köyodası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
köyodası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Aralık 2024

Güç Gösterileri

    
    Anıtkaya'nın meşhur yiyicilerini anlatırken, bir yerde, onların yedikleri kadar çalıştıklarını söylemiştik. Yiyorlar, ama yediklerini hemen eritecek bir iş hayatı yaşıyorlardı. Bu hayat onları bedenen güçlü olmaya zorluyor, onlar da yedikçe güçleniyor, güçlendikçe çalışıyor ve çalıştıkça yiyorlardı.

    Misal olarak anlatmıştım, dedemle ninemin orak tarlasında sekiz ekmeği ikindiden önce farkında olmadan nasıl bitirdiklerini... O esnada dedemin ikindi olmadan beş dönüm ekini biçtiğini de söylemeliydim. Ardından ninemin de tek başına annat dırmıkla o tarlayı pakladığını...

    Dedemin gücü ile ilgili yine çok eskiden yaşanan bir olayı yeni duydum. Dağda geçiyor olay, fakat tam tarihini bilemeyeceğim. Gödenlerin Dayı Mehmet Dadak, Böbülerin Salih Kabadayı Emmi ve Macurali dedem de olayın kahramanlarıdır. Eylül ayı gbi bunlar Dağa gitmişler oduna... Yalnız kendileri için yakacak temini değil amaçları, götürüp Çorca'ya İnaz'a bostan, kelek, üzümle filan değişecekler. O vakitler böyle işlere de girişirlermiş; ne de olsa onlarda meyve var, berikilerde odun ve her iki taraf da bu şeylere ihtiyaç duyuyor... İyice sarmışlar arabayı, biraz da havaleli olmuş galiba... Bilenler bilir, bizim dağın yolları böyle yükler için çok tehlikelidir, arabayı sürerken azami dikkat gerektirir... Yolun öyle bir yerine gelmişler ki, o kadar dikkate rağmen araba dengilmiş, devriliyor. Diyeceksiniz ki devriliyor da ne demek, bu olay bir anda olup biter, devrilecekse devrilir, niye ballandırıyorsun... Ballandırmıyorum, lafı da uzatmıyorum; olanı anlatıyorum... Araba devriliyor, bir tarafın tekerleri yerden havalanmış. Bizimkilerin üçü de arabanın yıkılacağı taraftalar. Aksi gibi Dayı o anda tekerin dibine sırtüstü düşmüş, dingilin sivri ucu mızrak gibi göğsünü delecek... Bazen böyledir, öyle bir an gelir ki göz açıp kapanma kadar kısa süreç esner de esner, bereketlenir ve insanlara bazı fırsatlar sunar. İşte o uzayan anda Dedem kolları ve bedeniyle yıkılmakta olan yüklü arabayı karşılayıp durduruyor. Bu arada Salih Emmiden, Dayı'yı düştüğü yerden çekmesini istiyor. Dayı o bölgeden uzaklaştırılana kadar iki teker üzerinde kırkbeş derece çapraz duran odun arabasını öylece tutuyor. Herkesin felaha çıktığı anlaşılınca bırakıyor ve devrilme tamamlanıyor...

    Devrilirken tek başına zaptettiği bu arabanın yarısı boşalmış halini, daha sonra sekiz on kişi zor doğrultuyorlar. Bu olaydan onlarca yıl sonra, ikisinin de İzmir'de bulunduğu bir bayram sabahında Salih Emmim Dedeme 'Nasıl dayanabildin o kadar yüke?' diye sormuş. Dedem de 'Salih, o anda hiç zorluk çekmedim' diye cevaplamış. Bu diyaloğa şahit olan Berberahmet Emmiye sonra o olayı ayrıntılı bir şekilde anlatmışlar, biz de bu sayede haberdar olduk.

    Bizim dağda geçen çok olay var, insanların olağanüstü gücünü yansıtıyor. Bir münasebetle daha anlatmış olmalıyım bu olayı. Sonradan kendisine Kelali/Dindindede denilen Hacıların Ali Azbay, Hakkıların Kadir Yırgal ve Hayta Mahmut Özdemir var. Yunan'ın Eğret'teki son zamanlarına denk gelen bu olayda Ali delikanlı, diğer ikisi ise yeni yetme sayılırlar. Dağda öküz güdüyorlar. Her yerde olduğu gibi İblak'ın bazı bölümlerinde birlikleri bulunurmuş, hatta bir bölge şu anda Gavuryatağı diye bilinir... O gün bizimkilerin elinde bulunan sayılı uçaktan biri Yunan'a bir kaç bomba sallıyor, ölü ve yaralılar var. Yaralıları sedyeye koyup bizim çobanlara taşıtıyorlar. Karşı koyacak durumları yok tabi, çaresiz denileni yapıyorlar. Bu arada doğru durmuyor Gavur, dipçiklerle süngülerle filan dürtükleyip duruyor, hadi hadi diye... Ta o zamandan Ali'yi çok 'cassur' biri diye anlatıyorlar. Bu kelime hem cesareti, gözüpekliği anlatır hem de güç kuvvete işaret eder. Çok güçlüymüş Ali... Yunan'ın bu aşağılayıcı dürtüklemelerine daha fazla dayanamamış "Sizin deee, yaralınızın daa!..." diye başlayıp  sedyeyi bırakmış yere. Eline geçirdiği bir meşeyi önüne gelen gavura savurmaya başlamış. Afallayan işgalcilerin aklı başına gelene kadar sekiz on tanesini haklamış, tek başına. 

    Yaşları küçük olduğu için Kadir ile Mahmut ona yardımcı olamamışlar. Olayı nakledenlerin yorumuna göre eğer ikisi de girişeymiş orada bulunan bütün gavurların hakından gelirlermiş...

    Apdıramanlardan Yeniali Ali Kirkit ile Hüseyin Ayas Hocanın eğlenceli yarışmasına bakalım... 1916 Doğumlu bu emmioğullarının ağırlık taşıma yarışı gençliklerinde olsa gerektir. Dediklerine göre zamanın bileği bükülmeyen, sırtı yere gelmeyen pehlivanlarıymışlar. Hem akraba hem rakipler. Bazen güreş bazen de güç gösterisiyle köyde epey şamataya sebep olurlarmış. O günkü yarışma ağırlık taşımaya yönelik... Gocacami'nin önünde antik bir mermer blok varmış. Hışır gibi, normal bir insan yerinden oynatması mümkün değil. Onu kim daha fazla süre kaldıracak, kim daha uzun mesafeye taşıyacak... Etrafta seyirciler... Yarışa Hüseyinhoca başlamış ve taşı kaldırmayı başarmış. Yeniali durur mu, O da yapışmış ve kaldırmış; ama bununla kalmayıp el yükseltmiş. O koca taşı başının üzerine kadar kaldırıp arkasına atmış. Halterdeki silkme ve koparma gibi düşünelim... Hüseyinhoca altta kalacak değil ya, aynı hareketi tekrarlamış, yani başının üzerinden arka tarafına aşırmış... Şu durumda yarış berabere gibi görünüyor, ama olmaz; illa biri pes edecek... Şahitlerin anlatımına göre Yeniali kucaklamış mermeri, başlamış yürümeye. Epey bir mesafe giderek hangi dükkan bilmiyorum, camına veya kepengine taşı değdirmis ve dönerken yarı yolda taşı bırakmak zorunda kalmış. Mermer taşın ağırlığını hatırlayalım, onu bunca mesafe taşımak az buz şey değil... Lakin bu bir yarış ve sıra Hüseyinhoca'da... Önce taşı başlama noktasına getirmiş ve oradan tekrar kucağına alarak başlamış. Yeniali'nin kullandığı pisti takip ederek belirlenen yere taşı değdirmiş ve bırakmadan başlangıç noktasına kadar geri getirmeyi başarmış...

    Halberi insanın yerinden oynatamadığı bu taş 1970'lere kadar oralarda duruyormuş. Tamir edilerek çatısı kubbeye dönüştürüldüğü büyük onarımda Gocacami duvarının güney köşesine yerleştirmişler...

    Hüseyinhoca'ya pehlivan dedik ya, öyleymiş gerçekten ve kendisi de gücünün, yapabileceklerinin farkında... Apdıramanların aradan, Hatiplerin kuyu civarından meydan okuyarak şimdiki kahvelere doğru geliyormuş. Meydan okuması güreş üzerine, 'Var mı benimle güreş tutacak!' diye bağırıyor. Meydan okumakta haklı, çünkü herkesi yeniyor... Hakkıların Patırdayı Ahmet Yırgal çıkmış karşısına, ben varım diye... 'Tamam Ahmetağa' deyip tutuşmuşlar... Patırdayı kendinden beklenmeyecek bir güçle almış bunu paketleyip Deliyakıp'ın gocagapı önüne kadar götürmüş. Ters sularının süzülüp gölleştiği birikintiye kafasını eğdirip 'Suluyen mi seni burdan Üseyin' diye bastırmış. Hüseyinhoca o anda pes etmiş. Eskiler yenerken de yenilirken de efendiliği elden bırakmıyorlar. Biraz önce ortalığa meydan okuyan Hüseyinhoca efendice yenildim demiş...

    Hüseyinhoca pes ederken bir de söz almış, haftaya bilmemkimin düğününde Mumaklık'ta davul eşliğinde tekrar güreş tutacaklar... Belirlenen gün gelmiş, Mumaklıkta kenetlenmişler bunlar. Yalnız seyirciler hep Hüseyinhoca taraftarları, Patırdayı o konuda biraz gariban kalmış. O psikolojik ortamda tam üç kere yenmiş Hüseyinhocayı... Gelvelakin seyirciler ve saygıdeğer jüri her defasında 'bu sayılmaz' diye yeniden başlatmışlar. Dördüncüye tutuştuklarında Patırdayı meseleyi anlamış oradan galip çıkamayacağının bilincinde olarak 'Tamam Üseyin, sen yendin' deyip pes etmiş... 

    Onların ilk güreş tuttukları yerin az ilerisinde, şimdiki Kuran Kursu yerinde Hacıların Oda var, üç katlı... Odanın önü günümüzden bir asır önce olimpiyat meydanı gibiymiş. Gençler toplanıp güç gösterileri yapıyorlar. En popüler oyunları da tokmak atmak. Bu, ağır bir taşı kaldırıp en uzağa atma oyunudur. Olimpiyatlardaki çekiç veya gülle atma gibi bir şey. Bu yüzden orası daima kalabalık olurmuş. Cumhuriyetten hemen sonraki yıllarda bu böyle olduğuna göre, oranın tarihini daha önceki yıllara kadar indirmek gerekir.

