serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...



24 Kasım 2024

Çobanlar Ve Çeltikler


    Eskiden beri koyunculuğun bu kadar yaygın olduğu Eğret'te hemen hemen her evin bir miktar koyunu olduğundan, her evden de mecburen çoban çıkıyordu. Zamanla bu işte tecrübe kazanan, adeta çobanlık kanına işlemiş kimseler ölene kadar bu işi bırakamıyor.

    Bir dönemin çobanlarını, hatırladığı kadarıyla Mahmut Omak şöyle bildirildi, düzensiz olarak yazalım: Necati Kopan, Çerçilerin Hilmi Kopan, Koca Veli Tetik emmi, Daldalların Ahmet ve Alaattin Honça, Necati Okutan, Talip okutan ve babaları Mehmet Okutan, Musa Tüplek, Ahmet, Adem, Mürsel ve Ali Dirlik, Ahmet Bar, Koca Yusuf'un Ali Kopan dayı, Abim Necaip Omak. Bunların çoğu kıdemli çoban... Ayrıca Emin Aykaç, Bekir Öter...

    Kıdemli, tecrübeli çobanların yanına bazen çocukları çırak olarak verirlermiş. Onunla birlikte gelip gitsin, işi öğrensin diye... Böyle çoban çıraklarına Eğret'te çeltik deniliyormuş ve çeltik vermek çok yaygınmış. 

    Tek başına kıra bayıra çıkarılamayacak kadar küçük olan çeltik, böylece mesleği öğrenmenin ilk adımını atmış olacak. Büyükleri hayvanlarının güdülmesini sağlayacak. Usta çoban ise malları çevirmek için filan kullanacak, ayak işlerinde ondan yararlanacak. Yani herkes için yararlı bir uygulama. Bir dükkanda çırak ne yaparsa onun gibi bir şey...

    Bu uygulamadan ilk defa Berber Ahmet Kabadayı'nın çocukken Arapların Gözel Ali Tok yanına verilmesi olayıyla haberdar olmuştuk. Aslında ona tam çeltiklik denilemez, Gözelali rahmetli Berber'e kol kanat germiş, hatta uykusu geldiğinde uyumasını sağlayarak onu resmen gece boyunca avutmuş. Berber'in anlattığına göre bu kadarcık usta çobanın yanında bulunmak bile çocukta müthiş bir kendine güven hissi oluşturmuş. Çoban çeltikliği uygulamasının önemini vurgulayan güzel bir anekdottu, Berber'in anlattığı.

    Her çoban, çeltiğine karşı Gözelali kadar merhametli olmayabiliyor. Torunu Vahit Usta ve yine Berber'den dinlediğim bir olay Dayı Hasan Yola ile ilgilidir. Muzip bir kişiliğe sahip olan Dayı da meşhur çobanlardanmış, 35 yıl değnek salladığını bizzat kendisi söylemiş. Sakaların Hüseyin Atay çocukken Dayı'nın yanına vermişler. Çocuk bu, o kadar süre dolaşmaya, gece boyu uykusuz kalmaya alışık değil. Ustası yatmasına izin vermiyor, bunu düşünmek bile ne mümkün... Bir ara çocuk değneğine dayanıp uyuklamaya başlamış. Bunu fark eden Dayı, elindeki değneği Hüseyin'e doğru öyle bir kütülemiş ki... Değnek çocuğun dayandığı değneği mi çeldirdi, yoksa bu gürültüden uyanıp belinledi mi, her ne olduysa Hüseyin ürküp sağa sola koşturmaya başlamış. Onun bu haline kahkahalarla gülen Dayı Hasan ise keyifli keyifli haykırmış;
    - 'Le Üseyiiin! Eşşeği ürkütdüm, sana doğru geliyo, dut şunu!'

    Aziz Sargın Sağırların Hamza Sancak'tan işitmiş. Yeniyetmeliğinde Capbak Osman Külte'nin çeltiğiymiş. Rahmetli bu küçük çeltiğini ezdikçe ezermiş. 'Oranın suyundan başkasını içemiyon' diye ta Almalı'dan Bahçecik'e gönderirmiş. Yayan yapıldak suya gidişler bir kereye mahsus da değil, sürekliymiş. Oysa başkaları da Almalı çeşmesinin suyunu methediyor... Çeltiklik zor zeneat vesselam...

    Efekçi Süleyman Salman ile Gambır Tevfik İdis birlikte koyun güderlerken Kel Bekir Atay'ı yanlarında çeltik gibi taşırlarmış. Yaşı küçük olduğu için değil, koyunu çok az olduğu için... Biraz da horluyorlar mıydı, her neyse... Ekmek getirmesi için köye göndermişler. Köy ile dağ arasındaki mesafesi malum, git gel saatler sürer... Bu gidince, zavallının bir koyununu kesmişler. Gerekçe de tuhaf; neymiş, kara koyun olduğu için her yerden göze çarpıyor, belli oluyor. Tevfik zaten iyi yemesiyle meşhur, sabaha kadar üç koyunu kavurma yapıp işkembeye depiyor... Hasılı olan Kelbekir'in kara koyuna olmuş...

    Aralarında çoban çeltik hiyerarşisi var mıydı bilmiyorum... 1959 veya 60 yılında yine dağdayız... Gazilerin Cemal Yıldız'ın yanında Hamdihoca'nın Küpçü Süleyman Dadak, Böbülerin Gocahasan'ın yanında da Berber Ahmet Kabadayı var. Çeltik olmasalar da çobanlarla çocuklar yakın akraba; Cemal ile Süleyman hala dayı çocuğu, Berber ise Gocahasan'ın yeğeni... Usta çobanlar çocuklara itimat ederek sürüleri bırakıp gitmişler. Uyudular mı ne olduysa, gece sürüler kaybolmuş. Sabah birini Şamlı'da, diğerini Almalı'da bulmuşlar...

    Çeltik olmadığı halde küçük çoban Mahmut Sağlam'ı koruyup kollayan Kel Ahmet Bar'ı, Musa Tüplek'i duymuştuk. Benzer çoban çeltik olayları daha çoktur, bizim derleyebildiklerimiz bunlar. Çobanlık başlıbaşına bir meslek olarak görülür, çoban yetiştirme konusunda da böyle bir tekniğe başvururlarmış.



22 Kasım 2024

Hacı Uğurlama

     
    Asker gezmeleri gibi Hac mevsimi de yılın belli bir noktasına çakılı kalmaksızın sürekli değişir. Bu özelliği sebebiyle onu kandiller ve Ramazan ayına benzetmek daha doğrudur. Çünkü bunlar ay takvimine bağlı olarak her yıl 11 gün gerileyerek 365 günü 33 yılda tavaf etmiş olurlar. Eğret takviminde bu yüzden sabit noktada ele alınamıyorlar.

    Ne zamana denk gelirse gelsin, Kurban Bayramında Mekke'de olacak şekilde çıkılan Hac yolculuğunun hazırlık ve uğurlama seremonisi kayda değerdir.

    Eğret Kervansarayı önünden geçip İstanbul'a uzanan meşhur İpekyolu, eğer İstanbul'dan başlatılırsa hac ve ticaret yolu olarak ikiye ayrılıyormuş. Ayrım yeri Kütahya'nın kuzeyi. Buradan sağa devam edip güneye inen kolu Eğret'ten geçiyor ve ticaret yolu olarak adlandırılıyor. Soldan inen ise Döğer'den geçiyor ve direk Hicaz'a yöneldiği için Hac yolu oluyor. İstanbul/Avrupa tarafından gelen hacı kafileleri Eğret'e uğramadan Hac yolunu takip ediyorlar. Yalnız Bursa/Kütahya tarafının hacıları Eğret'ten geçmek zorunda. İşte Eğret hacıları genelde o kafilelere katılıyorlar.

    Demiryolu yaygınlaşana, motorlu araçlar ülkede çoğalana kadar hac yolculukları deve kervanlarıyla yapılıyor ve ortalama 6 ay sürüyordu. Bu dönemlerde hacıların köyden uğurlanması nasıl yapılıyordu, bu konuda bilgimiz bulunmuyor. Çocukluğumuzda şahit olduklarımız onlar hakkında da bir fikir verebilir.

    1970'li yıllarda hacılar bugünkü kadar olmasa da yine organize biçimde kafileler halinde giderdi. Kendi imkanlarıyla minibüs tutup gidenler de vardı. Apak Mevlüt Kopan'ın minibüsü bu amaçla kiraladıklarını işitmiştim. Kantinlerin Haciban ve Ahmet Kızılyer kardeşlere Hacı denilmesine sebep de minibüsleriyle hacı götürmeleriymiş. 

    O zamanın organizasyonlarında şimdinin yemekli otellerinde konaklama yokmuş. Ortaklaşa ev tutarlar aşını keşini kendileri pişirirmiş. Bu yüzden yolculuk öncesinde uzun bir hazırlık süreci olurdu. Şepit edenleri mi ararsın, kilolarca sucuk depdirenleri mi... Kangal kangal kavurma donduranlar da olurdu. Kışlık hazırlar gibi tarhana, bulgur göce vb. malzemeyi çuvallara doldururlardı. Bunun yanında elbisesinin bir köşesine para dikenleri de duyardık. Hırsızlara karşı en iyi önlem bu imiş...

    Bu arada müstakbel hacıları ziyaretler de yapılırdı. Bu ziyaretlerde küçük bir hediye ile bir kaç kuruş sıkıştırmak adetleşmiş. Ziyaretlerin asıl sebebi ise helalleşmektir. Sülale araştırmaları sırasında görüldü ki bundan bir asır evvelki hac ibadetinden dönemeyen çok sayıda Eğretli var. Gidip de dönememek var yani. Ayrıca inanışa göre haccın şartlarından biri de borçlu ve üzerinde kul hakkı bulundurmamak olduğundan, bu ziyaretlerin asıl sebebi mümkün olduğunca çok kişiyle helalleşme sağlamak. 

    Bu hazırlık safhasından sonra o gün gelip çatar. Eğret hacılarının toplu olarak uğurlandığı o gün Tekgenin yanında muazzam bir kalabalık toplanır. Bütün köy oraya akar dense yeridir. Bütün hacı uğurlama törenlerinin buradan başlamasının sebebi Hacı İbrahim Dede'nin manevi atmosferinden feyizlenmek olmalıdır. Bütün hacılar toplanıp yeterli kalabalık sağlandıktan sonra Gocacami'den sancak getirilir. Güçlü kuvvetli birinin boynuna taktığı kütüklük koçanına oturtulan sancak direği bütün haşmetiyle ortada görünür. İşte o anda gürül gürül bir saltanatlı tekbir ortalığı inletmeye başlar. Bu gürlemeyle kalabalık harekete geçmiştir.

    Tekkeden asfalta kadar Galipbey caddesi boyunca sürecek olan yürüyüş kolunu tarif edelim. En önde bütün haşmetiyle sancaktar, ağır adımlarla yürür. Hemen ardında Hacı adayları bir saf halinde sıralanmışlardır. Onların arkasında tekbirlere öncülük eden hocalar ve köy büyükleri... Sonrası ise düzensizler gurubu... Boyunlarındaki heybeden meyve ve çerez saçan hacı yakınları; elini sokup çıkardığı ceplerinden avuç avuç madeni para çıkarıp, Allah ne verdiyse onları insanların kafasına gözüne saçanlar; saçılanları kapışmak için birbiriyle yarışan çocuklar; yerdeki liraya tenezzül etmeyen oraya sırf Allah rızası için kalabalık olsun diye gelen ağırbaşlılar; tekbire katılıp sevap kazanmak isterken sesini korodan bağımsız hareket ettiren cırtlak sesler; ve en arkada kadınlar, kızlar...

    Karışık hacı alayı caddeden aşağı sallanırken zaman zaman ön saflardaki düzen de bozulabilir. Çerez ve para saçıcı heybeliler, atacaklarını alayın önüne attıklarında çocuklar hurra oraya hücum eder. Onlar tavuk gibi yerdekileri toplarken topluluğa yeni katılan uğurlayıcılar önce hacılara sarılmak istediğinden bir anda her şey karman çorman olur. Fakat tekbirler susmaz 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' Bu anda bozulan saflar, yeni katılımcılarla darmaduman olana kadar gitmek üzere yeniden hizalanır... Sonra bir münasebetsiz çerez yağmuru, helalleşme arzusuyla yanıp tutuşan kollar... Hafif aksama ve 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' ile tekbir komutu...

