oyunlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oyunlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2024

Anıtkaya Kayak Merkezleri


    Eskiden en az diz boyu kar yağar aylarca kalkmazdı diye anlatıyor eskiler. 'Goca gar' dedikleri bu dönem bazen cemreleri de aşar Nisan başına kadar uzanırmış. Dambeşlerden kakılanlarla iyice yükselen kar dağları, yolları tünele çevirirmiş. Böyle manzaraların bir kısmına bizim kuşak da şahit oldu. Tabi köy içi böyleyse arazi kim bilir nasıl oluyordu....

    Aslında kar ve arazi deyince akıllara Anadolu'nun doğusu gelir. Oralarda kış döneminin en kullanışlı ulaşım aracı kızaklar. At koşulan bu araç, kaygan kar buz üzerinde kayarak hareket etmeye dayanıyor. En azından filmlerde görülmüştür. Eskiden böyle çok yağdığına göre acaba Eğret'te de kızak kullanılmış mı diye araştırdım; yaygın değilmiş, ama iki kızak kullanıcısını duydum.

    Hacıların Kelsalek Salih Azbay'ın kızağı varmış ve onu tamamen ağıla ulaşım amacıyla kullanırlarmış. Malum olduğu üzere köyün çok uzağındaki ağıllara sık sık gitmek gerekiyordu. Çobanın ekmeği bir yana, bazen koyunlar için ot, saman gibi erzakları da kızakla götürürlermiş. Diğer kızak da Yenimısdık Mustafa Haykır'da... Namlı atlarıyla tanınan Yenimısdık o yıllarda çevre köylere yolcu taşımacılığı yapıyor. En eski dolmuşçuluk gibi düşünülebilir. Tabi bu işi yapıyorsanız mevsim şartlarına göre araç ayarlamanız gerekir. Karlı kış günleri için kızağı varmış. Yani Eğret'in ikinci kızağı ticari amaçlı... Başka da kızak sahibi duymadım...

    Büyüklerin, ulaşımdı, barınmaydı, yakacaktı, yiygiydi gibi sıkıntılarından uzak bizim gibi çocuklar, o vakitler karın eğlence kısmıyla ilgilenirdik. Kardanadam, kartopu, baskı, moturtekeri filan değil, en büyük eğlencemiz gayık gaymek idi.

Gayık gaymek, yüksekçe bir yere çıkıp kendini bayırdan aşağı koyvermek ve en az enerjiyle adeta uçma hissini yaşamaktır. Tarifi güç bu hissi yaşamayan bilmez. En basit şartı engebeli arazidir ve şükür ki bizim köyümüz gayık için en müsait yere kurulmuş. Nereye baksan irili ufaklı tepecik karşına çıkar...

    Nasıl ki biz kendi çocukluğumuzdan bahsediyoruz, aynen öyle de bizim büyüklerimizin de çocukluk dönemi vardı. Hayatta olanların anlattığına göre onların en popüler gayık/kayak merkezi Mumaklık tepesiymiş. Başka sportif gösterilerin de merkezi olan Mumaklık, kışın ise en uygun gayık alnına dönüşüveriyor. Dediklerine göre yerleşimin seyrek olduğu yıllarda (mesela sadece Ercebin ev varken) oralar ana baba günü gibi cıvıl cıvılmış. Tabi tam karşısındaki Mezerböğrü unutulmamalı. Bir vadinin iki yanı gibi karşılıklı bu iki tepeden vızır vızır kayıyorlarmış. Çeşmeye giden ortadaki yolda insan ve mal maşat trafiği tahmin edilebilir...

    Dolağın Osman'ın oradan delicesine kaydığını anlatıyorlar. Her dönemin böyle gözükara delifişekleri vardır. Onlardan daha büyük olanların Mumaklık'la ilgili kayak hatıralarını dinledim, 1940'lı yıllara kadar iniyor bunlar... Hakkıların Kadir Yırgal Dayı, oğluna ve yeğenine kızak yapmış. Eli kesere yatkın olanların böyle marifetleri var, tabi çocukları da diğerlerine göre daha şanslı oluyor. Bunlar Mumaklık'ta kayarken yaşça büyük bazıları zorbalıkla kızağı ellerinden almaya çalışır, çoğu zaman da alırlarmış. Elbette günün sonunda geri veriyorlar. Diyeceğim, kaba kayalık yapısı sebebiyle Mumaklık'ta kızaksız kayılmıyor, güvenli değil...

