımsatan devşirme malzeme kullanılmıştır. Devşirme malzemenin arka yüzünde İyon sütun başlıklarında sıklıkla görülen volüt için ayrılan bir bölüm vardır. Ancak volütlü kısmın boş bırakıldığı veya volütün zamanla yok olduğu görülmektedir. Devşirme malzemenin ön yüzünde madalyon içinde altı yapraklı papatya tekeri motifine benzeyen bitkisel motif yerleştirilmiştir. Bu motif, bir kaynakta “papatya tekeri” olarak adlandırılmıştır. Papatya tekeri diye adlandırılan bu motifin, Hristiyan inancında cadı işareti, altıgen pusula, kötülüğe karşı koruyucu bir sembol gibi anlamlar yüklenerek kullanıldığından söz edilir.

    Resim: 35’te İmpost’un ön yüzündeki basit stilize bitkisel motif, impostun ön yüzünde kabartma şeklindedir. Bu devşirme malzeme, orta bölümdeki ikinci kemerde, kemerin sol tarafında kemer başlangıcı olarak, yastık taşı şeklinde kullanılmıştır.

    Resim: 36’da devşirme malzemelerden olan impost’un ön veya arka yüzünde herhangi bir motif yoktur. Devşirme malzeme, orta bölümün üçüncü kemerinde, kemer başlangıcı olarak kemerin sol tarafında, yastık taşı olarak kullanılmıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısında sütun başlığı olarak kullanılan, fakat aslında Attika b tipinde sütun kaidesi olduğu anlaşılan devşirme malzemeler, kapalı kısımdaki kemerlerin bazılarında da kullanılmıştır. Uşak ilinde bulunan İnay Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemeler ile Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemelerin bazılarında benzerlik görülmektedir.

    Kervansarayın kapalı kısmında, güney yönündeki bölümde, üçüncü kemerin kemer başlangıcında devşirme malzeme kullanılmıştır. “Çift Sütun” dikdörtgen bir payenin yan yüzlerinin birer yarım sütunla genişletilmesiyle oluşturulmuş, Erken Bizans Dönemi’nde pencerelerde, arkadlarda yaygın olarak istifade edilmiş devşirme malzemelerdendir. Kütahya Kalesi’nin burçlarından birinde bulunan çift sütunla (4-6. yy.) Anıtkaya Kervansarayı’nda yastıktaşı olarak kullanılan çift sütun arasında benzerlik görülmektedir. Kervansaraydaki çift sütunun diğer kısmı, duvar içerisinde kaldığından dolayı görülmemektedir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kapalı kısmında taç kapı kemer başlangıçlarındaki devşirme malzemeler yastıktaşı şeklinde kullanılmıştır. Tuğladan olan kemere farklılık katan bu devşirme malzemelerden sol tarafta bulunanı şeklen Magnesia Zeus Sosipolis Tapınağı’ndaki anta kaidesine, kemerin sağ başlangıç noktasında bulunan devşirme malzeme de Bursa Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çift sütun kaidesine benzemektedir. Örnekte gösterilen Attika tip çift sütun kaidesi bir çalışmada, benzer örneklerle karşılaştırılarak, Erken Bizans Dönemine tarihlendirilmiştir. Dolayısıyla, Anıtkaya Kervansarayı’ndaki çift sütun kaidesinin, örnekteki çift sütun kaidesine benzerliğinden dolayı, Erken Bizans Dönemi’ne ait olduğu söylenebilir.


     *Bu yazı Ferhat Öztürk'ün 2022 yılında hazırladığı Afyonkarahisar'da Bulunan Kervansarayların Genel Mimari ve Tezyini Özellikleri adlı yüksek lisans tezinden alınmıştır.



11 Mayıs 2024

Anıtkaya Senatosu


    1958 Yılında Eğret köyü belediyelik olunca ilk Belediye reisliği seçimi yapmak icap etti. 1955 Seçimlerini kazanan Tıraka (Abdurrahman Zenger)in muhtarlığı yarım kaldı, ama Belediye reisliği seçimlerine katılma hakkı vardı. Sonbaharda yapılan seçimleri Çakırosman (Osman Erdem) kazanarak Eğret Kasabasının ilk Belediye Reisi oldu.