    Kelibanın ev ile Karakol arası son durak. Orada üç kere daha tekbir getirildikten sonra dua edilir. Son sarılma ve vedalaşmaların akabinde hazır bekleyen araçlara bindirilerek hacılar yolcu edilir. Bu arada gözyaşları sel olur. Bunlar ayrılık acısına dayanamayacağını düşünen hacı yakınları ve daha önce yaptığı bu ibadetin tadı damağında kalan kıdemli hacılara aittir. 

    Tekkeye doğru dönüş yolculuğu daha düzensiz ve heyecansızdır. Sancaktar sancağı omuzlamış, çerezcilerin boş heybesi kolundadır. Haylaz çocuklar hasılatını saymakta, analar mızılayan çocuğunu sürüklemektedir. Biraz önce tekbirlerle inleyen Galipbey caddesi sessiz, dağınık kalabalık ise çok yorgun gibidir...

    Sayılı gün çabuk geçer. Hacıların gelme vaktinde karşılama töreni yapmak çok zordur. En azından uğurlama gibi gösterişli bir karşılama yapılamaz. Haberleşme araçlarının yaygın olmadığı o günlerde hacıların hangi gün geleceği tahmin edilse bile saatini kestirmek kolay değildir. Bu yüzden hacılar genellikle sessizce gelirler.

    Geldiklerinin ertesi günü Anıtkaya sokaklarında başlarında tepsili kadınlar cirit atar. Hacıların yanlarında getirdikleri hediyeler sahiplerine dağıtılmak üzere o tepsilere binip yola revan olmuştur. Bir karımlık kına, bir kaç tane hurma, bir namazlağı, namaz örtüsü, namaz takkesi, 33'lük şakşaklar, 99'luk tespihler, bıçak gibi hediyeler... Kime? Hani yolculuk öncesi helalleşme ziyareti yapanlar vardı ya, işte onlara... 

    Taze Hacılara yine hoşgeldin ziyaretleri de yapılır. Orada bol bol hurma ve ille de ayakta içilmesi istenen ebizemzem ikram edilir. Oradan getirilen teybe, orada doldurulmuş bir vaaz kaseti konulup ateşin yakmadığı deve kemiği hikayesi bilmem kaçıncı kez dinlenip gözyaşı dökülür. Bastırınca değişik Kabe manzaralarını gösteren film karelerine bakılır...

    Elli yıl önce böyleydi hacı uğurlama ve karşılama... Çok güzel günlerdi...



Mehmet'in Başına Gelenler

    
    Başlığa bakıp seri hikaye anlatacağımı sananlar fena halde yanıldı. Lakaplar ismin başına getirilir ya, Mehmet'in başına gelenlerden kastımız budur. Mehmet ismine lakap olmuş sözlere bakacağız.

    Lakapları incelerken Eğret'te eskiden beri çocuklara en fazla konulan erkek ismi Mehmet'in en fazla lakap alan isim olduğunu farkettim. Akılıma gelenleri yazacağım göreceksiniz, akla hayale gelmedik ne lakaplar yakıştırılmış. 

    Burada şunu da belirtelim, bu ad Peygamberimizin isminin Türkçeleştirilmiş şeklidir. Rivayete göre atalarımız bu seslerdeki değiştirme işlemini Peygamberimize saygı adına yapmışlar. Orijinal Muhammed ismi O'na hastır, biz çocuklarımıza Mehmet diyelim, diye düşünüp duydukları hürmeti göstermişler. 

    Ben böyle toplumsal bir şuur geliştiğine inanmıyorum. Elbette Peygamberimize diğer milletlerden daha fazla saygı duyulmuş, sevgi beslenmiş; ama isimlendirme mevzuundaki olay başkadır diye düşünüyorum. Arapça Türk hançeresine uygun bir değil, oradan gelen kelimeleri kendi gırtlağına uydurup o şekilde telaffuz etme yaygın bir durumdur. Buna doğal Türkçeleştirme denilebilir. İşte Peygamberimizin ismini Mehmet olarak almak da buna bir örnek. Belki Muhammed > Mehemmed > Mehmed > Mehmet süreci yaşanmıştır, bu da gayet normal...

    Her ne kadar isimlendirmede ortak bir şuur bulunmasa bile, bir an için bu ihtimali doğru kabul edersek, ne kadar isabetli bir iş yaptıkları ortaya çıkıyor. Çünkü lakaplandırmalarda bazı uygunsuz yakıştırmalara da rastlanıyor, o vakit bu münasebetsiz benzetmeler doğrudan Peygamberimize yönelecek, bu da saygısızlığın daniskası olacaktı. İyi ki Muhammed ismi Türkçe'de Mehmet'e dönüşmüş.

    Gara Mehmet Ata/Kırım
    Geneli Mehmet Saki
    Dana Mehmet Duran
    Devriş Mehmet Terlemez/Aydın
    Sarı Mehmet Çotak/İdis
    Kedi Mehmet (Şık)
    Aydınlı Deli Mehmet Acar
    Deli Mehmet İdi/İdis/Dadak
    Ağa Mehmet Dadak
    Yırtımcı Mehmet Dadak
    Böcekçi Mehmet Dadak
    Galle Mehmet Dadak
    Parlak Mehmet Azbay
    Gıytak Mehmet Azbay
    Yılık Mehmet Öztürk
    Uzun Mehmet Öztürk
    Yörük Mehmet Demir
    Efe Mehmet Öncül
    Hafız Mehmet Öztürk
    Hoca Mehmet Karakaya
    Göden Mehmet Dadak
    Göde Mehmet Aydın
    Gındi Mehmet Kızılyel
    Gözel Mehmet Tok
    Bödü Mehmet Sağlam
    Sağır Mehmet Azbay
    Çerçi Mehmet Kopan
    İnce Mehmet Kasal
    Buruşak Mehmet Omak
    Güçcük Mehmet Öncül
    Pire Mehmet Tüblek
    Çavuş Mehmet Tüblek
    Berber Mehmet Külte
    Beygirli Mehmet Tüblek
    Hatca Mehmet Saki
    Vakvak Mehmet Aytar
    Ördek Mehmet Aytar
    Bulduk Mehmet Saçak
    Arnavut Mehmet Saçak
    Poyraz Mehmet Boy
    Habiri Mehmet Boy
    Güdük Mehmet Işılak
    Tahtalı Mehmet Ün
    Keçi Mehmet Seçan
    Kel Mehmet Özdemir
    Batık Mehmet Köz
    Garaguzu Mehmet (Önkal)
    Gani Mehmet Çalışır
    Molla Mehmet (Tür)
    Halimenin Mehmet Kıy
    Tenikeci Mehmet Öztürk
    Çakır Mehmet Erdem
    Kör Mehmet Aykaç
    Gız Mehmet Öztürk
    Kinisli Mehmet (Soya)
    Ceneme Mehmet Soya
    Gulaksız Mehmet Argunşah
    Emetinin Mehmet Sak
    Bali Mehmet Çetin
    Sakallı Mehmet Aydın
    Cava Mehmet Er
    Alçak Mehmet (As)
    Dombeyli Mehmet Okutan
    Kahya Mehmet Seçen
    Dayı Mehmet Dadak
    Dayının Mehmet Yola
    Akgalak Mehmet Dadak
    Çapar Mehmet Dadak
    Deliberber Mehmet Öncül
    Mihrioğlu Mehmet Eşit
    Curak Mehmet Kirkit
    Sağıroğlu Mehmet Sancak
    Çete Mehmet Patlar
    Gonyalı Hacı Mehmet Kurt
    Lomcu Mehmet Selek
    Doruk Mehmet Külte
    Kırtümmet Mehmet Soylu
    Koreli Mehmet Önkal
    Dolak Mehmet Kırım
    Avgan Mehmet Çetin
    Bekiroğlu Mehmet Dadak
    Kürt Mehmet (Kirtyusuf'un kayınpederi)
    Şeherlioğlu Mehmet Kırdar 
    Kokulu Mehmet Dirlik
    Yağcı Mehmet Aykaç
    Tahirintopal Mehmet Akyol
    Gıvırcık Mehmet Patlar
    Kemik Mehmet Patlar
    Gıbış Mehmet Özen
    Terzi Mehmet Öztürk
    Cingen Mehmet Öztürk


21 Kasım 2024

Asker Gezmeleri

     
    19. Yüzyılda Eğret'ten geçen bir gezgin, köydeki evlerin çoğunun boş olduğunu söyler ve bunu o yıllarda uygulanan redif askerlik sistemine bağlar. Dört yıl temel ve sekiz yıl yedek olmak üzere 12 yıla kadar uzayabilen askerlik boyunca insanlar köylerine pek seyrek uğruyorlardı. 

    Batılı gezginin abartılı bir şekilde anlattığı köyleri boşaltan askerlik sistemi Eğret'e mahsus olmayıp bütün ülkede uygulanıyordu. Aslında Osmanlı'da askerlik bir vergi çeşidiydi. Köyün büyüklüğüne göre belirlenen sayıda genç askere alınarak devlete borcunu ödemiş olurlardı. Eğret, 17. ve 18. yüzyıllarda en az 1,5 nefer vergiye tabiymiş. 1 Nefer 15-25 arasında değişen kişiyi ifade eden birimdir. 1,5 Nefer demek 25-40 arasında asker demek oluyor, yani köy olarak bu kadar sayıda yiğidi yaşı geldikçe askere göndereceksin. 

    Arada Eğret'e 2 Nefer asker tahsisi yazıldığı da var, sayıyı siz düşünün artık. Köy İstanbul'un tahıl ambarıymış, ama bu rakamlara bakınca aynı zamanda asker kaynağı gibi... 19. Yüzyılda redif sistemine geçilmiş, ama bu dönemde de asker sayısında azalma yok; 1831 kayıtlarında yirminin üzerinde asker kaydı var. Bu sayı yanıltmasın, redif sisteminde sırası gelen askere çağrılıyor; temel askerlik bittikten sonraki rediflik dönemi para yatırılarak bir kaç kez ertelenebiliyor, ama kurtuluş yok, geriye kalan 8 yılı da tamamlayacaksın. Sık kullanılan izinlerle filan rediflik dönemi gevşetilse de askerlik, askerliktir. Eskilere dair duyduğunuz 'Dedem 12 yıl askerlik yapmış' türü şeyler, masal değil gerçektir.

    Cumhuriyetle birlikte TSK ve askere alma hususunda yeni düzenlemeye gidilmiş, rediflik kaldırılmış, süre kısaltılmış. 2. Dünya savaşı sırasındaki beklenmeyen durum haricinde yeni düzenlemelere riayet edilmiş. Askere alma konusunda da yeni düzenlemeler yapılmış. Yılda dört defa olmak üzere belli bir düzen/tertipte alımlar yapılmış. Askere alma dönemleri numaralandırılarak 1. 2. 3. ve 4. Tertip olmak üzere Mart, Haziran, Eylül ve Aralık aylarında gerçekleştirilmiş. Bazı yıllarda 6 tertip olarak alıyor, o zaman celp aralığı iki ayda bire düşüyormuş.

    Gerek Osmanlı zamanında olsun gerekse Cumhuriyet döneminde, çocuklarını askere göndermek hiç bir zaman Eğret'i ıssızlığa bürümemiş. Şartlar zor olsa da kardeşlerin aynı anda silah altına alınmaması, tek erkek çocuğun istisna tutulması, fiziksel engellilere kolaylık tanınması gibi hususlar bu şartlarda hafifletici olmuş. Bir de vazifenin kutsallığını biliyor köylü, hem de Batılı gezginin anlayamayacağı kadar. Bu yüzden askere gidişler eğlenceye çevrilmiş. Tanık olduğum bu eğlenceleri nakledeceğim.

    Başka tertiplerde de alımlar olmuş, ama nedense benim aklımda Eğret askerlerinin Mart ayında 1. tertip olarak alındıkları kalmış. Olaylar Mart ayında geçiyormuş gibi düşünülsün...