    Ahmetçavuşun Aladdin Şık ile Gavasın İsmail Sargın sağdıçlarmış. Bu ayrıntıyı 1941 doğumlu kişilerin hangi yaşlardayken kaydıkları hususunda bir fikir versin diye belirtiyorum. Aladdin'in güzel bir kızağı var. Genellikle gürgenden yapılan kızaklar çok kaygan ve doğuştan cilalı, yalabık oluyorlar. Eski yaba, yabaltı sapları da kızak için en uygun malzeme imiş. İleşberin önemli araç gereci olduğu için her evde bulunur ve hepsi eskir... Neyse, Alaaddin gürgen ayaklı kızağıyla kaymakta... O vakitler Mumaklık'ta henüz yapılaşmanın seyrek olduğunu tekrar hatırlatmak gerek. Misal, batı yakasındaki Hafız, Yılıklar ve Çerçilerin evler filan yok. Eski asfalt ise daha asfalt değil, susayol... Bizimki son sürat inişte... O anda Bunar tarafından çeşmeye sulanmaya getirilen öküzleri fark etmiş. Hayvanlar normal kendi sabit hızlarıyla ilerlemekte olduğundan herhangi bir çarpışma olmayacak gibi... Lakin öküzün birinin ofudacağı tutmuş, olduğu yerde öylece sorutmaya başlamış... Olduğu yer de tam Alaaddin'in yolu üstü... Kızakla o süratle inerken vites değiştirme, frene basma, manevra yapma imkanı yok... Yummuş gözünü... Gözlerini açtığında kendini Hafızın bahçede bulmuş... Meğer olan şuymuş, ofutmakta olan öküzün altından köprüden geçer gibi geçmiş, ardından susayı da aşmış, hoop bahçeye... Aladdin Emmi bu olayı gülerek defalarca anlatmış, kendinden rivayet yani...

    Bu kadar kalabalıkta kargaşanın, kavganın, şamatanın olmaması mümkün mü?.. Bir keresinde Gavasın İsmail ile Yörüklerin Çolağessan (İhsan Demir) harala gürele kavgaya tutuşmuşlar Mumaklıkta... Bunu nakleden Berber Ahmet Kabadayı, küçük olduğu için aralarına pek karışamıyor. Bu yüzden kavganın sebebi kayık kayma mı, kızak mı, yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamamış... 

    Bu arada küçük bir ayrıntı olarak arzedeyim, Eğret'te bu meşhur ulaşım ve oyun aracına kızak denmez, 'gayık' denir. Eskiden de böyleymiş... Kayık kayma fiili ile karışmasın diye ben kızak diyorum...

    Mumaklık, bir yanındaki Mezerböğrü ve diğer yanındaki Arapların Bayır bir dönemin ana kayak merkezleri oluyor... Elbette evlerinden uzaklaşacak yaşta bulunmayan yahut o kadar yüksekten kayacak kadar büyük olmayan çocuklar bu zevkten mahrum kalacak değiller... Eğret köyünün engebeli bir araziye konduğunu belirtmiştik. Her yaştaki çocuğa uygun tepeler, tepecikler, bayırlar, yükseltiler çukurlar bulunuyor. Bunların her mahalleye serpiştirilmiş olması da ayrıca şans. Hiç bir şey olmasa, evi düz bir alanda bulunanlar için dambeşten kakılan kar yığınları bile yeter.

    Ufak bir sıçrayışla bizim kuşağa geçiyorum. İşte biz böyle ufak tefek yükseltilerde kayardık. Gözümüzü açtığımız ilk yıllarda Çulluların ev tarafından gölete doğru inen küçük yamada kaydık. Burası önemli bir yükselti gibi görünürdü gözümüze, biraz büyüyünce bir de baktık ki iki adımlık yermiş. Dıkmanın Ara denilen küçük sokak açılmamıştı daha, orası bir küçük gölün çevresi gibiydi. Kaydığımız bayır dağ yamacı, fırın ve Patırların ev kıyıları şehir sahili, karşılıklı doğu batı kıyıları ise plaj gibiydi. Gölete tekrar döneceğiz, biz kayık mevzusundan uzaklaşmayalım... Her kar yağdığında özenle bayırımızdan kayık güzergahı yapar, şimşirleşinceye kadar kayardık. Alosmançavuş rahmetli malları sulamaya çıkarırken ortalığı bir vaveyla kaplardı. Onun gelişini bu gürültüden anlar her birimiz bir köşeye kaçışırdık. Sadece o vakitlerde kaymaya ara verir, burnumuzu çeke çeke, ellerimizi hohlaya hohlaya akşama kadar kayardık. Okula gitmediğimiz dönemlerdi demek ki...