    Muhtarlık zamanında Koruma işleri İhtiyar Heyeti bünyesinde yürütülüyordu. Bütçe hazırlama ve tahsil etme, korucu ve bekçi tutma, ceza kesme benzeri işler Muhtar veya görevlendirdiği bir üyece deruhte edildi. Çünkü Köy Kanununa göre hareket ediliyordu.

    Belediyelik olunca kanun ve nizam da değişti tabi. Çiftçi Mallarını Koruma işlerinin yürütülmesi için ayrıca bir birim oluşturmak gerekiyordu. O birim oluşturuldu ve başına Tatıresil (Resul Omak) geçirildi; Koruma Reisi Tatıresil'di...

    O günleri hatırlayanlar Tatıresil'in reisliğini efsane gibi anlatıyorlar. Korucusuydu, bekçisiydi filan; ama bir zamanlar Eğret'te sayılamayacak kadar çok koyun sürüsünün varlığını unutmamalıdır. Mal ve ziyan deyince genelde koyuncular akla gelirdi. Bir kaç korucu ve bekçiyle o kadar çok koyuncunun hakkından gelmek mümkün değildi. Ayrıyeten Eğret'in arazisi de çok genişti. Bu yüzden Tatıresil iki oğluyla birlikte kendisi de hep işin içinde olmuş. Sanki göreviymiş gibi sürekli arazidelermiş...

    Bazen stratejik hareket ederler, misal Çatalüyük civarına haber uçururlarmış 'geliyorlar' diye. Korucular Mantarlık tarafından giderken kendisi oğlanlarla Gavasguyusu'nda pusuya yatar, geleni enselermiş. Oğlu Mustafa'nın lakabı bu dönemde 'Mırtaza' olmuş, ama bunun hikayesini tam olarak öğrenemedim.

    Tam 1,5 yıl bu minval üzre geçti. Çakırosman Belediyede, Tatıresil Koruma'da ilk olmanın şevkiyle koşturdular. Malumunuz olduğu gibi her şeyi değiştiren bir şey oldu, ve 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle daha yeni kurulmuş Eğret'teki düzen de değişti. Okul Müdürü Belediye Reisi, Karakol Kumandanı da Koruma Reisi oldular. Berideki taze Reislerin eli bomboş kaldı...

    Bu dönemde olanlar Türkiye genelinde değişik duygularla izlendi. Aynı zamanda halkın gündemine yeni kavramlar girdi. Mesela 1961 Anayasasıyla yönetimdeki değişikliklerin yansıması olan Senato onlardan biridir...

    Anıtkaya'da (Eğret adı Anıtkaya olarak değiştirilmişti) haberler, hepi topu bir kaç tane transistörlü radyodan takip ediliyordu. 'Ajans' dinlemek için o radyoların başına toplanan meraklıların uğrak yerlerinden biri de Daldalların Oda idi. Çünkü orada da bir radyo bulunuyordu...

    Aslında Daldalların Oda ilk zamanlarda aynı hizada, ama daha içeride idi. Bu yüzden işgal günlerinde çekilen fotoğraflarda görünmez. Kurtuluştan sonra Kipil (Mahmut Honça) bugünkü yerine inşa etmiş. Bina, yavaş yavaş şekillenmeye başlayan Galip Bey Caddesi için de adeta mihenk taşı olmuş. Daha sonraları odanın kendisi ve önü, yönetim merkezlerine yakın olması dolayısıyla hep odakta bulunmuş, hala da öyledir...

    Reisliği zamanında Tatıresil Koruma odası olarak nereye kullandı bilmiyoruz, ama eli boşa çıktığı ihtilal sonrası zamanlarda hep Daldalların odada otururmuş. Belki bunda radyonun da etkisi vardır. Elbette orada tek başına bulunacak değil, bilhassa kendisine yakın olan kafadengi kişilerle birlikteymiştir. 

