serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2025

Girişimci Kadınlar

 
    Zaman hızlandıkça dünya küçülüyor. O kadar küçüldü, şimdilik cebimizde; sıkılınca alıyoruz elimize telefonu, bir dokunuşla anında istediğimiz yerdeyiz. Bundan şikayetçi olanlarımız da var, lakin her şeyde olduğu gibi hayra kullanırsan hayır, şerre kullanırsan şer oluyor. 

    İşte sosyal medya denilen yeni dünya böyle bir şey, onun sayesinde her türlü bilgi elinin altında. Seçici olursan hayra kullanıyorsun. Oradaki başarı hikayeleri öteden beri ilgimi çeker. Yeni birisini gönderen arkadaşımın beklentisi, bizim köyde de böyle girişimin yapılabileceğiydi. Videoyu izlemeye vakti olmayanlar için içeriğini özetleyeyim.

    Çanakkale'de bir kaç köyde arazide çok bulunan yabani ağaçlara antepfıstığı aşılamışlar, tutmuş. Güzel ürün almışlar. Antepfıstığı adını kullanarak kadınların öncülüğünde bir kooperatif kurmuşlar. Fıstığın işlenmesi ve pazarlanması başta olmak üzere daha aklınıza gelebilecek bir sürü şeyi de üretiyor, işliyor, ambalajlıyor ve satıyorlar. Kadın girişimcilere devletçe sağlanan imkanlardan yararlanmışlar, ayrıca AB projelerinden destek almışlar. Mesela inşa edilen ve bünyesinde çeşitli üretimler, sosyal aktiviteler ve satış yapılabilen tesisin finansmanı % 95 Avrupa Birliği, % 5 yerli fonlarla sağlanmış. Bir antepfıstığından yola çıkıp işin çapını genişletmişler. Bunu gören bir işadamı küçük bir fıstık işleme fabrikası kurmuş, çünkü çevre köylerde üretilenleri de düşününce yörede ciddi anlamda potansiyel olduğunu görmüş. Fabrika dedikleri bu küçük tesis fıstık soyma, eleme, çıtlatma, kırma, iç ayırma gibi makinelerden oluşuyor. Böylece sezonunda az da olsa istihdam alanı oluşuyormuş.

    İzlemeye başladığımda aklıma hemen bizim dağın meşesi geldi. Meşeye kestane aşılanması fikrini çok eskiden beri düşünürdüm. Tabi önce meşeyi köy içine nakletmek gerekiyordu. Bir fırsat doğdu. 2000 yılında Ortaokulu yeni binasına taşıdığımızda büyük bahçesiyle gözümüze çok çıplak göründü, acilen ağaç dikmek lazım geldi. Fakat bu kadar fidanı nereden buluruz. Ormaniyenin bedelsiz verdikleri çok küçük, tutturamayız... Ekim ayıydı galiba, köylünün elbirliğiyle duvarı yaptırdığı sene dağdan bir çuval pelit topladık. Bunları duvar kenarına ekecek, bir kaç yıl sonra okulu çevreleyen yeşil bir meşe duvarına sahip olacaktık. Malesef çimlenmesi için bıraktığımız karanlık odada unutunca bir çuval pelit berbat oldu, o yıl ekemedik. Sonra da işi çama çevirdik. Nihai amacım bir kaç yıllık olunca meşe fidanlarına kestane aşılamaktı...

    Peki dağdaki meşelere kestane aşılansa... Karasal iklime, yani bizim köye uygun kestane türleri mutlaka vardır, onlar seçilir. Zaten böyle işler başına buyruk yapılmaz, Orman Müdürlüğünün izni ve Tarım Müdürlüğünün bilgisi dahilinde olmalıdır... Yıllar önce ahlatlara nasıl armut aşılandıysa öyle... Bütün aşılar tutmak zorunda değil, olanı yeter... Bir zaman sonra meyve vermeye başlarlar, belki bizler göremeyiz, önemli değil... 

    Meşeye kestane aşısı sadece bir örnek... Sen bunu çoğaltabilirsin, misal alıca döngel de olabilir. Önemli olan insanları etrafında toplayacak bir ürün ortaya koymaktır. Öyle bir şey ki, adını kullanarak Anıtkayalılar birlik oluşturabilsinler. Artık kooperatif mi olur, dernek mi, yoksa başka bir organizasyon mu, neyse ne...

    Küçük bir işletmeyle birlik sağlanırsa artık gerisi gelir. Çünkü bize ait günyüzü görmemiş bir sürü değerimiz var, oluşturulacak birlik sayesinde onlar da değerlendirilecektir. Bunlardan İlbulak dağıyla ilgili bir kaçını örnek olarak dikkatlere sunayım.

    Eskilerce çok bilinen yakı otumuz var, dağın en alçak eteklerinden doruklara kadar her bölgesinde yetişiyor. Üstelik kışın da yaprağını dökmeyen çok yıllık bir bitki. Genellikle yaprağını kurutarak köyde ve başka yerlerde de mide rahatsızlıkları için çiğnerlermiş. Zaten adı yakıleşmek fiilinden geliyor. Eğret yaşlıları iyi tanırmış, ama şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş. Neyse ki Anıtkayalı öğrenciler yine Anıtkayalı hocalarının önderliğinde Kocatepe Üniversitesi'nde otu incelemişler. Tübitak destekli bir projeyle laboratuvar ortamında araştırmışlar. Sonuç olarak yüksek düzeyde yara iyileştirici özelliğini keşfetmişler. Buna bağlı olarak ağrı kesici etkisi de varmış. Bir asır önce yalnız ABD'de yapılan araştırma dışında yakı otu ile ilgili araştırma yokmuş. Böylece literatüre bu bitki 'yakı otu' adıyla sokulmuş ve üstelik İlbulak dağının Anıtkaya yüzünde yetiştiği özellikle belirtilmiş. 

    Kekik aroması, kokusu ve şifasıyla herkesçe bilinen bir ottur. Fakat İlbulak kekiğinin ayırıcı özelliklerini fark ettiniz mi bilmem. Ben onun methini aslen Turgutlulu bir ihtiyardan ta Azerbaycan'da işittiğimde çok şaşırmıştım. Gençliğinde buralarda deri ve yapağı tüccarı olarak çok dolaşmış 'Sizin dağın kekiğini yiyen hayvanın eti öyle lezzetli olur ki, başka etlerden onu alamazsın' demişti. Covid döneminde bu hastalığı kekik çayı ve suyu içerek atlattım, diğer ilaçları ve aşıyı reddettim. Sonra bizim çocuklar elden düşme bir imbik düzeneği almışlar kekiğin suyunu kendileri çıkardılar. Daha önce topladığımız kuru kekik, taze kekik; kekik kökü, yaprağı ve çiçeği olmak üzere değişik formlarda suyunu çıkarmayı denediler. Bu suyu soğuk algınlığında ve gripte, boğaz enfeksiyonunda şurup gibi içerek kullandık, şifasına yakından tanık olduk. Üstelik yan etkisi de yok... Aynı suyu sprey olarak açık yaralarda kullandık, kollarımıza ayaklarımıza sıkarak sivrisinekleri savuşturduk, üzerimize parfüm gibi sıkıp güzel kokusundan yararlandık, hep olumlu sonuç aldık. Kekik çayını ve minik yapraklarının baharat olarak kullanılmasını söylemeye bile gerek duymuyorum.

    Yine bizim dağın yüksek kesimlerinde yetişen ve eski çobanların çay otu olarak bildiği funda çiçeği, nadir o de olsa sarı ve kırmızı kantaron otları var. Her derde deva kantaron yağını sarı çiçeklilerinden çıkarabilirsin. 

    Dağın her tarafında zebil gibi bulunan dağ eriğini de düşünmek lazım. Marmelatsa marmelat, pestilse pestil. Biraz şeker ilavesi yahut başka işlemlerle bu yabani meyve cazibeli hale getirilebilir.

    Alıç sadece mayhoş tadıyla öne çıkan bir yaban meyvesi olarak kalmamalı, sirkesini çıkararak değerlendirmenin yollarını aramalıyız. Aynı şekilde göğem yalnız Göğemderesi ve Çatalüyük'te kalmasın, neler yapılabileceği üzerinde düşünelim. İpburnu/itburnu dediğimiz kuşburnu meyvelerini heba etmeyelim; marmelatı ve çayı bizim köy hariç her yerde revaçta.

    Bir de Otantik Lezzetler başlığıyla incelediğimiz bize has yemekler, atıştırmalıklar vardı. Onların da bir şekilde değerlendirilmesi lazım. Külde hamırsız unutuldu gitti mesela. Herkes özeniyor, ama külde sucuk Anıtkaya'daki gibi hiç bir yerde yapılamıyor. Eski düğünlerde kalan tepsi tepsi börekler yeniden yapılamaz mı, uçlarından kenar sarılamaz mı? Ellerin eriştesiyle bizim köyün hamıraşı farklı olduğunu göstermeliyiz. Parafa nedir, bilmiyorlar; öğretmeliyiz. Eğret höşmerimiyle Balıkesir höşmeriminin ayrı olduğunu, bizimkinin çok daha güzel göründüğünü ve çok daha lezzetli olduğunu bir şekilde duyurmalıyız. Cızdırmanın Karadeniz'deki mısır ekmeği gibi taze yoğurtla yenildiğini; sürtülmüş haşhaş sürülerek iki dakikada lezzetli ve doyurucu cingenböreği yapılabildiğini; toklubaşının gözlemeye başka yerlerde bulunmayacak bir lezzet kattığını ve daha başka bir sürü lezzeti modern ve hijyenik sunumlarla ambalajlamalıyız...

    Bütün bunları yaparken Anıtkaya'nın İstanbul yolu üzerinde bulunduğu gibi önemli bir avantajı da göz ardı etmemeliyiz.

    Şimdi hayal aleminden çıkıp ayaklarımızı yere basalım. 'Hayırlı işlerin muzır manisi çok olur' denilmiş. Gerçek dünyaya döndüğümüzde, böyle bir işe girişirken çok engel çıkacaktır. Evvela zihinleri hazırlamak güç. 'Olmaz o iş!.. Aşılı dalları hemen kırarlar!... Dağdaki kestaneyi sana bırakırlar mı!... Bizim köyde birlik yok!... Kim uğraşacak böyle şeylerle!... Ölme eşşeğim ölme!... İpburnunun içi tüylü, dalı dikenli!... Hiç mi işiniz yok!...' Buna benzer çok tepkiler geleceği hepimizin malumu... 

    Ama zaten tepkilere göre hareket edersen hiç bir şey yapamazsın. Bir noktadan sonra 'Amaan, kim ne derse desin' kayıtsızlığını takınmak lazım... 

    Bu konuda ümitvar olmamızı sağlayan en önemli husus, yukarıdan beri saydığımız şeyler Anıtkayalı kadınların önderliğinde gerçekleştirileceği varsayımıdır. Çünkü günümüzde kadın girişimcilere öncelik tanınıyor, onlar daha çok teşvik ediliyorlar. Ve tabiatı itibarıyle kadın daha yılmaz, azimli ve mücadeleci oluyor. 

    Köyümüzde girişimci, cesur kardeşlerimizin olduğuna inanıyorum. Ayrıca yukarıda saydığımızın büyük çoğunluğu kadın işi olarak görülür. Bunun yanında yemek hususunda el lezzeti üst düzey ablalar bulunduğunu hatırlıyorum. Bir araya gelip bu hususu değerlendireceklerini ümit ediyorum.