    Bir ay öncesinden muayene, şube, yol, sülüs, devre, tertip gibi sözleri duymaya başlardık. Hazır asker adayları bir araya gelir, araya böyle anlamadığımız kelimeleri sıkıştırarak konuşur, eğlenirlerdi. Aslında düzenli toplanmalar da bu günlerde başlardı.

    İlk günlerde tam kadro toplanmak güçtür, zira Anıtkaya'nın çoğu daha o yıllarda İzmir'i boylamıştı. Muhtara asker kağıdı geldiğini öğrendikten sonra, hazırlıklarını tamamlayıp oradaki işi ve eviyle ilişiğini kesecek, köye dedesi ninesinin yanına gelecek... Bu biraz zaman alır. Bu yüzden yabandakiler de gelene kadar, Anıtkaya askerleri olduğu kadar, bir araya gelirler. Diğerleri gelmese bile bu işe hevesli olan heyecanlı askerler toplanır, dağılır; toplanır, dağılırlar... Yıllardır bunun özenciyle yanıp tutuşanlar vardır çünkü...

    Askere gitmeden önce asker toplanmalarına özenmeyi bugünün gençlerine anlatmak zor olabilir. Yine de deneyelim. Şimdiki gibi internet, telefon, sosyal medya filan yok. Televizyon denen şey yeni çıkmış, bir kaç dükkan ve evde bulunuyor, yaygınlaşmamış. Telefon da öyle... Köyün dış dünya ile bağlantısı yalnız radyo ile kuruluyor, bir de arada Afyon'a gidişlerle... Askere gidene kadar köyden dışarı çıkmamış kimseleri bile duymuşsunuzdur... İşte askerlik böyleleri için dış dünya ile kurulan ilk bağdır, bu yüzden önemlidir. Elbette asker gezmelerini özlemle bekleyecek...

    Tam teşekküllü toplandıklarında ne kadar kalabalık oldukları hakkında bir fikir versin diye örneklendireyim. 1941/6 Tertip Eğret askerleri tam 41 kişiymiş. O yıllarda dışarıya göç tam başlamadığı için 41 kişinin tamamı asker gezmeleri için tam kadro toplanabilmiş. On yıl sonrasında bizim tanık olabildiğimiz dönemlerde bu sayı biraz düşüyordu, ama son on onbeş günde hepsi toplanırmış...

    Bu kadar asker aşağı yukarı bir takım demek, nereye gitseler şamatalarıyla, gürültüleriyle, harala güreleleriyle birlkte gidiyorlar. Dolayısıyla daha uzaktan kendilerini belli ederler. Coşkunun sebebi askerlik heyecanıyla birlikte, bazılarının kalabalıkta başka kimliğe bürünmeleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun askerler neşeli bir topluluktur. Yeni çıktığı zamanlarda, nerden buldularsa boynuna taktıkları bir teypten oyun havası çalarlar, kafalarına estikleri yerde durur, ceplerinden çıkardıkları kaşıkları tıkırdatarak oynarlardı.

    Şar şor derecesine varmadığı sürece onlardaki coşku hoş karşılanırdı. Birilerinin önünde oynuyorlarsa seyircilerin para çevirmesi beklenir, onlar da çevirirdi. Bazen dükkanlar, kahveler, belediye, okul, oda gibi yerler de ziyaret edilir ve bahşişler alınırdı. Ziyaret ettikleri yerlerde bu hareketleri ayıplanmaz, hatta bazıları bana niye gelmiyorlar diye yakındığı bile olurdu.

    Coşku ve sevinci ölçülü bir şekilde yaşarlardı. Buna müstakbel asker vakarı denilebilir, kışlaya dahil olmalarına günler kala bu atmosferi yakalamaya çalışmaları bana ilginç gelmiştir. Her toplulukta olduğu gibi asker gezmelerinde de çatlak sesler çıkabilir, ancak arada eritilebilecek cinsten cılız şeylerdir bunlar. Çünkü askeri disiplin ve otorite havası, aralarından birinin sivrilip çavuş seçilmesiyle kendini göstermeye başlamıştır. Onun emir/kararlarına uyulacak, direktiflerine göre hareket edilecektir. Lider tabiatlı çavuş, çatlak cırtlak sesleri bastırarak otoritesini göstermelidir.

    Oyunlar haricinde kendilerince talimler yaparlar, ne kadar olursa o kadar uygun adım yürürlerdi. O vakitler köyün içinden geçen asfalt yoldaki bu talim ve yürüyüşler, zaten seyrek olan kamyon geçişleri sırasında duraklar, askerler kenara çekilirdi. Sonra kaldığı yerden devam...

    Asfalt kenarındaki Karakoldan sair zamanlarda alabildiğince ürken bu gençler, şimdi onun önünden alayıvala ile geçmesi de şaşırtıcıdır. Bunun sebebi, tabi ki gençlere köylünün gösterdiği hoşgörüyü, görevli jandarmanın da göstermesidir. 'Bilemedin bir hafta on gün sonra bu neşelerinden eser kalmayacak gençler, bırakalım da eğlensin' diye düşünürlerdi belki de...

    On onbeş gün boyunca Anıtkaya'da bu coşkulu kalabalığın adım atmadığı sokak, cadde kalmaz. Her yere uğradıkları için olsa gerek buna biz asker gezmesi diyoruz. Sürekli gezer dolaşır; duraklar oyun oynar; canı sıkılır, asker talimi yapar; rastladığı birini oynatır, olmazsa ceza keser. Kesilen cezalar anında tahsil edilir. Toplanan parayla oturdukları odanın çay kahve masrafı karşılanır. Evet, sürekli toplanıp oturacakları bir oda belirler, orayı merkez üssü olarak kullanırlar. Haliyle oranın masraflarını da karşılamaları gerekir ki bu da kesilen cezalardan oluşan asker bütçesinden sağlanır. Bazen bu cezaları abartırlar, o zaman ortaya harcamayla bitmeyecek bir miktar çıkarmış. Hayır Cemiyeti veya Hoca ile işbirliği sağlanıp biriken parayla bir caminin ihtiyacını gören askerleri anlatıyorlar..

    Asker gezmeleri deyince, ev davetleri için ayrı bir bölüm açmak gerekir. Köy yerinde böyle kalabalık bir grupta her evden bir fert var demektir. Değilse bile mutlaka her haneyle akraba olan birisi bulunur. Onu yemeğe davet etmek adettendir, grup bölünemeyeceğine göre her davete birlikte giderler. Beşyüz haneli bir köyde en az üçyüz haneye böylece girilmiş olunur. Bu kadar kısa süre için büyük bir rakam... Son günlerde günlük on onbeş öğün yemek yerlermiş, mecburiyetten. Davetlerin menüsü klasiktir, bükme börek... Yağadı yemekten askerlerin içi dışına çıkıyormuş... Gitmesen de olmaz... Çavuş sıraya koyuyor, haydin şuraya, haydin buraya...

    Davetlerin bir handikapı da takımın kalabalık olmasıdır. O kadar kişiyi sıradan bir eve nasıl oturtacaksın. Buna da dahiyane bir çözüm bulmuşlar, iki bazen üç gruba bölünen askerler hem daha fazla eve uğrayıp onları gönüllüyor, hem de daracık evlere sığışma sorununu çözüyorlarmış. Her şeye rağmen yine sorun olduğunda en yakın köy odasına gidip orada yerlermiş. Böylece bütün odalar da ziyaret edilmiş oluyor.

    Askere gidiş sürecinin köyde geçirilen son cumasında Gocacami'de asker mevlüdü okutuluyor. Böylece askerler Peygamber Ocağına dualarla uğurlanmış oluyor. Bu süreç 1990'lara kadar küçük değişikliklerle aşağı yukarı böyle işledi. Şimdilerde yine asker eğlenceleri düzenleniyor, ama galiba içerikteki vakar biraz kaybedildi. Toplanma, birlikte hareket etme ve asker gezmeleri ise tamamen terkedildi...



19 Kasım 2024

Hayvansal Lakaplar

    16. Yüzyıl defterlerinde Eğret köyündeki çiftliklerden biri Toy Halil adıyla kaydedilmiş. Buradaki Toy kelimesinin lakap olarak kullanıldığına şüphe yok, yalnız iri kuş anlamındaki toy mu, yoksa acemi tecrübesiz manasındaki toy mu kastediliyor, tam anlaşılamadı. İnsanlara yakıştırma yoluyla lakap takmada çok farklı etkenler olabilir. Toy Halil'de olduğu gibi hayvansal özelliklere göre lakaplamayı inceleyeceğiz.

    Lakaplama hususunda izlenen yollardan biri de kişiyi hayvana benzetmektir. Teşbihte hata olmaz derler, ama hayvan benzetmelerinde kendisine benzetilen herhangi bir hayvan olmamalıdır. En azından öne çıkan bir özelliği, benzetilen kişi üzerinde bulundurmalıdır. İriliği, boyu, gücü, sesi, hızı, zarafeti vb. özelliklerinden biri veya bir kaçı mevzubahis kişide bulunuyorsa böyle bir benzetme yoluna gidilir. Aksi takdirde teşbihte hata olur, halk bunu benimsemediği için lakap yakıştırma gerçekleşmez...

    Hacımahmutların fertleri genelde iri yapılı olduğundan sülalenin diğer bir adı Ayımahmutlar olarak yerleşmiş. Bununla beraber onların içinde Mevlüt Öztürk özel olarak Ayımevlüt diye bilinirdi. İş delisi biriydi. Aklımda elinde atkı, içdonuyla saman eşmeye giriştiği manzarayla kalmış. Bu manzara her yıl defalarca tekrar ederdi, 1998 yılında vefat etti.

    Ayımevlüt'ün Ahmet abisini de mandaya benzetmişler. Bunun hikayesini oğlu Ali Öztürk'ten dinlemiştim. Bekarları mı yoksa yevmiyeli orakçıları mı ne, toplamış işin nasıl yapılacağını gösteriyor. Bakmışlar adam deli gibi çalışıyor. İçlerinden biri itiraz etmiş:"Manda gücü gibi kuvvet var sende, biz insanız öyle çalışamayız." gibisinden bir şeyler söylemiş. O günden sonra lakabı Manda, ailesinin adı da Mandalar olmuş. Manda da 2000'de vefat etti...

    Hacımahmutların bir başka kolundan Gocahasan diye anılan Hasan Öztürk'ün az bilinen başka bir lakabının Aygırhasan olduğunu sonradan öğrendim. Yine güç kuvvetle ilgili olduğu anlaşılıyor bu benzetmenin. 1980 Yılında vefat eden Gocasan'ın oğlu Mevlüt Öztürk de 'Gocaguş' olarak bilinirdi. O da babası gibi iri yarı biriydi, 2000 yılında vefat etti.

    Gocaguş demişken, kuş benzetmesiyle yapılan lakaplar parantezini açalım. Akla ilk gelen Suguşu oldu. Buruşakmehmet'in ikinci oğlu Halil 1921 yılında doğdu. Daha gençliğinde uluk biri olarak tanınan Halil Omak, Söğütaltı'nda filan aylak aylak dolaşırmış. Bu yüzden öyle lakaplanmış. Sonradan da köyde pek durmaz, oradan oraya dolaşır dururdu, 1987'de vefat etti.

    Hacımahmutların Sakızcının oğlu Veli Öztürk'ün aslında Takguş diye bir lakabı yokmuş. Rahmetli Kelhoca, onun oğlu Mehmet Ali Öztürk'e hitaben tekerleme gibi anlamsız bir şeyler söylemiş. Tabi içinde Takguş kelimesi de geçiyor. Hiç bir şeyden haberi olmayan Sakızcının Veli'ye böylece Takguş demeye başlamışlar. Ayrıca bu kelimenin içindeki 'guş' hecesinin kuş ile alakası olup olmadığı da bilinmiyor. Buna rağmen bazıları o sözcüğü 'Tekguş' diye de telaffuz ediyor. Onların yorumuna göre, bu sözle Veli Öztürk'ün başka erkek kardeşi olmadığına işaret ediliyormuş.