    Halkın ortadan ikiye bölündüğü o yıllarda bir de 'karşı taraf' bulunması çok normal... Bilhassa idamlar sebebiyle onların hissiyatı da çok farklı. Milli iradenin, yani TBMM'nin üstünde yeni ve seçkin bir yapı olarak algılanan 'Cumhuriyet Senatosu' kavramı da gündemdeyken... Ahalisinden dolayı Daldalların odaya 'Senato' demeye başlamışlar... Falanca nerede? Senatodadır... Filancayı gördün mü? Az önce Senatoya girdi... Uzun bir süre oda böyle anılmış...

    1970'lerin sonuna kadar 27 Mayıs 'Hürriyet ve Anayasa Bayramı' olarak kutlandı. Aslında kutlanmadı da, mış gibi yapıldı, tatsız tuzsuz, ruhsuz bir şeydi. 1980 Yılında yeni bir ihtilalle 61 Anayasası askıya alındı, göstermelik bayram kaldırıldı. Kaldırılanların birisi de Cumhuriyet Senatosu idi... 

    Daldalların odaya senato yakıştırması 19 yıl bile sürmemiş, daha önceden unutulmuş. Bizim kuşak buna dair bir şey hatırlamıyor... Yukarıda bir şekilde adı geçenlerin hepsi rahmetli oldu, Daldalların oda hariç. O bütün işlevselliğiyle hayatta...



17 Nisan 2024

Guyuderesi

 
    Kuzey-Güney doğrultusunda uzanarak yayılan Anıtkaya'nın yerleşimi, bir asır öncesinde de aynı biçimdeymiş. Yalnız o günün Eğret uç noktaları günümüzdekinden biraz daha berilerde bulunuyormuş. 

    İşgalci Yunanların Üyük'ten çektiği bir fotoğrafa göre köyün Kuzeydeki ucunu Selimlerin evler oluşturuyor, daha ötesi Alagır... Şimdiki Yeşilcami'nin olduğu yerlerdeki Selimlerin evler karaltı şeklinde. Köy içine doğru ise Omarcıkların eski evler sıralanmış. Bu sıra evlerin dışı, yani batı tarafı tamamen boş; yer yer gırañ ve kayalıklarla dolu kocaman bir dereye iniyor. Bu dere, Atmezarı ve Çayırlara doğru uzanıp giden o gün için önemli bir yoldur... 

    Uçtaki Selimlerin evlerden batıya, büyük dereye doğru inen iki küçük vadicik gözlerden kaçmıyor. Bu vadiciklerin ilkinin kökü; şimdiki Şampaya, Goşumcu ve Dendenler in evlerin hizasından başlıyor. İkincisi ise Yeşilcami yerinde, yani son evlerin tam karşısında bulunuyor. İşte bu iki dere mi dersiniz, vadi mi dersiniz; hızla inip aşağıda çayır/bahçeleri yalayarak Atmezarı'na doğru ilerleyen yola toslayıp birleşiyorlar. Yol ile birleşeme noktalarındaki sereñli kuyu sebebiyle bu iki küçük dereyi de içine alan o mevkiye Guyuderesi adını vermişler...

    Yunan gittikten sonra bütün ülke gibi Eğret'te de hızlı sayılabilecek bir toparlanma dönemi başlıyor. Yaraların sarılmasının bir yüzü, kendini yapılaşma olarak gösteriyor; köy genişliyor.

    Kuzeydeki genişleme Alagır istikametinde olacak, yalnız önce Batı'ya doğru biraz şişmesi lazım. Yıllar içinde sözü edilen iki vadicik boyunda hareketlenme oluyor. İlkinin bir yakasına Hassönlerin Hacıefe oğlu Çilmahmut ve Buruşakmehmet oğlu Tatıresil yerleşiyorlar. Öte yakaya da Omarcıkoğlu Mehmet'in oğlanlar ev yapıyor. Kim bunlar? Güdüğizzet, Nuri, Arap ve Altındiş... Onların altına Körüslüoğlu Mustafa'nın Garömer ve Selimlerin Samancı...