    İlimizin bir kadın Vali ve Belediye Başkanı tarafından yönetiliyor olması, Anıtkayalı girişimci kadınlara bazı kapıların açılmasında ayrıca bir fırsattır; değerlendirilmeli...

    Evet, zaman hızlandıkça dünya küçülüyor. Dün köyümüzü ve değerlerini tanıtmak için televizyon peşinde koşardık. Artık hedef kitlemiz TV seyircisi değil, sosyal medya kullanıcısı. Siz Bismillah deyip bir adım atın, basit paylaşımlarla milyonlara ulaşırsınız. İzlediğimiz son başarı videosundan sonra bizde böyle beklenti oluştu...



13 Eylül 2025

İlbulak Ve Tarih Turizmi


    Bu yazı dağlarda geçirdik. Nisan ayında daha meşeler göğermeden başladık İblak yürüyüşlerine. Zeminde her tür yeşillik ictimadaydı; beyaz çiğdemlerin son demi, sarı pambırpap çiçeklerinin en tozlu zamanıydı. Tek tük lale ve sümbüller uyanıyordu... Şimdi meşe yaprakları sararmaya durdu, yakında her yanı bakır rengi ağır bir manzara kaplar. Kart ve sert yapraklar arasında gobaklar yumruldu, pelitler şapkasına dar geliyor. Kısaca İlbulak kışa hazırlanıyorken biz de yürüyüşleri bitirdik.

    Dağ yürüyüşlerinin amacı, bütün yönleriyle İlbulak dağını tanımaktı. Deretepe Eğret serisiyle belli başlı mevkileri tanıtıcı yazılar yazıyoruz. Başkalarından dinlemekle bir yeri öğrenip tanıyamıyorsun. E kendin bilmediğin bir şeyi nasıl anlatacaksın. Bu yüzden mümkün olduğunca gidip gördükten sonra dinlediklerinle birleştirip sonuca varmak gerekiyordu. Dağı karış karış dolaşalım dedik...

    Amacımıza hemen hemen ulaştık, doğuda Resulbaba tepesinden batıda Sivrikaya'ya kadar uzandık. Bu hatta üzerinde dolaşmadığımız çok az yer kaldı. Vaktini bekleyen yazılar var...

    Yalnız bu dönemdeki yürüyüşlerimiz dağın zirvesinde kaldı. Bir türlü eteklere inemedik, hep göğe yakın yerlerde, ortalama 1500 rakımdaydık. Diğer bölümleri gelecek yıla bırakarak dorukları değerlendirelim.

    İlbulak dağlarının askeri açıdan stratejik önemini ilk defa Fahrettin Altay anılarında okumuştum. Paşa bu dağ sırasının Altıntaş ovası, Sincanlı ovası ve Afyon ovasını hakim bir konumda olduğu için gözlem ve keşif için çok önemli olduğunu söylüyor. Nitekim 27 Ağustos 1922 günü ikindiye doğru keşif kollarını bu yüzden İlbulak'a göndermiş. 

    İşte bu bilgiyi yürüyüşler esnasında yerinde pekiştirme imkanı buldum. Gerçekten de her yer ayaklarının altında görünüyor. Gerçi eskiden beri işitirdik, dağdan baktığında Eğret'e bağlı kırk küsür köyü sayabilirlermiş. Gece karanlığında titreyen ışık kümelerini sayarak biz de bunu denerdik. 

    Fakat işte şimdi bunun haricinde başka noktaları da gözlemleyebiliyordum. Özellikle Büyük Taarruzun ilk dört günü müthiş hareketlilik vardı şu dağlar ortasındaki ovada. Okuduğum hatıra, ceride, rapor, tutanak ve benzeri yazılardan; izlediğim, dinlediğim anılardan öğrendiğime göre bir asır önceki savaş hareketlerini mevki, yön ve nokta olarak görebiliyordum. Adeta Büyük Türk Taarruzu gözümün önünde yeniden canlandı. Yunan ihtiyatının bozuluşunu, can havliyle batıya doğru kopuşunu, Eğret baskınını, Çirçir saldırısını, Olucak yangınını ve daha neleri bir bir izledim.  Böylece yakın tarihi daha iyi anladığımı gördüm.

    Sadece üç tarafındaki geniş ovaların hakimi olduğu için önemli değil İlbulak... İşgalciler bekledikleri Türk hücumu sırasında ikinci direnek hattı olarak düşünmüşlerdi bu dağ sırasını. Bu yüzden 1922 baharında savunma mevzileri hazırladılar. Resulbaba'dan Demirce sırtlarına kadar uzanan bu mevzilerin batı ucu, 15 yıl önceki ağaçlandırma sırasında bozulmuş. Fakat Almalı denginden Resulbaba'ya kadarki kısımları hala belirgin. Tam tepedeki kendini korumuş bu mevzi çizgisinde yakın zamanlara kadar mermi ve kapsul gibi kalıntılara rastlanırmış. Bütün bunlar sizi ister istemez bir asır evvele götürüyor...

    Mevzilerin sağlam kaldığı kısımdan Afyon istikameti de çok net görülüyor. Altay Paşa'nın tarif ettiği yer tam da buralar olmalı. Ayrıca Resul Baba'nın asırlar önce tam da bu noktaya gözetleme kulesi gibi bir makam yaptırmasının birinci sebebi stratejik konum olabilir. İşte bu tepedeki mevzilerin zirveyi tamamen çevrelediğini de ayrıca belirtmek lazım...

    Aşağıdaki ovada yüzyıl önceki çarpışma ve hareket noktalarını belirlemeye çalışırken, kendimi bir anda Büyük Taarruzu anlatırken buldum. İşte süvari alayları gece karanlığında şurada birbirinden koptular. Yanlış tarafa yönelen birlikler, şurada kuzeye kaçan Trikopis kamyon koluna saldırdı. Bir sürü kamyonu tahrip edip bir o kadar esir aldılar. Bu esirler arasında bir Yunan kızı da vardı... Bak Prens Diyenis'in  Tümeni şu meydanda gecelemişti. Sabahın köründe kendilerinin onda biri büyüklüğünde Türk süvarisinden öyle bir baskın yediler ki, uzun süre ne olduğunu anlayamadılar. Diyenis'in çadırı da bu saldırıdan isabet aldı, ilk şoku atlattıktan sonra apar topar kaçışa başladılar...

    Ben kendi kendime böyle kah konuşarak, kah susarak anlattım; ama sonradan aklıma geldi, bunun tam da burada başkalarına anlatılması lazım. Bizde tarih öğretimi tamamiyle soyut olduğu için öğrenciye sevimsiz gelir. Bu yüzden tarihimizi ne öğretir ne de sevdirebiliriz. Ben burada görüp somutlaştırarak daha iyi öğrendiğime göre aynı uygulamayı kendi çocuklarımıza neden yapmayalım. Şimdiki aklım ve imkanlarım olsaydı, Anıtkayalılarla birlikte Olucak, Yenice, Bayramgazi, Çatalçeşme ve Saadet öğrencilerini buraya getirip kendi yerel tarihimizi göstere göstere anlatırdım...

    Ve hatta göstererek tarih anlatımı yöntemini öğrencilerle sınırlı bırakmayıp, meraklı ve istekli yetişkinlerle sürdürmek gerekir bence... Hem bu esnada herkes bildiğini anlatarak katkıda bulunur, böylece yeni bilgilere ulaşılır. Etkileşimli öğrenme denilen bu yöntem ders havasında olmayacağından sıkıcılıktan uzak, eğlenceli bir kültürel etkinlik gibi düşünülebilir. Adına ister dağ yürüyüşü de, ister piknik, istersen tarih turizmi, fark etmez...

    Bizde tarih turizmi, özellikle savaş tarihine dair turizm, 90'ların başında Çanakkale gezileriyle başladı. Kısa sürede o kadar ilgi gördü ki, Çanakkale gezileri adıyla bir sektöre dönüştü. İnsanlar hem geziyor hem tarihini öğreniyordu. Bundan on yıl kadar sonra, 2000'lerin başında Kocatepe gezileri başladı. Son yıllardaki artan ivmeyle Kocatepe de layık olduğu ilgiye mazhar oldu...

    Kanaatimce artık sıra İlbulak'a geldi... Kocatepe'den anlatım, taarruzun ilk iki günü için idare eder; ama bütün bir Büyük Taarruz anlatımı için daha geniş perspektif sunan bir yer lazım. O yer, yukarıda açıklandığı üzere İlbulak dağlarıdır... Oradan doğuya baktığında Eskişehir sınırını, kuzeyde Altıntaş ovasını, güneyde taarruzun başladığı Kocatepe'yi ve nihayet batıda Dumlupınar'ı aynı anda görebilirsin...

    Benimki de bir hayal işte... Lakin unutulmamalı ki her şey hayalle başlar...



11 Eylül 2025

İnsan Unsuru

    
    Kahvenin önünde beş altı kişiden oluşan küçük bir halkaydık. Yine her zamanki sohbet konusu kuraklık, bereketsizlik, verimsizlik ve yanlış hükümet politikaları sonucu tarım ve hayvancılıktaki açmazlardı. İleşberliğin gittikçe zengin uğraşı haline geldiğini, fukara kısmının gerekli yatırımı yapamadığı için tarladan bir şey kaldıramadığını, en karlı ileşberliğin hiç bir şey ekmemek olduğunu filan söylüyorlar, hep birlikte gülüşüyorduk.

    Birisi basit bir hesap yaptı ve günaşık ekildiğinde tarlayı kaç kez traktörle elden geçirmek zorunda kaldığını mazot fiyatına endeksleyerek maliyet çıkardı. Buna tohum ve biçer parasını da ekleyince, bu seneki günaşıktan ettiği masrafı çıkarırsa kendini karlı sayacağını söyledi. Yıl yıl ekin ve nohutta da benzer durumlar yaşanıyormuş.

    Çok örnekler verildi, her birinin sonunda ağlanacak halimize güldük. Anlatılan bir güncel olay çok ilginçti. Daha önce kahramanından bizzat duyduğum olaya göre, işin içine insan unsuru da giriyordu. Yani ileşberin şu halinde tek etken sadece kuraklık, bereketsizlik, yağmur yağmaması, pahalılık filan değildi. İleşberin kendisi de bu sonucun müsebbibi gibi görünüyordu.

    İleşberlik ve koyunculuk yapan bir ailede baba bir nohut tarlasının biçerdöğerle hasat edildiğini görmüş. Akşama doğru oğluna tüyoyu vermiş ki gece taze biçilmiş o tarlaya soksun koyunları... Babasının tavsiyesi üzerine yatsı gibi sürmüş koyunları... Ziyan derdi de olmadığı için kafası rahat, sürüyü çevirme gereği duymamış... Mal kütür kütür yayılırken ayın aydınlığında fark etmiş veya bir başkasının uyarısıyla ayıkmış; meğer tarlanın ortasında kalan büyük bir kısmı henüz biçilmemişmiş. Sürüyü çevirip çıkarmış, ama iş işten geçmişmiş, bu vakte kadar basbayağı yaymış elin nohudunu. Bir iki dolaşımdan sonra biçimin yarım bırakıldığını nereden bilsin, ilk bakışta tarla tamamen biçilmiş gibi görünüyormuş. Neyse, olan oldu artık... Durumu anlatınca babası da şaşırmış, çünkü biçerin tarlaya girip biçmeye başladığını kendi gözleriyle görmüştü...

