Aslında kar ve arazi deyince akıllara Anadolu'nun doğusu gelir. Oralarda kış döneminin en kullanışlı ulaşım aracı kızaklar. At koşulan bu araç, kaygan kar buz üzerinde kayarak hareket etmeye dayanıyor. En azından filmlerde görülmüştür. Eskiden böyle çok yağdığına göre acaba Eğret'te de kızak kullanılmış mı diye araştırdım; yaygın değilmiş, ama iki kızak kullanıcısını duydum.
Hacıların Kelsalek Salih Azbay'ın kızağı varmış ve onu tamamen ağıla ulaşım amacıyla kullanırlarmış. Malum olduğu üzere köyün çok uzağındaki ağıllara sık sık gitmek gerekiyordu. Çobanın ekmeği bir yana, bazen koyunlar için ot, saman gibi erzakları da kızakla götürürlermiş. Diğer kızak da Yenimısdık Mustafa Haykır'da... Namlı atlarıyla tanınan Yenimısdık o yıllarda çevre köylere yolcu taşımacılığı yapıyor. En eski dolmuşçuluk gibi düşünülebilir. Tabi bu işi yapıyorsanız mevsim şartlarına göre araç ayarlamanız gerekir. Karlı kış günleri için kızağı varmış. Yani Eğret'in ikinci kızağı ticari amaçlı... Başka da kızak sahibi duymadım...
Büyüklerin, ulaşımdı, barınmaydı, yakacaktı, yiygiydi gibi sıkıntılarından uzak bizim gibi çocuklar, o vakitler karın eğlence kısmıyla ilgilenirdik. Kardanadam, kartopu, baskı, moturtekeri filan değil, en büyük eğlencemiz gayık gaymek idi.
Gayık gaymek, yüksekçe bir yere çıkıp kendini bayırdan aşağı koyvermek ve en az enerjiyle adeta uçma hissini yaşamaktır. Tarifi güç bu hissi yaşamayan bilmez. En basit şartı engebeli arazidir ve şükür ki bizim köyümüz gayık için en müsait yere kurulmuş. Nereye baksan irili ufaklı tepecik karşına çıkar...
Nasıl ki biz kendi çocukluğumuzdan bahsediyoruz, aynen öyle de bizim büyüklerimizin de çocukluk dönemi vardı. Hayatta olanların anlattığına göre onların en popüler gayık/kayak merkezi Mumaklık tepesiymiş. Başka sportif gösterilerin de merkezi olan Mumaklık, kışın ise en uygun gayık alnına dönüşüveriyor. Dediklerine göre yerleşimin seyrek olduğu yıllarda (mesela sadece Ercebin ev varken) oralar ana baba günü gibi cıvıl cıvılmış. Tabi tam karşısındaki Mezerböğrü unutulmamalı. Bir vadinin iki yanı gibi karşılıklı bu iki tepeden vızır vızır kayıyorlarmış. Çeşmeye giden ortadaki yolda insan ve mal maşat trafiği tahmin edilebilir...
Dolağın Osman'ın oradan delicesine kaydığını anlatıyorlar. Her dönemin böyle gözükara delifişekleri vardır. Onlardan daha büyük olanların Mumaklık'la ilgili kayak hatıralarını dinledim, 1940'lı yıllara kadar iniyor bunlar... Hakkıların Kadir Yırgal Dayı, oğluna ve yeğenine kızak yapmış. Eli kesere yatkın olanların böyle marifetleri var, tabi çocukları da diğerlerine göre daha şanslı oluyor. Bunlar Mumaklık'ta kayarken yaşça büyük bazıları zorbalıkla kızağı ellerinden almaya çalışır, çoğu zaman da alırlarmış. Elbette günün sonunda geri veriyorlar. Diyeceğim, kaba kayalık yapısı sebebiyle Mumaklık'ta kızaksız kayılmıyor, güvenli değil...