    Okul yıllarında daha büyük bir kayak merkeziyle tanıştık; Hanınarası... Aslında ondan önce Han'ın öbür yanından okula doğru inen tatlı bayırın kayık yapıldığını gördük. Belki de ilk kar yağışındaydı, 1973 yılı olmalı... Herkesin çanta sahibi olmadığı, milletin torbalarla okula geldiği o günlerde bordro renkli güzel bir çantam vardı. Baktım okul çıkışı şen şakrak kayıyorlar. Kiminin iyi kayan çizmesi var onunla, kimi de üstüne oturduğu gübre naylonuyla, bir başkası ayağına ne geçirdiyse onunla kayıyor. Bordro renkli güzel çantam iyi bir malzemeye benziyordu. Kulpu öne gelecek şekilde koyup üzerine oturdum. Eyerin tutamağı gibi tuttuğum kulpla doludizgin aşağıya kadar indim. Çok keyifliydi... Kaç tur yaptım bilmiyorum, hava kararmaya yakın eve dönerken gördüm ki, bordro renkli güzel çantamın haşadı çıkmış. Bir yüzü dilik dilik dilinmiş. Tarif edilmeyecek kadar kötü duygular hakimdi bana. Sonrasını hatırlamıyorum.

    Sonraki yıllarda da Han'ın yanından okula doğru inen tatlı bayırdan çok kaydık. Tehlikeli bir yerdi, hızını alamayıp duvara toslayanlar olurdu. Açık demir kapıdan okul bahçesine kayarak girmeye çalışanlar kötü kazaya uğrayabiliyordu, sulamaya götürülen hayvanlarla sık sık çarpışma durumları da oluyordu. Bununla beraber daha tehlikeli olan asıl Han'ın arası, onun guzda kalan kuzey tarafıydı. Yağan kar ve yapılan kayak kolay kolay erimez, bırak erimeyi şimşirleştikçe şimşirleşirdi. Üstelik diğer tarafa göre daha dikti ve güzergah daha uzundu. Buradan hızla inenin durması mümkün değil gibiydi, çeşmenin keninden aşağıya uçanlar olurdu. Bütün bu tehlikelere rağmen kayık mevsiminde buradaki şenliği hiç bir yerde bulamazdınız... En gözü kara kayan kişiler Cıldırın Şahin ve İbrahim aklımda kalmış. Belki de çok iyi kayan sivri burunlu çizme giydikleri için bana öyle gelmişti. Aslında bu efsane çizme bir çiftti, önce Şahin, sonra kız kardeşi ve en nihayetinde İbrahim'in ayağında gördük. İmrenerek bakardık bu çizmelere; ne naylon ayakkabı, ne şu ne bu, hiç bir şey onlar kadar kaymazdı... 

    Rüstem'le onlara gittiğimiz bir kış günü, o tarafın kayak merkezini de keşfettik. Aslında çok kaymadığımız Arapninenin bayır meğer çok popülermiş. Bir defa buranın meyli kayık kaymak için çok ideal görünüyordu. Genişti, bir kaç tane kayık yolu aynı anda bulunabilirdi. Bunların uzunluğu da değişik olabilirdi. Yakınlarda kayanın önünü kesebilecek herhangi bir engel bulunmuyordu, Devrimbeşlerin eve kadar rahat rahat kayabilirdin. Dediğim gibi, ben çok kaymadım; oranın heyecanını ve değerini ancak müdavimlerinden öğrenebiliriz. Müdavimleri diyorum, kar yağdığında orayı bulanlar varmış, misal Ahmet Şık... Fakat doğuştan oralılar var bir de... Arapninenin bayırla dipdibe bulunanlar...

    "Evimizin arkası taş duvar ve yokuştur. Eskiden bomboştu, en aşağıda dere yatağı ve sonrası kuyu... Bizim taş duvardan aşağı o kesimde en az 4-5 yer yapılırdı kaymak için... İlk karda herkes ayaklarını bitişik tutarak ve kısa adım atarak kar ezerdik... Sırayla değil gönüllü herkes bu hareketi aynı alanda yapardı... Kar ezilir ve ilk seferler icra edilirdi, ama biraz zor olurdu... Henüz kayık yolu ne düzdür, ne de şimşirleşmiştir... Bir kaç sefer çökerek, çekerek; ellerde bir karıştan uzun değneklerle ittirerek aşağıya kadar inilirdi..."