    Guyuderesi'ni oluşturan ikinci vadiye gelince... Yunan'dan kalan fotoğrafta bu vadi kökünde görülen bir karaltı var, Gocaosman'ın  ağılıymış. Ağıl genişletilip yurda dönüştürülüyor, altında Körşükrü'nün ev, onun yamacında Paşagızıların ve daha sonra Delicafer'in evler filan sıralanacak... Biz Guyuderesi'nin ikinci vadisinden ayrılmayalım. Kökünde Apdıramanların Kelhasan ve İresilhoca'nın evler, hemen arkasında ise Arapnine'nin ev yapılıyor...

    1950'lere geldiğimizde vaziyet bu... Bütün bu yapılaşma ve yerleşim bir anda olmuyor tabi, tedrici bir gelişim söz konusu... En son Tıraka'nın muhtarlığında, evinin dibindeki bir bölüm 'saçakaltı' Tatıresil'e satılıyor. Öteki vadi ile arada bulunan adada ise; uçtaki kısım Bıgalı'ya, Samancı'nın evin arkasına düşen bölüm ise Delibayram'a 'yurtyeri' gösterilerek satılıyor. Bigalı Sabri Kocausta ile Devrimbeşlerin Halil İbrahim Aydın bu arsalara ev yapınca, Guyuderesi aşağı yukarı bugünkü görünümüne kavuşuyor.

    Şimdi her biri sisler içindeki mazi dünyasının içinde kalan bizim çocukluk anılarımız yaşanırken buraya Dereköy derlerdi. 1970'li yıllarda çamurdan geçilemediği için böyle adlandırıldığını düşünürdük, yanılmışız; resmi adında varmış dere kelimesi...

    Guyuderesi/Dereköy'ün çamurlu yapısını abarttığım düşünülmesin. Henüz oralara parke taş şöyle dursun, normal arazi taşı bile döşenmemişti. Kış günlerinde Yeñihasan'ın boğazdan Turabiler aralığına girince çamur başlardı. Çilmahmut'un oda, Güdüğizzet'in ev, Şampaya'nın ev ortasındaki o çapraz kavşakta ise çamur/balçık deryası doruğa çıkardı. Öyle zannediyorum ki o çamur deryasına yemenisini rehin bırakmayan yok gibidir. Sorarsanız buna dair çok kişinin anısını dinlersiniz. Aşağıdaki kuyuya kadar hiç eksilmeyen çamurdan dolayı Dereköy yakıştırması yapıldığını zannederdim... 

    Oysa biraz daha aşağı inildiğinde oraların gerçekten dere olduğu görülecektir. Böyle durumda, her derenin olmazsa olmazı çamur, isimlendirme de ana gerekçe olmaktan çıkar. Guyuderesi öyle bir deredir ki, sakinlerini fiziki olarak Eğret'ten koparır. Ramazan aylarında akşam ezanını işitemezler, iftarı geciktirirlermiş. En yakın Gocacami minaresinin ışığını görebilmek için bile, bayırdaki Delicafer'in oraya çıkmak zorundalarmış. Köye dördüncü cami ihtiyacı, bu sebeplerden ötürü iyice belirginleşmiş ve Yeşilcami'yi yapmışlar.  Bir asır önce köyün en ucu olan o noktaya cami yapılmış. Çünkü 1960'larda artık Alagır semtinden dolayı orası köy içi haline gelmiş...

    Misafir çocuk olarak bulunduğumuz kış günlerinde, Guyuderesi'nin dereliğini biz de kendi eğlenceli dünyamızda olabildiğince hissederdik. Arapnine'nin evin yan tarafındaki bayırdan verilen startla Devrimbeşlerin eve kadar şimşirleşmiş zeminde gayık kayardık...