    - "Yapacak bir şey yok, tarla sahibi falancaya git, vaziyeti anlat, zararını karşılayarak helalleş" demiş. 

    Oğlan gittiğinde nohut sahibi de olgunlukla karşılamış ve;
    - "Olur böyle şeyler. Bizim tarlanın biçilen kısmından şu kadar nohut geldi, kalanından da bu kadar bekliyorduk, onu verin yeter." demiş. Demiş ama, istediği miktar çok fazlaymış çünkü o kadar nohudu kimse kaldırmamış. Bu yüzden itiraz edecek gibi olunca;

    - "Madem helalleşmek istiyorsun, şartım budur!" deyip kestirip atmış... Dediği miktarı ödemek zorunda kalmışlar... Yalnız benim bu halkada öğrendiğime göre, olay tam da çobanın düşündüğü ve bize anlattığı gibi değilmiş. Hikayenin yeni versiyonunu anlatayım, okurlarsa çoban tarafı da eksik kalan bu kısımdan haberdar olsun...

    Biçer aynen babasının gördüğü gibi tarlaya girmiş. Bir veya iki kez tarla çevresini dolaşarak biçmiş de... Yalnız biçerci dene çıkmadığını fark edip hemen tarla sahibini aramış, 'Böyle böyle, ne yapalım?' diye... O da 'Madem dene yok, biçme, boşuna biçer parası vermeyeyim' deyince tarlayı öylece terk etmiş. Yani bizim çobanın ziyan yaydığı filan yokmuş...

    Bu olay anlatıldıktan sonra tarla sahibini koro halinde ayıpladık. Çaylarımızı yudumlarken biri, herkesin böyle olmadığını, harama helala, haklı haksız kazanca dikkat eden nicelerinin de toplumda hala varlığını sürdürdüğünü bir örnekle anlattı, içimize su serpti...

    Olay yine güncel... Yenilerde yaşanmış yani... Malum köyümüzde çok patatesçi var şu sıralar... Tarlaya bir tesis kurarken çevresindeki mahsullere zarar verilmiş. Direk mi dikiyorlarmış, öyle bir şey... Patates eken yabancıya öncülük eden Anıtkayalı demiş ki "Madem komşu tarlalara zarar verildi, o halde bu zararı karşılamak gerekir." Böylece zarar gören tarla sahiplerine makul bir miktar nakit ödemesi yapılmış. Buraya kadar her şey normal... Bizim köylüler bu ödemeyi almış kabul etmişler, bu da gayet normal... Yalnız içlerinden birinin hanımı, kocasını uyarmış;
    - "Len Herif, biz tarladan bu gadâ gazanamıyoz. Bu para fazla, git yarısnı geri ve bâli..." Sonuçta parayı iade edip etmediklerini bilmiyoruz, bu önemli değil zaten... Önemli olan böyle bir hassasiyet gösterilmiş olmasıdır...

    Erdemli davranış hepimizin takdirini kazandı. Derken halkamızın büyüğünün aklına daha eskilerden bir olay gelmiş, onu anlattı. Yine bizim köyde yaşanmış. Elektrik direklerine tel çekildiği dönem olduğuna göre galiba 1972-73... Daha yenilerde, bir kaç yıl önce yaşanmış da olabilir, emin değilim... Direklere tel çekiyorar. Kamuya ait işlerdeki laubalilik bunlarda da var... İki kişi çekiyor, biri onların başında ne yaptığı belli değil... İki kişi iki direk tepesinde, yedi kişi direkler arasında, kim kime dum duma... Şoförü sorarsan minibüste uyukluyor ve daha buna benzer manzaralar... Yemek molasından sonra bir saat çalıştılar mı çalışmadılar mı belli değil, boşta gezenlerden birisi 'Teyze bir çay demlesen...' demiş... Anıtkayalılar oldum olası misafire ikramda cömerttirler. Kadın, işçilerin ricasını ikiletmemiş, hemen demlediği çayı yollamış. Kalabalık ekip, daha mesai bitimine iki saat varken o vakti çayın başında geçirmişler. Sonra eyvallah... 

    Beride bu olanları gözleyen ve kocası da benzer bir kuruluşta çalışan kadın dizini dövmüş;
    - "Heyvaak! Yoosam benim herif de mi eve bööne ekmek getiriyo!" diye kendi kendine hayıflanmış...

    İki Anıtkayalı kadının hak terazisinde hassas tartımları gerçekten sevindirici ve gıpta edilmesi gereken bir husustu. Ne yazık ki böyle insan tipinin azınlıkta olması, sadece Anıtkaya'nın değil bütün ülkenin genel sorunu olduğunda hemfikirdik. Birisi dedi ki;

    - "Ne zaman köyde böyle insanlar çoğalır, işte o zaman başta söylediğimiz kuraklık veya diğer doğal afetlere dayalı verimsizlik, bereketsizlik, genel ekonomik çöküntü gibi kötü gidişler düzelme yoluna girer. Çünkü asıl sebep insan unsurundaki bozulmadır..." Sohbet halkasındaki bir başkası lafa girdi;

    - "İnsan karakterindeki bozulma önemlidir, ama iyi ve dürüst insanlar hiç bir toplumda hiç bir zaman çoğunluk olmamışlar, hep azınlıkta kalmışlardır. Buna örnek olarak bütün Peygamberlerin ortaya çıkışı gösterilebilir. İnananları hep toplumun alt tabakasından bir avuç insandır... Dolayısıyla boşuna iyi insanların çoğalmasını beklemek yerine iyi insan olmaya bakmalıdır. O bir kaç iyinin yüzü ve gözü suyuna Allah bütün toplumu abad eder."

    İsim vermedim, naklettiğim olayların kahramanları Anıtkayalı gerçek kişilerdir. Yine isim vermediğim halkadaki gerçek kişilerle işte bunları konuştuk...



29 Ağustos 2025

İzmir Karşıyaka'da Angara Helvası

    
    Fahrettin Altay Paşa'nın askerlik hatıralarından oluşan On Yıl Savaş Ve Sonrası adlı kitabından altını çizdiğim bölümleri aktarıyordum. Büyük Taarruz bölümünde 28 Ağustos Eğret baskını ile ilgili birinci ağızdan en ayrıntılı anlatım Paşa'ya aittir. Onları başka başka yazılarda alıntılamıştım. 30 Ağustos Dumlupınar bozgunundan sonra iyice dağılan Yunan ordusu, bir an önce kendini İzmir'e atmanın derdine düşmüş, artık durdurabilene aşk olsun... Banaz, Uşak, Manisa, Salihli derken Türk süvarileri 9 Eylül'de İzmir'e girerek üç yıldan fazla süren işgale son vermişler...

    Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Paşa aslen İzmirli'dir. Yunan işgalinden kurtaran birliklerin kumandanı olarak Paşa İzmir'e girişte çok değişik duygulara gark olmuş. Bu hassasiyetinin satırlarına yansıdığı apaçık görülüyor. Bununla beraber Paşa'nın İzmir'de yakınları vardır, ailesi hala orada bulunmaktadır. Duygulanmasının bir sebebi de bu olabilir. O gün Karşıyaka'daki annesiyle buluşmasını bakın nasıl anlatıyor:

    "Karşıyaka da yalılar boyunda küçük bir evde oturan ihtiyar annemle teyzemi görmek için oraya doğru gittim. İhtiyar Babam ve tüccar olan kardeşim RODOS'a kaçmak zorunda kalmışlardı. İzmir de kalan teyzemin kocası ECZACI YÜZBAŞISI AHMET'i Yunanlılar işgal günü şehit etmişler böylece iki ihtiyar kadın yalnız başlarına ev bekçisi kalmışlar.

    Savaş sırasında zaman zaman gözlerimin önüne gelen evimize yaklaştığım sırada çarşaflı ye uzun boylu ile eğile, eğile gelmekte olan anamı tanıdım. Bilmiyorum nasıl bir duygu içindeydim o anda. Atımı insiyaki bir şekilde O'na doğru sürdüm ve önünde atımdan atlayıp ellerine sarıldım. Annem belki de o anda dünyanın en mutlu insanlarından birisiydi. Önce vatanı kurtulmuştu. Sonra ben, O'nun oğlu muzaffer ordumuzun generallerinden birisi olarak İzmir'e ilk giren süvari birliklerinin kumandanıydım... Ve her şeyden önce beni sağ salim karşısında bulmuştu...

    İşte ihtiyar anacığım çeşitli heyecanlar içinde geçen ömründe bu yeni heyecanın ağırlığına dayanamadı ve:

    «— Vay Fahri'm!..» diyerek düşüp kaldı. Arkadaşlarım O'nu kucakladılar ve evimize götürdüler. Yaşlı anacığım askerlerimizden benim hakkımda bir bilgi alabilir miyim diye dışarı çıkmış imiş...

    Evde biraz oturdum. Teyzem küçük bir tepsi içinde BİR DİLİM EKMEKLE BİRAZ TUZ VE KARABİBER ikram etti. «Hayrola...» diye sorduğum vakit aldığım cevap şu oldu:

    «— İşte evladım son günlerde buna kalmıştık...»

    Hasretimi bir parça olsun gidermiş, bu akşam işlerimin çok olduğunu bu sebeple gelemiyeceğimi ancak ertesi gün öğle vakti yemeğe gelebileceğimi söyledikten sonra tekrar ellerini öpmüş ve görevimin başına dönmüştüm. Yapılacak işimiz o kadar çoktu ki anamıza doya doya bakmamıza bile vaktimiz yoktu."*

    Kahramanların ana sevgisinden bile fedakarlık yaptıkları bir yana, burada benim dikkatimi çeken teyzesinin Paşa'ya ikram ettiği bir dilim ekmekle tuz biber karışımıdır. Adet olduğu için veyahut köklü bir geleneğe dayandığı için değil, yokluktan dolayı önüne konulan bu katığa bizim kuşak ve öncesi yabancı değildir. Büyüklerimizin sık sık karabiber değil (çünkü o bile lüks sayılır pek bulunmazdı) ama kırmızı toz biberle tuzu karıştırıp ekmeği bana bana katık ettiklerini biliriz. 

    Oğlundan dinlemiştim, rahmetli Resul Ayas hoca bu karışıma 'Angara helvası' der, ne kadar lezzetli bir katık olduğunu böyle anlatırmış. Fakirlikten, yokluktan bile lezzet yakalayabilen bir anlayış... 

    Fahrettin Paşa, kendi yaptırdığı Anıtkaya Şehitliği'ndeki 28 Ağustos kurtuluş şenliklerine defalarca katılmış. Resul Hoca bu şenliklerde defalarca konuşma yapmış. Tuz-biberden ibaret Angara helvasından lezzet devşiren bu iki insan, karşılıklı sohbet imkanı buldular mı acaba?...


     *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.355-356.



26 Ağustos 2025

Tükenmez Hazine


    İmar Planı fotoğraflarına geçmeden önce Şamlı mevzusunu aradan çıkarmak gerekiyor. Tamam, yılın en sıcak döneminde nasıl akıyorsa o standart suyuna kavuştu, artık bu konu da baydı, diyeceklerden bir yazılık daha sabır istiyorum.