    "En ideal kayık malzemesi naylon ayakkabıydı... Genelde genç kadın ve kızlar, gelinler yazın giyerdi, kışın ise bizim gibilerin oyuncağı olurdu bu naylon yemeniler... O da ayrı bir hikaye aslında... Ayakkabı yeni olmayacak eski olacak, altında diş olmayacak varsa da biz sağa sola sert zemine sürte sürte dişleri yok ederdik. (Sonra mı? Ya dayak, ya fırça...)"

    "Naylon yemeni yoksa mutlaka dişsiz alem yemenisi olacak, o da eski ve dişsiz olmalı... Lakin her zaman naylon bayan ayakkabısı tercih edilir... Bir de herkeste olmayan potin yani kösele ayakkabı. onunla da iyi kayılırdı, ama nerden bulacaksın..."

    "Böyle araçlarla kaydıkça seferler artar, ezilen ve az da olsa sulanan kayık yolu uçak pistine dönerdi... Ayaktan koşarak gelip kayık yoluna oturarak çok iyi hıza ulaşılır... İşte o zaman en aşağıya uzağa kim varacak diye iddialar başlardı..."

    "Arka arkaya tutunarak yola düşmek, eğer denge varsa sizi en aşağıya götürürdü. Çünkü kalabalık olduğunda ağırlık arttığından hız da artardı..."

"Sabahtan öğleye, öğleden akşama kadar süren eğlence, hava kararınca son bulurdu; ama sadece bir iki saatliğine.. Ne zaman baba camiye gitse evden kaçılır, arkadaşlarla yine o kayık yolunda tantana başlardı..."

    "Bizim oradan köy fırınına doğru ancak bir kişinin geçebileceği bir yol vardı ve kadınlar her zaman bizi sabote ederlerdi haklı olarak... Çünkü kayak yolundan geçmek, hele hele sırtında ekmeklerle dolu olan tekneyle geçmek çok zordu... Her şeyin düşmanı var, kayak yolunun düşmanı da fırın külüydü. O kül eğer bir kürek değil bir avuç da olsa oradan kayarak geçmek imkansızdır. Hızla gelirsiniz, küle yapışır kalırsınız. Sonuç, karda yuvarlanmak..."

    "Külün üzerine kar atar ve tekrar ezme işiyle süreci yeni baştan başlatırdık geceleri. Çok geç saatlere kadar seslerimiz duyulurdu. Baba zaten camiden direk odaya geçerdi. Anneler idare ederlerdi bizleri. Baba odadan dönmeden eve kapağı atardık, lakin önce köy fırınına giderdik. Kıçımızı, paçamızı, ellerimizi ısıtmak kurutmak gerekirdi. Eve mümkün olduğunca kuru dönmek şarttı. Fırının altı, insanın yüzüne vuran saman(fışkı) közü olur. O sıcaklık malumdur, açarsınız sadece simsiyah ve az da olsa sıcaklık veren bir şey görürsünüz. Ne zaman küreği sokar karıştırırsanız o zaman sıcağın, ışığın kırmızının ne demek olduğunu anlarsınız. Anında kendinizi daha uzağa atarsınız."

    "Bu bizim işimizdi... Yılmadan, bıkmadan ve her gün zevkle yaptığımız, o günün en iyi aktivitesiydi..."

    Arapnine bayırının başında evleri bulunan Mustafa Ayas'ın satırlarından sonra aynı kayak pistini çok verimli kullandığı anlaşılan Tuncay Kaçmaz'ın yazdıklarına bakalım.

    "Arapnine'nin ev bizim mahallenin unutulmazları arasında. Bizim zamanımızın favori isimleri yani büyüklerimiz: Mustafa Ayas, Mürsel Taşkın, Rüstem Kök, Ahmet Karakaya, Adem Zenger, İsmail Haykır, Mehmet Çetin, Mahmut Sağlam, Ahmet Salman idi, isimlerini unuttuklarım mutlaka vardır, kendilerinden teker teker özür diliyorum." 

    "Kar yağdığı akşam büyüklerimizden bazıları Arap Nine'nin evin arkasındaki tepeden bir kaç güğüm suyu kayak pistine dökerdi, ertesi günü pist hız denemelerine ve kazalara da açık hale gelirdi."

    "Karın yağdığı gün okul varsa son ders bitince neredeyse koşarak Arap ninenin evi boylardık, sanırım ilk o zaman öğrendim okul çantasının başka işlere de yarayabileceğini..."