Ahmetçavuşun Aladdin Şık ile Gavasın İsmail Sargın sağdıçlarmış. Bu ayrıntıyı 1941 doğumlu kişilerin hangi yaşlardayken kaydıkları hususunda bir fikir versin diye belirtiyorum. Aladdin'in güzel bir kızağı var. Genellikle gürgenden yapılan kızaklar çok kaygan ve doğuştan cilalı, yalabık oluyorlar. Eski yaba, yabaltı sapları da kızak için en uygun malzeme imiş. İleşberin önemli araç gereci olduğu için her evde bulunur ve hepsi eskir... Neyse, Alaaddin gürgen ayaklı kızağıyla kaymakta... O vakitler Mumaklık'ta henüz yapılaşmanın seyrek olduğunu tekrar hatırlatmak gerek. Misal, batı yakasındaki Hafız, Yılıklar ve Çerçilerin evler filan yok. Eski asfalt ise daha asfalt değil, susayol... Bizimki son sürat inişte... O anda Bunar tarafından çeşmeye sulanmaya getirilen öküzleri fark etmiş. Hayvanlar normal kendi sabit hızlarıyla ilerlemekte olduğundan herhangi bir çarpışma olmayacak gibi... Lakin öküzün birinin ofudacağı tutmuş, olduğu yerde öylece sorutmaya başlamış... Olduğu yer de tam Alaaddin'in yolu üstü... Kızakla o süratle inerken vites değiştirme, frene basma, manevra yapma imkanı yok... Yummuş gözünü... Gözlerini açtığında kendini Hafızın bahçede bulmuş... Meğer olan şuymuş, ofutmakta olan öküzün altından köprüden geçer gibi geçmiş, ardından susayı da aşmış, hoop bahçeye... Aladdin Emmi bu olayı gülerek defalarca anlatmış, kendinden rivayet yani...
Bu kadar kalabalıkta kargaşanın, kavganın, şamatanın olmaması mümkün mü?.. Bir keresinde Gavasın İsmail ile Yörüklerin Çolağessan (İhsan Demir) harala gürele kavgaya tutuşmuşlar Mumaklıkta... Bunu nakleden Berber Ahmet Kabadayı, küçük olduğu için aralarına pek karışamıyor. Bu yüzden kavganın sebebi kayık kayma mı, kızak mı, yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamamış...
Bu arada küçük bir ayrıntı olarak arzedeyim, Eğret'te bu meşhur ulaşım ve oyun aracına kızak denmez, 'gayık' denir. Eskiden de böyleymiş... Kayık kayma fiili ile karışmasın diye ben kızak diyorum...
Mumaklık, bir yanındaki Mezerböğrü ve diğer yanındaki Arapların Bayır bir dönemin ana kayak merkezleri oluyor... Elbette evlerinden uzaklaşacak yaşta bulunmayan yahut o kadar yüksekten kayacak kadar büyük olmayan çocuklar bu zevkten mahrum kalacak değiller... Eğret köyünün engebeli bir araziye konduğunu belirtmiştik. Her yaştaki çocuğa uygun tepeler, tepecikler, bayırlar, yükseltiler çukurlar bulunuyor. Bunların her mahalleye serpiştirilmiş olması da ayrıca şans. Hiç bir şey olmasa, evi düz bir alanda bulunanlar için dambeşten kakılan kar yığınları bile yeter.
Ufak bir sıçrayışla bizim kuşağa geçiyorum. İşte biz böyle ufak tefek yükseltilerde kayardık. Gözümüzü açtığımız ilk yıllarda Çulluların ev tarafından gölete doğru inen küçük yamada kaydık. Burası önemli bir yükselti gibi görünürdü gözümüze, biraz büyüyünce bir de baktık ki iki adımlık yermiş. Dıkmanın Ara denilen küçük sokak açılmamıştı daha, orası bir küçük gölün çevresi gibiydi. Kaydığımız bayır dağ yamacı, fırın ve Patırların ev kıyıları şehir sahili, karşılıklı doğu batı kıyıları ise plaj gibiydi. Gölete tekrar döneceğiz, biz kayık mevzusundan uzaklaşmayalım... Her kar yağdığında özenle bayırımızdan kayık güzergahı yapar, şimşirleşinceye kadar kayardık. Alosmançavuş rahmetli malları sulamaya çıkarırken ortalığı bir vaveyla kaplardı. Onun gelişini bu gürültüden anlar her birimiz bir köşeye kaçışırdık. Sadece o vakitlerde kaymaya ara verir, burnumuzu çeke çeke, ellerimizi hohlaya hohlaya akşama kadar kayardık. Okula gitmediğimiz dönemlerdi demek ki...