    Guyuderesi'ne adını veren deredeki sereñli kuyunun düzeneği kaldırılıp bileziği kapatılmış. Yerine daha işlevsel bir çeşme yapmışlar, temizlik ve hayvan sulama amacıyla hala kullanılıyor. Yeni binalarla o mevki tamamen Anıtkaya içinde bir semt artık. Amma Körşükrü'nün evin altında, yolun hemen kenarında göreceğiniz orta boy alıç azadı, buraların yakın geçmişte kır olduğunu hatırlatır gibidir...  

    Fotoğraf: ERT Arşivi


13 Nisan 2024

Aygırhane

    
    3-5-6 Ekim 1937 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesinde bir yazı dizisi yayınlandı. Sinanpaşa ve Eğret nahiyelerinin ekonomik sosyal ve zirai yapısını inceleyen bu uzun ve kapsamlı yazı dizisinde ilginç ve önemli tespitler vardı. Eğret ile ilgili tespitlerden bazıları şöyle:
  • Kurtuluştan sonra köylünün elinde kalan koşum hayvanları kasaplık duruma gelmiş öküzlerdi. 15 yılda bunlar gençleştirildi, son yıllarda öküz ve mandanın yanında at kullanımına başlandı. Bugün koşum atı kullanma oranı % 8-10 civarında.
  • Eğret'te toplam 1.320 çiftçi aile;  111.000 dekar ekilebilen, 79.200 dekar nadas arazi ile alakadardır, aile başına düşen ekilebilen arazi 85 dekardır. Bu kadar araziyi aileler hayvanlarla ancak işleyebildiğinden traktör buralar için gereksizdir. Nadasa bırakılan araziler her yıl devreye girmiş olsa bile at devreye sokulur, traktöre yine ihtiyaç olmaz.
  • Güçlü koşum hayvanları lazımdır. Bunun için cins boğalar temin edilmeli ayrıca inekler koşum hayvanlarının artığı keslerle beslendiği için gittikçe küçülmektedirler. Sığırlar da ıslah edilmelidir.
  • Pulluk kullanımı süratle yaygınlaşmaktadır. 1934 yılında İzmir Emlak ve Eytam Bankasının elindeki hafif pulluklardan yüzlercesi burada kapışılmıştır. Yine de pulluk kullanımındaki bu hız yeterli değildir, yavaşlığın sebebi ikidir: 1-Fiyatlı olmaları ve tamirinin masraf istemesi, 2-Kuvvetli hayvan istemeleri ki bu da köylüde yok.

    Belki de öyleydi bilmiyoruz, Hükümetçe bir rapor gibi algılanan tespitler yakın bir zamanda reforma dönüşecekti. 1940'lı yıllarda uygulanmaya başlayan zirai reformların bir kısmı yukarıdaki hususlarla, yani koşum ve diğer hayvanların iyileştirilmesiyle ilgiliydi. Köylere damızlık hayvanlar sağlandı.

    Damızlıkların tahsisi yıllarının Eğret Muhtarı Delimamın Ali Soydan idi. Bir şekilde bu görevinden ayrılmak zorunda kalınca görevi azası Aliefe (Ali Tüplek)e devretti. Malların teslim alınması süreci, Aliefe'nin bu ve sonraki dönemine rastlar. Bu da aşağı yukarı 1940'ların sonu demek... 

    Eğret'e gönderilen damızlıklar arasında sığır ve öküzlerin ıslahı için boğalar, atların ıslahı için aygırlar ve bir de eşek var. Sonuncusu katır isteyen köylü için getirtilmiş, malum bu hayvan inatçılığının yanında çok güçlü olmasıyla meşhur...

    Hayvanlara dam ve özel bakım lazım. Guyuderesi'nin ötesinde Emirlah Çeşmesi yakınlarındaki derede nispeten düzlük arazi var. İşte o arazinin bayırdaki ucuna dam yapıyorlar. O vakitler bahsettiğim yer köyün son noktası... Biraz da bu yüzden orası seçilmiş olmalıdır. 