    Malum olduğu üzere Eğret'te boylu poslu, güçlü kuvvetli kimselere 'gabadayı' deniliyor. Bu yüzden Böbülere ismiyle müsemma bir soyadı verilmiş. Ailenin fiziki yapısının maşallahı var. Gençliğinde Müezzinin Ömer Kabadayı, Hacıların Oda önündeki tokmak yarışlarının müdavimiymiş. Onun gücüne dair başka anlatılar da var. Köprülü'deki Kelmehmet'in değirmendeki olay bunlardan biridir. Bekleyiş esnasında değirmenin haznesine tenike veya demirliyle buğday döktüklerini görünce 'Çuvalı galdırın da deviriven, ne uğleşip duruyonuz' demiş. Onlar da 'Goleyse ge sen galdır!' diyorlar. Çuval 18 demirlikmiş... Oradakilerden biri kaz satma fırsatını kaçırmak istememiş 'Boşuna olmasın bu iş, kazanırsa kaz verelim...'  Kelmehmet de biraz kızıştırmış 'Şepidi de benden' demiş, kabul etmişler... O kadar büyük çuvala kolları kavuşmayacağından beygir kayışı almış, onunla sırtlayacak. Fakat iddiaya girenler de şartları ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyorlar. Buna göre ağzı yere bakan çuvalı sırtladıktan sonra, kaç basamak varsa o kadar merdiveni çıkacak ve tabanı yere gelecek vaziyette haznenin yanına dayayacak... Bunlara da he demiş Ömer Emmi... Planlandığı gibi çuvalı kayışla sırtlamış, basamakları çıkmış, varacağı yere vardığında boynunu eğip çuvalı başının üzerinden aşırarak götü üstüne otutturmuş...

    Olaydan yıllar sonra aynı değirmene Salih Emmi yanında oğullarıyla birlikte gitmişler. Hasan Hüseyin Emmi altı demirlik çuvalı sırtlamış götürürken oradan 'zorlama, dikkat et' gibi uyarılar gelmiş. İşte o vakit Kelmehmet 'Onun dedesi neçesini galdırdıydı' diye yukarıdaki olayı anlatmış da oradakiler ve Berberahmet böylelikle öğrenmişler.

    Laf Böbülerin gücüne gelince Gocasan Hasan Kabadayı'dan söz etmemek olmaz. İş görürken, yük taşırken ona buna eyvallah etmez, pek kimseden yardım ummaz ve istemezmiş. Bir keresinde Guyuderesi'nde kestiği yedi sırt odunu kendisi düzlüğe çıkarmış. Meşenin, hele de yaş meşenin ne menem ağır olduğu cümlenin malumudur. Öte yandan sırt, Eğret'te odun söz konusu olduğunda ağırlık/hacim ölçü birimidir. Sırtta taşınabilecek miktar odun bir sırt oluyor. Şimdi öyle yedi sırt odun düşünün ki, arabaya yüklendiğinde mandalar çekememiş...

    'Osmanköylünün sırtıyla bir sırt' deyiminde hem bir sırtlık odun miktarına hem de bahsedilen kişinin sırt büyüklüğüne gönderme vardır. Bekçiali'nin ninesi Ayşe Hanım'a Osmanköylü diyorlar, oralı çünkü. Bu deyimi hak edecek bir sırtı varmış ve o miktar odunu çok zaman sırında taşırmış.  

    Eskinin kadınları da erkekler kadar güçlüymüş. Bu, sürekli işlemek durumunda oldukları bir hayatın gereği olabilir; güçlü olmak zorundaydılar, bedenleri de ona göre hep idmanlıydı. Buna örnek gösterilen bir kadın Mandaahmet'in ilk hanımı, Berberlerin Ali ve Emin Öztürk kardeşlerin anası Ayşe Hanımdır. Deliberber'in bu kızının çok güçlü olduğunu anlatıyorlar. 

    Hafız'ın muhtarlığı zamanında 1930'lu yıllarda korucularla harmandan dene yolluyorlar, ambara dökmeleri için. Hacımahmutların meydanambarı, Gambırarif'in evin önü civarındaymış. Garapaçaların Eyüpçetin ve Süleyman korucuymuş, onların yanında bir kaç kişi daha var, vazifeleri arabayı ve çuvalları boşaltmak... Demirli veya tenekelerle işini hallettiklerini görmüş Ayşe Hanım, dayanamamış 'Hepiniz deliganlısınız, sırtınıza alıp alıp atıveseniz ya!' diye çıkışmış... Şimdi çuvallar 12'şer demir, ambara üç dört basamaklı bir merdivenle çıkılıyor; atıverin demesi kolay... Onlar da 'Ge goleyise atıve!' demişler... 'Çekilin baken' demiş 'Siz sadece arabadan galdırın...' Sırtına kaldırdıkları çuvalı yüklenmiş, merdiveni çıkmış, bir de balkon gibi taş varmış ona da çıkıp ambara çuvalı boşaltmış. Delikanlı korucular ve diğerleri bakakalmış...

    Omarcıkların Ahmetçavuş'un anasına Etli Ümmühan demelerinin sebebi, iri yarı ve güçlü kuvvetli olmasıymış. Aslen Akörenli Ümmühan Hanım Omarcıkoğlu Hasan'a gelin gelirken, yani düğünü sırasında, yerdeki bir koyunu tek eliyle kavrayıp atın terkisine aldığını görmüşler.

    Yunan mitolojisinde güç kuvvetle meşhur kişi olarak bir Herkül'ü biliriz. 'Herkül gibi' benzetmesi, anlatımı güçlendirmede sık başvurulan anafordur. Bizim kültürümüze de bir şekilde girmiş yani... Bunun Eğret'le ne alakası var diye çıkışacakların sakin olmasını öneririm, zira çok alakası var. Garaguzuların Ali eşi Sultan Hanım kocasını erken kaybedince çocuklarına hem analık hem babalık yapmış uzun süre... Bu arada evde kadın gibi, kırda bayırda erkek gibi çalışmak zorunda kalmış. Çünkü pilavı da kendi pişiriyor, esbabı da O yuyor, orağı da O biçiyormuş. Gücü kuvveti yerinde, ayrıyeten iri yapılıymış... Bu yüzden kadın Herkül anlamında Herküle/Hörküle lakabı takılmış...

    Yukarıda güreş tutanlardan bahsetmiştik, meşhur pehlivan Hüseyinhoca filan... Lakabı Pehlivan'a çıkmış Sağırların Ali Osman Sancak'ı unutmayalım. Kelapdılla Abisi, Gobakların Halil, Keçilerin Kazım... Bunlar orakta tırpanı, amelelikte küreği, kerpiç kalıbı büyük olan kimselermiş ve işveren ağa tarafından tercih edilirlermiş. Kimseye durduk yerde böyle ünvanlar lakaplar verilmiyor. Gociban ile Gocasan (İbrahim Özen ve Hasan Kabadayı)ya Çorca'da orak biçerken 'Biçerdöğer'; Gobaklarda 'Moturhalil', 'Moturhatca'; Hacımahmutlarda 'Ayımevlüt', 'Mandaahmet', 'Aygırhasan' lakapları boşuna değil; hep güç kuvvetle ve inanılmaz çalışmayla ilgili... 

    Berber Ahmet Kabadayı Emmiden son bir nakille bitirelim. İkisi de rahmetli oldu, Şampaya ile Tekelilerin Gocabıyık iddiaya girdiler. 12 Demir buğdayı sen taşırsın ben taşırım, taşırsın taşıyamazsın... Hedef Hacı Ahmet Çelik'in dükkan, Şampaya'nın evden alınıp oraya götürülecek... Onun evine çıkan ara çok çamur, bu yüzden Şampaya bu çamura güvenerek taşıyamayacağını iddia ediyor, Tekeli ise götürürüm diyor... Götürürse onun olacak, Hacı'dan parasını alacak... Götürmüş ve kazanmış... Bu olay Berber'in çıraklığına denk geldiğine göre 1960'lı yıllarda yaşansa gerektir...



27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...



26 Kasım 2024

Canali Kışı


    Canaliler sülalesinin bir asrın ötesindeki lakabı da böyleymiş. Yani 1934 soyadı uygulamasında Can soyismini almalarıyla bu lakabı kazanmış değiller. Aksine lakaplarına uygun soyismi alabilen nadir ailelerden biri oluyorlar. Belki bu yüzdendir, her dönemde ailenin en büyüğü Eğretlilerce Canali olarak bilinmiş. Adının Ali olup olmamasının hiç bir önemi yok.

    1940'lı yıllardaki aile büyüğü Mehmet Can'dır. 1897 Yılında doğan Mehmet Can da, ismi Ahmet olarak söylense de o dönemin Canali'sidir. Ali oğlu diye kayıtlara geçtiğine göre gerçek Canali'nin oğlu olsa gerektir. Nitekim Bacı Seydi Değer Dede'nin ölüm defterine 'Canalinin Mehmet Dayının ölümü' diye kaydedilmiş. Buna rağmen 'Mehmet Dayı' köylü tarafından Canali diye anılıyor.

    Zamanın Canali'si, merhum Canali Ali Can ve Şeytanhasan Hasan Can'ın babaları oluyor. Bacıdede'nin defterine vefatını kaydettiği tarih, 28 Mart 1946 Perşembe günüdür. Buna göre elli yaşına merdiven dayamışken vefat ediyor... O gün için Bacıdede'nin kaydı resmi kayıt olarak kabul edilebilir. Eğretlinin hafızasındaki kayıtta ise tarih ve gün ayrıntısı yok, kabaca onun ölümü 'Canali Gışı' diye yerleşmiş.

    Toplumsal hafızaya yerleşen çetin hava şartları çok nadirdir, Canali kışı da onlardan biri olsa gerektir. Benim duyduğuma göre o sene gocagar denilen hiç bitmez ve yaza kadar erimez kar varmış. Canali Mehmet/Ahmet ile karısı Aliciklerin Ümmühan Hanım o yıl, artlı önlü vefat etmişler... 

    Yalnız Canalioğlu Mehmet'in öldüğü 28 Mart günü ayrıca yarım metre daha kar yağmış. Millet gıyneşemiyor, mezar bile kazamıyor, şartlar o derece ağır yani... Bu ağırlık tam üç gün sürmüş... Tam üç gün boyunca Canalinin Mehmet Dayı defnedilememiş, ancak 31 Mart günü cenaze toprağa verilebilmiş. 

    Uzun yıllar o günlerde ortaya çıkan soğuğa 'Canali Kışı' denilmiş. Ölümünü takvimlere böyle kaydettirmiş Canali. Bugün eskiler yaza hazırlanırken ortaya çıkan şiddetli soğuklara hala Canali kışı diyor.




25 Kasım 2024

Ercebin Üseyin


    Şimdi Bilaller olarak bilinen sülale aslında Tekelilerin bir koludur. Bu koldan gelen Tekelioğlu Hüseyin'in dört oğlu var, en büyükleri Recep. (Küçükleri zaten malum Apil/Abdil Kaynar, Mehmet Kaynar ve Ömer Kaynar.) Eğretliler onu Ercep diye biliyor, aynı adı taşıyan başka kimse bulunmadığı için Ercep dendiğinde akla sadece o geliyor, Bilallerin Ercep demeye bile gerek yok yani.