Okul yıllarında daha büyük bir kayak merkeziyle tanıştık; Hanınarası... Aslında ondan önce Han'ın öbür yanından okula doğru inen tatlı bayırın kayık yapıldığını gördük. Belki de ilk kar yağışındaydı, 1973 yılı olmalı... Herkesin çanta sahibi olmadığı, milletin torbalarla okula geldiği o günlerde bordro renkli güzel bir çantam vardı. Baktım okul çıkışı şen şakrak kayıyorlar. Kiminin iyi kayan çizmesi var onunla, kimi de üstüne oturduğu gübre naylonuyla, bir başkası ayağına ne geçirdiyse onunla kayıyor. Bordro renkli güzel çantam iyi bir malzemeye benziyordu. Kulpu öne gelecek şekilde koyup üzerine oturdum. Eyerin tutamağı gibi tuttuğum kulpla doludizgin aşağıya kadar indim. Çok keyifliydi... Kaç tur yaptım bilmiyorum, hava kararmaya yakın eve dönerken gördüm ki, bordro renkli güzel çantamın haşadı çıkmış. Bir yüzü dilik dilik dilinmiş. Tarif edilmeyecek kadar kötü duygular hakimdi bana. Sonrasını hatırlamıyorum.
Sonraki yıllarda da Han'ın yanından okula doğru inen tatlı bayırdan çok kaydık. Tehlikeli bir yerdi, hızını alamayıp duvara toslayanlar olurdu. Açık demir kapıdan okul bahçesine kayarak girmeye çalışanlar kötü kazaya uğrayabiliyordu, sulamaya götürülen hayvanlarla sık sık çarpışma durumları da oluyordu. Bununla beraber daha tehlikeli olan asıl Han'ın arası, onun guzda kalan kuzey tarafıydı. Yağan kar ve yapılan kayak kolay kolay erimez, bırak erimeyi şimşirleştikçe şimşirleşirdi. Üstelik diğer tarafa göre daha dikti ve güzergah daha uzundu. Buradan hızla inenin durması mümkün değil gibiydi, çeşmenin keninden aşağıya uçanlar olurdu. Bütün bu tehlikelere rağmen kayık mevsiminde buradaki şenliği hiç bir yerde bulamazdınız... En gözü kara kayan kişiler Cıldırın Şahin ve İbrahim aklımda kalmış. Belki de çok iyi kayan sivri burunlu çizme giydikleri için bana öyle gelmişti. Aslında bu efsane çizme bir çiftti, önce Şahin, sonra kız kardeşi ve en nihayetinde İbrahim'in ayağında gördük. İmrenerek bakardık bu çizmelere; ne naylon ayakkabı, ne şu ne bu, hiç bir şey onlar kadar kaymazdı...
Rüstem'le onlara gittiğimiz bir kış günü, o tarafın kayak merkezini de keşfettik. Aslında çok kaymadığımız Arapninenin bayır meğer çok popülermiş. Bir defa buranın meyli kayık kaymak için çok ideal görünüyordu. Genişti, bir kaç tane kayık yolu aynı anda bulunabilirdi. Bunların uzunluğu da değişik olabilirdi. Yakınlarda kayanın önünü kesebilecek herhangi bir engel bulunmuyordu, Devrimbeşlerin eve kadar rahat rahat kayabilirdin. Dediğim gibi, ben çok kaymadım; oranın heyecanını ve değerini ancak müdavimlerinden öğrenebiliriz. Müdavimleri diyorum, kar yağdığında orayı bulanlar varmış, misal Ahmet Şık... Fakat doğuştan oralılar var bir de... Arapninenin bayırla dipdibe bulunanlar...
"Evimizin arkası taş duvar ve yokuştur. Eskiden bomboştu, en aşağıda dere yatağı ve sonrası kuyu... Bizim taş duvardan aşağı o kesimde en az 4-5 yer yapılırdı kaymak için... İlk karda herkes ayaklarını bitişik tutarak ve kısa adım atarak kar ezerdik... Sırayla değil gönüllü herkes bu hareketi aynı alanda yapardı... Kar ezilir ve ilk seferler icra edilirdi, ama biraz zor olurdu... Henüz kayık yolu ne düzdür, ne de şimşirleşmiştir... Bir kaç sefer çökerek, çekerek; ellerde bir karıştan uzun değneklerle ittirerek aşağıya kadar inilirdi..."
"En ideal kayık malzemesi naylon ayakkabıydı... Genelde genç kadın ve kızlar, gelinler yazın giyerdi, kışın ise bizim gibilerin oyuncağı olurdu bu naylon yemeniler... O da ayrı bir hikaye aslında... Ayakkabı yeni olmayacak eski olacak, altında diş olmayacak varsa da biz sağa sola sert zemine sürte sürte dişleri yok ederdik. (Sonra mı? Ya dayak, ya fırça...)"