    Hayvanlar dama sokulduktan sonra en çok ilgi görenler atlar olmuş. Bu yüzden zamanına göre modern özellikler taşıyan bu yeni yapılmış damın adı Aygırhane olarak kalıyor. Yalnız Aygırhanenin yapımı ve barındırdığı hayvanlar hakkında başka bir rivayet daha var. Buna göre hayvanlar 1930'ların sonunda köye getirildiler. Bu doğruysa Aygırhaneden daha kıdemliler demektir...

    Atlar ve eşeğe ne kadar bakıldı, damızlık olarak kaç yıl kullanıldılar bu hususlarda ayrıntı bulamadım; ancak boğalara uzun süre bakılmış, Delimısdık (Mustafa Erdem)in başkanlığında hala hayattalarmış. Elbette onlar ilk jenerasyon olmayabilir, yirmi yılda damızlıklar da yenilenmiştir...

    Tıraka (Abdurrahman Zenger)in muhtarlığında boğalara yapılan masraflar, karar defterine işlendiği kadarıyla, biliniyor. Genellikle burçak ile besleniyorlarmış, o günün bakkalları Çakıriban (İbrahim Ata) ve Eyüp Çetin'den burçak ve arpa alındığı kaydedilmiş. 1956 Yılına ait bu kayıtların dışında, 1957 bütçesinden ayrılan ödenekle saman ve yem alındığı kaydı var.

    Boğaların bakımı ile ilgilenmek üzere bir adam görevlendiriliyormuş. 1956 Yılında Irafanın Hasan Dalgalı bu iş için tutulduğu anlaşılıyor. Bu dönemde köy bütçesinden boğaların bakım giderleri için ödenek ayrıldığını düşünürsek, önceki dönemlerde ve sonraki belediye dönemlerinde de özel ödenek tahsisi yapıldığını tahmin etmek zor değil. Nitekim 1957 bütçesinden bakım ücreti olarak aylık 25 lira ayrılmış. Yalnız uzun süre bakacak kişi bulamamışlar, sonradan Paşanın Hüseyin Yaman bu ücrete kabul etmiş.

    Bizim aklımız erip de ta oralara gidip Aygırhane ile tanışmamız 1970'lerin ortasına rastlar. O vakitler terkedilmiş bir bina idi ve garip bir telaffuzla 'angırane' gibi bir şey diyorlardı. Aslında onunla işimiz yoktu, mahalle maçına deplasmana gitmiştik. O taraflarda Arpalık gibi düzgün bir yer yokmuş, en uygun yer Aygırhane imiş. Damızlık hayvanlar için inşa edilen bu dam, zamanla çevresini de içine alan bir semt adına dönüştüğü anlaşılıyor...

    Aygırhane binasının ötesindeki bu alan aslında top oynamaya çok da müsait değildi. Bir defa beş altı derecelik enlemesine meyil vardı ki, topun yukarı taraftan taca çıkması fizik kurallarına aykırıydı. Ayrıca kuzey tarafındaki kale de diğerine göre bayırda bulunduğundan bir takıma avantaj sağlardı. Yine de eğlenceli vakitler geçirdik, o günün çocuklarında iz bırakan bir yerdir. Misal, Çakırların Adem Erdem'e 'Pele' yakıştırması yapıldığını ilk orada işittim...

    Sonraki yıllarda bir kaç kere daha orada top oynadığımızı hatırlıyorum. Bir de 19 Mayıs bayram provalarını iki kere orada yapmıştık. Minderi, kasayı yüklenip Aygırhane yoluna dizilişimizi, kan ter içinde kalıp o sıcakta bir kaç prova yapışımızı, bütün yorgunluğa rağmen şen kahkahalarla tekrar dünüş yoluna çıkışımızı unutmamışım...

    Geçtiğimiz yaz sonunda bir akşam üstü Tekelilerin Kuyu'ya kadar yürüdük. O tatlı meyilli top sahası öylece duruyor, fakat çevresi dolmuş. Bir zamanlar köyün kenarına yapılan ve  Aygırhane adı verilen dam, çoktan yıkılmış. Mevki olarak Aygırhane ise köy içinde kalmış...