    Aslında ben bu işe hikaye derlemek maksadıyla girdim. Şimdiki amacım da hikaye anlatmak değil, ama başa dönelim. Geçtiğimiz bahar aylarında Almalı yürüyüşüne çıkmıştık. Hedefe varmadan önce yolumuza sırasıyla Demirce, Halibanağa ve Şerafettinemmi çeşmeleri çıkmıştı. Almalı çeşmeleriyle birlikte beş çeşmeyi bu yürüyüşte ilk defa görmüş olduk. Daha sonraki bir yürüyüşle de Bahçecik çeşmesiyle tanıştık, bütün bunları daha önce yazmıştım.

    Bir gün Bödününçeşme dindiği haberi geldi, üst taraftaki Kilciçeşmesi ise daha önceden dinikti. Tam onlara üzülmeye vakit kalmadan Gayraklı ile Şamlı'nın da akmadığını söylediler. Almalı'ya kadar faal çeşme yalnız Halibanağa'nınki kalmış oluyordu, çünkü Demirce ve Şerafettinemmi çeşmeleri zaten kuruydu. 15 gün kadar önce Meşhur Ahmet Abi ile bu konuları konuşurken, bir kaç gün sonra Asım Taşkın ile Şamlı üzerine çalışmaya gideceklerini, Halibanağa çeşmesini nasıl açtılarsa onu da açabileceklerini söyledi. Gidecekleri zaman bana da haber vermelerini istedim. Yukarıda belirttiğim gibi, amacım başka, tabi biraz da böyle bir macera yaşama isteğini de itiraf etmeliyim. 

    Böyle başladı çeşmeci ekibe katılmamız... İki gün sonra aradılar, gittik... Vardığımda gözlerine kestirdikleri bir yeri kazıyorlardı, üstü yeşergin olduğundan kuyu buralarda bir yerde olabilirmiş. Bir şey çıkmadı tabi. Sonra çeşmeye en yakın ve yeryüzünde kalmış künk kalıntıları izlenerek en uygun yere kesik atarak bulunması muhtemel hattı takip etme fikri doğdu. Bu arada kesik atma gibi kavramları da öğrenmiş oluyordum. Bundan sonraki 9 günlük süreç hep bu teknikle kazarak ilerledi...

    Millet toprağı kazıyor, belliyor, kürekle atıyor, ter döküyor ve yoruluyordu. Bense bu sürecin en kenarındaki kişi olarak onların yorulmasına üzülüveriyordum. Gerçi bazen işin ucundan tuttum, hatta onlar kadar yorulduğum bile doğrudur; ama kesinlikle onlar kadar fiziksel güç bakımından katkım olmadı. Zaten daha işin başında benden bekledikleri bu olmadığını söylediler. "Sen şurda dur, çay filan demle yeter" dediler. Onu da pek yapmadım. 

    Ne yaptığımı biliyorsunuz, fotoğraf çekip altına bir şeyler yazarak burada yapılanları sosyal medya aracılığıyla duyurmaya çalıştım. Galiba yeterince duyurduk da... İlk gün Meşhur ve Asım'ın yanında bir de Kuşçu vardı. Ertesi gün Emre geldi, Pazar günü Hasan abisiyle birliktelerdi, en son Tekenin Hasan ve Sütçü Mehmet ekibe dahil oldular. Bu arada Şuayip Abi ve oğlu İbrahim, Halil Salman abi de sık sık ziyaret ettiler. Yine Muhtar, Dolak Ahmet, eski Muhtar Mehmet ve Zeki Mola'nın da üşenmeyip oraya kadar geldiklerini unutmadık. Keza Berber Ahmet emmim ve Bahtiyar dayımı, iki gün yanımızda bulunan Ali Omak'ı... Dünkü dört taze delikanlının önemli katkısını zaten biliyorsunuz.  Bu tür faaliyetlerde çocukların ayrı bir rahmet ve bereket sebebi olduğunu biliyoruz, bu anlamda Halil ile Yiğit'i ve yanında oğlunu getiren Kilcilerin Ahmet'i unutmayalım... Yani bütün bu şevklendirici katılımlarda fotoğraf ve video paylaşımlarının etkili olduğunu söylüyorlar. İşte bizim Şamlı tamirinde varsa bir katkımız, bu kadardır...

    Bu arada bir kaç hikaye derledim, not ettiğim o hikayeleri bir ara yazarım. Asıl önemli hikayenin Şamlı tamirinin kendisi olduğunu unutmamak lazım. Bir defa ben çok şey öğrendim, bunların en önemlisi azmin hedefe ulaşmada etkisidir... Düşünsenize, kimsenin yerini bilmediği yer altındaki bir kuyuya ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bir sürü söylenti var, ama somut bir ipucu yok. Aklımda kalan ipuçlarından biri, kuyunun hocalaryemişine yakın bir yerde olduğuydu. Garip olan şu ki, orada hiç hocalaryemişi yok... Rivayet edilen bir bilgiye göre de kuyunun yakınlarında gılik olacaktı. O bölgede meşe pek seyrek olduğunu, çevredeki bütün bütün yeşilliklerin gılik olduğunu söylemeye bile gerek yok... Biri de kuyunun önünde örüldüğü belli bir taş duvar olacağını söyledi. Şiddetli sele maruz kalan o bölgede ne duvar görünüyor ne de düzenli taş bir set... Orada burada rastgele birikmiş taş yığınları dolu... Ha şimdi hatırladım, bir bilgiye göre de kuyunun üstünde ıssırgan dikenleri olacakmış... Allah sizi inandırsın, her gılik kümesinin içi ısırgan benzeri otlarla dolu. Yani sizin anlayacağınız, her tarif sarı çizmeli mehmet ağa...

    Bazen bilgiler de birbiriyle çelişebiliyordu. Biri rahmetli Halibanağa'nın kuyuya erişerek çeşmeyi tamir ettiğini söyledi. Bir başkası da "Aha Halibanağa şuraya kadar kazdıydı" diye yerini gösterdi ki, orası zaten kazılan ve künkün devam ettiği gözlenmiş bir yerdi. 

    Şu gerçek ortaya çıktı, kuyunun yeri kesinlikle bilinmiyordu, üstelik şimdiye kadar hiç ellenmeyen bir yerde olma ihtimali yüksekti. En garanti yol kesik atarak künkü takip etme yöntemiydi. Kazma yordamıyla gitmek en iyisiydi. En iyisiydi; fakat bayır kavranmış, zemin sertleşmiş ve künk derinleşmişti. İşte o zaman malum işgücü çağrımızı yapmıştık...

    Bu arada künk bizi dörtlü bir kavşağa götürdüğünde şaşırıp heyecanlanmıştık. Birden fazla kuyu ile karşı karşıya olduğumuz fikri o gün oluştu. Bu konuda haklı olduğumuz sonradan ortaya çıktı, fakat dörtyol kavşağının aslı da bir kaç gün sonra gün yüzüne çıktı. Sola giden iptal edilmiş yolun eski çeşmeye çıktığını, kıble istikametindeki künk yolunun yarım metre sonra çıkmaz sokağa dönüştüğünü, anayolun sağa gittiğini hep kazarak öğrendik. 

    Kesik atarak garanti ilerleme usulünü bir kaç kere terk ettik ve her seferinde buna pişman olduk. Bu tamamiyle iyi niyetten, herkesin fikrine saygı duyup herkesi memnun etme düşüncesinden kaynaklı bir aksamaydı. Mesela biri gelip diyor ki "Boşuna buraları kazmakla uğraşmayın, bak kuyu deha şorası, gelin şu boğazı kazın..." Hatırı kırılmasın diye, biraz da haklı olabilir, boşuna kendimizi yormayalım düşüncesiyle gösterdiği yeri kazıyorsun. Künk derinleştiği için geniş de kazmak zorundasın, isabet ettiremezsen boşa kazma sallamış oluyorsun. Künk veya kuyu emaresi bir şey yok, işte bu moralleri alt üst ediyordu. 

    Üç dört kere böyle boşa kazılan çukur oldu, her seferinde başa dönüp künk takibine geçildi. Emek ve zaman kaybı... Kesikler arasını kısa tutmak gerekiyordu, bazen iki kesik arasında 3 metre olmasına rağmen künkü kaybediyorduk. Zira üç künkü aynı doğrultuda göremiyorsun, yer altındaki hattın nereye gittiğini tahmin etmek mümkün değil. Hiç hesapta olmayan dirsekler, dönüşler, zigzaglar... Öyle olunca bırak kuyu tahminini, iki metre sonra künk hattının nerede olduğunu bile söyleyemezsin...

    Bununla beraber herkesin kendine göre kuyu yeri tahmini var. Mesela Meşhur sürekli tepeyi gösterdi, Allah'tan isabetsiz bir tahmindi, yoksa oraya nasıl ulaşırdık. Tahmin ettiği yerleri daima değiştiren, her seferinde kuyu bura diye yemin billah eden, gerçek kuyu tahmin ettiği 27 noktadan bir çıkınca "Demedim mi ben size!" diye hava basan abinin kulakları çınlasın...

    Künkleri düzgün bir şekilde dikine indirmeyip zigzaglarla dolaştırmanın bize zorluk çıkarmak için yapılmadığı belli, bunun bir hikmeti olmalıydı. En sonunda suyu dinlendirmek, onu makul bir hızda tutmak, her köşeyi kumluk vazifesiyle kullanmak ve daha aklımıza gelmeyen başka sebeplere bağlı olduğuna kanaat getirdik.

    Hatta kullanılan malzemeler de dikkat çekiciydi. Çeşmeden itibaren 100 metre kadar plastik boru döşenmiş, bunlar 1980'lerdeki son tamirde döşendiği belli... Bundan sonrasında eski pişirilmiş toprak künkler çıktı, ne kadar eski olduğunu bilemeyiz tabi. Yalnız kuyu yakınlarında yontma taştan tünel biçimindeki yolağa bağlanırken iki metre kadar bu künk çevresi betonla sıvanmış. Çimentosuz bu eski beton türünde yumurta kullanıldığını söylüyorlar, zira çimento bu nemli ortamda uzun süre dayanamayıp çürürmüş. Oysa bizim gördüğümüz künk üstü sıva hala sapasağlamdı, o kadar kazma darbesine bana mısın demedi... 

    Sel yolağının denk geldiği bir yere demir boru yerleştirilmiş, bunun ve içinden çelik teller çıkan beyaz betondan mamul künklerin 1965'teki çeşme nakli sırasında Tarım Bakanlığınca karşılandığını tahmin ettik.

    Dağın bağrını yardıkça yeni şeylerle karşılaşıyoruz, hayran olmamak mümkün değil. Süzek denilen sistemin mantığı şu; tabana yalıtım amaçlı çorak/kil serilmiş. Önüne yontma taştan hilal biçimli kapalı bir tünel yolak örülmüş. Bu yolak aynı zamanda set duvar vazifesi görüyor. Sonra hilalin içi rastgele taşlarla doldurulup yığılmış. Böylece D biçiminde bir taş yığını elde edildi. Onun üzerine de toprak yığ, işte süzek bu.

    Çalışma mantığı, kar ve yağmur sularının taşların arasından süzülerek temizlenip berraklaşması ve kil zeminde toplanması esasına dayanıyor. Bu süzeklerden tam üç tane ortaya çıkardık, kim bilir göremediğimiz daha kaç tane var...