"Naylon yemeni yoksa mutlaka dişsiz alem yemenisi olacak, o da eski ve dişsiz olmalı... Lakin her zaman naylon bayan ayakkabısı tercih edilir... Bir de herkeste olmayan potin yani kösele ayakkabı. onunla da iyi kayılırdı, ama nerden bulacaksın..."
"Böyle araçlarla kaydıkça seferler artar, ezilen ve az da olsa sulanan kayık yolu uçak pistine dönerdi... Ayaktan koşarak gelip kayık yoluna oturarak çok iyi hıza ulaşılır... İşte o zaman en aşağıya uzağa kim varacak diye iddialar başlardı..."
"Arka arkaya tutunarak yola düşmek, eğer denge varsa sizi en aşağıya götürürdü. Çünkü kalabalık olduğunda ağırlık arttığından hız da artardı..."
"Sabahtan öğleye, öğleden akşama kadar süren eğlence, hava kararınca son bulurdu; ama sadece bir iki saatliğine.. Ne zaman baba camiye gitse evden kaçılır, arkadaşlarla yine o kayık yolunda tantana başlardı..."
"Bizim oradan köy fırınına doğru ancak bir kişinin geçebileceği bir yol vardı ve kadınlar her zaman bizi sabote ederlerdi haklı olarak... Çünkü kayak yolundan geçmek, hele hele sırtında ekmeklerle dolu olan tekneyle geçmek çok zordu... Her şeyin düşmanı var, kayak yolunun düşmanı da fırın külüydü. O kül eğer bir kürek değil bir avuç da olsa oradan kayarak geçmek imkansızdır. Hızla gelirsiniz, küle yapışır kalırsınız. Sonuç, karda yuvarlanmak..."
"Külün üzerine kar atar ve tekrar ezme işiyle süreci yeni baştan başlatırdık geceleri. Çok geç saatlere kadar seslerimiz duyulurdu. Baba zaten camiden direk odaya geçerdi. Anneler idare ederlerdi bizleri. Baba odadan dönmeden eve kapağı atardık, lakin önce köy fırınına giderdik. Kıçımızı, paçamızı, ellerimizi ısıtmak kurutmak gerekirdi. Eve mümkün olduğunca kuru dönmek şarttı. Fırının altı, insanın yüzüne vuran saman(fışkı) közü olur. O sıcaklık malumdur, açarsınız sadece simsiyah ve az da olsa sıcaklık veren bir şey görürsünüz. Ne zaman küreği sokar karıştırırsanız o zaman sıcağın, ışığın kırmızının ne demek olduğunu anlarsınız. Anında kendinizi daha uzağa atarsınız."
"Bu bizim işimizdi... Yılmadan, bıkmadan ve her gün zevkle yaptığımız, o günün en iyi aktivitesiydi..."
Arapnine bayırının başında evleri bulunan Mustafa Ayas'ın satırlarından sonra aynı kayak pistini çok verimli kullandığı anlaşılan Tuncay Kaçmaz'ın yazdıklarına bakalım.
"Arapnine'nin ev bizim mahallenin unutulmazları arasında. Bizim zamanımızın favori isimleri yani büyüklerimiz: Mustafa Ayas, Mürsel Taşkın, Rüstem Kök, Ahmet Karakaya, Adem Zenger, İsmail Haykır, Mehmet Çetin, Mahmut Sağlam, Ahmet Salman idi, isimlerini unuttuklarım mutlaka vardır, kendilerinden teker teker özür diliyorum."
"Kar yağdığı akşam büyüklerimizden bazıları Arap Nine'nin evin arkasındaki tepeden bir kaç güğüm suyu kayak pistine dökerdi, ertesi günü pist hız denemelerine ve kazalara da açık hale gelirdi."
"Karın yağdığı gün okul varsa son ders bitince neredeyse koşarak Arap ninenin evi boylardık, sanırım ilk o zaman öğrendim okul çantasının başka işlere de yarayabileceğini..."
"Eğer tren yapılıyorsa, başta tecrübeli abilerimizden biri olurdu ki doğru yön versin, ortada biz çömezler, arkada da gene bir abimiz ilk beş metrede falan oturmaz, grubu arkadan iterdi. Bu şekilde güzergah bazen rahmetli Kör Şükrü Emminin eve doğru giderdi, onun eve yaklaşırken sel yolağında atik davrananlar kalkardı, anlık dalgınlığa düşenler ya da benim gibi bazen tembellik yapanlar sel yolağında bir kaç takla atardı..."