    Gademlerin Sarımehmet'in de hayatta kalan tek oğlu var. 1891 Doğumlu Osman, Cihan harbinin her cevrini yaşamış; vuruşmuş, esir düşmüş, çeşitli işkencelere maruz kalmış, fakat sağ salim köyüne dönebilen şanslı kişilerden. Kendisine neden ve ne zaman Banguş denildiği bilinmiyor. Bu kelime baykuşun Eğret'teki telaffuzudur. Banguş Osman Çatak 1972'de ölene kadar bu lakabıyla anıldı, oğulları da kendisine izafe edilerek Banguşun İbram ve Mevlüt diye bilinirlerdi.

    Devrimbeşlerin Godalömer'in büyük oğluna da Gödemehmet diyorlarmış. Gök renkli yaban güvercinlerine Eğret'te göde denilmesinden yola çıkarsak, yakıştırmanın bu kuşla alakalı olduğu sonucuna varılır. Godalömer'e tekrar döneceğiz...

    Velicikler Mehmet kolu Tahtalı, Hasan kolu Guguklar diye ikiye ayrılmış durumda. Gugukların bu isimlendirmesinde bir kuş ismi yok, ama yine onunla ilişkilidir. Guguk kuşu diye adlandırılan ayrıca bir kuş var, bununla beraber Anıtkaya'da bu sesi çıkaran kuş yusufcuk/kumru diye düşünülür. Velciklerin bu koluna neden Guguklar denildiği konusunda dişe dokunur bir şey bulamadım. Mecburen çocukluğumda kurduğum, kendimce mantıklı bir bağ ile izah edeceğiz. Bunların evin pencere altında, direkten buraya uzanan elektrik kablolarının bağlandığı fincanlar vardı. Yusufçuk kuşu bu iki fincanın arasına yuva yapmış, bir kaç yıl o yuva öylece kalmıştı. Kuşun çıkardığı gu guuuk guk, gu guuuk guk sesinden dolayı Guguklar diye lakaplandıklarını zannetmiştim. Çocukluk işte...

    Manavların Turabi Ahmet Öztürk Dayının hanımına Çilayşa derlerdi. Bekçiali'nin ablası olan Ayşe Yengeye zaman zaman Çilgarga dediklerini de hatırlıyorum. 

    Güzellikleriyle ünlü iki güzel kuşla devam edeceğiz. İlki keklik... Alemdaroğluların yeğeni Ali, aslında Türkmenlerdendir; bu yüzden dayılarının soyadı Kızılyer'i değil, Tül soyadını almış. Eğretliler de onu anasının sülalesiyle değil Keklikler adıyla bilmişler. Aynı zamanda sülale adı olan bu lakap, Türkmen babası tarafının lakabı olabilir. Meşhur Çanakkale Gazisi Kekliklerin Kel Ali, oğulları Hacıiresil Resul Tül, Kelırmızan Ramazan Tül, Haro Ahmet Tül sülalenin en bilinen isimleridir...

    Tureş/Turaç Hanımın hikayesi de önemli... Tingildekler ile Gödeşlerin ortak atası Tureşoğlu Mustafa diye geçiyor, ama Eğretliler bunlara Tureşler dermiş. Tabi Tingildekler ile Gödeşler kendi lakaplarını bulunca Tureş de Tureşler de unutuluyor. Sonradan öğrendik ki tureş sözcüğü turaç adlı bir kuşun Eğret ağzındaki telaffuzudur. Neyse ki bu söz ve lakabın unutulmamasını sağlayan Tureşoğlu Mustafa'nın bir kızı var, Ayşe; yani Tureş Hanım... Adıyla değil lakabıyla tanınan Tureş Hanım önce Ayanoğlu Halil ile evlenip ondan çocuksuz dul kalıyor. Sonra Ayanoğlu Derviş Ahmet'e varıyor, bir oğlu oluyor; ama kocasıyla oğlu kısa sürede ölünce yine dul kalıyor. O sırada iki çocuğuyla dul kalan Ayanoğlu Hacı Hüseyin'e varıyor. İki öksüzden biri ileride kendisine Kölgeci denilecek olan Ömer Kayır'dır. Kendisine anası gibi hürmet ettiği Tureş Hanım ile sülalesi o kadar bütünleşir ki Kölgecilere arada Tureşler dedikleri de olurmuş. Soyadı kanunu sırasında kocası Hacı Hüseyin vefat ettiği ve ondan çocuğu da bulunmadığı için Tureş Hanım, o sırada hayattaki kardeşi Gödeş Ahmet'in hanesine kaydedildi. 1946'da Ayşe Seviş olarak vefat eden Tureş Hanımın lakabı gibi çok güzel olduğunu söylüyorlar.

    Son olarak yine Hacımahmutlardan Tellilerin Mustafa Öztürk hala Guşcu olarak tanınır...

    Bize göre kuş sayılmasa da kanatlı kümes hayvanları zoolojik olarak kuştur, ördek de öyle... Ayanoğluların Galgancılar kolundan Mehmet, Han'ın aşağısını, şimdi İlkokul bulunan alan civarını Muhtarlıktan kiralayıp bir şeyler ekmiş. Yalnız şunu belirtmek lazım, Eğret çayı için kanal açılmadığı o yıllarda dere geniş bir yatak üzerinde akar, etrafını çayırlaştırırmış. Nispeten kaya uzantısı bulunan mevzubahis yerde çayır söz konusu olmayabilir, ama bildiğin bataklık gibiymiş. Öyle bir yerde bir şey yetiştirilemeyeceğini düşünen köylüler Ayanoğlu Mehmet ile 'Le olum ördek misin sen, suyun içinde ne işin va? Vak! Vak! Vak!' benzeri sözlerle dalga geçmeye başlamışlar. Ne zaman yaşandığı bilinmeyen bu olaydan sonra Ayanoğlu Mehmet'in lakabı bazen Ördek, bazen de Vakvak olarak kalıplaşmış. Vakvak Mehmet Aytar 1938 yılında vefat ettikten sonra çocukları Vakvaklar/Ördekler diye bilinmiş.

    Apdıramanların Hacı Emrullah Ağa'nın çocuğu olmamış. Zığla'da öksüz ve yetim kalan ikinci dereceden yeğeni Abdullah'ı evlatlık almış. Sürekli kaz güderken veya kovalarken görülen Abdullah'a Gazcı lakabını takmış köylü. 1920 Gibi vefat ettiği düşünülen Gazcı Abdullah'ın adını şimdi Hacemirlahların Abdullah Onay taşıyor. Bir de Kelibanın Misgin Abdullah Dalgıç... Zira Gazcı Abdullah'ın kızına da Gazcıgızı derlerdi. Gazcıgızı Dananın İsmail'le evlenince Dalmış ve Keliban doğdu. İşte Keliban da bir oğluna Gazcı dedesinin hatırasına Abdullah adını koydu...

    Sırası gelmişken Danalardan devam edelim. Bu adla bir sülale 1831 kayıtlarında bulunmuyor, oysa 70 yıl sonraki 1904 kütüğünde bir kaç Danaoğlu hanesi göze çarpıyor. Bundan yola çıkarak ilk kayıtlara 'Köyün Buzağı Çobanı İsmail' hanesi olarak kaydedilen hanenin şimdiki Dalgıç/Dalmışlı/Duran soyadlı Danalar olduğu sonucuna varabiliriz. 

    Sülaleyle ilişkilendirilip ona izafe edilen yeni lakaplar da oluşmuş, bunlardan biri Dananın Çolak'tır. Konyalı Çolak diye bilinen Mehmet Kurt, küçükken geldiği Eğret'te Dumanların kızı Emine ile evlendi. Emine'nin anası Danalardan olduğu için Konyalı Mehmet'e Dananın Mehmet dediler, sonra Cihan harbinde kopan kolu sebebiyle Dananın Çolak oldu. 

    Bir de Danagızı var. Bu, Dananın Çolak eşi Emine'nin teyzesi Şerife'den başkası değildir. Çocukluğundan itibaren Danagızı diye lakaplanan Şerife bir kaç evlilik yaptı. Halimeninmehmet diye bilinen Mehmet Kıy'ın anneannesidir. En son Ösüzömer Ömer Acar'ın dedesi olan Hasan Dadak'ın hanımıydı, onun soyismi altında 1947'de vefat etti... Bu iki Danagızının bir de erkek kardeşleri var, adı İbrahim... Yani Kelibanın dedesi...

    Danalar sülalesiyle alakası olmayan Danagafa'yı da burada zikretmeliyiz. Tekelilerin Hüseyin Temel'e aslında Gocagafa diyorlar. İkinci bir lakap olarak neden buna başvurdukları tahmin edilebiliyor. Danagafa 2004 yılında 77 yaşında vefat etti.

    Kilci Ahmet Sağlam, Yörükkerim'in Mehmet Demir'e Danamusgası diye bir lakap takmış. Ondan başka kimsenin kullanmadığı bu lakabın zamanı ve sebebi hakkında bir şey öğrenemedim. Oysa Daldalların Ömer Honça'ya İtömer lakabındaki motivasyon az çok tahmin edilebilir. Rahmetlinin diğer bir lakabı Gıdakömer idi ve bunu İdirizlerin Ömer İdis ile ortak kullanırlardı. Yumurtlarken çıkardığı ses nedeniyle tavuklara işaret eden yansıma bir kelime gıdak...

    Köpeklerin sevimliliğini anlatan yansıma sesler gıdi ve gıdik'tir. İlk kelime bir sülaleye ad olmuş, Gıdiler deyince soyadı Asan olan sülale akla geliyor.

    Zağar da aslında bir köpek cinsidir, fakat kısa boylu bir cins. Zamanla bazı kısa boylulara bu kelime lakap olarak yakıştırılmış. Daha doğrusu benzet mi yapıldı, lakap mı takıldı, yoksa yakıştırma mı tam belli değil... Zağarayşa Gocaosman'ın ikinci hanımı Ayşe İdis; Zağarferide Buydeycigadir'in hanımı Feride Dadak; Zağarhalil ise Faddiklerin Halil İleri'dir...

    Şeherlioğlu Mehmet'e neden Kedimehmet dediklerini bilemiyoruz. Ahmetçavuş Ahmet Şık'ın babasıdır. Asker dönüşü tipide tersi devrilip köyü bulamayınca, orman kenarındaki bir azada çıkıp orada vefat ediyor. Bu ağaca hala Kedimehmedinazat diyorlar...

    Hacımahmutların Veli'ye de Kediveli diyorlar. Sonradan bu onun sülalesine lakap olup Kedivelilere dönüşüyor. Kediveli'nin oğulları Çolakhüseyin ve İbrahim Ildız, oğullarına babalarının adını vermiş; Çolaküseyin'in Veli Ildız halen ayrıyeten bir Kediveli gibi anılıyor.

    Kuzular kırkılırken bazıları hayvanın orasında burasında tutam tutam yün bırakırmış, gösteriş olsun, güzel görünsün diye... Kırkmadan bırakılan bu tutam tutam yünlere alık deniliyor. En çok ve en güzel alıklı kırkımı Hassönlerin Mahmut yaparmış. Guliz Osman Koç'un dedesi olan bu zata Alıklımahmut lakabı takılmasının hikayesi böyle... Alıklımahmut gittiği Hicaz'dan geriye dönememiş, ama onunla birlikte alık kelimesi de tarihten silinmiş. Çünkü kelimeyi Eğret'te başka hiç bir yerde kullandıklarına rastlamadım...

    Kuzu deyince Sakanın Kelbekir'in İsmail Atay'ı hatırlamadan olmaz; zira lakabı Guzuguzu idi... Çocuklara hitaben guzu kelimesini çokça kullandığı için böyle lakaplandığı sanılıyor. Dayıların Hasan Yola'ya Gocagoyun yakıştırması yapıldığını işittim, ama bu çok yaygınlık kazanmayan bir lakap olmuş...

    Keçilere geçmeden önce Doğvellere uğramalıyız. Bağlantı doğu kelimesinde gizli, bir manası koyun ve keçilerde bir kulak biçimiymiş. Tam ayrıntısına vakıf olmadığım bu mana galiba arkaya yatık kulakları ifade ediyor. Veyisoğlu Veli'nin kulakları biraz böyleymiş, bu sebepten kendisine Doğuveli demişler. Sonra bu lakap çocuklarına ve özellikle torunu Halil İbrahim Varlı'ya miras kalmış. Yanlışlıkla Doğveli bilinen Halil İbrahim Varlı 1964'te vefat etti, sülaleye Doğveller diyorlar.