    Ercep, Arapşükrü (Şükrü Zenger)in ablası Fadime Hanım ile evlendi. Bundan sonra Fadime Hanım da Ercepgarısı diye bilinecektir. Son zamanlarını hatırlıyorum, adını hiç anmadan kendisinden böyle bahsederlerdi. 

    Bunların bir oğlu ve üç de kızları oldu. Çocuklarının en büyüğü olan 1927 doğumlu oğluna, kendi babasının adı olan Tekelioğlu Hüseyin'in adını verdi. Soyadı Kanunu sonrası Hüseyin Kaynar olan bir evin bir oğlu, evlenmeden askere gitti. 

    1949 Kışında izinli olarak köyüne gelmişti. İzin günlerinde değirmene buğday öğütmeye gitti. Zemheriydi... Hava çivi gibi... Eğret, tarihe 'goca kar' diye geçmiş uzun süren karlı günlerden birini yaşıyordu. Kasım'da yağan kar hala kalkmamış, Hıdrelleze kadar kalkacağa da benzemiyordu.

    O yıllarda en yakın değirmenler Araplı-Gecek hattında bulunuyor... Ununu öğütüp yükünü arabaya yüklediğinde kar yağıyordu, Bayramgazi rampasını kavradığında şiddetlendi. Bayramgazi'ye geldiğinde ise tipiye çevirdi. 

    Tepedeki bu köyde biraz mola verip hem kendini hem öküzlerini dinlendirdi. Bu arada tipi şiddetini artırmıştı. Buna rağmen yola koyulmak isteyince oradan 'Bu havada yola çıkılmaz' diye durdurmak istediler. Israr edip datdedi öküzleri...

    Çirçir civarına geldiğinde tam olarak nerede olduğundan habersizdi, göz gözü görmüyordu. Öküzler de zorlanmaya başlamış, zaman zaman tekerler dönmez olmuştu. Zikkeyi çıkarıp boyunduruğu serbest bıraktı. Un derdinde değil, can derdindeydi artık.

    Arabayı öylece bırakıp öküzleri yedmeye başladı; ama tamamen tersi devrilmişti. Artık nereye gittiğini bilmiyordu... Ertesi gün buldular cansız bedenini... Mübarek Cuma günü... Uzundere'de Yataklar'a doğru bir ağacın altında, başka bir rivayette bir kayanın kuytusundaydı... Boyunduruktaki öküzleri de yanında...

    Bayramgazi'de durdurmak istedikleri, köylülerin beyanıyla sabittir. Donmuş bedeninin bir kuytuda bulunduğu da... Yalnız arada Hüseyin'in yaşadıkları tahminden ibaret... Cuma namazından çıktıktan sonra aramaya koyulan Eğretliler onu boyunduruktaki öküzlerle o halde bulunca böyle yorumlamışlar. 'Öküzleri yedeğine almayıp serbestçe sürseydi, hayvanlar onu eve kadar getirirdi' türü yorumlar da hala yapılıyor. Lakin bütün bunların faydası yok...

    Daha Bayramgazi'ye gelmeden değirmencilerin de yola çıkmaması gerektiğine dair uyarılarına muhatap olmuş. Onlara o gece sözünün olduğunu, söz kesileceğini, ne olursa olsun köye ulaşması gerektiğini söylemiş. Bu bilgi doğruysa, Eğret'e hemen dönme konusundaki motivasyonu açıklığa kavuşuyor. Hiç bir uyarı onu durduramayacakmış, ecel müstesna...

    Resmi kayıtlara ölüm tarihi 9 Şubat Pazar diye geçmiş, belki bildirildiği tarihtir bu. Cuma günü bulunduğu kesin, zira bir gün öncesinde Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın düğünü varmış. Perşembe gelini olarak o düğün günü işaretlenmiş, aynı gün Bayramgazi'den geçtiği de kesinleşince 6 Şubat 1949 ölüm günü olarak tarihe geçmiş.

    Bu acı olay Eğret halkının hafızasına yerleşip yerel takvime kazınmış. Tipiye yakalanma, tersi devrilme, yolunu şaşırma, yönünü kaybetme gibi durumlara bir örnek olarak gösterilmiştir. 'Ercebin Üseyin gibi...' sözü, bir uyarı ifadesi olarak hala kullanılmaktadır.

    Ercebin Üseyin'in üç kız kardeşi, abilerinin hatırası olarak birer oğullarına Hüseyin adını vermişler. Bunlar, Eselerin Yusuf'un Hüseyin Eminç, Bayramgazili Sığırcı Kelosman'ın Hüseyin Altınbaş ve Körahmetin İbram'ın Hüseyin Çotak'tır. Hüseyin Çotak, 1985 yılında, dayısı gibi genç yaştayken vefat etti... Bununla beraber Ercebin Üseyin Kaynar adıyla ve ölümüyle hafızalarda hala yaşıyor...




09 Kasım 2024

Yiyiciler


    Bu bölümün hangi kategoride değerlendirileceği hususunda epeyce düşündüm. En sonunda yeme muhabbetlerinin daha çok oda sohbetlerine konu olduğundan yola çıkarak, köyodasına almaya karar verdim.

    Konuya nereden gireceğimi bilemiyorum, iyisi mi kahramanların yaşına göre en kıdemlisinden başlayalım. Tongulların Satı Ninenin bir kaç pideyi ağıla varana kadar bitirdiğini torunundan dinlemiştim. Sağıma mı gidiyor, yoksa ekmek mi ne götürüyormuş. Eşeğin sırtında yola düşmüş... Açlıktan veya can sıkıntısından heybedeki pidenin bir ucundan başlamış yemeye, varana kadar pideleri bitirmiş...

    Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok'tan naklediliyor. Eniştesi Gambır Tevfik İdis ile dağdalar, yahut arazinin dağa yakın bölümündeler. Herhalde sürünün peşinde koyun güdüyorlar. Bir koyun kesip yemişler, Müdüroğlu'nun dediğine göre kendisi 'az bişey' yemiş, koca koyunun geri kalanını Eniştesi tek başına götürmüş. Bir heybe mısır hazır bekliyormuş, üstüne de onu yemişler. Onun içinden 'bir iki denesini' Müdüroğlu, geri kalanını Gambır halletmiş. Tabi bu kadar yemenin üzerine su lazım, oysa bardaklar boş... En yakın yer Hacıların Kuyu... Buranın suyu derin tabanından bülkmüyor, bileziğin iki üç metre altındaki duvardan çağlıyor. Doldurmak için oraya kadar inip çağlağa su kabını tutman gerekiyor. Bu riskli dolduruşa herkes cesaret edemiyor o zamanlar. Dediklerine göre Tevfik Ağa'nın ayakları normalden biraz büyük olduğundan taş oyuklarını filan iyi kavrarmış. Bu yüzden hiç çekinmeden inip bardaklara suyu doldurup çıkmış. 'Müdüroğlu'nun anlatısına ne kadar güvenilir orasını bilemem' dedi olayı bana nakleden, o kadar yedikten sonra yangınını Hacıların kuyudan böyle söndürmüş...

    Hatiplerin Deli Ahmet Aykaç bir bütün ekmek kadayıfını tek başına yermiş. Geniş zaman kipiyle ifade edildiğine göre bu olay bir kaç kere tekrar etmiş görünüyor...

    Yeme ve boğazına düşkünlüğü konusunda Bödü Mehmet Sağlam hakkında çok bilgi yok. Sadece torunu Nail Sağlam'dan bir rivayet geldi. Bizzat şahit olmuş, bükme tepsisiyle (burada büyük kara tepsi kastediliyor) bir tepsi arap aşını tek başına yutmuş...

    Hacıların Kel Ömer Azbay da yanındakiyle dağda bir koyunu yemişler. O zamanlar meşhurmuş birbirinin koyununu araklamak... Yedikleri de öyle bir şey... İki kişiler, ama kim ne kadar yediğine dair bir tespit yok... Yine de Ömer Ağa'nın biraz fazla yediğini söylüyorlar, en azından yarıdan fazlasını o yemiş... Yemiş ama sabahı edememiş, çıkmış dağda şifa otu aramaya başlamış. Önüne gelen her ota saldırmış... Karanlıkta acı bir otu yedikten sonra iyileştiğini söylemiş... Sabah bu ne otuymuş diye bakıp böylece yakı otunu keşfettiği anlatılıyor...

    Başka kanallardan da çok dinledim, ancak Macur Ali Öncül dedemden bizzat duyduğum bir olayı da zikretmek isterim. 1940'lı yıllar, annem daha çocuk, belki apıleci yürüyemiyor. Dedemle Ninem bu tek çocuklarını da alıp orağa gidiyorlar Tekgeyeri'ne... Çocuğu arabanın altına gölgeye yatırıp işlerine güçlerine bakıyorlar; biri biçiyor, diğeri deste dırmıkla paklıyor. Çocuk uyanınca uzaklaşıp gitmesin diye, ayağından tekere bağlıyorlar. Tabi tamamen kaderine terkedilmiş değil, arada gelip bakıyor Ninem... İkindiye kadar bu şekilde çalışmışlar, ikindi sonrası Nineme demiş ki "Git hem çocuğa bak, gelirken de ekmek geti, iki üç dıkım yiyem." Ninem arabaya doğru yönelirken ekmeğin bittiğini söylemiş. Tabi Dedem celallenecek olmuş, niye az ekmek aldın gibisinden çıkışınca "Nebilen, sekiz dene guyduydum" diye cevaplamış. O vakit anlamış Dedem ikindiye kadar iki kişi sekiz ekmek yediklerini. Olsaymış herhalde akşama kadar 10 ekmeği bitirirlermiş...

    Berberlerin Ali Öztürk'ün dediğine göre, Şaval Kadir Özdemir bir kasa lokumu tek başına yemiş. Lokumların kasaya ambalajlandığı o yıllarda bir kasada, yanlış hatırlamıyorsam, 3 kilo güllü lokum bulunurdu. Bu sade lokumlarda fındık, fıstık, ceviz gibi iç bulunmadığından daha ağır olurdu. Her şeye rağmen 3 kilo lokum büyük bir miktar... 

    Bunun ırsi olabileceğini düşündüren şey Şaval'ın Yahya Özdemir vakasıdır. Çok yemesiyle meşhur olan Yahya Abi hakkında sayısız olay duyabilirsiniz. 14 Tane bükme, bilmem kaç tepsi düğün pilavı, şu kadar pide filan... Bir ziyafet sonrası içtiği 17 maden suyunun kar etmediğini yakınlarda kendisinden işittim. Fakat daha şaşırtıcısı var... 