"Eğer güzergahı Devrimbeşlerin Halil İbrahim Emminin eve doğru yapmışsak, doğal yoldan hızımız kesinceye kadar kayardık, sonra tekrar yukarı çık, katar varsa katıl, yoksa solo kaymaya başla..."
"İki üç gün geçince, hele de güneş çıkmışsa güzergah haliyle kısalır, hatta ucu çamurla kesildiği için (güzergahın alt ucu çok güneş görüyordu) çamura batmalar ve yana devrilmeler olurdu."
"Özellikle yaya yolu olduğu ve güneş gördüğü için sel yolağından Körüsler ile Altındişin Hasan Emminin evi arasındaki sokağa giden hat en hızlı çamurlaşan hat olurdu. Oraya gelirken tedbirli davranan, üstü başı batmadığı için evde fazla dayak yemezdi."
"Kayak arası ihtiyaç molaları için Mardakların fırının 20 metre aşağısındaki umumi tuvalet iş görürdü. Isınmak için bahse konu fırın, daha da konfor arıyorsak Mardakların odaya (eğer açıksa, bazen Mustafa Saki/Kelmısdıfa dayım kilitlerdi nedense) yollanırdık..."
"En unutamadığım anılardan birisi Erdal Tüblek abimle aramızda geçendir: Kayak esnasından hatırlayamadığım bir nedenle tartıştık, ya beni fiziken hırpaladı ya da sözle sinirlendirdi sanırım, ben de gücüm yetmediği için olsa gerek, bulduğum bir taşı sinirle attım. O taş gitti tam kaşının ortasına denk geldi. Biz çocuklar olarak bir şekilde sakinleşip evlere dağıldık ama meğer olay kapanmamış. Erdal abimin annesi Hatice Abla (ki hiç bir zaman saygımı ve sevgimi kaybetmedim çünkü tüm çocuklara karşı sevgi dolu ve merhametliydi), bence çok da haklı olarak bir kaç hafta her gördüğü yerde benim kabusum oldu. Zamanla mesele sükunete erdi ve unutuldu, ama işte ben unutamamışım..."
Ben de göleti unutmadım, ona döneceğiz, az daha sabır... Dikkat edilirse bizlerin kayık anıları arasında kızağın pek yeri yok. Varsa yoksa naylon yemeni, dişsiz lastik filan... Öyleydi çünkü, kızak çok öncelerde görüldüğü gibi bizim zamanımızda yaygın değildi. Belki el becerisine sahip büyüklerimiz yapmadığı için, belki de ayakla çökerek kaymanın zevkini kızakta bulamayacağımız için öyleydi. Yine de tek tük kızak sahibi olanları görürdük; onların tek avantajı, kayak yolu bozulsa bile her durumda kaymaya devam edebilmeleriydi. Yeter ki eğimli bir yer olsun... Bir de biz gübre naylonuna oturup kayarken götümüz başımız kalmazdı, oysa kızakla kaymak çok konforluydu...
Aklımda kaldığı kadarıyla Kahvecinin Metin Yırgal'ın kızağı vardı. Dedesi yapmış, güzel ve ağır bir şeydi. Sonra daha güzelini Günaydın için de yaptı... Sonra büyüdüğümüz için bazılarının iç geçirdiği bu kızakların da hükmü kalmadı... Burada dikkat çeken husus, Kadir Dayı'nın hem oğluna hem torunlarına kızak yapma konusunda üşenmemesidir. Elde ne dedeler var...
Eski inşaatların ana malzemesi kerpiç olduğundan bu işe girişenler önce kerpiç keserlermiş. Uygun topraklı bir yer kazılarak o civara kerpiç kesilince aynı yeri sonradan başka inşaatlar için de kullanıyorlar. Böylece bir kaç kez kerpiçlik toprak alınan bir yer hissedilir biçimde çukurlaşıyor, zaten böyle yerlere kerpiç çukuru diyorlar. Zamanla köy içinde kalan bu çukurlar, sokakların yağmur kar sularıyla dolup gölleşmeye başlıyor ve gölet oluyor. Bu tip çukurlardan bizim mahallede iki tane vardı. Biri Gödeşlerle Hacımahmutların evi arasıninda, diğeri de fırının hemen arkasındaydı. İlkinin yakınlarında çok koyun köpeği dolaştığı için oraya pek uğrayamazdık, ama bizim fırının ardındaki ana eğlence merkezimizdi.
Yalnız bizim değil, önceki iki üç nesil zamanında da bu böyleymiş, çünkü Gavur geldiğinde oranın gölet olduğunu söylüyorlar. Geçmişi eski yani...