    İki asır evvel erkek çocuk bakımından Eğret'in en kalabalık hanesi Selimler'dir. Her bir oğlan öyle bir dallanıp budaklanıyor ki bugün Selimler menşeli 15 civarında sülale var. Bunlardan biri de Selimoğlu Mehmet'tir ki Keçi diye lakaplanmış. Sonra iki oğlu Ahmet ile Arif Keçioğlu, bir kızı Ümmühan da Keçigızı diye bilinmişler. Ahmet çocuklarına Melezler, Arif çocuklarına Guldurlar denilecek, ama ikisinin ortak adı Keçiler olarak kalacaktır. Seçen/Seçan soyismiyle maruf bu sülalelerde lakabıyla bütünleşen isimler Keçininali ve Keçimehmet'tir. Keçigızı Ümmühan ise ileride Gırali'nin ninesi olacaktır...

    Bu kez sondan gidelim... Bugün Göcen diye bilinen Asım ve Ahmet Gülen kardeşlerdir... Bu lakabı almalarına sebep önceki soyadlarıdır. Göcen kelimesi Eğret'te tavşan yavrusu demek oluyor. Babaları Çatalların Mevlüt'e Göcen diyorlar. Belki de bu sebepten dolayı soyismini Gülen olarak değiştirmişler. Ne olursa olsun lakaptan bir türlü kurtulamamışlar. Gerçi Mevlüt Gülen'in bir başka ve yaygın lakabı da Potuk idi ve bu lakap da ölene kadar peşini bırakmadı. İki farklı hayvanın yavruları aynı anda aynı kişiye neden yakıştırılır ki? Potuk da deve yavrusu demek... Bunun sırrı sonradan anlaşıldı. Meğer Potuğun anası Hatice Hanıma Devenine derlermiş. Tığlıların kızı olan Hatice Hanıma neden bu yakıştırma yapıldığı bilinmiyor, ama oğluna Potuk denilmesi belli...

    Arapların Şahismail'in bir diğer lakabı da Deveci idi. Hatta bu lakabı diğerine göre daha yaygın bir kullanıma sahipti. Eğlenceli bir kişiliği olan Deveci İsmail Sargın, Çanakkale'deki askerliği sırasında birliğe ait develerin bakımından sorumluymuş.

    Çakalların lakabı tam bir muamma... Şu sebepten, çakal kelimesinin iki anlamı bulunuyor. Birincisi hayvanın anlındaki beyaz benek, diğeri de malum yırtıcı bir hayvan... Soyadı Yet olan Ümmetlerin Çakalların lakabı kelimenin ilk anlamıyla ilgili olduğu söyleniyor. Bilindiği gibi sülalenin saç, sakal hatta kiprik rengi beyaza çalar. Hatta ve hatta Akkiprik Hasan Yet hatırlansın... Soyadı Eren olan Eminlerin Çakalhüseyin sülalesinin lakap sebebini bulamadım.

    Bu arada Bolvadinli Çakalları da unutmamak gerek. Yalnız onların Çakallar lakabı Eğret'te pek bilinmiyor, ben de kayıtlardan öğrendim. Bilinen iki kardeşten büyük olan Bekir, Yenimısdık Mustafa Haykır, Alosmançavuş Ali Osman Haykır ve Halil Haykır'ın babalarıdır. Küçük olan Hüseyin ise Dalgalıoğlu soyadını almış, ama Irafan olarak bilinen kişidir. Sakin sakin ama hızlı iş görmesi, sebebiyle kendisine bu lakap layık görülmüş olabilir, çünkü ırafan atın rahat ve seri yürüyüşü demek olan rahvanın Eğret ağzındaki telaffuzudur.

    Eski Eğret'te ileşberlikte çiftçıbık işlerinde kele, öküz, celep, manda, camız diye adlandırılan hayvanlar kullanılıyor. At ve eşek ise daha çok ulaştırma amaçlı kullanılıyor. Atı çifte koşmaya 20. yüzyılda geçilmiş. İlk geçenlerden biri olarak Arzıların Mehmet Tüblek gösteriliyor. Bu yüzden kendisine Beygirli lakabı uygun görülmüş.

    İşofun Mehmet Okutan'a neden Dombeyli denildiği bilinmiyor; ama Gocamatların Ali Tektaş'a Sinekli denilmesinin sebebi futbol oynarken topu ayağında çok tutup bir türlü pas atmamasıydı. İzmir'e göçtükten sonra lakabını sürdürdüler mi bilmem. Aynı şekilde İzmir'e gitmeden, köydeyken Çulluların Adem Azbay'a Balık derlerdi.

    Patlakların İhsan Patlar'a Celepessan veya kısaca Celep derlerdi. Cambaz anlamında kullanılmaz bizde bu kelime, yerleşik manası öküz demektir. Siçanali'yi tarife ne hacet; fakat lakabının hikmetini bilemiyorum, dişlerinin yapısından dolayı olabilir. Aynı şekilde Yörüğoğlularun Gurtluahmet... Eğret'te kurt, küçük kurtçuk anlamında kullanılır, meyve kurdu gibi. Yani Gurtluahmet'in lakabının canavar olan kurtla ilgisi yok...

    O halde canavara geçelim. Gavasın Ramazan Sargın'a Canavarcı denmesinin tek faili, eniştesi Gocagulağın Ahmet Kalkan imiş... Dediklerine göre Ramazan Sargın avdan gelirken çeşme başında eniştesiyle karşılaşmış. Vurduğu tavşanı istemiş, ama beriki vermeye yanaşmamış. Bunun üzerine enişte 'Ben de sana öyle bir lakap takarım ki...' diye kinlenmiş ve neticede Canavarcı yakıştırması ortaya çıkmış. Rahmetlinin çocukları hala kendine izafe olarak Canavarcının Ömer, Aziz, Mehmet diye anılırlar...

    İlk duyduğumda bana çok ilginç gelen yakıştırmaya geldik... Bizim sülalede (Veyisler) Gurbağı Hala diye bahsedilen biri var, sordum soruşturdum nokta atışı bir kişiliğe ulaşamadım. El yordamıyla da olsa bulduğum halayı tarif edeyim. Deliban İbrahim Dadak'ın babasıyla hala-dayı çocuğu olan Fadime... Kiminle evlendiği bilinmiyor, Ayşe adında bir kızı Tongulların (Soyadı Yiğit olan eski Tongullar bunlar) Mehmet'e varıyor. Dudu adını verdikleri bir kızları oluyor ama o kızcağız daha küçükken yetim kalıyor. Dudu vakti geldiğinde Devrimbeşlerin Godalömer'e varıyor, orada Gödemehmet, Gıvık ve Kirtyusuf'un anası olacaktır... Gençken dul kalan anası Ayşe Hanım ise Gasapların Ömer'e varacak ve Arapüseyin, Bidakge ve Gasaplarınibram'ın anası olacaktır... Saydığımız tüm bu isimler hep Gurbağı Halanın torunları oluyor...

    Mardakların Mehmet Saki'ye neden Geneli dediklerini bilmiyorum, fakat Arzıların Çavuş Mehmet Tüblek'e Piremehmet denilmesi, minyon tipli ve zıp zıp hareketli yapısından olsa gerektir. Delibanın Mehmet Dadak'a, sayısız lakabının yanında eriyip giden Böcekçimehmet yakıştırması yapılması, bir zamanlar gurtlugucak/salyangoz alımı yapmasından dolayıdır...

    Soyadı Atay olan Sakalardaki saka kelimesi kuş adı değil. Askerde su taşımakla görevli kimselere saka derlermiş, buradaki saka odur. Tekirgızıların tekirinde zannedildiği gibi kedi manası yok, Tekirdağ kökenli olduklarına işaret ediyor. Aynı şekilde Tekelilerin tekesi de keçi değil, Tekeli Yörükleriyle ilgili. Fakat Tekeli Yörükleri adını o hayvandan aldığı da malumdur. Bu arada Urganlıların Teke Hüseyin Öncül'ü zikretmek lazım...


18 Kasım 2024

Renkli İsimler

 
    Peşin peşin söyleyeyim, başlıktaki kelimelerde mecaz yoktur, en gerçek anlamlarıyla kullanılmışlardır. Renk içeren sıfatlarla lakaplanmış gerçek kişilerin ele alındığı bir yazının başlığıdır.

    'Bizim köyde her renkte Ömer var; akı, karası, yeşili, sarısı...' dediklerinde bu konuda bir şeyler karalamayı kafaya koymuştum. Çok önceden tasarlanmış yazıyı kaleme almak bugüne nasipmiş.

    Köy yerinde en yaygın lakaplama sebebi insanın ten rengidir. Fiziki görünüm, saç sakal göz rengi, bazı karakteristik özellikler, çok başvurulan bazı sözler gibi başka etkenler de vardır; ama iş birine lakap takmaya gelince, en çok derisinin rengine bakılıyor. İşte o vakit renk ifade eden sıfatlar ismin önüne gelip lakap olarak kalıplaşıyor. 

    Yazmaya kışkırtan Dört Ömer'lerle başlayalım. Yaşa göre bir sıralamaya gidilirse, ilk sırayı Emiralioğlu Ömer alır. 1884 Yılında doğmuş. Gözleri keskin yeşil olduğundan Yeşilömer diye lakaplanmış. Emiralilerin en önemli kolunu teşkil eden çocukları da Yeşilömerler sülalesi diye bilinecektir. İyi cura çaldığı söylenen Yeşil Ömer Fidan 1935'te vefat etmiş.

    Renkli Ömer'lerin ikincisi İdirizlerin Ömer'dir. 1910 Yılında doğdu. Sarıömer diye lakaplandı. Yeşilömer'in damadı olan Sarı Ömer İbili'nin iki hanımından dokuz çocuğu oldu ve 2008 yılında vefat etti.

    Ak ve Gara Ömer'ler emmioğlu oluyorlar. Körüslüoğlu Ömer'in torunları olan Ömer'lerin ikisi de 1912 doğumlular. Babaları Cihan Harbi şehidi. Ali oğlu Ömer Kök'e Akömer, Mustafa oğlu Ömer Kök'e ise Garaömer denmesinin sebebi malumdur. Birbirinin zıddı iki renle lakaplanmalarına sebep anneleri olabilir. Çocuklarını evererek dünür de olan bu iki emmioğlundan ilk vefat eden Garaömer'dir, 1979'da öldü. Akömer ise ondan üç yıl sonra, 1982'de vefat etti.

    Köyde soyadı Zenger olan geniş Arapselimler sülalesi, resmi kayıtlarda Zenciselimoğulları diye kayıtlı. Bu tabirin ikisi de doğrudur, çünkü Eğretliler Afrika kökenli insanlara Arap diyorlar. Haliyle bu kelime ırk tanımlamasından ziyade ten rengiyle alakalıdır. Sülalenin ilk atası Selim daha küçük çocukken, Veyislerden bir hacının yanında getirildiği anlatılır. Yaklaşık iki asır önceki bu gelişten günümüze aile mensupları Arap veya Gara sıfatıyla anılmışlardır. Arap Arif, Gara Selim, Arabın Ali, Arap Irmızan, Arap Şükrü gibi... Arabınali oğlu Arap Irmızan, babasının soyadı yerine Şekerali abisinin soyadı olan Tetik'i almış...

    Anası Arapselimler, babası Hacımahmutlardan olan Gambırömer ve Köralosman'ın anaları Kezban Haykır (1888-1970) Arapnine/Arapgızı diye bilinirdi.

    Yine çok kalabalık bir sülale olan Araplar var... Esmer olmadıkları halde böyle lakaplanmış olmaları çok anlamlı. Sülalenin geçmişi ne kadar eskiye götürülebilir, bilemiyorum; ancak en eski Eğret belgesi kabul edilen belgelerde hem isim olarak Arap kelimesine hem de Arap oğlu tabirine rastlanıyor. Bugün Tok, Sargın, Kurt soyadlarını taşıyan Araplar sülalesinin yakın tarihteki bilinen atasının Sarı İsmail olduğunu da belirtmek lazım. Bir de yine bu sülaleye mensup 'Gara Ayşe oğlu Arap Ali' ailesi var ki Kıcır soyadını almışlar, ama ailenin son ferdi 20. yüzyıl ortasını göremeden vefat etmiş. Onlar kadar şanslı olmayan 'Arap oğlu Ahmet Hasan' ailesi ise soyadı bile alamamış. Dolayısıyla geniş Araplar sülalesinden yalnız Sarı İsmail torunları kalmış.