    Bunlar yeğeni Kadir Özdemir'le birlikte İzmir'e gidiyorlar, yıl 1998... Ford kamyonla serbest seyir halindeler, yanlarında hediyelik 11 tane öğme var. Açlığa dayanamayıp ucundan kıyısından başladıkları öğmelerin sekizini İzmir'e varana kadar bitirmişler. Gece saat 2'de indikleri evde sofra kurmuşlar bunlara, kalan üç öğmeyi de sofrada yemişler. Kadir hala o günü unutamıyor ve 11 öğmeyi yediklerini anlayamıyormuş. Tabi o sırada 13-14 yaşlarında bulunan Kadir'in bunca yiyeceğin ne kadarını yediği de soru işaretidir, çünkü asıl başrol oyuncusu Yahya Emmisi...

    Bununla beraber Torun Şaval Kadir Özdemir'i de tamamen yabana atmamak gerekir. Karacahmet'te bir nine, onun tok karnına bir köy ekmeği yediğini iddia ediyormuş. Bu kadar yiyebilmenin ırsi olabileceğini düşünmemiz boşuna değil...

    ***

    Araya giren Şavalgadir ailesi kronolojiyi biraz bozmuş olsa da geleceğimiz yere geldik. Burası yeme konusunda ayrı ve özel bir başlığı hak eden birine, Böbülerin Gocahasan'a ayrıldı.

    İriliğinden dolayı Goca Hasan diye lakaplanan Hasan Kabadayı'nın yeme ile imtihanı daha çocukluğunda başlamış. Lakin tersinden... Et yiyemediği fark edilince, Neslihan Ninesi bizim dağda bulunan yakı otu yedirilirse çocuğun derdine derman bulacağını söylemiş. Gerçekten bahsedilen acı otu yedikten sonra Hasan'ın yeme konusunda hiç bir problemi kalmamış, hatta doymamacasına yemeye başlamış. Bundan sonra okuyacağınız örnekler hep bu yakı otunun eseri olduğu söyleniyor.

    Gocahasan'ın anası ile Hoca Dedem (İbrahim Varlı) emmi çocukları oluyor, hem akrabalık hem komşuluk olduğundan birbirinin evlerine yabancı gibi değil de kendilerininmiş gibi girip çıkıyorlar. Veyislerin meşhur bağdan çok üzüm kaldırırlarmış o vakitler. Bağbozumunda gerilerle getirdikleri üzümleri pekmez yaparak değerlendiriyorlar. Küplere doldurmuşlar belki yüz litre pekmez... Kışın ortasında Dedem demiş ki Nineme;
    - 'Gız hele şu bekmezden geti de dadına bakam bi...'  Ninem pekmezin bittiğini söyleyince de hem şaşırmış, hem inanmamış, hem de öfkelenmiş. Sonra Ninem izah etmiş;
    - 'Gocasan girdikçe çıkdıkça içdi, bi de bakdık küp boşalmış...' Çocukluktan çıkıp delikanlılığa terfi eden Hasan bu dönemde onca pekmezi hüpletmiş. Delikanlılığından itibaren koyun çobanlığı da başlamış. Ona dair anlatılanların çoğu dağda, ağılda yaşadıklarıdır, fakat evde yediklerine şahit olunan da az değil.

    Babamdan 11 yaş büyüktür, yani delikanlılığında babam daha çocuktu. 'Bizim evde et va' diye babamı da yanına alıp götürmüş. Kazandaki eti kaldırıp dörtgulpluya devirmişler. Bu et en azından bir koyundur. Babamın dediğine göre, kendisi bir kemiği sıyırmakla oylanırken Gocasan teknedekini yalayıp yutmuş. Anası yetiştiğinde ancak köşede küçük bir parça et kalmışmış, bağırıp çağırıp azarlamış da o küçük parçayı kurtarabilmişler. Bu yaşlarda artık Gocasan durdurulamıyor.

    Aslında Gocahasan lakabını Dağda vermişler; Çilmahmut'un Hasan Omak'a Güçcükhasan, buna da Gocahasan derlermiş. Küçük kardeşi Veli Kabadayı ile Babam gitmişler bunun yanına. O gün üç koyunu kesip kancalara asmış... Üç kişiler ya, o yüzden üç koyun; adam başı birer tane... Yalnız ikisi çocuk sayılır, Gocahasan'daki hesabı anla artık... Herkes canının istediği yerden kesip közleyip yemiş. Vakit ilerleyip uyku gelince 'gafaları gömün' diyor, 'kim yicek' diye itiraz ediyorlar. Onlara bakmayıp kendisi güzelce ocaktaki meşe külüne gömüyor... Gecenin bir yarısında Babam uyanmış, kalkmadan etrafı seyrediyor. Gocasan kalkmış, bir çft gözün kendisini izlediğini fark edince üç kelleyi 'daha bişmemiş' diyerek geri gömüp yatmış. Kısa bir süre sonra tekrar kalkıp üç kelleyi tek başına tısıl tısıl sıyırıp kemikleri yığdıragomuş. Babamın hala uyanık olduğunu görmüş ve 'Aha böne bakagalırsın' deyip yerine yatmış.

    Bazıları onda yemenin bir tutkuya dönüştüğünü söylerken, bazılarına göre onun yemek yemesi ihtiyaçtan değil alışkanlık eseriydi. Bir koçu kesip yüzerken, boş durmamak için hayvanın yağlarını atıştırdığını görenler var. Bununla beraber daha o vakitlerde Gocasanın yemesini bir hastalık belirtisi olarak da görürlermiş. Adam günde üç paket sigara içmesine rağmen iştahında bir gerileme görülmüyor. Bunu sadece başlangıçtaki yakı otu tedavisine bağlamak doğru olmayabilir, fakat otun yeme isteğindeki etkisi de meydanda. Zira yakı otundan ölünceye kadar vazgeçmemiş, dağda zaten elinin altında bulunan bu otu köyde de cebinden eksik etmez, ihtiyaç hasıl olduğunda bir tutam çiğneyip midesindeki fesadı ortadan kaldırırmış.

    Köyde bulunduğu günlerden birinde yeğeni Ramazan Tektaş evde tepsi ettiklerini söyleyip akşam yemeğine davet etmiş. 'Evde bi tencire pilav yidim ya, hadi gidem bakam' demiş. Davetliler arasında bulunan Bahtiyar Dayımın dediğine göre, tok karnına oturduğu o sofrada tam 13 tane bükme yemiş.

    Aynı zamanda ehlikeyif biri... Yediği zaman yemenin, çalıştığı zaman işin, daldığı zaman da keyfin hakkını veriyor. Kalabalık olduğu için sürüyü bölerler, bir kısmını da bizim avluya koyarlarmış. Gocasan uyuyup dinlenirken koyunlar da iki avluda pinekliyor. Bir keresinde  bizimkiler koyun ölüyor diye telaşla uyarmışlar. Kafasını bile kaldırmadan mırıldanmış: 'Ölüyosa kesin yiyin, beni ne uyarıyonuz!...'

    Gocahasan lakabının hakkını verircesine güçlü kuvvetli... Bazı zamanlarda herkes gibi el işine de gidiyor. Çatalçeşme'ye orağa gitmiş, Dıbış'ın ekini biçiyorlar. Çalışan başkaları da var, ama gözler bunun üzerinde. İşin arasında bir koyunu yemiş, diğer çalışanlarla birlikte üç tepsi börek yinmiş. Kimin ne kadar yediği tahmin edilebilir...

    Ova köylerine Çorca'ya filan gittiğinde hemen farkı hissediliyor. Hem yer, hem de yediği kadar çalışırmış. Oralarda Gociban (İbrahim Özen) ile bunu Döyerbiçer diye lakaplamışlar...

    Böyle bir adamın bir kuzu, koyun hatta koç yediğine dair hikayeyi çok kişiden duyabilirsiniz. Yeğeni Berber Ahmet Kabadayı'dan dinlediğim başka bir hikaye anlatayım size. O da Hafız Mehmet Öztürk'ten bizzat duymuş. Hafız'ın dükkanın üst katında 1960'ların sonunda Karahallılı iki terzi varmış. Osman ve Necati adındaki bu ustaların yanında zaman zaman toplanır ferfine yaparlarmış. Hafız ve Gocasan'ın da bulunduğu bir gün için kaz ve tirit ferfinesi kararlaştırılmış. Buna göre Gocasan evden bir kaz pişittirip 30 şepit ettirecek, parası ortak karşılanacak. Günü gelince Gocasan kaz ve şepitlerle çıkıp gelmiş, ama sofrayı hazırlarken söylenmiş;
    - 'Bu bana bile yetmez, keşge iki dene kesydik.' Onun böyle mırıldanmasına dayanamayan Hafız sonunda patlamış;
    - 'Ha hayvan ha! Sen bunu yi parasını ben vecen, ne gonuşup duryon!' Biraz da yiyemezsin demeye getirmiş. Yirdin, yiyemezdin derken iş ciddiye binmiş ve Gocasan işe girişmiş. Otuz şepidi ıslatıp ıslatıp yemiş. Etin sonuna doğru biraz zorlanır gibi olunca 'gaybettin' diye eğlenecek olmuşlar. Gocasan ise pek oralı değil, eti bitirmiş ve zorlanmasının sebebini açıklamış;
    - 'Evde de gazınan tirit vardı. Len ben orda aç galırın deye açık atışdıren dedim, bi gazınan 15 şepit yidim de öne geldim. Yosa burda oguda zorlanmazdım...' Hafız İzmir'de ameliyat için hastanede yatarken bu olayı yemin billah ederek Berberahmet'e böylece anlatmış...

    Devran hep aynı minvalde dönmez. Tökezlemeler, duraklamalar, aksamalar vb. her ne olduysa düzen bozuluyor. Gocasan İzmir'e göçmek zorunda kalıyor. Mutlaka karakteri ve alışkanlıkları da onunla beraber gitmiştir. İştahı ve yeme arzusunu bırakacak değil elbet... Yalnız yakı otu İblak'ta kaldı... Gelene gidene sipariş verip istetiyor, yakınları da onu otsuz bırakmıyorlar. Yemeye devam yani...

    1994 Yılında Mehmet Tırık, onu Berberahmet'in evinde görmüş. Berber hem yeğeni hem damadı olduğundan çok rahat... Neslihan Hanım babasına 'Şepit va, getiren mi Buba?' diye sorunca 'Haber edeydin garnımı doyurmadan gelirdim a gızım, neyise geti bakam.' diye oturduğu sofrada tam 14 tane şepit yemiş. Mehmet, ölesiye unutmam dediği bu manzarada şepitleri özellikle saydığını söylüyor.