Yazın kurur, gübürlük olur; ama güz yağmurlarıyla dolmaya başlar. Her yağdığında bir miktar daha yükseldiğini hemen anlarsınız. Bu dönem mahallenin ördeklerinin, kazlarının bayramıdır. Hiç çıkmak istemezler, akşam olduğunda sahipleri taşlayarak zor çıkarırlar göletten... 1950'lerde filan bir metreye yakın derinliği bulurmuş. Kış geldiğinde de kar suyu var, onunla da besleniyor... Hasılı orası tam bir göletti. Patırın Hasan Dayının izindeyken çektiği fotoğrafını Berber Emmim ardından askere göndermiş de, rahmetli arkadaşlarına 'Bakın bizim ev göl kıyısında' diye epeyce hava basmış diye anlatırlar. Öyle bir gölet işte...
Karakış gelip çattığında gölet buz tutar, kazlar ördekler çekilip orayı bize bırakırlardı. Eskiden olduğu kadar derin olmasa da bizim zamanımızda 30-40 santime ulaşırdı. Nerden biliyorsun, ölçtün mü diyeceklere cevabım hazırdır: Ölçmeyen kaldı mı?Gölette kaymak karda kaymaya benzemez. Düzgün satıh olduğu için başlangıç hızını koşarak kendin sağlamalısın. Ayakkabı ayırmaz, cam gibi buzun üstünde ne giysen kayar. Yalnız çivi gibi sert tabanlı şeyler giyersen de kayarsın, ama o zaman buz çizilir, kayganlık azalır. Dahası oralardan erimeye başlar. Aslında bizlerin öyle ayakkabılar giyme durumumuz yoktu, dolayısıyla buzumuz pek bozulmazdı. Bununla beraber Sıntırların Sezai Abi Afyon'dan geldiği zamanlarda sert topuklu potinleriyle buzumuzun aklını başından alırdı. İki üç kayar, her tarafı çizer bozar, giderdi...
Bazen çizilen yerlerden, bazen de güneş gören yerlerden buz incelip çözülmeye başlar; ne zaman çatırdayıp içine banacağını bilemezsin. İşte o vakit göletin derinlik ölçüsünü alırsın. Genellikle dizimize kadar ıslandığımız böyle zamanlarda hemen fırına dalardık. Sağlığımızı düşündüğümüzden filan değil, o halde eve gitmek yürek ister. Külü eşeler, ipçorabımızı, donumuzu tumanımızı kurutuncaya kadar beklerdik. Çoğumuz kurutmayı abartıp ipçorabımızı yanma derecesinde sarartmışızdır...
Çok fazla eridiği zamanlarda haliyle gölete girmez, sahilde buz kırıklarını tabaka tabaka dışarıya çıkarma oyunu oynardık. Pencere çıkarma dediğimiz bu oyunda en büyük buz parçasını çıkaran kazanır. Lakin ne çare, kazanan da kaybeden de sırılsıklam olduğundan doğru fırına...
Bizimkisi eğlenceli ıslanmaydı, ama daha önceki zamanlarda tehlikeli durumlar yaşanmış bizim gölette. Herhalde 1950'li yılların sonlarına doğru bir kış günü yine çocuklar toplanmış kayıyorlar... Hani derinliğin bir metreye yaklaştığı zamanlar... Kenarlardan da erimeye başlamış, zaten erime hep kenardan başlar nedense... Gödeşlerin Ahmet'in kızı Ratibe/Ferah nasıl olduysa eriyen yerde tökezleyip düşmüş ve buzun altına kaymış. Bir anda göletin ortalarına doğru ilerlediğini, buzun üstünden görüyorlar. Oradakiler hepsi çocuk olduğu için ne yapacaklarını bilememişler... Durumu fark eden Hörküle İsmihan Yenge yalınayak koşmuş gelmiş, topuklarıyla vura vura buzu kırıp çocuğu çıkarmış. Kucakladığı gibi fırına koşmuş, orada ısıtıp kurulayıp canlandırmışlar. Sonradan fark etmişler ki buzu kıracağım diye kadının ayakları kan revan içinde kalmış. Boşuna Hörküle/Herküle dememişler yani, nur içinde yatsın...
Kışın en eğlenceli oyunu kayık kaymayı yazmayı unuttuğumuz anlaşılınca, başlamak ağır gelmişti. Aklıma gelenler sınırlıydı çünkü... Sağdan soldan bir anda o kadar malzeme aktı ki, ortaya işbu yazı çıktı. İyi de oldu...