    Gasapların Ömer oğlu Hüseyin'e Arapüseyin denilmesinin Araplar veya Arapselimler sülalesiyle bir ilgisi bulunmuyor. Kendisine Gocaüseyin de denilen Hüseyin Eser (1908-1979) garayağız biriymiş, lakabının tek sebebi budur. Aynı şekilde Berberüseyin'in babası Omarcıkların Halil İbrahim Sağlam da (1901-1975) Arap diye anılırmış.

    En çok lakaplama sıfatı olarak kullanılan kara/gara kelimesiyle devam edelim. Bu sıfatın çok kullanılmasının sebebi gayet anlaşılırdır. Biraz esmer olan herkes bu kelimeye layık görülmüş. Doğuştan bu özelliği taşımasa bile güneşin altında herkes birazcık kararabilir. 

    Bununla beraber sülale adına yansımış haliyle en eski yakıştırma Garamusalar olarak karşımıza çıkıyor. 1831 Yılı kayıtlarına 'Kara Musa oğlu Ali' reisliğinde yazılan hanede hiç erkek evlat bulunmuyor. Beş kızı olan Garamusaoğlu'nun nesli onlardan devam edecek. Bir kızını Gocamat (Ahmet Tektaş)ın büyük dedesine, diğerini de Tureşoğlu Mustafa'ya veriyor. Tureşoğlu da Tingildekler ve Gödeşlerin atasıdır... Kayıtta adı geçen Garamusa'nın ne kadar kara olduğu bilinmiyor; ama adı Tingildekler'in Musa Kasal dede ve onun torunu, Gözeliban'ın Musa Tok yoluyla yaşatılmış...

    Dikkat çeken diğer sülale de Garamehmetler'dir. Afyonlu Karamehmetler sülalesi ile bağlantılı olduğu söylenen Eğretli Garamehmetlerin köye gelişine dair ilginç hikaye şöyle: Afyon'da bir asayiş vukuatına karıştıktan sonra şehirde duramayıp bir gecede terketmişler. Nereye gideceğini bilmiyorlarmış, ama dört kardeş ilk durak Eğret köyüne yerleşip bir daha da oradan ayrılmamışlar. 19. Yüzyılın ilk çeyreğindeki bu yerleşmeden bu yana Eğret'teki Garamehmetlerin Ali çocuklarına Alicikler denilmiş, bugünkü Kırbaç ve Ata soyadını taşıyan Naymeler ve Kelçakır aileleri Aliciklerin devamıdır. 1950'lerde vefat eden Garamehmet de lakabın son temsilcisi denilebilir... Dört kardeşten ikincisi olan Garamehmetoğlu İbiş'in soyu üç kız torunundan bugüne ulaşmış. Birincisi Kamerşah yoluyla Guycular ve Danalar irtibatı sağlanmış, ikincisi Kezban İbiş Tür'ün anası olmakla İbişler sülalesine kaynaklık etmiş ve en küçüğü Satı da Demirdelenoğlu Yahya'ya vararak Şaval Kadir Özdemir'in analığı olmuştur... Üçüncü kardeş Garamehmetlerin Halil, bugün Kanat soyadlı Haliloğluların; en küçükleri Hüseyin de Çetin soyadlı Garapaçaların atasıdır...

    Bir de Yahyaların Garamehmet var ki, aslen Eyüplerdendir; yukarıdaki Garamehmetlerle alakası yok. Onun çocukları Yahyalar sülalesini oluşturur ve Diril soyadını almışlardır.

    Garahmetler sülalesi ise aslında Ayanoğluların bir kolu olup Hacıahmetler olarak da bilinir. Gara Ahmet Patlar (1887-1968)dan başka 20. yüzyıl ortalarında İblak'a her yıl konan Aşiret Yörüğü Gara Ahmet de Eğretli gibi meşhur ve sevilen biriymiş. Halis'in babası Osmanköylü Ahmet Özdemir de, Patlakların İsmail oğlu Ahmet Patlar da Garahmet diye bilinenlerden...

    Emiralilerin Mustafa'nın lakabı bir belgede Karakuzu oğlu biçiminde geçiyor. Köyde onlara Garaguzular derlermiş. Şimdi de aynı lakapla anılan Önkal soyadlı sülale, onların devamıdır.

    Süleyman Yavuz (1904-1973) aslında kumral biridir. Garaca lakabı ona, Karacabey diye bilinen Olucaklı babası Halil'den miras kalmış. Kendisi vefat ettikten sonra eşi Hatice Hanım da Garacagarısı diye anılırdı... Alakasız bir bilgi olarak şunu da belirtelim, 1572 tarihli tahrir defterinde Eğret'te Karacaoğlu diye biri var...

    Alemdaroğlu Ahmet yaşasaydı soyadı kanunuyla Kızılyel soyismini alacaktı, onun yerine oğulları aldı. Çocuklarına bir de lakabını miras olarak bıraktı; zira kendisine Garadeli derlerdi, çocukları da Garadeller olarak anılıyor.

    Kara kelimesinin lakap olduğu kişisel olaylara geçebiliriz. Garapaça'dan yukarıda söz etmiştik, Garamehmet kardeşlerden gelen bir kolun adı. Yamalı veya ekli bir çorap/tozluk/şalvardan dolayı böyle lakaplanan kişi, Garamehmetoğlu Hüseyin'in kendisi veya çocuklarından biri olabilir.

    Gobakların Garabacak İsmail Kaçmaz (1889-1943), Hacımahmutların Gocahasan eşi Garabacak Emine Öztürk (1903-1984), Hacımahmutların Garaçaylı Kazım Öztürk (1918-2002) ve Guycuların Garaburun Seydi Ahmet Mola'ya (1932-2023) neden böyle bir lakap takıldığı az çok tahmin edilebilir. Keza Gobakların Salih Kaçmaz ile Urganlının Adem Öncül'e Garagaş denilmesi de öyle... Bir de isminin önüne kara sıfatı getirilerek lakap kazandırılanlar var. 

    Hacımahmutlar kızı, Kelsalek anası Ayşe Azbay'a (ö.1959) Garayşa diyorlar. Eyüplerin kızı, Şekerali ve Arapırmızan'ın anaları Satı Tetik (1879-1959) Garasatı idi. Gobakların Garabacak kızı, Mardakların Kelmısdıfa eşi Halime Saki (ö.1994) Garahalime olarak bilinirdi. Tekelilerin kızı, Haydar'ın hanımı Sabire Acar (1930-1979) Garasabire; İşof'un kızı ve Garaçaylı'nın hanımı Emine Öztürk (ö.2012) Garaemine diye anılırlardı. Ayrıca Sıntırların Garakazım (1930-1963) ve Yahyaların Garaüseyin (1932-2016) de zikredilmesi gereken kişilerdir.

    Nispeten daha yakın tarihe denk gelen Garaiban'lar var. Hece yutulmasıyla gariban gibi anlaşılan bu lakapların ilki Kipil'in İbrahim Honça'ya, ikincisi Gobakların İbrahim Kopan'a ve sonuncusu Güçcükahmet'in İbrahim İleri'ye verildi. Esmerliğinden dolayı İbrahim İleri'ye böyle seslenirdik, zamanla bunun yerine sadece 'Böcek' dediler ki aynı şeyi ifade eder.

    Lakaplaşan kara maddesini kapatmadan önce Bacıdede Seydi Değer tarafından 25 Eylül 1944 tarihinde vefat ettiği 'Garagız ninenin ölümü' ifadesiyle kaydedilen kişinin kim olduğu belirlenemediğini de söylemeliyiz.

    Kara olur da ak olmaz mı, elbette bütün renklerin aslı olan ak ile yapılmış lakaplara da rastlanır; ancak bu kara kadar yaygın değildir. İlki Ayanoğlu İbrahim'in oğlu Halil çocuklarıdır ki bunlara Akgaşlar deniliyor. Aslında çok da ten rengiyle alakası yok gibi duruyor. Çünkü bu sülale adı 1934'te Akkaş soyismi alınmasından sonra oluşmuş. Yine de kaydedilmesi gereken bir lakaptır.

    İkinci olarak zikredilmesi gereken Akbaşlar ailesidir. Ömer ile kardeşi Hüseyin (Çanlı) daha küçüklerken anaları ile birlikte Akören'den gelmişler. Buraya gelmelerinin sebebi, analarının Eğretli olmasıdır. Soyadı kanunuyla birlikte Karakaya soyismini almışlar, burada ak-kara tezatı gözden kaçmıyor. Akbaş lakabına sebep olarak Ömer'in başındaki bir tutam beyazlık gösteriliyor.

    Hacımahmutların Sakızcılar koluna bazıları Akgızlar da dermiş. Bu lakabın tam olarak ailedeki hangi kadına verildiği konusunda bilgi bulamadım.

    Bireysel ak lakabıyla anılanlar da sülaledeki gibi çok değil. Körüslerin Akömer Kök'ten başta söz etmiştim. Ümmetler/Çakalların Hasan Yet'e de Akkiprik derlerdi. Kiprikleri dikkat çekici biçimde beyaza yakın sarıydı Rahmetlinin... Gavasın Topal'ın hanımı, Körhalil kızı Havva Sargın'a Akhava diyorlar... Arzıların Ömer Tüblek Akgabak diye bilinir. Delibanın Hasan oğlu İbrahim Dadak'a da eskiden Akgabak derlerdi, unutuldu gitti... Bu konuda denilecekler bu kadar...

    Yalnız ak kelimesi geçmese de o renge işaret bulunan bir lakap var ki o da kır/gır rengiyle ifade edilir. Genellikle beyaz atlara kır at denildiği malumdur. Aynı tabiri insanları tanımlamaya da uygulayıp, saçlarında göze batacak derecede ağartı bulunan kimselere gırgafa deniliyor. Bunların en bilineni Kelahmetlerin Bahattin Azbay'dır...

    Bu kelimenin bir sülale adında kalıplaşmış haline de rastlanıyor. Tomanlar/Kelhaliller diye bilinen sülalenin 1904 kayıtlarındaki resmi adı 'Kır Hasan oğlu' diye geçiyor. Şimdi Köz ve Göz soyadlarını kullanan bu sülaleye Eğretliler Gırasanlar dermiş... Ayrıyeten Omarcıkların küçük bir kolu da hala Gıraliler olarak biliniyor...

    Bembeyaz sakallarından dolayı Berberoğlu Osman'a Pambık Dede derlermiş. 1930 Yılında 61 yaşındayken vefat ettiğinde çocuklarına ve torunlarına lakabını miras bırakmış. Gözalıcı soyadını taşıyan Pambıklar sülalesinin kısaca hikayesi de böyle...

    Hayat siyah-beyaz, ak-karadan ibaret değil, onun gri alanları da çok fazla. Bununla beraber insanı tanımlamada bu renge çok fazla yer verilmiyor. Gri zaten olamaz, belki boz kelimesi kullanılabilirdi; ama onu da göremedik. Yalnız gümüş kelimesi var ki yüzde oluşan kavlaklıkları ifade için bu yola başvurulmuş gibi hissettim. Çünkü hem Şavalın Gümüş Dursun Özdemir'de hem de Gocayörüğün Gümüş İbrahim Honça'da benzer özellikler var...

    Sarıya geçelim. Bu kelime karadan sonra en çok başvurulan renktir. Ne de olsa esmerler kadar sarışınlara da çok rastlanan bir toplumuz. O kadar olmasa bile kumrallar da bu kategoriye sokuluverir. 