    ***

    Bu hususta anılması gereken isimlerden biri de Gambırmuhtar Ahmet Öncül'dür. Muhtarlığı döneminde büro olarak kullandığı odada geçen çoğu olay fıkra gibi hala anlatılır. Görmedim, ama kendisinden dinlediğim biri manidardır. Güneş almayan odadaki saksıda yetiştirdiği biber fidesi vardı. Çiçek açar, döl verir, kızarır öylece yaşar gider, kimse de varıp dokunmazdı. Çünkü zehir gibi acı olan firenk biberi dediklerindendi, bu yüzden kimse yemeye cesaret edemezdi... Katık bulamadığı bir gün, iki üç tanesiyle karnımı doyururum diye düşünmüş. Koparıp yanına koymuş. Gerisini şöyle anlattı;

    - 'Issırmadım bile le!... Sadece dişledim... Anam! Anam! Anam!... Dilim dudağım davıl gibi şişdi... Bağırcen, bağıramıyon... Ağlıcen, ağliyemiyon... Bi ter basdı beni, sona gözlemden tıpır tıpır yaş boşandı... Emme ağzımın yangını geçmiyo... Onun acısınnan tam bi dene köy ekmeği yidim, hala dilim yanıyodu...'

    Tabi bunu dinlerken onun mübalağa kralı olduğunu unutmamak lazım. Yine de yeme konusunda abartması yoktur. Sevdiği bir şey karşısında gözlerinin parladığına çok şahit oldum. Evliliğinden sonraki en mutlu günü belki de mangal sahibi olduğu gündür...

    Bir keresinde Hisar pide salonuna gittik, oranın tandırı meşhurmuş, benim bildiğim yok. Meğer o çok defa tecrübe etmiş... 'Ben tekli yicen' dedi, aynısından ben de istedim, fakat şaşkınlığımı da gizleyemiyorum. Muhtar bu, tek porsiyonla doyar mı!... Önce dörde bölünmüş soğanlar geldi. Sabırla onların her bir diliminin zarını ayırıp şöyle koydu. Soğan merasiminin bitiminde geldi bizim tekli tandırlar... Ben bir lokma aldım almadım, bir işaret çaktı takviye pide getirdiler. Meğerse kaşla göz arasında pideyi bitirmiş, et öylece duruyor... Böyle böyle işaret ediyor, pide geliyor; işaret, pide... İşaret pide... Ben kaç tane boş pide geldiğini sayamadım... Garsonlar da bıkmış olacak ki bir süre sonra ortadan kayboldular. Son gelen pideyi katık ederek et ile aynı anda bitirdi... Gülüşerek dışarı çıkarken doymadığı belli oluyordu. Herkes kendi yoluna gitmek üzere ayrıldık. Sonradan öğrendim, 'Bi yere oturup gözelcene garnını doyurmuş.'

    Karnı doyduğunda 'Haşşönee!' diyerek avuçlarını birbirine vurur, sigarasını yakmaya dururdu. Katmer yerken kırılan dişini tamir için Dişçi Ali'ye vermiş, onlar gelene kadar geçen zamanda hayat zindan olmuştu...

    Muhtarla aynı dönemin meşhur yiyicilerinden biri de Kalpsiz Hüseyin Tok idi. Bu işe Muhtar gibi sanatsal açıdan yaklaşmaz, harala gürele yalayıp yutmaya bakardı. Yiyecek miktarı çok olsun yeterdi, gerisinin önemi yok. Mesela kanattan nefret ederdi, etten çok kemik var diye... Çolakların Odada bir keresinde yüze yakın yumurta yediklerini anlatmıştı...

    Turabilerin Ahmet Külte'ye kulak verelim : Bu hikayeyi bizzat Takgasların Mahmut Öncül Amcadan dinlemiştim, yıl olarak tam hatırlamıyorum ama Kalpsiz'in kamyonun olduğu yıllar..

    Kalpsiz'le Mahmut Amca Bayramaliler'e taş getirmeye gidiyorlar, taş işiyle uğraşan ortak tanıdıkları birisine varıyorlar. Taşı yükledikten sonra yola çıkmak için hazırlanırlarken galiba lastik patlıyor, arkadaşları da 'Vallaha olmaz, vakit de geç oldu, bugün burda akşamlayacağız. Hem ben keçiyi kestim, hazırlattırıyorum, onu yimeden bırakmam sizi.' diyor. Tamam deyip ocaktan eve doğru yürümüşler. Yalnız Bayramaliler'e gelirken Kalpsiz 'Le Zelo, arada sırada dişim batıyo, ağrıcek heralda' demiş. O da 'Bişey olmaz geçe' diye geçiştirmişimiş. Şimdi söz Zelo'da;

    - Bu ocaktan çıkarkene zıngırdamaya başladı 'Zelo vallaha dişim ağrıyo.' Ben 'Le bişey olmaz geçe le' diye savsakladım. Neyse eve vadık, bizi odaya aldıla; ama Kalpsizin diş de azıttı. Köy fırını evin hemen yakınında, keçiyi tepsilere  hazırlamışla, fırına götürüyola. Bizim Kapsiz gıvranmaya başladı bu sırada. İlaç yok, hap yok, bunnan beraber elektirikler de yok. Tuz koyalım, gargara yapalım... Herşey deniyoruz, bir türlü ağrı kesilmiyo, Kalpsiz yerlerde yuvarlanıyo. Keçi fırından geldi, yeminle nar gibi olmuş. Sofra hazır, Kalpsiz yemeğe dayanamaz, hele ete heç heç... Oturduk... 'Hadi Kalpsiz.'  Nerdeee, Kalpsiz'de yicek durum yok. 'Yav çekelim bali şunu da kurtul yav!' dedik... 'Vallaha da çekin bali.'  'Eee, neyinen çekcez?'  Evsahibi 'Pense olur mu?' deye sordu. 'Olur le, geti...' Derdi diş falan değil Kalpsiz'in, keçi etini yiyemiyecek olması... Getirdi penseyi, netcez kim cekcek? Ev sahibine 'Sen çekersin' dedik. Tamam dedi, aç ağzını Kalpsiz... Hangisi?.. İşte şu... Elektirik yok, el feneri yok, bi dene gandil onun da kendine faydası yok... Gandili yaneşdiriyon, yaneşmiyo,.. 'Ağzının içi görünmüyo' dedim, 'Ben iyice yaneşdiren, sen görünce dutasın...' Tamam, olur... Yaneşdirdim gandili. Nerden görcek, gandil yaneşmiyo... Kalpsiz şu mu le?  Hı! Hı!.. Tamam, çekiyon... Nasıl tutmasınnan bükmesi bir oldu, bilekleri de kuvvetli.. Bizim Kalpsiz penseyle beraber havaya galkıyo... Ihh ıhh... Ne oldu le?... Ağzında o biçim küfürler... Len o diş degil, yanındaki!... Meğer yanlış dişi tutmuş... Ağrısı iyice arttı... Biz otuduk keçinin başına, Kalpsiz kenarda galik... Nispet ede gibi 'Kalpsiz ge bali...' Nerdeeen, yerlerde yuvarlanıyo... Velhasıl o gün Kalpsiz keçiyi yiyemedi, sabaha kadar yuvarlandı. Sabahdan Dişçi Ali'ye gittik, bir çürük bir sağlam diş çektirdik...

    Muhtar'da olduğu gibi Kalpsiz'in de dişle imtihanı var... Bu mevzuda tek ortak noktaları diş değil. Onların nasıl birer yiyici olduğunu gösteren, birlikte yaşadıkları sayısız ziyafet macerasıdır. Onlara bir örnek olması açısından yine Ahmet Külte'ye dönüyoruz. Bu seferkini bizzat Kalpsiz'den duymuş.

    Kalpsizle Muhtar bir gün Afyon'a giderler. Niyetleri pide yemektir, Lale pide salonuna varırlar. Muhtar, 'Şöne bana 5 tekli yap' der. Kalpsiz de aynısından ister. Muhtar, soğumasınlar diye pideleri yavaş yavaş getirmesini söyler. 

    Kalpsiz Amca anlatıyor: Yaveş yaveş  bidele geldikçe biz yidik,  ayran kola da yanında... Beş teklile bitince 'Le Galpsiz yetmedi, Usda 3 tekli daha yap' dedi. Tabi esik  galır mıyın, 'Bana da geti' dedim. Valla ordeki garsonla etrafımızda fır dönüyola... Yidik, hesabı ödedik, çıkdık. Çıkdık ya, Allahalla saki bana yetmedi gibi geliyo. Gambır'a da bişey diyemiyon, çünkü sövcek biliyon... Deyen, demiyen... Ptt'nin önüne geldik... Gambır ben bişey decen, emme söyme... Neymis le?... Valla ben doymadım... Len .... un ayısı, ben de doymadım!... Netcez le?.. 'Netcez len, şurdan Demircile içine gidem.' dedi... Gittik, gasaptan et aldık, fırına vardık, ne çıkarsa hepsine pide yap... O da 10 tekli çıkmış, geldi önümüze, bi de ayran kola, onları da yedik... Çıktıgımızda 'Haşşöne ... mun Gapsizi, şindi lekine girdi...'  Ya le Gambır, valla benimki de dekleşti... 

    Bu olaydan bir müddet sonra yine Afyon'da Ağustos ayında yemekleri yerler. Kapsiz'i ter basar... Len eğri dedim, valla ter basdı, gidem de soğuk bişeyle içem... Eyi madem, hadi parka... Heykelin yanındeki parka gittik. Garsona sen bize soğuk biseyle ve, dondurma kola geti dedim. Gambır 'Sen yi, bana bi demlik çay geti.' dedi... Len eğri, bu ıscakda çay mı içilir!... Geliyo dondurma kola, ben terliyon... Geliyo dondurma soguk su kola, ben terliyon... Gambır'da gıram ter yok... Demlik bitdi, bi daha söyledi... Benim dondurma faslı dört beş oldu, hala ter döküyon... En sonunda '... mun eğrisi, şu tere bak le, sen de hala çay iciyon bu ıscakda!...' En sonunda patladı, '... mun Galpsizi, ıscakda soğuk yiyip içilmez. Iscakda ıscak işcen, terletmez, harareti kese!..'  Ben bilmiyodum, velhasıl bizim Eğri'den onu da öğrendik. Bu hikayeleri ben futbol oynarken Kalpsiz amca da kulüple ilgilenirdi, uzun zaman kulübün içinde oldu. Toplandıgımızda anlatırdı, Allah rahmet eylesin inşallah...

    ***

    Son nesil iyi yiyicilere örnek olarak Yumrukların Ali Tüplek'i sunacağız. Yine Ahmet Külte'nin anlatımıyla verilecek olan Ali, Kalpsiz'in öz yeğeni olduğu akılda tutulsun...

    İyi bir yiyici de Yumrukların Kambur Ali'dir.  Rahmetli gerçekten oturdu mu yemenin hakkını verirdi. Anıtkaya'da gece yemeği malum meşhurdur, bunun başında da sucuk gömme gelir. Rahmetliyle zaman zaman fırınlarda karşılaştığımız olurdu. 50-100 gram sucukla bir, bazen iki ekmeği yediğine şahit olmuşumdur. Ekmeği yarar, sucuğu en önüne koyardı. Biraz geri kakar ısırır, sonra tekrar ittirir ve tekrar ısırırdı. Böyle böyle bir bütün ekmeği yer, kalan sucukla diğer ekmege başlardı. 