    Bir ilginç durum da bu süzeklerin yer altından aynı yontma taş tünel yoluyla birbirine bağlanmış olması. Kepçeyle ararken süzeğin bir bölümünü bozmuştuk, aynı sistem üzere tamiri yapıldı. "Doğal bağlantı yolunu kullanacaksa yine kullansın, isterse kestirme bir yol olarak boru döşeyelim, canının istediği yerden geçip kuyu önüne koyduğumuz ana kumluğa dökülsün." diyor Meşhur usta... İnşallah ilk yağışta bunlardan verim alınır.

    1965 çeşme nakli, 1980'li yıllardaki tamir ile birlikte bu bilinen üçüncü işlem oluyor. Önceki dönemde de bilmediğimiz ayıklama, tamir, şu bu gibi işlemler geçirmiş olabilir. Her işlemde bazı değişiklikler, eklemeler muhtemeldir. Bulduğumuz eski çeşme yeri, kuyu ve süzekler hangisi hangi döneme ait olduğunu belirlemek çok zor. Yalnız bütün bu teşkilatın bir insan ömrüne sığdırılması mümkün görünmüyor. Hele söz konusu olan, yılın sadece belli bir bölümünü İlbulak'ta geçiren bir Aşiret Yörüğü ise... Yani bunların hepsi çeşmenin banisi Şamlı dedenin eseri olmayabilir. O, suyu akıtıp bir yalakta mal sulayacak kadar biriktirmiş ve böylece ilkel bir çeşme yapmış, sonraki nesillerin her biri yeni bir eklentiyle Şamlı çeşmesini oluşturmuştur...

    Şamlı Yörük dedenin mal peşinde koşmadığı zamanlarda bir iki taş koyarak ilk çeşmeyi yapmış olacağına dair sohbet ettik bugün. Onun nasıl yaptığını kesin olarak bilemeyiz, ama şurada çalışanların  Halibanağa'yı rol model aldıklarını gözlemledim. Her seferinde yaptığı ve tamir ettiği çeşmeler için kıt imkanlarla nasıl karınca gibi sabırla çalıştığını anlatıp rahmetliyi yad ettiler. Meşhur, önümüzdeki günlerde aharların tamirinden sonra, mermer tabelaya ismini yazdırıp çeşmesinin alnına koyacağını söylüyor. İyilik ve güzelliğin zamanı aşarak bugüne ulaşması ve bugünün insanına bulaşması ne güzel...

    Yazıyı buraya kadar okuyanların 'Başlık ne alaka?' diye düşündüklerini sanıyorum, oraya geldik. Daha ilk günden sosyal medyada işi duyururken beni uyarmıştı. Buraları kazma amacı hakkında kesinlikle değişik yorumlar yapacaklarını söyledi. Haklıydı, çünkü Meşhur nesiyle meşhur?.. Neye yorarlarsa yorsunlar, sonunda nasıl olsa gerçeği anlayacaklar, diye ısrar ettim. 

    Dediği gibi de oldu, şakayla karışık beklenen yorumlar yapıldı, ama O aldırmadı. Hatta telefon edip aynı gerekçeyle takılanlar oluyordu. Onların bir kaçına "Sizin dediklerinizin sonu var, bir gün gelir biter; ben hiç bitmeyen hazinenin peşindeyim." dediğini duydum. Karşıdaki anladı anlamadı, orasını bilemem; ama ben o sözü duyduğumda şimdi yazdığım yazının başlığını bulmuştum.

    Dediği doğruydu. Sadaka-i cariye, sürekli akan, getirisi (sevabı) hiç bitmeyen sadaka demek oluyor. Akmasına sebep olduğun su akmaya devam ettiği müddetçe senin hesabına kazanç getirecek. Bu tükenmez bir hazine değil midir...

    Sonuçta Meşhur ve arkadaşları bir hazine buldular. Yalnız bu hazineden pay sahibi olanlar çok fazla... Bir kısmını yukarıda saydım. Onların dışında çok istediği halde gelemeyenler, selam gönderenler, dua edenler; erzak, malzeme ve nakdi yardımda bulunanlar, yemek gönderen ablalar, kumanya karşılayan esnaf vb bir çok kişinin bu hazineden hissesini aldığını ümit ediyorum.

    Burada tükenmez hazinenin yanında, görünmez bir başka hazinenin de ortaya çıktığını belirtmek isterim. Bu, azim ve birlik neticesinde neler başarılabileceğidir. Azim ve kararlılığa örnek Halibanağa, birliktelik başarısına örnek de şu son tamir işidir. İki kişi samimiyetle yola çıktı, bir de baktılar ki millet bu iş çevresinde kenetlenmiş...

    Hep derim, bu milleti harekete geçirecek bir kıvılcım lazım, gerisi gelir. Şamlı tamirine yapılan nakdi bağıştan geriye kalan miktar, Halibanağa çeşmesinin yolunu açma ve aharlarını tamir etmeye yetecek kadar var... Sonrası Allah Kerim...



25 Ağustos 2025

1969 İmar Planı Albümü

     
    Yine bir hazine bulduk. Daha doğrusu, bir hazine daha bizi buldu. Hasan Kaya koleksiyonunu hazırladığımız sıralarda Cevdet Erdem, babasından kalan bir albümde köyün eski fotoğrafları bulunduğundan söz etmişti. Kardeşi Halil İbrahim ile birlikte onu bugüne kadar saklamışlar. Ha bugün ha yarın derken beş altı ay kadar sarktı ve nihayet geçtiğimiz akşam elimize geçti. Alaca karanlıkta şöyle bir göz gezdirdik, insanı çıldırtacak kadar değerli şeylerdi...

    Delimısdık (Mustafa Erdem) dönemine ait olan albümün kapağında "ANITKAYA İMAR PLANI FOTOĞRAF ALBÜMÜ Hazırlayan Y. Mimar Celalettin Uzer" yazıyor. Bildiğiniz fotoğraf albümü mavi renk ciltlendirilmiş. Eskilerin 'öküz dili' dediği biçimde, yaklaşık 15X40 cm ebatta, ama uzunlamasına açılan bir albüm... Fotoğraflar köşelerinden kesiklere yerleştirme yöntemiyle değil yapıştırılarak sabitlenmiş. Böylece siyah renkli 13 yaprağın her iki sayfası da kullanılabilecekken arka yüzleri boş bırakılmış. 

    Çok düzenli bir albüm olduğunu söylemeliyim, bunu hazırlatan mühendisin işini ciddiye aldığı anlaşılıyor. Açık kaynaklarda Celalettin Uzer hakkında şunlar yazıyor:

    " Mustafa Kemal Atatürk'ün yakın arkadaşı Tahsin Uzer'in oğludur. Tahsilini Fevziye ve Kabataş liselerinde yaptıktan sonra liseden pekiyi derece ile mezun oldu. 1940 yılında İngiltere'de Liverpool Üniversitesi'nin Mimarlık Fakültesi'ni birincilikle bitirdi ve diplomasını Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill'in elinden aldı. Daha sonra bu üniversitede Profesör Arthur Denis Winston'un asistanlığını yaparken bir taraftan da Şehircilik alanında ihtisas yaptı. Liverpool Belediyesi ile İngiltere'deki çeşitli inşaat firmalarında görev yaptı. 1959 yılında Japonya'ya giderek Tokyo'da Waseda Üniversitesi'nin İnşaat Fakültesi'nde Deprem mühendisliği alanında ihtisas yaptı. Bu üniversiteden de 1960 yılında diploma aldı.
    1943-1958 yılları arasında Bayındırlık Bakanlığı'nda sırasıyla Şehircilik Fen Heyeti Müdür Yardımcısı ve Müdürlüğü görevlerini yürüttü. 1943-1946 yılları arasında askerlik hizmetini Teğmen rütbesinde Gelibolu'da 2. Kolordu Baş Mühendisi ve Mimarı olarak yaptı.
    1958 yılından İmar ve İskân Bakanlığı'nın kurulması üzerine, bakanlığın kurulan ilk dairesi olan Planlama ve İmar Genel Müdürlüğü Şehircilik Dairesi Başkanlığına atandı. Bu görevinden sonra Mesken Genel Müdürlüğü'ne atandı.
    İngiltere, İsrail ve Japonya Mimar ve Mühendisler cemiyetlerinin üyesiydi. 1961 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Eskişehir Milletvekili seçildi. TBMM İmar Komisyonu Başkanlığı, İmar İskân Bakanlığı ve Avrupa Konseyi üyeliği görevlerini yürüttü. Türkiye'deki birçok şehirlerin planlarını bizzat çizerken görevi gereği bütün Türkiye'yi gezerek tetkik etti ve birçok şehircilik yarışmalarında yüksek dereceler aldı ve birçoklarının da jürilerinde üye olarak bulundu.
    1965 yılında siyasetten çekildi. Ölene kadar mesleğini icra etti, danışmanlık yaptı. Birçok gencin yetişmesine vesile oldu ve ayrıca birçok gazete ve dergide köşe yazarlığı yaptı. 13 Eylül 1997 tarihinde öldü."

    Böyle kariyer sahibi bir Yüksek Mühendisin hazırladığı şey elbette her türlü övgüyü hak eder. Lakin bizim için önemli olan albümdeki biçim mükemmelliği değil, içerik zenginliğidir. Bugüne kadar hep şikayet ediyorduk, köyün önemli noktalarından çekilmiş eski fotoğraflar neden yok diye... İşte bu albümde arayıp da bulamadığımız o fotoğraflar var. 

    Toplam 70 fotoğraf çekilmiş, fakat albümde 50 civarında fotoğraf yer alıyor. Bunun sebebi şu; bir çok fotoğraf birleştirilerek panoramik bir tek görüntü elde edildiği fotoğraflar var. Bunu büyük bir tripodun sabitlendiği bir noktadan farklı açılardan çekilmiş seri fotoğraflarla sağlamış olmalılar. Profesyonel mimar için bu sıradan bir teknik olsa gerektir. Bu sayede şimdi bile ancak video çekimiyle elde edilebilecek eşsiz manzaralar ortaya çıkarılmış. Hazine nitelemesini boşuna yapmıyoruz yani...

    Fotoğraflar hakkında bir diğer husus da inanılmaz derecede kaliteli netliğin yakalanmış olmasıdır. Büyük bir fotoğrafın köşesinde yer alan bir dükkanın tabelası okunabilecek kadar yüksek kaliteli bir netlikten söz ediyorum... Elbette bunu elde etmeye yönelik teknik imkanları varmıştır çekenlerin. Bunu sağlamaya yönelik yön-yer seçimine dikkat edildiğini de belirtmek lazım. Ayrıca her çekimde güneşi arkalarına almaya özen göstermişler, en azından güneşe karşı çekim yok. Böylece her fotoğraf çok kaliteli çekilip basılmış.

    İpuçlarından yola çıkarak fotoğrafların 1969 baharında çekildiği kanaatine vardım. Buradan Anıtkaya İmar planının bu tarihte hazırlandığı sonucunu çıkarabiliriz. Plan hazırlık aşamasında çekilen fotoğraflar da albüm haline getirilerek Belediyeye bırakılmış. Belki bu her yerde geçerli, olması gereken resmi bir uygulamadır. İlginç ve sevindirici olan tarafı ise albümün Delimısdık'ta bulunmasıdır. Eğer Belediyeye bırakılmış olsaydı, oradaki bir çok şey gibi albüm de kaybolabilirdi. Rahmetli ve çocukları ilk günkü gibi korumuşlar ve bugüne sapasağlam ulaşmasını sağlamışlar.