    "Eğer tren yapılıyorsa, başta tecrübeli abilerimizden biri olurdu ki doğru yön versin, ortada biz çömezler, arkada da gene bir abimiz ilk beş metrede falan oturmaz, grubu arkadan iterdi. Bu şekilde güzergah bazen rahmetli Kör Şükrü Emminin eve doğru giderdi, onun eve yaklaşırken sel yolağında atik davrananlar kalkardı, anlık dalgınlığa düşenler ya da benim gibi bazen tembellik yapanlar sel yolağında bir kaç takla atardı..."

    "Eğer güzergahı Devrimbeşlerin Halil İbrahim Emminin eve doğru yapmışsak, doğal yoldan hızımız kesinceye kadar kayardık, sonra tekrar yukarı çık, katar varsa katıl, yoksa solo kaymaya başla..."

    "İki üç gün geçince, hele de güneş çıkmışsa güzergah haliyle kısalır, hatta ucu çamurla kesildiği için (güzergahın alt ucu çok güneş görüyordu) çamura batmalar ve yana devrilmeler olurdu."

    "Özellikle yaya yolu olduğu ve güneş gördüğü için sel yolağından Körüsler ile Altındişin Hasan Emminin evi arasındaki sokağa giden hat en hızlı çamurlaşan hat olurdu. Oraya gelirken tedbirli davranan, üstü başı batmadığı için evde fazla dayak yemezdi."

    "Kayak arası ihtiyaç molaları için Mardakların fırının 20 metre aşağısındaki umumi tuvalet iş görürdü. Isınmak için bahse konu fırın, daha da konfor arıyorsak Mardakların odaya (eğer açıksa, bazen Mustafa Saki/Kelmısdıfa dayım kilitlerdi nedense) yollanırdık..."

    "En unutamadığım anılardan birisi Erdal Tüblek abimle aramızda geçendir: Kayak esnasından hatırlayamadığım bir nedenle tartıştık, ya beni fiziken hırpaladı ya da sözle sinirlendirdi sanırım, ben de gücüm yetmediği için olsa gerek, bulduğum bir taşı sinirle attım. O taş gitti tam kaşının ortasına denk geldi. Biz çocuklar olarak bir şekilde sakinleşip evlere dağıldık ama meğer olay kapanmamış. Erdal abimin annesi Hatice Abla (ki hiç bir zaman saygımı ve sevgimi kaybetmedim çünkü tüm çocuklara karşı sevgi dolu ve merhametliydi), bence çok da haklı olarak bir kaç hafta her gördüğü yerde benim kabusum oldu. Zamanla mesele sükunete erdi ve unutuldu, ama işte ben unutamamışım..." 

    Ben de göleti unutmadım, ona döneceğiz, az daha sabır... Dikkat edilirse bizlerin kayık anıları arasında kızağın pek yeri yok.  Varsa yoksa naylon yemeni, dişsiz lastik filan... Öyleydi çünkü, kızak çok öncelerde görüldüğü gibi bizim zamanımızda yaygın değildi. Belki el becerisine sahip büyüklerimiz yapmadığı için, belki de ayakla çökerek kaymanın zevkini kızakta bulamayacağımız için öyleydi. Yine de tek tük kızak sahibi olanları görürdük; onların tek avantajı, kayak yolu bozulsa bile her durumda kaymaya devam edebilmeleriydi. Yeter ki eğimli bir yer olsun... Bir de biz gübre naylonuna oturup kayarken götümüz başımız kalmazdı, oysa kızakla kaymak çok konforluydu...

    Aklımda kaldığı kadarıyla Kahvecinin Metin Yırgal'ın kızağı vardı. Dedesi yapmış, güzel ve ağır bir şeydi. Sonra daha güzelini Günaydın için de yaptı... Sonra büyüdüğümüz için bazılarının iç geçirdiği bu kızakların da hükmü kalmadı... Burada dikkat çeken husus, Kadir Dayı'nın hem oğluna hem torunlarına kızak yapma konusunda üşenmemesidir. Elde ne dedeler var...

    Eski inşaatların ana malzemesi kerpiç olduğundan bu işe girişenler önce kerpiç keserlermiş. Uygun topraklı bir yer kazılarak o civara kerpiç kesilince aynı yeri sonradan başka inşaatlar için de kullanıyorlar. Böylece bir kaç kez kerpiçlik toprak alınan bir yer hissedilir biçimde çukurlaşıyor, zaten böyle yerlere kerpiç çukuru diyorlar. Zamanla köy içinde kalan bu çukurlar, sokakların yağmur kar sularıyla dolup gölleşmeye başlıyor ve gölet oluyor. Bu tip çukurlardan bizim mahallede iki tane vardı. Biri Gödeşlerle Hacımahmutların evi arasıninda, diğeri de fırının hemen arkasındaydı. İlkinin yakınlarında çok koyun köpeği dolaştığı için oraya pek uğrayamazdık, ama bizim fırının ardındaki ana eğlence merkezimizdi.