    Bir gün evden peynir bidonunu kaptığı gibi soluğu fırında alıyor. Fırıncıya 'Şuna ne kadar çıkarsa pide yapıver' diyor. Peynir dediğim bir avuç değil, birkaç kilo var. Ne kadarının paket, ne kadarının orada yeneceğinden habersiz ustanın şaşkın bakışları arasında pidenin tamamını orada yiyiveriyor. Dediklerine göre ondan fazla pide yemiş, dahası fırına gelirken evden hamıraşı yiyip de çıkmışmış...Allah rahmet eylesin inşallah...

     ***
    Konuyla ilgili bilgi talebimizi belirten duyurunun altına Bünyamin Kırbaç 'Az ye çok yürüyüş yap, sağlıklı kal. Yiyenlerin hepsi asfalttan öteki tarafta.' diye yorum yapmıştı. Sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken bu yorumla bitirmek istedim. Bu vesileyle adı geçenlerden vefat etmişlere rahmet, hayattakilere afiyet dilerim... 



06 Kasım 2024

Tülenen Şına

 
    Gödenlerin Dayı (Bakkal Süleyman'ın babası Mehmet Dadak)ın kendine ait bir harmanyeri yokmuş. Herkesin az çok ileşberlikle geçindiği kalabalık Eğret köyünün harmanyerleri yeterli gelmemesi çok normal. O kadar sap, yayılıp döğenle sürüldüğü için çok yer kaplıyor ve bu süreç uzadıkça uzuyor. Böyle durumlarda köye yakın harmanyerleri haricinde, harman dökecek yeni yerler bulmak zorundasın, başka çare yok. O çaresizlikte bir dönem kapısının önüne harman yığdığını bile söylüyorlar...

    Bilmeyenler için söyleyelim, bütün tarlalarındaki sapları getirip düğen sürmek üzere döktüğün yere harmanyeri deniliyor. Dayı da daha kapısının önüne, yani mahallenin ortasına dökme noktasına gelmeden önce Uzundere mevkiinde bir yeri harmanyeri olarak bellemiş. Bu konuda yalnız değil, bir ara Hacıların Kelarzıman (Arzıman Azbay)ın harmanyeri de oralarda... Bu, şu demek oluyor; bütün sapını oraya çekeceksin...

    Şu notu da yeni nesil için vermek zorundayız ki sap çekmek için bazı ön hazırlıklar gerekir. Arabaya delece vurmak; teker, dingil, makas gibi aksamı yağlamak; urganları, tokaları hazırlamak vs. Bunlardan başka tekerleri çekdirmek de esaslı bir sap çekme hazırlığıdır.

    Tekerin en dışında, onu her türlü darbeye karşı muhafaza eden demir çembere şına denir. Teker gövdesini sıkıca sararak yerinde sabit durması gereken şına, bazı bölümlerde açılan deliklerden çivilenir. Ayrıca yan taraflara da çivi bükülerek yerinde durması sağlanabilir. Fakat yerinde sıkıca durmasını sağlayan asıl etken, ağaç aksamın nemli ve şişkin durmasıdır. Öyle olursa, şına tekeri mengene gibi sıkar. 

    Yalnız Temmuz Ağustos hararetine nem mi dayanır. İster istemez bu ağaç kısım kuruyup çekmeye maruz kalacağından, şına tekere bol gelir; artık çivi filan derman getirmez. Bunun tek çıkar yolu vardır. İşte teker çekdirmenin özü, şınayı tekere göre küçültmektir. Usta demirciler sırf bu iş için geliştirdikleri aparatla, gelen tekerlerin şınalarını keserek daraltırlar. Tekerleri çektirmezsen ne olur; ne olacak, şına çıkar, teker dağılır, yolda kalırsın...

    Teker çekdirmek şına sağlamlığı için yeterli değildir. Bu sıcaklar artarak devam edeceği için her fırsatta tekerleri nemlendirmek gerekir. Bu yüzden boş bile olsa arabayı gölgeye çekmeye gayret edilir. Düzenli olarak tekerler sulanır. Ben hayvan sular gibi teker suladığımızı, her tekere bir güğüm su döktüğümüzü  hatırlıyorum. Çeşme ve kuyu başlarında, aharların suyunu boşalttığı yerler çamur olur. Hayvanlar sulandıktan sonra arabanın tekerleri illa ki o çamura doğru sürülür ki tekerlere belenen çamur, nemi koruyabilsin...

    Biz Dayı'ya dönelim... Uzundere'deki harmanına yeni arabasıyla sap çekiyor, yanında Sarasanın Ahmet Dadak var... Yalnız yukarıda bazılarınca gereksiz ayrıntı gibi görünen hiç bir şeye dikkat etmemiş. Yani teker-şına emniyeti sıfır... Kendince haklı olabilir, çünkü arabası yeni...

    Arabayı harmanyerine çekmişler, boşaltmadan önce soluklanmak için altına uzanmışlar. Şuydu buydu derken, Dayı'nın gözü tekere takılmış. Şınanın yüzeyindeki pürüzler dikkatini çekmiş. Demirin yüzeyi yalabık olması lazım, halbuki sanki çer çöp yapışmış gibi bir hali var, buna şaşırmış;

    - 'Len Ahmet bizim şına tülenmiş mi yoosa?' diye ciddi ciddi sormuş. Bu soruya şaşıran Ahmet de ciddi ciddi cevaplamış;

    - 'Ha Emmi ha! Heç şına tülenir mi!'

    Daha dikkatli bakınca şınanın düştüğünü, harmana kadar o vaziyette geldiklerini, kayaya taşa maruz kalan teker yüzeyindeki kılçıklanmayı bu yüzden tülenmeye benzettiklerini fark etmişler. Allah'tan yeni arabanın yeni tekerinin ağaçları çok sağlammış da, dağılmamış. Şükretmişler...

    Yolda çıkan şınayı Bilallerin Apil Kaynar bulup sahibine iade etmiş. Galiba Apil Dedenin harman da o taraflarda... Olayın kahramanları zaman zaman bir araya geldiklerinde bu tatlı anıyı yad ederlermiş... Berber Ahmet Kabadayı'dan biraz önce işittim, böylece buraya kadar geldi...

 


20 Ekim 2024

Güneşim Dönsün ki

     
    Konuyla ilgili daha önce, yanlış hatırlamıyorsam, 'Hazine Bekçileri' başlığıyla bir kaç hatıra hikaye anlatmıştım. Her yerde olduğu gibi Anıtkaya'da da çok define meraklısı var. Bunlara dair hikayeler için ayrı bir ana başlık açmak gerekiyor gibi... En son duyduğum bana çok ilginç ve eğlenceli geldi, yazmasam olmazdı...

    Olayın kahramanı Turabiler, arada yabancı yok. Töbe, belki de var, kimliğini tespit edemediğimiz Hoca onlardan olmayabilir... Mekan Çayırlar mevkii... Zaman ise 1960'lı yıllarda bir gece...

    Demek ki bu işlere ilgi duyuyorlardı, bir gece Obagumandanı elinde bir haritayla çıkageldi. Yusuf Külte'yi köyde herkes böyle tanırdı. Turabiler sülalesinin bilirkişisiydi, biraz da lider karakterli olduğundan sözü dinlenir, fikrine önem verilirdi. Geniş ailede topluca bir şey yapılacaksa son sözü O söyler, büyük küçük herkes dediğini yapardı. Haritada gösterilen yeri kazıp ne varsa çıkaracaklarını söyledi. 

    Harita Çayırlar'da bir yeri gösteriyor. Ekipte Obagumandanı'ndan başka kimler var; en büyükleri Doruk Mehmet Külte, Capbağın Mustafa Külte ve en küçükleri de Arif Külte... Ekibi şöyle de tarif edebiliriz, Doruk ve üç abisinden birer yeğeni.. Lakin unutmayalım, grup lideri tabi ki Obagumandanı...

    Çıkıyorlar yola, levazımat da yanlarında. O günün araç gereci ne olsun; kazma, kürek, belki solluk, belki bir de fener... Dedektör nedir, bilinmiyor daha; icat edilmiş olsaydı yanlarında bulunur muydu, o da belirsiz... Fakat dedektör hassaslığında hazine yerini gösteren birini alıyorlar yanlarına, bir hocayı... Kim olduğunu belirleyemediğimiz Hocaefendi, toprak altındaki şeyin koordinatlarını çok ince bir sezgiyle hesaplayabiliyor. Dolayısıyla beş kişiler.

    Dere tepe geçiliyor, Çayırlar'a varılıyor; yolun sola kıvrıldığı yerdelerken hedefledikleri noktada bir ışıltı görülüyor, hemen kaybolduğu için bunu bir göz yanılması gibi düşünüyorlar. Çayırların orta yerinde bir yerde duraklıyorlar. Obagumandanı'nın adımlamalarına göre kazılacak yeri belirliyorlar...

    Kazıcılar işe girişirken Hoca da kendine uygun bir yer bulup oturuyor. Çünkü kazı çalışması buraya kadar Obagumandanı yönetimindeydi, bundan sonra Hoca'nın yönlendirmesine ihtiyaç var. İşin tılsımı neyse ona göre okuyup üfleyecek, içine doğan sezgiyle de aranılan şey her neyse ona ulaşacaklar.

    Dediklerine göre kazmayı vurdukları yerde tuhaf bir şey farketmişler. Sanki görünmez bir hatla ayrılmış gibi, bir tarafın toprağı yumuşak ve kazması kolay, diğer taraf ise kaya gibi sert. İster istemez yumuşak tarafa ağırlık veriyorlar. Lakin dedektör hemen ötüp uyarı veriyor;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ, orda bişey yok, boş... Siz şu tarafı gazıñ...' Onun dediği tarafa yöneliyorlar, ama hem çok sert, hem de içlerinden bir ses gömünün diğer tarafta olduğunu söylüyor. İç sese kulak verdiklerinde Hoca hemen gürlüyor; 

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ, orda bişey yok, boş...' Böyle böyle, bir o tarafa bir bu tarafa dönüyorlar. Ne kazdıkları belli, ne kazmadıkları... Hoca'nın işaret ettiği yer binlerce yıldır kazılmamış gibi sert, Allah nasıl yarattıysa öylece kalmış sanki. Hatta demir çakmaya çalışıyorlar, geçmiyor... Gelvelakin Hoca çok kötü yemin ediyor;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ!' deyince işin rengi değişiyor... İki arada bir derede n'etdikleri belli değil, zaten iş de üremiyor, bir şey kazdıkları yok;

    - 'Hadeñ gidemiñ bali' deyip ekipmanları toplayarak köye dönüyorlar...