    Halil İbrahim ve Cevdet Erdem'e, albümü bizimle paylaştıkları için teşekkür ederiz. Bu kadar kaliteli ve önemli fotoğraflara yakışır şekilde yüksek çözünürlüklü dijitalleştirme çalışmalarına başladık. 



13 Temmuz 2025

Tığlılar ve 'Harman Yelinen Düğün Elinen'


    Hazır milletin harmanı başlamışken, uzun zamandır ertelediğim yazının vakti geldi diye düşündüm. Başlıktaki sülale adıyla harman arasında ilgi kurmaya çalışanların biraz sabretmesi gerekecek.

    Hikayenin zamanı 19. yüzyıl ortaları. Bununla beraber kesin tarihini söylemek zor, çünkü tamamen sözlü aktarımlara dayanıyor. Türkmenoğlu Mehmet ve ailesi Anadolu'nun doğusundan, Van taraflarından yollara düşüyorlar. Nereye gideceklerini belirlemişler miydi, orası meçhul. Yalnız bir kaç noktada durakladıktan sonra Afyon bölgesinde tamamen duruyorlar. Ana baba Türkmenoğlu Mehmet ve Emine hanımın akıbeti bilinmezken, çocukların dördü dört bir yana dağılıyor; Afyon, Karacaören, Paşaköy ve Eğret... Eğret'in kısmetine düşen Türkmenoğlu Osman bizim hikayemizin baş kişisi...

    Eğret'te Gırhasanlara bekar durmuş Kürt Osman... Her ne kadar resmi kayıtlara Türkmenoğlu diye işlense de Eğretliler böyle lakaplamış kendisini. Çünkü doğu istikametinden gelenlere Kürt diyorlar; Acem'miş, Azeri'ymiş, Türk'müş fark etmiyor...

    Kürt Osman Gırhasanlara sadece bekar durmuyor, onların damadı olarak aynı zamanda içgüveyisi pozisyonunda... Zaten Eğret'e sonradan gelip yerleşenler bekar ise, ancak böyle Eğretli olabiliyor; evli ise çocuklarını Eğretlilerle everme yoluyla yerleşim sağlanıyor. Daha sonra başka sülalelerle de akrabalıklar kurulacak, ama ilk irtibat Gırhasanlar/Tomanlar...

    Gırhasanların yurt aynı zamanda Kürt Osman'ın ilk yurdu olmasının sebebi budur. Şimdi o yurtta Gırhasanlar'dan yazları bir müddet köyde geçiren Tomanın Hüseyin Köz'den başkası bulunmuyor. Çok önceleri virane halindeyken Davulcu Kel Halil Köz'ün evini hatırlıyorum... Galiba şimdi  bir ucunda Necati Okutan'ın evi var... Sanırım nereden bahsettiğim anlaşılmıştır. İşte güveyileri olmasından dolayı Kürt Osman tam da buralarda oturuyormuş. Hatta Kürt Osman'ın torunu Demirci Salih Yakışır'ın demirci dükkanı da buradaymış. 

    Daha doğrusu, Kürt Osman'da demircilik var ve ilk dükkanı da evinin yanındaymış, sonradan torununa kadar veraset oluyor...

    Demirciliklerini 20. yüzyıl başında uyduruk Eğret köyü macerasında da sürdürmüşler. Bu olayı özetleyelim. Kuzeydeki geniş topraklarının bir kısmını Yenice, Susuz ve Cumalı olmak üzere Macur yerleşimcilerine kaptıran Eğretliler aynı kaderin güneyde de yaşanacağını hissedince o bölgeye kendileri bir küçük köy kurarak devleti yanıltmayı düşünürler. Güya memurlar yeni iskan için yer tespitine geldiklerinde burada zaten köy olduğunu tespit edip yeni macur yerleşimine uygun değildir raporu vereceklerdir. Dedikleri gibi olur ve cihan harbi ilk yıllarında yeni macur köyünün Kurtluoğlan/Saadet'e açılması kararlaştırılır. İşte bunun öncesinde Örenler mevkiine yerleşen Eğretli ailelerden biri de Kürt Osman'dır... Öyle yerleşir ki oraya sen sanırsın doğma büyüme oralı; ev, dam, samanlıktan başka demirci dükkanını da açar...

    Cihan harbi sonlarında Eğret'e geri dönerler, çünkü uyduruk köy yerleşimi amacına ulaşmış ayrıca oğulları da harpte şehit olmuştur. Eğret'te demirciliğe devam... Onlara Kürtosman'dan başka Tığlılar denilmesi bu demircilik mesleğiyle ilişkilendiriliyor. Ucu sivri demir anlamındaki tığ kelimesinin bir başka manası da kılıç... İkisinin özü demir olan bu aletlerden birinin yapımında usta oldukları için kendilerine Tığlılar denmiş olmalıdır...

    Kürt Osman ne kadar mahir usta olursa olsun, Eğretli için demircilik yeni bir zenaat değildi ve ona lakap verecek kadar demircilikte yeni ve ilginç bir aleti Kürt Osman'da görmüş olamazlardı. Kılıcı da tığı da biliyorlardı sonuçta... Bu yüzden onlara Tığlılar denilmesinin başka bir gerekçesi olmalı... Köylünün gözünde yeni bir şey, onun hayatını kolaylaştıran bir şey...

    Eğretlinin hayatı nasıldı? İşte sıradan bir hayat... Geniş kıraç arazide ve dağda geçimini büyük ölçüde ileşberlik ve koyunculukla sağlıyor. Bu hayata bağlı demircilik, yağhane, değirmen, nalbantlık, cambazlık vb. yan meslekler de gelişiyor tabi... Yalnız ille de ileşberlik ve koyunculuk vazgeçilmezi... Bunu da o günün şartlarına göre gara düzen tarzında yapıyor. Zaten teknoloji denen gelişme bandına henüz girmemiş zaman... Bir örnek vereyim, daha pulluk yok; sabanla sürülüyor tarlalar... İleşberlikte her şey böyle ve garadüzen dediğimiz de bu...

    Garadüzende tabiatla barışık yaşıyorsun, onunla cebelleşmiyorsun. Öyle bir yola girersen sonuç belli, mağlupsun. Bu yüzden tabii şartların elverdiği ölçüde ileşbersin. Çiğde düğen süremezsin, kalkmasını bekleyeceksin. Yağmurda harmana ara vermelisin, her şeyi çürütürsün. Kesinlikle rüzgarda sap yüklenmez, zira dengesiz olacağından araba devrilme riski var. Bunun gibi tabii şartlardan kaynaklı iş düzenlemeleri neredeyse kurallaşmıştır.

    'Harman yelinen, düğün elinen' diye bir Eğret atasözünü duymayan yoktur. Burada da kurallaşmış bir gerçeğe işaret var: Rüzgarsız tınaz savrulmaz. Çeç ile samanı ayırabilmek ancak rüzgar gücüyle mümkündür de ondan... Bu yüzden ikindiden sonra, akşama doğru harmanyerlerinde sürekli bir hareketlenme gözlenirdi. Havaya şöyle bir avuç saman atılıp rüzgar çıkıp çıkmadığı kontrol edilir, hafif yellenmede hemen çubuklar dikilip yabalara davranılırdı. Burada da tabiata tabi olurlar, bundan dolayı ikindi sonraları büyükler sürekli rüzgar kollarlardı...

    Eğretli ileşberliğini garadüzenle yürüttüğü zamanlarda memleketin doğu tarafında rüzgar beklemek yokmuş. İleşberler yine ekinini eker, biçer, sapını çeker, düvenini sürer, tınazını savururlarmış; ancak savurmak için rüzgar mahkumiyetine son vermişler. Nasıl mı? Rüzgar makinesi yaparak...

    Aslında buna harman savurma makinesi demek daha doğru olabilir.  Çalışma sistemi şöyle. Sürülüp yığılmış harmana yanaştırdığın zirai aletin bir haznesi var, oraya saman dene karışımını döküyor ve tambura yerleştirilmiş basit çarkı kol gücüyle çeviriyorsun. Şiddetli çevirdiğinde tambur boşluğunda bir hava akımı oluşuyor. İşte bu beklediğin akşam yelidir, hazneye döktüğün tınaza üflüyor. Bu basit rüzgar enerjisiyle saman uçup, dene alttaki oluktan aşağı akıyor. Anladınız siz onu, bu bildiğin patozun savurma sisteminin ilkel halidir. Şu kadar var ki, harman sürülmüş olacak ve patozlarda traktörün kuyruk milinden alınan kuvvet, senin kollarından sağlanacak...

    Kürt Osman, bekar durduğu Gırhasanların harmandayken memleketlerinde kendi uyguladıkları sistemi hatırlamış. Ve tığ dedikleri bu savurma aletinden basitçe bir tane yapmış. Harmanı savurmak için rüzgarı, dolayısıyla ikindi sonrasını beklemeye gerek duymadan her istediği vakit işini görürmüş. Eğretliler çok ilginç bu aletten dolayı onu takdir etmişler, hatta eski lakabının yanında ona Tığlı demeye de başlamışlar. Sonra sonra çocuklarına ve torunlarına Tığlılar denileceğini kimse bilemezdi...

    Gel gör ki köylü Kürt Osman'la tanıdıkları tığı benimsememişler. Bir defa tamburun kolunu çevirmek yaba sallamaktan daha zormuş. Bir de tınaz atmak ve dene almaya da adam lazım olduğundan tığı çalıştırmaya en az iki kişi gerekiyormuş. Çok eziyetli gördüğü tığı çevirene kadar üç beş kişi birden yaba sallarım daha iyi, diyerek garadüzene devam etmişler. 

    Sonuç olarak tığ Eğret'e yerleşememiş, ama Tığlılar kök salmışlar...



06 Temmuz 2025

Boynu Altında Kalsın


    Başlıktaki ifade 17 Temmuz 1971 tarihli Milliyet gazetesinin üçüncü sayfa manşeti olup Anıtkayalı Lütfi Şık'a aittir. Gazeteci Tufan Türenç haşhaş ekimi ile ilgili kendisiyle röportaj yapmış, onun kaçakçılarla ilgili bu serzenişini de manşete çekmiş. Taşlıtarla mevkiindeki haşhaş tarlasında gerçekleştirilen bu röportaj-haber ayrıca dört fotoğrafla ayrıntılanmış. İşte o tam sayfa beş sütunla verilen röportaj metni:


AFYON EKİCİSİ ÜZGÜN
"AH O KAÇAKÇILAR YOK MU TOPUNUN BOYNU ALTINDA KALSIN!"

    *Teknik adamlar, köylüye ödenecek tazminatları para olarak değil de, gübre, tohumluk, araç-gereç olarak verilmesini öngörüyorlar. Onlara göre bu sağlanırsa hem köylü kazançlı çıkar, hem de devlet. Aksi halde para çar-çur olur.

    "Hökümetin yassağına ne denir ki.. Boyun eğcez tabi.. Hadi şu sakızdan vazgeçdik emme ille de dene.. Bildiğin gibi değil, dene bize çok ilazım.. Yağını yiriz.. Hamıra bularız.. Ezip ekmeğimize süreriz.. Daha da darda kalırsak çorbamıza, aşımıza katarız.."