    İlginç bir isimle başlayalım, 'Yolcu oğlu Sarı' 1572'deki kayıtlarda görülüyor. Bir kaç asır sonraki belgelerde ise Eğret hanelerinden birine Sarıoğlu deniliyor ki, bunun halk arasındaki adı Sarılar'dır... Sarılar sülalesi aslında Külcülerin bir kolu oluyor ve kızlarından birini Tomanlara diğerini Turabilere vererek onlarla yeniden sıkı bir bağ kuruluyor. Üç oğlanın üçü de Cihan harbi yıllarında vefat edince sülalenin nesli kesiliyor. Fakat unutulmasın, Toman'ın anası ile Capbak'ın anası Sarılar kızıdır...

    Garamehmetlerin İbiş torunu, Eyüp kızı Sarısatı'yı tekrar hatırlamanın vaktidir. Demirdelenoğlu Yahya'nın ilk hanımı olup Şavalgadir'in analığıdır. Üvey oğlu olmasına rağmen Şaval'ın giyim kuşamına dikkat eden çok titiz bir kadın diye anlatılıyor. Bu kelime ile sıfatlanan başka bir Eğretli kadın duymadım.

    Erkeklere gelince ilk akla gelen olarak İdirizlerin Sarımehmet İdis söylenebilir. Dedemısdık, Gambırtevfik, Sarıalosman, Gıdakömer ve Yalamaşükrü'nün babaları olan Sarımehmet 1947 yılında öldü. Onun torunları olan Mehmet İdis'lerin de her biri kendi gibi az çok Sarımehmet idiler... 

    Diğer bir Sarımehmet de Gademlerin Sarı Mehmet olup Gadıngız'ın babası, Tırılhasan'ın ise dedesidir. 1926 Yılında vefat etti...

    Daldalların Sarasan (Hasan Dadak), Hacahmetlerin Sarışükrü Patlar unutulmasın. İdirizlerin Saralosman (Ali Osman İdis)in adı yukarıda anılmıştı. Ve son zamanların meşhur sarısı Guycuların Sarali (Ali Mola)... Bunlardan başka yalnız sarı kelimesiyle vasıflandırılan, öyle ki bu renk söylendiğinde hemen akla gelen bazı isimler var. Bunlar Tingildeklerin Sarı (Halit Akyol) ve Bacıların Sarı (Ramazan Değer)dir...

    Sarının her tonu, koyusuyla açığıyla sarı içinde değerlendirildiğini söylemiştik. Onun kalabalık olmasına sebep bu olabilir. Bununla beraber koyu sarı, hatta kızıla çalan yüzler özel bir sıfatla tanımlanır: çapar... Eğret'in bilinen iki Çapar'ı var; biri Dedelerin Akgalak Çapar Mehmet Dadak (1925-1999) ve diğeri Müdüroğlunun Çapar Mustafa Eşiyok'tur (1935-1993)... Bunların dışında kırmızı rengi ifade eden bir lakap bulunmuyor, Gızılgız Kezban Eşiyok müstesna... Ayrıyeten Gödeşlerin Ramazan Seviş'e gençliğinde 'Gırmızı' denildiğini şöyle böyle hatırlıyorum, demek ki bu tutmayan bir lakap olmuş...

    Sarının tonlarında bir de kahverengi meselesi var. Bilindiği gibi yüzdeki kahverengi lekelere çil deniliyor. Böylelerine çilli demek yerine kısaca çil der geçerlermiş. Hüseyin ve Resul Hocaların babası Mehmet Ayas Çilefe/Çiloğlan, Hassönlerin Hacıefe'nin oğlu Çil Mahmut Omak, Manavların Turabi Ahmet Öztürk'ün hanımı Çil Ayşa bunlara örnek gösterilebilir. Bir de Hacı Resul Tül kızı, Garmenlerin Ahmet hanımı Rabia Geçer var... Kendisine Çinigız denilmesine sebep bu olabilir...

    Çok yaygın bir tondan sadece birer örneği olan iki renge geçiyoruz. Mollahmetler/Müdüroğluların kızı olan Ayşe, Çolömerin Halil'e varıyor; Şampaya İdris Salman'ın anasıdır. Yüzünün rengi dolayısıyla Mor Eşe diye anıldığını söylüyorlar. 

    Alemdaroğlu Mehmet Kızılyer de Kalecikli Hacı'nın kızı Fadime ile evleniyor. Fadime Hanımı herkes Mavı olarak tanıyor. Adının önüne geçen bu lakabın sebebi anlaşılamadan Mavı Hanım 2010'da vefat etti...

    Yeşil kelimesi de yalnız iki kişiye lakap olmuş. Bunlardan en yaygını ve sülalesinin de adına dönüşen Yeşilömer'den bahsetmiştik. Diğeri Güdükmehmet'in kardeşi Abdurrahman Işılak'tır. Yeşilhafız'ın çocuğu yok, bu vaziyette 1957'de vefat etmiş.

    Finali yine çok kullanılan bir kelimeyle yapalım; çakır... Bilindiği gibi yeşilden maviye, renkli gözleri tanımlamada bu kelimeye başvurulur. Ayrıca gözleri renkli olanlara da kısaca çakır denir. Anıtkaya'da bu adla koca bir sülale var. Hatiboğlu Mustafa çocuklarına Çakırlar deniliyor. Aslında bu lakabı kazanmalarının gerçek müsebbibi Hatiboğlu değil, eşi Fatma Hanımdır. Muhacir Osman kızı olan Fatma Hanıma Macur Nine de diyorlar, Çakır Nine de; çünkü çakır gözlü biri. Kendisinden sonra oğullarına Çakırmehmet ve Çakırosman denildikten başka, Erdem soyadını alan sülalenin tamamı da Çakırlar'a dönüşüyor.

    Mardakların Hüseyin Saki'ye, Naymelerin Ahmet Kırbaç'a, Bacıların İbrahim Değer'e yalnızca Çakır deniliyor veya başına sülale adı eklenerek Mardakların/Naymelerin/Bacıların Çakır dendiğinde bunlar anlaşılıyor.

    Aliciklerin Kelçakır var, adı Ahmet Ata... Onun oğlu İbrahim Ata'ya Deliçakır veya Çakıriban diyorlardı... Bütün bu saydıklarımızın renkli gözlü olduklarına şüphe yok...

    Unuttuklarımız veya bilmediklerimiz mutlaka vardır. Her şeye rağmen Eğret/Anıtkaya'da renk bildiren kelimelerin lakaba dönüşme durumu çok fazla olduğu görülüyor.



12 Kasım 2024

Ağıl Hayatı

    Çoğu tarih olsa da bir kısmı yenilenmiş haliyle hayatiyetini devam ettiren ağılları listelemiştik. Yirminci yüzyılın ortası itibariyle bilinen Eğret ağılları hep dağda bulunuyor, bazıları da ormana yakın arazi civarında yer alıyordu. En az 300 koyun mevcutlu ellinin üzerinde koyun sürüsü ve otuzdan fazla ağılın bulunduğu o listeye bakılırsa İblak/İlbulak dağı ikinci bir Eğret köyü gibiydi. Haliyle her bir ağıldaki bireysel hayatın yanında, İblak'ta bir sosyal hayatın varlığını kabul etmeliyiz. Mümkün olduğunca İblak'taki bu ağıl hayatını inceleyeceğiz.

    Her yanı yaylım olan İblak'ın otu, gündönümünden sonra pek yağış olmadığı için bir anda kurur, sürüyü eğleyemeyecek hale gelirdi. Bu anda onların imdadına anız yetişir. Temmuz ayından itibaren ekinler biçilir, koca arazi mallara kalır. Artık kış gelene, kar yere düşene kadar koyun sürülerinin yaylım alanı buralardır.

    Tekrar dağa, ağıllara dönüş kış geldiğinde başlıyor. Fakat oraya gelene kadar bir takım hazırlıklar eşzamanlı halledilir. Misal ağılın bakımı yapılır, dambeş sıvanır filan... Lazım olacak saman, yem, kuru ot gibi hayvanın erzağı çekilir. Yani daha koyun ağıla taşınmadan, onun konforu için her şey düşünülür.

    Bununla beraber ağılda ve anızda eğlenme dönemlerini kesin ve net çizgilerle belirlemek doğru olmaz. Duruma göre bu dönemler uzayıp kısalabilir, mesela bazıları kışı beklemeden sonbaharda ağıla taşınabilirler. Tam tersine kışı köyde geçiren sürüler de bulanabilir. Şubat sonu, Mart gibi kuzulama dönemi başlar. Bu dönemi köyiçinde geçirenleri de hatırlıyorum. Yani kışın ortasında bize ilginç gelen yeni doğmuş kuzularla oynardık. Demek ki kuzulama dönemini ağıl yerine köyde geçiren sürüler de bulunuyordu. Belki ağılı olmayanlar böyle yapıyordu, belki de kuzuleci koyunlara köyde bakıyorlardı; bundan pek emin değilim.

    Her nasıl ve ne zaman yapılırsa yapılsın, ağıla çıkmak büyük bir vaveylayla gerçekleşiyor. Hayvanı sürüp götürmek tamam... Bir de geç çıkılacaksa kuzu var, başka şeyleri de götürmek lazım, hatta tavuk civciv filan... Bu bakımdan ağıla çıkmak bir bakıma yarım yayla göçü gibi düşünülmelidir...

    Dağda yaylım bitmiyor, yeter ki kar yorgan gibi her yeri kapatmasın. İşte böyle zamanlar için kış hazırlığı yapılmıştı. Saman, ot takviyesi bugünler için... Sair zamanlarda hayvanlar İblak'ın her yanına serpiştirilmiş şırıl şırıl çeşmelerden sulanıyorlar. Kar depdirdiğinde ağılda yediriliyor, ama sulama işi zora giriyor. Çeşmelere ulaşım zorlaşıyor çünkü...

    Bazı ağıl yakınlarında göletler oluşurmuş. Kar ve yağmur sularının biriktiği bu küçük göletler zaruret halinde çok iş görürmüş. Daldalların ve Dombeylinin ağıl göletleri gibi... Yalnız kış sertleştiğinde bu göletler donduğu için işe yaramaz hale geliyor. O zaman müdahaleyle buzları kırmak gerekiyor. Candırma Halil Omak öyle yaparmış...

    Kış günlerinde, mal kapalıyken onların bakımının dışında yapılması elzem bazı işler var, çoban onlarla uğraşıyor. Bunlar köyde yapılması gerekenlerden farklı değil; odun kesmek, gar kakmek vs. Dambeşi kar ağırlığından kurtarmanın adı olan gar kakmek önemli tabi, ihmal edilmez.

    Köyde olsan odaya kahveye gidersin, burada o imkan yok; ama sosyal hayat büsbütün sıfır değil. Komşu bir ağılda toplanıp eğleniyor, vakit geçiriyorlar. Zaten ağıl bir kampüs olarak düşünülürse, çobanın kaldığı yere oda deniliyor. Birinin odada toplanıldığında orası köyodasına dönüşüyor.

    Tipik bir ağıl odasını tasvir edelim. Tek göz bir ev düşünelim. İkiye bölünen bu odanın bir bölümü seki olarak yükseltilmiş. Sekinin üstündeki duvarda küçük bir pencere var, onunla hem aydınlatma sağlanıyor hem de dışarıyı gözetliyorsun. Yün yer yatağın da bu sekinin diğer ucuna dürülmüş. Genellikle sekide oturup yemek yiyor ve misafir ağırlıyorsun. Odanın diğer bölümünde bir ocak var. Antika şömine diye tarif edilen duvara gömülü bu ocak aslında ateşhanedir. Burada yakılan ateşle odayı ısıtır, yemeğini yapar, çayını demlersin. Ocağın mutfak görevi bittikten sonra oradan aldığın bir közle sigaranı yakar keyfine bakarsın. Ocaklar çok işlevseldir... Ocağın ortasına kurulan üç bacaklı sacırak (sacayağı)ndan başka bir odanın demirbaşları şunlardır: Bir dığan, isli bir çaydanlık, üç beş kaşık, üç beş bardak, bir kara tepsi, bir saç, bir ocak güğümü, bir kandil ki çoğunlukla körgandil denilen idare lambasıdır... 

    Ağıl odasının planı ve orada bulunması gereken eşyalar aşağı yukarı böyledir, ancak zaman ve şartların gereği bazı değişiklikler olabilir. Mesela odanın bitişiğine bir hayat, eşyalara el feneri, radyo gibi yenilikler eklenebilir.