    Hoca evine gidiyor, onluk iş kalmadı çünkü. Bizimkiler odada durum değerlendirmesi yapacaklar. Capbağın Mısdık;

    - 'Le Ağa, biz yânış yeri gazdık, Hoca'nıñ dediği yer böne böne...' deyince ona hak veriyorlar. Hemen şimdi, ama Hoca'sız giderek istedikleri yeri kazmaya karar veriyorlar. 'Hadeñ toplanıñ bakam...'

    Yine yolun Çayırlar'a döndüğü noktaya geldiklerinde, biraz önce terkettikleri kazı alanında tuhaf bir şey görür gibi oluyorlar. Sanki bir araba oradan Cumalı'ya doğru uzaklaşıyor gibi... Vardıklarında bunun bir yanılsama olmadığı, gördükleri arabanın gerçek olduğunu anlıyorlar. Birileri gelip Hoca'nın 'Güneşim dönsüñ ki boş' diye yemin billah ettiği yeri kazarak boşaltmışlar. Aha küpün yeri de kalıp gibi orada duruyor... 

    Ne yapsınlar 'Heeyvak! Heeyvak!' diye dövünmekten başka ellerinden bir şey gelmiyor. Araba çoktan Macur tarafında kayboldu, giderken içlerinde umuda dair ne varsa ardından sürüdü. Onlara kala kala küpün boş mezarı kaldı. O boşluğa bakıp bir süre için için sessiz ağıt yakmışlar... Belki boşluğa anlaşılmaz küfürler de savurmuş olabilirler... Hatta Hoca da bu küfürlerden nasiplenmiş olabilir...

    ***

    Giden geri geleydi Dedem gelirdi... Çayırlar'da uçan fırsat bir daha geri gelmedi. Bu arada dört kafadar Turabi'nin toplu veya bireysel olarak yeraltı, yerüstü çalışması yapıp yapmadıkları bilinmiyor. Yalnız aradan bir kaç yıl geçtikten sonra ikisi, Capbağın Mısdık ile Arif Külte Turgutlu'ya gidiyorlar. Neden Turgutlu? Çünkü ekmek parası için herkes o taraflara gidiyor, en azından harmanlara kadar bir miktar para kazanma yolu bu. Hiç yoksa orada sürekli amele isteyen tuğla fabrikaları var...

    Amele pazarında bekleşiyorlar... Bilen bilir, amelelerin iş beklediği yerler köle pazarı gibidir. Bir beyaz adam gelir, herkes etrafına üşüşür, kibirli efendi 'Sen, Sen, bir de Sen...' diyerek mal seçer gibi işçilerini alır götürür.

    Bizimkilerin başına öyle bir şey gelmiyor tabi... Beklerlerken yeni, gösterişli bir pikap gelip yanlarında duruyor. Bugünün 4x4 bilmemnesi diye düşün, öyle bir araba... Sanki onlar için gelmiş gibi;

    - 'Siz ikiniz, atlayın arabaya' diyor. Atlıyorlar Mısdık içeriye, Arif kasaya... İstikamet tuğla fabrikası... İçeride adamla Mısdık yapacakları işi, alacakları yevmiyeyi filan konuştuktan sonra, adet olduğu üzere meşhur 'Memleket nere?' sorusu geliyor... 'Afyon'... 'Neresinden?' 'Eğret'... Eğret adını duyunca adam coşmuş... O coşkuyla iki kere direksiyona vurup;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün ki ben bu arabayı Eğret'ten aldım.' demiş. Bu söz Mustafa Külte'ye pek bir şey ifade etmemiş. Bir vakit önce hayatının dönüm noktası olan bu bir kaç kelimelik laf onda bir çağrışım yapmalıydı, yapmamış; bir şekilde ayıkmamış... Arabanın Eğret ile bağlantısına dair sorduğu soruya cevaben adam devam etmiş. Yine iki kere direksiyona el vurarak;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün ki vallayi billayi ben bu arabayı Eğret'ten aldım. Sizin köyde define aramaya çıkmıştık. Köyün aşağı yanında Çayır diye bir yer var, orada kazacağımız yeri ararken birilerinin geldiğini gördük. Oradan fazla uzaklaşmadan saklandık. Beş kişilerdi, dördü kazıyor biri onları yönetiyordu. Bir yere odaklandıklarında yönetici  'Güneşim şu yandan bu yana dönsün, orda bişey yok, boş...' diye başka yeri gösteriyordu. Böylece bir miktar kazdıktan sonra çekip gittiler. Onlar ayrıldıktan sonra biz kendi hesabımıza göre kazıp parayı bulduk. Ben bu arabayı payıma düşen ile aldım...'

    Capbağın Mısdık bütün bunları dinlerken hop oturup hop kalkmış. Arada lafa girmeye bile mecali kalmamış. Sonunda;

    - 'Len vallâ onnâ bizidik...' diyebilmiş. 

    - 'Deme len!'... Şöyleydi böyleydi derken, o geceyi, sonrasını, nasip kısmeti filan konuşmuşlar... Fabrikaya vardıklarında da pek çalıştırmamış, muhabbete devam etmişler. Adam bunlara on onbeş yevmiye miktarı para vermiş...

    Dört Turabiden hayatta olan Capbağın Mustafa Külte'den defalarca dinlediği bu kıssayı biri anlattı, ben de yazdım, okuyanlar ise kendilerine düşen hissesini alsın...



10 Eylül 2024

Katmer

     
    Nasıl olduysa mevzu yeni gelinlerin yaşı kaç olursa olsun mahalledeki bütün erkeklere 'ağa' diye hitap etmesine geldi. Günümüzde yeri kalmayan bu adet, eskilerin saygı göstergesi kabul ediliyordu; ama zaman zaman gülünç durumlara düşülmesine de sebepti. Bir gelin, okula dahi gitmeyen çocuklara ağa diyordu... Buna dair örnekler verip güldük, sonra bu anlayışın saçmalığını dile getirip yürürlükten kalkmış olmasına sevindik...

    Bu sırada Berber Emmimin sesi, ısrarla bir olay anlatmak istediği zamanlardaki tona büründü. Bu ses tonunu iyi tanırım, sürpriz bir neşe barındırır ve mevzuya son noktanın konulacağını ima eder. Söyleyeceklerindeki ayrıntıları kaçırmamak için dikkat kesildim.

    Abisi Hasan Hüseyin Kabadayı Emminin düğünü var, yıl 1968-69 olmalıdır. Düğün ön hazırlıklarının önemli bir kısmını eş dostu davet etmek oluşturuyor. O yıllarda bu iş, şimdiki gibi davetiye göndermekle halledilmiyor; bir hediye bohçasıyla gidip davet ediyorsun, buna okuma/okunma deniyor. Götürdüğün hediye paketinin adı da okuntu...

    Yakın akrabaların okuntusu bohça iken daha düşük seviye davetlilerin okuntusu Cuma-Cumartesi (Perşembe gelini ise Salı-Çarşamba) günleri kapısında çalgı çaldırmak suretiyle yapılırdı. Tabi bu işlem Anıtkaya düğüncüleri için geçerli, başka köylerden davetlilerin varsa onları bizzat davet etmelisin, yani okuntu yoluyla...

    Böbülerin aslı Kütahya'nın Kuruçay köyü olduğu için Çaylıoğlular diye biliniyor. Müezzin Hüseyin Kabadayı Dede Belce'den gelmiş, ama bir kolları da Muratlar köyüne uzanıyor. Oradaki akrabalarıyla irtibatlarını koparmamışlar. Ben hatırlıyorum Salih Emmi atları koşar, sık sık ziyarete giderlerdi. Bugün de ilişkiler sürdürülüyor, hatta eskisinden daha kavi...

    Muratlar'daki Çaylıların Cemal Emmiye okuntu götürülmesi lazım, bunun için güveyinin kardeşi Berberahmet'i görevlendiriyorlar... Berber yalnız gidecek değil, yol arkadaşı Dayıların Adem Yola...

    İki kafadar atlıyorlar velespitlere... O yıllarda bisiklet lüks olmalıdır, ama bunlarda varmış demek ki... Yolda teker patlamadıkça iyi bir ulaşım aracı...

    Muratlar'da Cemal Emmilere varıyorlar... Sıcak bir karşılama var. Hoşgeldiniz, ne var ne yok derken kaşla göz arasında hamur yoğrulup sac kuruluyor; katmer edilecek... Daha sohbet yarılanmadan ilk katmer bişirgeçle getirilip önlerine devriliyor. Şöyle dikine dikine vurup pullandırmaya fırsat bırakmadan, o kadar el saldırıp ne kaptılarsa ufulaya pufulaya yutuyorlar... Sonra sıcak, yağlı sohbete devam...

    O sohbetten ne olacak, yeni katmer geldiğinde ufulamayla yine kesintiye uğruyor. Öyle bir trafik ki, bişirgeç dolu gelip boş gidiyor. Yalnız daha saca varmadan Cemal Emmi'nin sesi onu geçiyor;

    - 'Hadi gız!..' E sacın başında makine yok ki, hamur açılıp saca atılacak, çevrilecek, arada ocak ateşlenecek. Evin kızı ile anası bunun hakkından nasıl gelsin... Yine de sofrayı katmersiz bırakmıyorlar... Bırakmıyorlar, ama giden katmer bir anda ortadan kayboluyor; sanki hiç gitmemiş gibi, o kadar boğaz birer dıkım alınca bitiyor. Ardından herif bağırıyor 'Hadi gız!..'

    Berbergil de sofra ile ocak arasındaki bu hızlı trafiği farketmişler, hatta çok fazla katmer geldiğini de anlamışlar. Neylersin ki o kadar yemelerine rağmen doymamışlar. Adem'e sormuş çaktırmadan 'doyduñ mu' diye, O da 'ı-ıh' demiş... Bununla beraber katmer çok lezzetliymiş, sıcak sıcak kapışmak bu lezzeti katmerlemiş, bunu da ayrıca belirtiyor...

    Birdenbire katmer kesilivermiş. Daha parmaklarını soğutmadan yeni katmerin gelmesine alışan sofradakiler sabırsızlanmışlar. Cemal Emmi bu sabırsızlığını biraz yüksek perdeden 'Hadi gız!' diye seslendirince evin hanımı dayanamamış;

    - 'Bi diliñi dutamadıñ! Hadi gız, hadi gız!... Bi dur heyerif! Hamır bitdi, gız hamır yuğuruyo!.. Az sabret gali!'

    Meğer bunlar o hay huy arasında bir tekne hamuru tüketmişler. Hadi hadi derken geleni yutmuşlar, ama ne yediklerini bilmediklerinden doyup doymadıklarını da anlayamamışlar. Evin hanımı haklıymış, katmer pişirilmesi tamamlanıp yığılsa, ekşisi turşusu tam tekmil sofra kurulsa daha iyi olmaz mıymış...