    Bunları Afyon ilinin Anıtkaya köyünden Lütfi Şık avuç içi küçüklüğündeki haşhaş tarlasında afyon sakızını toplarken söylüyordu.

    Afyon ovasına girdiğinizde, aylardan temmuzsa tarlalarda haşhaş kozalarının arasında kadın, erkek, çoluk-çocuk didinen köylüler görürsünüz.. Zorunludurlar buna.. Çünkü bir yıllık umutlarını bir günde toplayacaklardır. Afyon kozası bugün çizilirse, çiziklerden sızan afyon sakızları en geç ertesi gün toplanmalıdır. Biraz ağırdan alınıp da bu süre geçilirse sakız haşhaşın üzerinde kurur kalır. Toplanmaz garı.. Heba olur gider. Emekler de tarlaya gömülür.

    25 BİN AİLE

    Afyon ilinde 65 bin çiftçi ailesi yaşamaktadır. Bunların 25 bini geçimlerini haşhaştan karşılamaktadırlar. Bu ailelerden en az ekeni 1-2 dekar, en fazla ekeni de 10 dekar ekim yapar. Ellerindeki toprak küçük olduğundan onlar için haşhaş başta gelen bir bitkidir. Bir dekardan 1-3 kilo arasında afyon, 80-100 kilo arasında da tohum elde edilir. Haşhaş ekimi ve bakımı güç, güç olduğu kadar uğraştırıcıdır. Hasat zamanı binlerce kozayı çizmek ve çiziklerden sızan afyonu toplamak usandırıcı bir iştir.

    DEKAR BAŞINA 305 LİRA KAZANÇ

Haşhaş ekimi bu kadar uğraştırıcı, bu kadar usandırıcı olmasına karşılık kazancı da pek öyle fazla değildir. Bu yıl ofis birinci kalite afyonun bir kilosunu 165 liraya almaktadır. Tohumun kilosu ise 3 liraya kadar satılmaktadır. Bir haşhaş üreticisi ekimden hasatın sonuna kadar dekar başına 265 lira masraf eder. Oysa dekar başına üreticinin eline afyonu, tohumu, kapçığı, sapı dahil 570 lira para geçer. Böylece üretici bir dekardan net 305 lira kazanç sağlar.. İşte bir köylü ailesinin çoluğu çocuğuyla çalışarak bir yıl boyunca haşhaşa verdiği emeğin sonucu budur. Çizim zamanı yağmur yağar, ya da sert bir rüzgar eserse sakız da vermez haşhaş. Ve emeğin tümü bir anda yok oluverir..

    Bu kadar uğraştırıcı ve kazancı da pek olmamasına rağmen köylünün haşhaştan vaz geçmemesinin nedeni, eldeki ufak topraklara ekilecek başka bir bitkinin haşhaş kadar korutmayacağıdır.

    BİR KONUŞMA

    Hükümetin aldığı yasaklama kararı hakkında köylü ne düşünür, bu konuda ne der?

    İşte Afyon iline 30 kilometre uzaklıktaki Anıtkaya köyünden Lütfi Şık'ın dedikleri:

    "Doğrusunu isdeesen ne etceğimizi daha bilmiyoz.. Hökümet para vecek diyola.. Hökümet ne verise vesin, bizim haşgeşin yerini dutmaz. Bu güçcük tarlada buydey, arpa, günaşığı, pancar, haşgeş gibi gorutmaz. Aslına bakasan haşgeş işi yorucudur. Soona haşgeşden bizim elimize geçen ne ki.. Yöömiyesine değmez valla. Emme dedim ya bizim burda gine en iyisi haşgeşdir. Madem ki Hökümet yassak godu.. Ee ne edem ondan da geçeriz."

    "Sen kaçağa afyon vermez misin?"

    "Yok, vemen.. Hem ben gaçakcıları heç sevmen. Zati bütün bunna onnan başının altından çıkmıyo mu? Afyanını gaçağa veren vadır, vadır emme onnan sayıları pek azdır. Zati onnarı herkeş bilir. Köylü afyanını gaçağa bilem vese eline ööne çok para geçmez. Esas pareyi gaçakcı gazanır."

    "Sizin bu kaçağa giden afyondan yapılan eroin yüzünden Avrupa'da, Amerika'da binlerce insan zehirleniyormuş. Hükümet de işte bu yüzden haşhaşı yasakladı. Bundan haberiniz var mı?"

    "He duyduk.. Hep gençlee alışmışlaa bu merete.. Afyansız edemiyolaamış. İşleenden güçleenden olmuşlaa hep.. Yazık valla.. Çok acıdık, hem de pek çok acıdık.. Emme bizim bunda bi suçumuz yok ki.. Bunun vebali hep o gaçakçılaan. Dedim ya topunun boynu altında galsın. Yazık olmuş, çok yazık olmuş.. Töhh.. Keşgem şu meredin afyanı olmiyeedi.. Bizim elimizden ne gelir ki.."

    Afyon köylerinde konuştuğumuz haşhaş ekicilerinin tümü de aynı şeyleri söylüyorlardı.. "Yazık, çok acıdık.." diyorlardı. Hepsi de kendilerinden çok uzakta olan insanlar için üzülüyorlardı. Ve bu yüzden kendileri için her şey olan haşhaştan bile vazgeçmeyi kabulleniyorlardı. İşte böylesine temiz yürekliydi Türk köylüsü.. Böylesine iyi niyetli ve insancıldı..

    TEKNİK ADAMLAR NE DİYOR?

    Afyon Teknik Ziraat Müdürü İbrahim Sarıcalı, bu yasaklamadan sonra üreticinin yeni bir bitkinin ekimini ve bakımını öğreninceye kadar zorluk çekeceğini, ancak bunun zamanla normale döneceğini söylüyor. Ve şunları ekliyor:

    "Bizim yaptığımız etüdlere göre, ekim ve toprak durumu gözönüne alındığında bu bölge için en uygun ekimin Rus menşeli "Bezostoya" ile Amerikan menşeli "Wanser" buğday çeşitleridir. Her iki çeşit de dekar başına 495 kilo buğday veriyor. Köylü dediğimizi tutarsa hem bölge yüksek verimli bir buğday üretimine kavuşur, hem de köylünün ekonomik durumu oldukça düzelir."

    KÖYLÜYE PARA VERİLMEMELİ

    Teknik adamların kanılarına göre, köylüye tazminat para olarak verilmemeli. Zira köylü bu paraları başka ihtiyaçları için kullanır. Ekonomik yönden yine bir çıkmaza girer. Tazminat köylüye gübre, tohumluk, araç gereç olarak verilmeli ve bunları kendi üretim işinde kullanmaya zorlanmalıdır. Bunun kontrolleri sıkı bir şekilde yapılmalıdır. Bu sağlanırsa hem köylü kazançlı çıkar, hem de devlet.

    KAÇAKÇILIK

    Hükümetin yasaklama kararına sebep olan afyon kaçakçılığı yıllardan beri bu bölgelerde yapılır ve alınan bütün tedbirlere rağmen önüne geçilemez. Oysa her ekici haşhaş ekeceği tarlanın metrekaresini bölge Teknik Ziraat Müdürlüğüne bildirmek zorundadır. Memurlar köylünün beyanname ile bildirdiği tarlaları tek tek kontrolden geçirirler ve haşhaşın durumuna göre tarlanın afyon verimini tesbit ederler. Köylü hasat sonunda memurun tahmin ettiği kadar afyonu ofise satmak zorundadır. Memurlar köylüyü zor durumda bırakmamak için tahminleri düşük tutarlar.

    İklim koşulları iyi gittiği zaman tarla memurun tesbit ettiği tahminlerin üzerinde verim verir. İşte köylü bunu ancak kaçakçıya satar.

    OFİS 165, KAÇAKÇI 500 LİRA VERİYOR

    Kaçakçılar çoğunlukla ofisin verdiği fiyatın iki mislini verir. Örneğin ofis bu sene  en iyi kalite afyonun kilosunu 165 liraya kadar satın alırken, kaçakçılar afyonun kilosuna 500 lira vermektedirler. Üretici için afyonunu kaçağa vermek çok tehlikeli bir iştir. Ancak köylü zor koşullarla karşılaştığı zaman afyonunu zorunlu olarak kaçakçıya satar. Bir de madalyonun öteki yüzü vardır. Kaçakçı sahneye koyduğu akıl almaz oyunlarla köylünün elinden afyonunu zorla alır:

    Kaçakçı ağaları vardır. Bunlar oyuna yalnızca paralarını sokarlar. Köylüyle de karşı karşıya gelmezler. Oyunu perde arkasından, hiçbir tehlikeye girmeden idare ederler. Bu ağaların köylerde adamları vardır. Bunlar köylüyü iyi tanır ve durumunu bilirler. Köylü kış aylarında paraya sıkıştığı zaman afyon ağalarının adamları imdadına yetişirler ve kendisine gereken parayı verirler. Ama karşılığında bir tek şey isterler. O da bu yıl elde edeceği afyondan bir kısmını ofisten kaçırarak, kendilerine satmaktır. Köylü çaresiz bunu kabul eder. Korksa da eder. Yasa dışına çıkmak istemese de.. Üstelik kaçakçının fiyatı yarı yarıya kırmasına da rıza gösterir. Bundan sonra ağanın adamları işlerini sağlama bağlamak için verdikleri para karşılığında köylüye ya senet imzaltırlar, ya da tarlasını ipotek ettirirler. Artık iş bitmiştir. Köylünün eli kolu bağlanmıştır.

    "AFYAN PARASI"

    Halk arasında ağanın ve adamlarını düzenlediği bu oyuna "afyan parası" denir. "Afyan parası"na bağlanan köylünün işi kötü demektir. Ya tarla beklenenden fazlasını vermezse.. Ya havalar çizim zamanı kötü gider de sakızlar telef olursa.. Ya ofisten saklamaya çalıştığı afyon miktarı kontrole gelen memur tarafından ortaya çıkarılırsa.. Ya biri ihbar ediverirse.. İşte bu korku ve kuşkularla köylü temmuzu zor eder. Yüzünün akıyla sıyrılabilirse işin içinden ne alâ, yoksa...

    İşin en acı tarafı, köylünün bu sıkıntısına karşılık kaçakçının verdiği para pek öyle tehlikesine değecek kadar da fazla değildir. Çünkü köylü zor durumdadır. Paraya dardır. Ağanın adamı bunu çok iyi bilir. Çok iyi bildiği bir başka şey de vardır ağanın adamının.. Köylüyü ne kadar ucuza bağlarsa, cebine girecek para o kadar çoğalır.

    Örneğin geçen yıl ofis afyonun kilosunu 90 liraya alırken, kaçakçının ödediği "afyan parası" 100 liradır. Bu yıl ofisin verdiği para 165 liradır. Oysa ağanın adamı köylüyü çok önceden 200 liraya bağlamıştır bile.. Kaçakçının topladığı afyonun kilosu ise Suriye sınırında bin liradır.

    Kaçakçılar üreticiden topladıkları afyonların bir kısmını köylerde kurdukları imalathanelerde işlerler ve morfin haline getirirler. Morfinin imal yerinde kilosu 4 bin lira, büyük şehirlerde ise 6 bin liradır. Bu morfinler çeşitli yollardan özellikle tır kamyonları ile ve Lübnan üzerinden Marsilya'ya kaçırılır. Avrupa'da morfinin kilosu 15-20 bin lira arasındadır. Marsilya'da işlenen morfin, eroin haline getirilir ve Amerika'ya gizlice sokulur. Bir kilo eroinin Amerika'daki değeri 25-40 bin dolar arasındadır.