    Yalnız bizim değil, önceki iki üç nesil zamanında da bu böyleymiş, çünkü Gavur geldiğinde oranın gölet olduğunu söylüyorlar. Geçmişi eski yani...

    Yazın kurur, gübürlük olur; ama güz yağmurlarıyla dolmaya başlar. Her yağdığında bir miktar daha yükseldiğini hemen anlarsınız. Bu dönem mahallenin ördeklerinin, kazlarının bayramıdır. Hiç çıkmak istemezler, akşam olduğunda sahipleri taşlayarak zor çıkarırlar göletten... 1950'lerde filan bir metreye yakın derinliği bulurmuş. Kış geldiğinde de kar suyu var, onunla da besleniyor... Hasılı orası tam bir göletti. Patırın Hasan Dayının izindeyken çektiği fotoğrafını Berber Emmim ardından askere göndermiş de, rahmetli arkadaşlarına 'Bakın bizim ev göl kıyısında' diye epeyce hava basmış diye anlatırlar. Öyle bir gölet işte...

    Karakış gelip çattığında gölet buz tutar, kazlar ördekler çekilip orayı bize bırakırlardı. Eskiden olduğu kadar derin olmasa da bizim zamanımızda 30-40 santime ulaşırdı. Nerden biliyorsun, ölçtün mü diyeceklere cevabım hazırdır: Ölçmeyen kaldı mı? 

    Gölette kaymak karda kaymaya benzemez. Düzgün satıh olduğu için başlangıç hızını koşarak kendin sağlamalısın. Ayakkabı ayırmaz, cam gibi buzun üstünde ne giysen kayar. Yalnız çivi gibi sert tabanlı şeyler giyersen de kayarsın, ama o zaman buz çizilir, kayganlık azalır. Dahası oralardan erimeye başlar. Aslında bizlerin öyle ayakkabılar giyme durumumuz yoktu, dolayısıyla buzumuz pek bozulmazdı. Bununla beraber Sıntırların Sezai Abi Afyon'dan geldiği zamanlarda sert topuklu potinleriyle buzumuzun aklını başından alırdı. İki üç kayar, her tarafı çizer bozar, giderdi...

    Bazen çizilen yerlerden, bazen de güneş gören yerlerden buz incelip çözülmeye başlar; ne zaman çatırdayıp içine banacağını bilemezsin. İşte o vakit göletin derinlik ölçüsünü alırsın. Genellikle dizimize kadar ıslandığımız böyle zamanlarda hemen fırına dalardık. Sağlığımızı düşündüğümüzden filan değil, o halde eve gitmek yürek ister. Külü eşeler, ipçorabımızı, donumuzu tumanımızı kurutuncaya kadar beklerdik. Çoğumuz kurutmayı abartıp ipçorabımızı yanma derecesinde sarartmışızdır...

    Çok fazla eridiği zamanlarda haliyle gölete girmez, sahilde buz kırıklarını tabaka tabaka dışarıya çıkarma oyunu oynardık. Pencere çıkarma dediğimiz bu oyunda en büyük buz parçasını çıkaran kazanır. Lakin ne çare, kazanan da kaybeden de sırılsıklam olduğundan doğru fırına...

    Bizimkisi eğlenceli ıslanmaydı, ama daha önceki zamanlarda tehlikeli durumlar yaşanmış bizim gölette. Herhalde 1950'li yılların sonlarına doğru bir kış günü yine çocuklar toplanmış kayıyorlar... Hani derinliğin bir metreye yaklaştığı zamanlar... Kenarlardan da erimeye başlamış, zaten erime hep kenardan başlar nedense... Gödeşlerin Ahmet'in kızı Ratibe/Ferah nasıl olduysa eriyen yerde tökezleyip düşmüş ve buzun altına kaymış. Bir anda göletin ortalarına doğru ilerlediğini, buzun üstünden görüyorlar. Oradakiler hepsi çocuk olduğu için ne yapacaklarını bilememişler... Durumu fark eden Hörküle İsmihan Yenge yalınayak koşmuş gelmiş, topuklarıyla vura vura buzu kırıp çocuğu çıkarmış. Kucakladığı gibi fırına koşmuş, orada ısıtıp kurulayıp canlandırmışlar. Sonradan fark etmişler ki buzu kıracağım diye kadının ayakları kan revan içinde kalmış. Boşuna Hörküle/Herküle dememişler yani, nur içinde yatsın...