    Şüphesiz daha iyi olurdu, pişirenlerin de iki ayağı bir pabuca sokulmazdı. Lakin yiyicilere katmerler o kadar lezzetli gelir miydi, bak orası şüpheli...

    Yeni hamur hazırlanırken Berber ile Adem yavaş yavaş ayaklanıp müsade istemişler. Bunu duyan evin kızı karşı çıkmış;

    - 'Duruñ gali Ağa' demiş, 'Hamır hazır, bişirem de Hacı Emmime götürüñ, ıscecik O da yisiñ.' Kabul etmişler bu teklifi... Kabul etmelerinin sebebi köye katmer götürmek değil, tadına doyamadıkları katmerleri yolda mola verip mideye indirmek...

    Sarıp sarmalanan emanet katmerlerle yola düzülmüşler, ama ne açlık hissetmişler ne de yolda durup yemişler. Meğer katmerin lezzeti hapur hupur yedikleri o sofra başındaymış. Köye döndüklerinde de dönüp katmerlerin yüzüne bakmamışlar... 



Böbülerin Çocuk

     
    Daha önce bahsetmiştim, sosyal medyada çoğu kişinin sayfasına yüklü fotoğrafları taradım. Dün akşam bir gözümle maçı izlerken, diğeriyle Berber Emmimin bu fotoğraflara bakmasını sağlıyordum. Aslında eski fotoğraflar üzerinde yapacağı izahata odaklıydım, yen nesli zaten bilmezdi. Bu karışıklıkta erken gelen ilk golü göremedik.

    Yenilerde çekilmiş çoğu selfi tabir edilen fotoğrafları hemen geçiyordum. Birisini geçince 'Ha, Böbülerin çocuktu o geçtiğin' dedi. Benzetmiş olmalıydı, çünkü slaytta hızlıca geçtiğim fotoğraf Hatcamehmetlerin Hasan oğlu Mehmet Saki'nin pozuydu. Mardaklar/Hatcamehmetler nere, Veyisler/Böbüler nere; kesinlikle birine benzetmiştir...

    'Yok bu Profesörün resmi' diyerek yanıldığını göstermek için döndük geriye... Hayır, yanlış görmemiş, yanılmamış da... Mehmet Saki'nin 'Böbülerin Çocuk' olduğuna dair hikayeyi anlattı. Bana da bunu not etmek düştü...

    Olay, Berber'in henüz çıraklık devresindeyken yaşanmış. Omarcıkların Berberhüseyin'in çırağı iken göz doldurmaya başlamış. Millet odalarda konusu açılınca konuşuyor, şu berber iyi, şu şöyle bu böyle... İşte orada 'Böbülerin Çocuk' ne kadar iyi traş ettiği anlatılıyor. O sırada çocuk dedikleri Berber 17-18 yaş civarı olmalıdır. Yaşlıların gözünde çocuksun...

    Büyüklerin kendi aralarında konuşmalarını, o sırada çok küçük yaşta bulunan Mehmet de işitmiş. Hatcamehmet dedesinin yanına takılıp gitmiştir. Bir de dedeler kendi adını taşıyan torunlarına çok düşkün olurlar, bu yüzden Mehmet'i her gittiği yere götürüyormuştur... 

    Her nasıl olduysa küçük Mehmet'in zihninin bir yerine 'Böbülerin çocuk gözel treş ediyo' sözü kazınmış. Saçları uzayınca dedesi bunun elinden tutup Takgasların Berberhüseyin'e (Öncül) götürmüş. Demek ki kendisi onun müşterisiydi. Hakla traş olunan o günlerde hangi berberin müşterisiysen harman kalktıktan sonra yıllık ücretini (hak) buğday olarak ödüyordun... Hatcamehmet torununu bu yüzden kendi berberine götürmüş...

    Kafasında 'Böbülerin Çocuk' bulunan torun Mehmet dükkana girince ortalıkta çocuk filan görememiş, yaşlı yaşlı adamlar. Berber de öyle... 'Ben Böbülerin çocuğa gitcen!' diye tepinmeye başlamış. Berberhüseyin de bu duruma anlayış gösterince dedesi tekrar elinden tutup öteki Berberhüseyin'in (Sağlam) yolunu tutmuşlar...

    İçeri girdiklerinde dedesi sormuş; 'Hana Böbülerin çocuk?'... Daha önce hiç görmediği halde Mehmet 'Aha bu' diye Berberahmet'i göstermiş. Daha sonraki yıllarda hem Hatcamehmet hem de oğlu Hasan Saki Berberahmet'in müşterisi olmuşlar, Emmim bunu da Mehmet'in 'Böbülerin Çocuk' ısrarına bağlıyor...

    Sonra 'Böbülerin Çocuk' usta çıkıp dükkanını açıyor, evleniyor, askerlik şu bu derken İzmir'e göçüyor; ayrı bir hikaye... Yıllar sonra bir gece, Gadıngızların evdeki bir düğününde, bir delikanlı gelip Berber'in karşısına dikiliyor; 'Hoşgeldin Ahmet Ağa, beni tanıdın mı?' diye soruyor... Emmim tanıyamamış... Tam çıkaramadığını söyleyecekken 'Ben Böbülerin Çocuk' diye kendini tanıtmış Mehmet Saki...

    Emmim bu hikayeyi anlatıp diğer fotoğraflara bakarken ben de harıl harıl yazıya geçirdim. Bu arada milli takım beraberlik golünü yemiş, onu da göremedik...



05 Eylül 2024

Bir Öküzüm Ahara Düştü Vakası Daha

     
    Berber Emmimin anlattığı Öküzüm Ahara Düştü hikayesini arzetmiştim. Benzer bir vakayı bugün işittim. Yalnız önceki gibi Almalı çeşmesinde geçmemiş. Bu seferki on onbeş yıl kadar daha önce düz ovada, meşhur Balıklı çeşmede yaşanıyor, onu hikaye edeceğim.

    1946-47 Yıllarındayız, Babam daha küçük çocuk, aklı yeni eriyor... Körhoca Dedem gidip malbazarından bir çift öküz almış, o zaman pazar nereye kuruluyorduysa... O hevesle oğlanları kemire getirmeye yollamış. Dağ'da çok sayıda ağıl bulunuyor ve köylü yakacak ihtiyacının bir kısmını da ağıllardan kaldırılan kemirelerle karşılıyor. Senin ağılın yoksa bile bir dostunun vardır...

    Babamın yaşı küçük ama Mevlüt Emmim on yaşının üzerinde, yanına küçük kardeşini de alarak yola çıkıyorlar. Bu arada yeni alınan öküzlerin huyunu suyunu bildikleri yok. E hayvanlar da yabancıysa, haliyle evi yolu bilmiyor onlar da... Gademguyu yakınlarına varınca öküzler neden ürktülerse, hop dereye uçurmuşlar arabayı. Emmim büyük olduğundan kendini atmış aşağı, ama Babam altında kalmış. Sürüklene sürüklene dereye kadar o vaziyette... O civarda Hakkıların çayırlar var, Patır Dayı (Ahmet Yırgal) öküzlerin önüne geçip durdurmuş, ama altta sürüklenen yeğeni perişan...

    Ölü gibi çocuğu getirmişler eve, sonra bir kırıkçıya göstermişler. Onun kim olduğunu hatırlamıyor Babam, bizim köyden de olabilir, başka bir köye de götürmüş olabilirlermiş... Adam demiş ki; 
    - "Ne kadar eti, kası varsa kırılmış; bir koyun postuna sarın bu çocuğu, 15 gün postun içinde kalırsa ayağa kalkar." 

    O yıllarda Dedemin koyunları var, yatırmış birini kesecekken Mazinin Ömer Emmi (Kabadayı) durdurmuş;
    - "Yav Hoca ne gerek var koyun kesmeye, aha bizim evde deri dolu..." Getiriyorlar bir deriyi, çocuğa giydirip güzelce dikiyorlar. Boynuna kadar bir tuluğun içinde on onbeş gün bekletiyorlar. Vakti gelince çıkarmışlar posttan, Babam gerçekten iyileşmiş.

    Bu arada sicili bozuk yeni öküzler bir vukuat daha işlemiş. Sulamaya götürülürlerken Gödecin Halil'in Afyonlu eşi Naciye Hanıma toslamışlar. Dedem, komşuya zararı olan hayvan bana yaramaz diye çekip sattırmış. 

    Biz hastaya dönelim... Babam posttan diri çıkmış, ama bu sefer de başka bir hastalığa yakalanmış. Sütce demişler, hadi bakalım Elpirek'e Patır Dayısı... Patır Dayı yeğenini çok severmiş, her lazım olduğunda işini bırakmaktan yüksünmüyor. Kendi öküzlerini koşup yola düzülmüş.

    Elpirek'teki adam hastayı enine boyuna süzmüş ve; 
    - "Bir haftaya kalmaz ölür bu" diye tükürür gibi söylemiş... Şu yaptığına bak, iyi olacaksa da öldürecek hastayı... Hiç olmazsa diyeceğini hastanın yüzüne deme... Düşün ey okuyucu, bütün bunları bana o hastanın kendisi anlattı...

    Moraller bozuk dönüş yoluna düşüyorlar. Gecek karşısındaki Balıklı çeşmede mola... O vakitler eski yolun üzerinde çeşme, şimdiki gibi bir kuytuda nisyana terkedilmiş değil. Her zaman etrafı çok şenlik oluyor. Balıklı çeşme denilmesinin sebebi de lulasının balık ağzı biçimli olmasıymış... Öküzleri sularken, birisi delleniyor veya hesapsız haraket edip cup ahara düşüyor. Bütün bu ayrıntılar morali bozuk çocuk hastanın aklında kalmış... Zor bela kurtarıp yola revan olmuşlar...

    Köye geldiklerinde Elpirek'te olanları anlatmışlar.  Çocuğa yakında öleceğini müjdeleyen adama mahalleli koro halinde sövmüş, tabi gıyabında... Lakin bunun hastaya bir faydası yok, ölümü bekleniyor... 

    Biri akıl mı verdi yoksa kendi fikri miydi bilinmez, Patır Dayı'nın aklına cıngırdık kurmak geliyor. Avlunun ortasına bir direk dikip koca söğüt dalını da onun üzerine yerleştirip mekanizmayı kuruyor. Cıngırdığın bir ucuna ağırlık dengelesin diye delikli bir taş bağlıyor, öteki ucuna da yeğenini oturtup başlıyor döndürmeye. Tam bir hafta belli aralıklarla babamı sallamış, hiç üşenmeden... 

    Bir haftaya kalmadan çocuk ölecekti ya, tam aksine bir haftalık sallanmanın sonunda cıngırdıktan sapasağlam inmiş... 

    Bütün etleri kırıldıktan sonra 15 gün koyun postuna büründürülen, posttan sütce olup çıkan, bir hafta içinde öleceği haber verilen, buna karşın cıngırdıkla kurtulan Babam bütün bunları bana anlattığı şu gün 83 yaşında...