    TÜRKİYE'DE EROİN İMALI YOK

    Türkiye'de eroin imal edilememektedir. Zira morfini işleyip eroin haline getirmek için modern laboratuvarlar gereklidir. Türkiye'de bir eroin pazarı olmadığı için üreticiden 200 liraya alınan afyon, ya kilosu bin liraya direkt olarak, ya da kilosu 6 bin liraya morfin olarak dışarıya kaçak olarak satılır. 200 lira ve 6 bin lira.. İşte üretici ile kaçakçının kazançları arasındaki fark.. Ve işte yıllardan beri oynanan "Afyon oyunu".. Bu oyun bozulamadığı için Hükümet haşhaş ekimini yasaklamıştır. Kaçakçılar yıllardan beri milyonları, düzenledikleri bu oyunlarla kazanmışlardır. Hem de köylünün elini kolunu üç-beş kuruşa bağlayarak.. Afyonunu kaçağa veren köylü bile yıllardan beri hep aynı köylüdür. Ne bir adım ileri gitmiştir, ne de bir adım geri...

    SONUÇ...

    Yıllardan beri oynanan bu oyun 1972 temmuz ayında sona erecek artık.. Belki ilk yıllarda köylü çeşitli zorluklarla karşılaşacak ama, zamanla yeni savaşının uğraşına dalacak ve "haşgeş"i unutacak. Ve belki de köylünün bu yeni uğraşında, onun sırtından para kazanmaya alışanlar yeni yeni oyunlar sahneye koymaya çalışacaklar. Bunda başarılı olup olmayacaklarını ise zaman gösterecek.


11 Haziran 2025

Size Kim Buñarı Geri Getirir


    Yine Buñar hakkında dertlenenler var, bu iyi bir şey. Derde deva olmasa da, eski günlerdeki gibi şırıldamasa da Buñar havuzunu tekrar suyla buluşturmayı düşünmek, bu uğurda kafa patlatmak takdir edilmelidir. 

    Yakın geçmişte yaşandı herkesçe biliniyor, yine de Buñar'ın başına gelenleri hatırlayalım. Başlangıcını bilmediğimiz dönemlerden, belki antik çağdan beri akarak Eğret'in en büyük su kaynağı durumundaydı, ta ki bir kaç yıl önce tamamen kuruyana kadar... 

    Birdenbire kuruması büyük ölçüde patatesçilerin açtığı derin kuyulara bağlanıyor. Resmi kayıtlarda Anıtkaya arazisinde beş tanesi ruhsatlı görünmesine rağmen, şu an 30 civarında derinkuyu varmış. Bu hesapsız ve acımasız savurganlığın böyle neticelenmesi normaldir. Hala yeni kuyular açıldığına da şahit oluyoruz, kimsenin bir tepki gösterdiği yok. 'Yetkili mercilere, yukarılara sırtını dayamışlar, seni beni dinlerler mi' diye iyice tepkisiz toplum olduk. Biz ses çıkarmayınca onlar iyice azıyorlar. Aslında bir bakıma doğru düşünüyoruz, bizi kimsenin taktığı, ne düşündüğümüzü önemsediği yok. Ama büsbütün de öyle değil, biraz sonra tekrar döneriz bu konuya...

    Bundan 25-30 yıl önce Topraksu kooperatifi marifetiyle iki derinkuyu açılmıştı. Mantarlık tarafındaki kanallara su basıldığında Buñar'ın suyu azalıyor, hatta diniyor diye bu kuyular kapatıldı. Sonra yakındaki fabrikaya açılan kuyu nedeniyle Buñar suyu çekildiğine dair de söylentiler çıktı. Bütün bunlar hep söylenti, dedikodu özelliğindeydi, ama gerçeklik payı da bulunabilir. Yani yeraltı suyuna müdahale etmek elbette doğal akışta etkili olur... Bu söylediklerim hiç bir zaman Buñar'ı kurutma, su bülken gözeleri tıkama derecesine gelmediği için köylümüzün dikkatini çekmemişti...

    Yakınlardaki ani kurumanın bir sebebi de hatalı bir uygulamayla gözelerin tıkanmasına bağlandı. Güya paletli bir kepçeyle havuz ayıklanmaya kalkılmış, bu arada gözeler o baskıyla kapanmıştı. Daha yumuşak bir temizleme insan gücüyle yapılabilirdi, diyorlar... Koca Buñar'ın kurumasına gerekçe gösterilen bu olay pek mantıklı gelmiyor...

    Yeraltı ve yerüstü sularının çekilmesinin küresel ölçekli ısınma ve kuraklığa bağlı olduğunu, Buñar kurumasını bu bağlamda değerlendirmek gerektiğini düşünenler de haklı olabilir. Onlara göre doğal sebeplerle Buñar zaten kuruyacaktı... 

    Sonuç olarak bütün sebepler birleşti ve Buñar kurudu... Bu basit 'Buñar kurudu' sözü iki kelimeden ibaret değildir. Çünkü asırlardır köye hayat veren bir kaynağın kuruması aslında Eğret'in kurumasıdır. Bakın bu geçen bir kaç yılda Söğütaltı yeşilliği bir anda kayboldu. Geçtiği yerleri Hızır gibi yeşerten Eğret Çayı da kurudu, o kuruyunca söğüt, kavak bütün ağaçlar takırdamaya başladı. Bu kuruma gözle görülecek derecede belirgin, 20-30 yıl sonrasını düşünemiyorum bile...

    Bu durumun farkında olan duyarlı kimseler Buñar'ı canlandırmaya kafa yoruyorlar. Çoğunluğun fikrine göre ortasına bir derinkuyu açtıktan sonra havuzun tabanına beton atılmalı, böylece çıkarılan suyun tekrar tabana kaçması engellenmiş olur, eski dere boyu akar gider. Finansman için geçtiğimiz bayramda deriler bu işe toplanacaktı, deri para etmediği anlaşılınca kelleyle yetinildi. Sonuç ne oldu bilmiyorum.

    Benim burada eksik gördüğüm ve dikkat çekmek istediğim nokta birlik beraberlik ruhudur. Yukarıda arzettiğim Buñar'ı canlandırma projesine itibar etmeyenler var. Olabilir, herkes her fikre katılmak zorunda değil. Lakin ortada ortak bir sorun olduğunu kabul etmek, bu sorunun çözümüne çalışanları takdir etmek gerekir. 'Netceklemiş! Heç olur muymuş!' gibi moral bozucu tavır takınmak yerine, 'Meseleye bir de şu açıdan bakalım... Şöyle yapılsa daha kolay olabilir mi... Bu konuda bize de bir görev düşer mi...' gibi yapıcı yaklaşmak daha faydalı olur. Bu arada katılmadığın yönleri de kibarca söylediğin için bakarsın bir yanlıştan dönmeye vesile olursun. 

    Misal, Buñar suyunun daha öce de çekildiği, fakat bir süre sonra tekrar bülktüğü bildiriliyor. 20. yüzyıl başlarında ve 1950'lerde kuruduğu, hatta gözelerde eşeklerin küllendiği gözlenmiş. Tarihte benzer çekilme ve akma durumları da yaşanmış olabilir. Şimdi bu son olay da benzer ise ve bir süre sonra doğal yollardan Buñar yine bülkmeye başlayacaksa, beton atmak suretiyle gözeleri temelli tıkamış olmaz mıyız, suyumuz geri gelecekse bile buna tamamen engel mi oluruz, düşüncesi var. Böyle endişeler dile getirilebilir...

    Asıl önemli olan, daha fazla kişinin düşünce ve bedensel katılımıyla ortak bir enerji oluşturulmasıdır. İşte asıl işi sonuçlandıracak olan şey, birlik ve beraberlik ruhu bu... Malesef bizim köyde eksikliği hissedilen yegane şey...

    Hocalarımız daha iyi bilir, Allah'ın rahmeti, bereketi topluluk üzerine olduğuna dair ayet ve hadisler var... Bunun için sınır çizmede olsun, Hıdrellezde olsun, yağmur duasında olsun eskiden bütün köylü birlikte hareket ederlermiş. Yağmur duasında hatırlıyorum, 'Eksik kimse kalmasın şunu da çağırın bunu da çağırın' diye gayret edilirdi. Hatta çoluk çocuk yanında hayvanların bile duada hazır bulunmasına dikkat edilirdi. Maksat havaya daha fazla el kalksın, daha fazla göz yaşarsın, daha fazla kalp yakarsın... Bütün kalplerin birlikte attığı gösterilerek rahmet çağrılsın...

    Şimdi bu yapılanlar da yağmur duasından farksızdır. Bilindiği gibi duanın sözle yapılanı var, bir de davranışla yapılanı var. Bunlara kavli dua ve fiili dua deniliyor. Tarlayı sürmen, ekini ekmen, gübre ve ilaç vermen fiili dua; bütün bunlardan sonra hayırlısıyla istemen de sözlü dua oluyor... Arkadaşlarımızın Buñar'ı kurtarma projesi de bir çeşit fiili duadır. Bu çalışmaya ne kadar çok katılımcı olursa o kadar çok dua edilmiş demektir. Sonra ve her zaman sözlü duasını da ederiz, o ayrı; ama önce fiili duaya katılalım...

    Fiili dua ve birlik beraberlik ruhunu somut bir örnekle birleştireceğim. Patatesçiler ve kuyuları mevzuuna geri dönelim. Görülen o ki Buñar'ımızın kurumasına gösterilen sebeplerin en baskını hesapsız açılan kuyulardır. Ve yine gördük ki bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok, sırtlarını sağlam tepelere dayamışlar. Kovsan kovamazsın, dövsen dövemezsin... Peki ama, bunlar zorla mı gelip ekiyorlar bizim tarlalarımıza! Hayır, senden benden kiralıyorlar... Vermesek dakika durduramazsın, giderler yani... Hiiç başkasına bakmayalım, patatesçiler Buñar'ı kuruttuysa suçlu yine biziz...

    Şu halde bile hala üçe beşe tamah edip tarlalarımızı Patatesçilere kiralıyorsak, Buñar'ın akıp akmaması umurumuzda değil demektir... Köylünün bir kısmı canlandırmaya çalışırken, bir kısmı tarlasını kiralayıp Buñar'ı kurutanlara destek oluyor. Nerede birlik ve beraberlik!

    Birlik ve beraberlik yoksa Allah böyle bir köye rahmetini bereketini verir mi!... Ettiğin fiili duayı, kavli duayı kabul eder mi!... Buñar'ı da alır, Dağ'ı da alır, daha başka şeyleri de alır elimizden... Çocuklarımıza bırakacak bir şeyimiz kalmaz, lanetle anılan bir kavme dönüşürüz, Allah korusun...

    Geçenlerde kurumuş Buñar fotoğrafı eşliğinde Mülk suresi 30. ayet mealini paylaşmıştım. Dikkat çekmek istediğim açıdan tepki gelmedi. Yazıyı yine onunla bitirelim, elverir ki şimdi daha iyi anlaşılsın: 

    "De ki: Suyunuz âniden yerin dibine çekilecek olsa, kim size içilecek bir pınar suyu getirir?"
    (Ümit Şimşek meali)