    Kışın en eğlenceli oyunu kayık kaymayı yazmayı unuttuğumuz anlaşılınca, başlamak ağır gelmişti. Aklıma gelenler sınırlıydı çünkü... Sağdan soldan bir anda o kadar malzeme aktı ki, ortaya işbu yazı çıktı. İyi de oldu...



05 Kasım 2024

Tekerlemeler


    Anlamlı anlamsız bazı söz kalıpları vardır, bunlar sırf kulağa hoş geldiği için yahut telaffuzu zor olduğundan hata etmek eğlenceye yol verdiği için insanlara çekici gelir. Bu yüzden ezberlenerek hafızaya yerleşir, kulaktan kulağa süzülüp bugüne ulaşır tekerlemeler.

    Çoğu tabiat taklidi yansıma sözcüklerden oluşur. Bunların anlamı olmaz, birbiriyle uyumlu sesler bulunması yeterlidir, hele de kafiyeli olursa tadından yenmez. Fakat her tekerleme de büsbütün anlamsız değildir, bazılarında bütün kelimeler canlı ve manidar olur. 

    Tekerlemedeki kelimelerin yansıma veya anlamlı sözcük olması biraz da tekerlemenin söylendiği ortam ve istenen amaçla ilgilidir. Burada kullanım alanına veya söyleyen kişiye göre tekerlemeleri gruplandırmak gerekebilir. Buna göre ilk gruba masal veya halk hikayesi tekerlemeleri alınabilir. Herkesin bildiği gibi masalın başında ortasında ve sonunda söylenen kalıplaşmış tekerlemeler vardır. 'Evvel zaman içinde... Var varanın sür sürenin... Az gittik uz gittik... Gökten üç elma düşmüş... Onlar ermiş muradına...' gibi sözlerle başlayan tekerlemeler, Anıtkaya'ya has olmayıp bütün Türkçe atmosferine genellenebilecek değerler olduğu için geçebiliriz.

    Aslında tekerleme deyince ilk akla gelen çocukların oyun tekerlemeleridir. Oyuna başlayacak kişiyi veya ebeyi belirlemek için kura atmak gerekebilir. Bir yüzüne tükürerek ıslatılan yassı bir taş havaya atılarak bir bakıma yazı tura kurası yapılabilir. Ancak bu çok basit bir uygulama olduğu için eğlence içermez, belki de sırf bu yüzden pek tercih edilmez. İlle de sayarak ebe belirleme yoluna gidilir. Oyun tekerlemelerine işte bu yüzden saymaca/sayışmaca denildiği de olur.

    Bir elin parmağı ağıza götürülüp ooo-oo sesiyle saymaya başlanır. Her kelime veya hece bir kişiye isabet edecek biçimde daire oluşturan çocuklar sayılmaya başlanır. Tekerlemenin son hece/kelimesi kime denk geldiyse o elenir yahut ebe seçilir. Sayışmaca tekerlemelerine örneklere, hazır sayma kelimesi gündemdeyken, gerçek bir saymayla başlayalım.
    On, yirmi, otuz, kırk, elli, atmış, yetmiş, seksen, doksan, yüz!
    Dere depe düz!
    Ördek suda yüz!
    Vak vak!
    Goca garı galk!
    Lambeyi yak!
    İki göbek at!
    Sonra yerine yat!
    Bu tekerlemede onluk sayma sonuna eklenen kelime ve sözlerin birbiriyle kafiye oluşturmaktan başka bir özelliği yoktur. Onluk sayma neticesi az çok tahmin edilip ayarlama/hile yapılması olasılığına karşı bu eklemelerin yapılmış olması muhtemeldir.

    Yine sayı saymayla ilgili bir tekerleme "bir iki, tarlada tilki..." diye başlıyordu, sonrasını hatırlayamadım...

    Her oyun tekerlemesi, sayışmaca da dense, saymayla ilgili olmayabilir. Bazıları ayrıntılı incelense her birinden ayrı bir hikaye bile çıkarılabilir. Çocukluğumuzda söylediklerimizden buna bir örnek:
    Hey ermeni ermeni
    Çok yime peyniri
    Peynir seni öldürü
    Cehenneme gömdürü
    Cehennemin gapısı
    Sıva dutmaz yapısı

    Yerel ögelerin daha açık ve barındırdığı hikayelerin daha çeşitli ve geniş olduğu gözlenen şu tekerleme de ilginizi çekebilir:
    Ey garınca garınca!
    Ben gapıya varınca!
    Gapıdan üzüm alınca!
    Ellerinen yiyince!
    Ellere haram olsun!
    Yengeme helal olsun!
    Yengem beni okutdu!
    Sarı saçımı dokuttu!
    Ölçek getirin ölçelim!
    Bırçak getirin bırçalım!
    Altıntaş'tan geçelim!
    Altıntaş'ın kilidi kilidi!
    Akşam gelen kimidi kimidi!
    Emmim oğlu Musecik!
    Elleri golları kısecik!