    Yeri gelmişken odadan başka ağılın hangi bölümlerden oluştuğuna da bakalım. Çünkü ağıl esas olarak hayvanların barınması için inşa edilen yerdir. Dolayısıyla onlara yönelik bölümler bulunmalıdır. Öncelikle büyük bir sürüyü barındırabilecek, hatta kuzular için bir kısmı bölünebilecek büyüklükte bir dam olmalıdır. Onun yanında samanlık, otluk, yem konulan kapalı bir bölüm de bulunmalıdır. Bütün bu bölümleri gaş veya çitle çevreleyen geniş bir avlu da olmazsa olmazlardan...

    Koyunun yaylıma çıkamayacağı kış gecelerinde münasip bir komşu ağılda toplanılıyor. Mahmut Omak, çobanlığı zamanında genelde Kemiklerin Bekir Öter'de toplandıklarını söylüyor. Rahmetli kaval çalar, bunlar oynarmış.

    Çobanların genellikle kaval çalarak vaktini geçirdikleri malum... Hem vakit geçirip hem de  o sesle koyunları yönlendiriyorlarmış, bu yüzden eski çobanlarda kaval çok yaygın. Gavalcıların (bu lakap da manidardır) Havva Nine de çok yanık kaval çaldığını söylüyorlar.  Bazı çoban hanımlarının da ağılda bulunduğunu bu münasebetle söylemiş olalım.

    Kaval dışında bir çobanın en sık başvurduğu arkadaşı bıçağıdır. Onunla bir şeyler yontup durur. Meşeden kütümekli değnek yapar, çöğürden baston büker, ardıçtan kirman yontar. Kemiklerin meşhur çobanları var ya, her biri muazzam baston yaparlarmış. Mahmut Omak ise kirman yaparmış. Yontup meydana çıkardıktan sonra kızgın tel ile süslemeler yaptığını ise unutamıyor.

    Tabi avcılık... Her çobanda az çok avcılık damarı vardır... Özellikle mevsiminde vurduğu tavşanı komşularıyla toplaşıp yemenin tadına doyum olmasa gerektir. Ayrıyeten canavara ateş etmek için bile olsa çobanlar tüfek bulundururlar...

    Bir köy hayatından farkı bulunmuyor, ağıldaki yaşamın. Al işte bir örnek daha... Cihan Harbinden döndükten sonra birine çoban duran Kekliklerin Kelali Ali Tül'ün de ağıl hayatı var. Öyle normal seyrinde ilerliyor ki bu hayat... Adam üçüncü evliliğini burada yapıyor. Yani Bıgalı Sabri Kocausta'nın kayınvalidesi olan Ayşe Hanım ile ağılda evleniyor... Mutlaka doğumlar da ölümler de olmuştur, köyde ne olursa ağıllarda da onlar var çünkü...

    Birinin tabiriyle söyleyeyim; otuz civarında ağıl düşünülünce, Mılıklar'dan daha büyük bir yerleşim akla geliyor. Bu işin Ramazan'ı var, teravihi var... 1940 ve 50'lerde yaza denk gelen Ramazan'larda oradaki ahali teravih için imam tutarlarmış. Hatta Bahçecik tarafına ayrı, Almalı tarafına ayrı imamlar. O dönemlerdeki Aşiret/Çadır yörüklerinin de dağda bulunduklarını unutmayalım...

    Komşu ağıllardaki çobanlarla doğal olarak iletişim halinde oluyorlar, birlikte vakit geçiriyorlar. Yalnız ağıllardaki sosyal hayat bununla sınırlı değildir, komşu köylerin çobanlarıyla da sohbet, eğlence ağırlıklı ortamlar paylaşılıyor. Böbülerin Hasan Kabadayı'ya Gocasan, Çilmahmudun Hasan Omak'a Güçcükhasan lakaplarının etraf köy çobanlarınca verildiği belirtiliyor. Onlarla ne kadar içli dışlı yaşandığı anlaşılsın diye bu örneği verdim.

    Bir de komşu köylerle sınır tartışmaları yapılıyor ki bunun kahramanları hep çobanlardır. Yirminci yüzyıl başlarında, sonradan Bursa mahkemelerine akseden bir tartışma da çobanlar arasında başlamış ve daha sonra bütün köyü içine almış. Bödü Mehmet Sağlam'ın Mılıklar köylüleriyle kavgaya varan mücadelesi hep anlatılır. Sonraları Mılıklar ve Olucaklı çobanlarla yapılan tartışmalar muhabbetli takılma seviyesinde kalmış. Amma İblak'ı sahiplenme konusunda Eğretli çobanların canhıraş mücadelesi kayda değer...

    Günler ağılda böylece akıp geçiyor... Kuzulama dönemiyle yavaş yavaş bahar kendini gösteriyor. Köyden sağıma geliş gidişler hareketliliği artırıyor. Öğleye doğru gelen kadınlar sağıma kadar yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı, biriken işleri hallediyor; hava açılıyor, çobanın yükü bir açıdan hafiflerken, başka bir açıdan artıyor.

    Kırkım da önemli işlerden birisi... Zahmetli bir iş olduğundan tek başına hakkından gelinecek gibi değil. Bu yüzden imece usulü kırkılıyor koyun keçi... Zahmetinden daha çok zamanlamasının iyi yapılması gerekiyor kırkımın. Hayvanın üşümesi, bir anda kırılması anlamına geliyor ki, bütün emeklerin heba olması demek...

    Zamanlama hatasıyla literatüre giren kırkımlar var. İdirizlerin Hamsinci Mustafa İdi'ye bu lakap verilmesinin sebebi, hamsinde kırktığı koyunların üşüme sonucu hepsinin ölmesiymiş. Yerel takvimde Garaburun kışı diye anılan dönem de bununla ilgili. Kelsalek Salih Azbay dayısıyla ortak keçi almış Garaburun Seydi Ahmet Mola. Kırktığı keçiler kar yağışına maruz kalıp üşümüş ve tamamı kırılmış.

    Koyunu üşütmek sadece kırkıma bağlı bir durum değil. Hatta çoban tecrübesinden de bağımsız bir durum ki bu bazen kaçınılmaz oluyor. Gocasan'ın ne kadar tecrübeli ve usta bir çoban olduğu hep anlatılır. Buna rağmen koyunu özürlendirmekten kurtaramamış, abisine koyunu dağda üşüttüğünü, bü yüzden elden çıkarmaları gerektiğini söylemiş; ama dinletememiş. O sene koyunlar kışı çıkaramamış ve böylece Böbülerin koyunun kökü kesilmiş...

    Eskileri bırakalım, nispeten daha yenilerde yaşadığı bir olayı Mahmut Omak şöyle anlatıyor: "Tiftik keçileri yeni kırkmışız. Yaşım 13, ağılda tek başımayım. Keçileri ağıldan çıkardım, gidiyorum Guyuderesi'nin ağzına doğru. Rahmetli Kel Ahmet Ağa bana Çalca'nın yamadan bağırıyor 'Keçiyi ağıla kapa!' diye... Ben tınlamıyorum, rahmetli sürekli bağırıyor bana doğru geliyor. Yanıma gelene kadar tınlamadım. Geldi, beni hem azarlıyor hem keçileri topluyor, 'Kat keçiyi önüne, çabuk ağıla kapat!..'  Daha ağıla varmadan yağmur başladı. Tiftik keçi çok hassas, kırkıldıkdan sonra yağmuru yerse çoğu ya hastalanır, ya da ölür. Tabi çocuğuz biz, bunun farkında değiliz. Ama zamanla ne kadar koruyucu kollayıcı insan olduğunu öğreniyoruz."

    Çobanlığa küçük yaşta başlamanın bir kader gibi görüldüğü bu anlayışı, tecrübesiz bir çoban olarak Mahmut'tan dinlemek daha etkileyici: "Okuldan çıktı mı defteri kalemi heybeye sıkıştırır, doğru ağıla... Bazıları der, 'Ne o len, okuyup da katip mi olcen!' kimisi der, 'Oku da çoban ol!'  Okulun kıymetlini şeytanlar bizi kandırdıktan sonra öğrendik."

    Bu duygularla ağıla giden çocuk çobanın duyguları da çocukça olacak elbet: "Odalarda bayramın ilk günü bayram yemeği kaçırılır mı... Bayram sabahı erkenden koyunları Bahçecik'ten suladım, çevirdim yönü ağıla. Bi topuk, köye bayram yemeğine yetiştim. Rahmetli kızsa da bişey demedi. Yemeği yedi, bindi eşeğe doğru ağıla... Tabi bizim koyun sabah erken ağıla gider mi... Guyuderesi'nden İncegeriş'e geçerken Kel Ahmet Ağa gene devrede... Çeviriyor ağıla, benim gittiğimi görmüş..."

    Birbirine destek olma, işinde yardım etme, eksiğini gediğini kapatma ağıllardaki çobanlar için sıradan şeyler. Küçük bir çobanın tecrübesizliğinden faydalanıp sürüsüne zarar verme gibi düşüncelerden çok uzak geniş, gönüllü insanlar... Belki de 'eskinin acısı kayboldu, lezzeti kaldı' esasınca akıllarda kalan sadece bu güzelliklerdir, bilemeyiz; ama kendisini hep koruyup kollayan Kel Ahmet Bar ve Yörüğoğluların Musa Tüplek'i rahmetle yad ediyor küçük çoban...

    13 Yaşındaki çocuk çobanın İblak'taki bazı gözlemleri de bana değerli geldi. Ona göre dağda türkü söylemek hamamda söylemek kadar güzelmiş. Bazı yerlerdeki doğal eko, insanda türkü söyleme hevesi uyandırırmış. Gavuryatağı buna bir örnek... Burada türkü söylemek, iki türkücünün düeti gibi olurmuş. Garip bir tecrübeyle keşfetmişler bu doğal sahne özelliğini. Bödü Mehmet taş kırıyormuş balyozla. Belli bir ritimle vurduğu darbelerin sesi aynı anda değil, gecikmeli olarak gelirmiş bunların kulağına... Bödü balyozu indirdiğinde, bir önceki vuruşun sesini duyarlarmış. Böyle bir yerde asıl bir türkü, sonra kendi türkünü dinle...

    Büyük olsun, küçük olsun her sürünün yaylım programı ve güzergahı da hemen hemen hiç değişmezmiş. "Koyun sürüleri genelde kalabalık, bizim gibi az olanların da katımcıları olur. İlk bakışta ağıllar karışık gibi görünse de bir ahenk içinde sürüler yaylıma çıkar. Hemen hemen herkesin otlak bölgesi, kendisine ait olmasa bile, gittiği yerler  üç aşağı beş yukarı bellidir. Bizimki yaylıma çıktı mı ormanın içinden İşofun süzek, Keçiyatakları, Yukarı Bahçecik'ten sulanır, karşıya Gılığin altı, Tunanıntarla, Guyuderesi Ağzı ve ağıl  güzergahını izler. Bu demek değil her gün bu güzergah, ama genel olarak böyle..."

    Bütün bunlar kırk yıl öncesinin değerlendirmeleri... Bu arada neler neler oldu...

    Bahçecik tarafında sayısız ağılın kürünüp yerine yabancılarca heyula gibi bir bina dikilmesi oradaki eski ağıl sahiplerinin içine kötü oturmuş. 'Yıkılan sadece ağıllarımız değil, onunla birlikte hatıralarımızın da kökü kazındı' diyorlar. Doğrudur, yalnız ondan önce koyunculuk ve ağıl hayatı bitme noktasına gelmişti...

    Çobanlık damarlarına işlemiş kıdemli çobanlar mesleği bırakmak istemedi. Lakin zaman ve onun getirdiği şartlar buna elvermiyordu. Çoğu koyunsuz sürüsüz sudan çıkmış balığa döndü... Dağ havasına alışmış bazıları köyde hiç yapamadılar, çobanlığı bıraktıktan kısa bir süre sonra bu dünyaya veda ettiler. Kemiklerin İbrahim Öter gibi, Yörüğoğluların Musa Tüplek gibi... Her şeye rağmen krizini kırmak için bile olsa çobanlık ve ağıl hayatını sürdürmekte kararlı olanlar da bulunuyor, Ayımevlüdün Ahmet Öztürk gibi...