    Her oyun tekerlemesi bu kadar anlamlı olmaz, içinde bu kadar hikaye barındırmaz. Kelimeler tamamen yansıma olabilir. Tabi yansıma sözcüklerde anlam aranmayacağını belirtmiştik. Buna en yaygın örnek olarak şunu gösterebiliriz: 
    o-mo-ri-zo 
    keperi-zo
    ingili badem to
    Burada badem dışında anlamlı bir kelime göstermek zor. Bununla beraber çok eğlenceli bir tekerleme olduğunu kabul etmek lazım.

    Oynanacak olan bir takım oyunu ise, takım oyuncularını belirlemede de bir çeşit sayışmaca olan ayak adımı metodu kullanılır. Her kelimesine bir ayak denk gelecek şekilde kaptanlar 'Aldım verdim ben seni yendim' diyerek birbirine yaklaşırlar. Arayı kimin ayağı kapattıysa ilk seçim hakkı onundur. 

    Ortada oyun yok, seyir vardır. Fakat çocuklar her durumdan oyun çıkarma kabiliyeti yüksek yaratıklar olduğundan leylek göçünü de eğlenceye çevirebilirler. Bir mendile portakal çekirdeği çıkılayıp dilek tutarlar ve onu dambeşe atarken şöyle derler:
    Leylek leylek lekirdek!
    Hana baña çekirdek!
    Çekirdeğiñ içi yok!
    Kel Fatmanıñ saçı yok!


    Bir de büyüklerin küçük çocukları avutmak için söylediği tekerlemeler var. Onların söylediği bu ilginç sözler çocukların ilgisini fazlasıyla çeker; bir daha, bir daha derken eziyet eden çocuğun dikkati tamamen dağıtılmış olunur. Aslında buradaki eğlenceli bir keser pazarlığı gözlerden kaçmıyor...
    Dayı dayı!
    Keserim var!
    Kaça, beşe!
    Vermem beşe!
    Vururun daşa!
    Tık tık tık!

    Aynı amaca yönelik, yani çocuğun dikkatini çekerek onu oyalama tekerlemesi de aşağıdadır. Yalnız burada eğlenirken yüzdeki organları (çene, ağız, burun, göz, kaş ve baş) öğretme gibi bir görev de var:
    Çen çen çene!
    Aşçı dükkanı!
    Hor hor çeşme!
    Çift ayna!
    Çatık gaş!
    Bitli baş!

    Çocuklardan büsbütün uzaklaşmamakla birlikte, daha çok yetişkinlerin birbirine söyleyegeldiği yaygın bir tekerlemede sıra. Bu, Eğret çevresindeki yedi köyü seri halde saymaya yarayan bir tekerlemedir. Bilindiği gibi nahiyeliği zamanında kırk civarında köy Eğret'e bağlıydı. Yakın ilişki içinde bulundukları bu köyleri Eğret halkı çok iyi tanıyor ve sürekli ziyaretleşiyorlardı. Şimdi bile İlbulak/İblak dağından bakıldığında bu köyler gece gündüz hala teşhis edilebilmektedir. İşte onlardan yedi tanesinin bir anda sayıldığı tekerleme;
    Arennen Garen (Akören ile Karaören)
    Tekkenen Ablak (Tekke ile Ablak)
    İki Dandır yan yana
    Üstünde Kel Belce

    Yine büyüklerin kendi aralarında söyledikleri bir tekerleme de çok ilginçtir. Önce hikayesi, sonra tekerleme... Bir dul karının testisi kırılınca, feryat figan ettiğini gören zamanın ileri gelenleri ona yeni bir testi almaya karar vermişler. Fakat kadın kırılan testisi için ağıt yakmaya devam ediyor. 'Yahu' demişler, 'testiyse testi, bak bu yeni testin eskisinden hem yeni hem kaliteli, niye hala bağırıp çağırırsın.'  'Ah ah' demiş kadın, 'Benim testim';
    Gorucu ağızlı,
    Muhtar boğazlı,
    Hoca garınlı idi.

    Eğret/Anıtkaya ağzında derlenecek daha çok tekerleme vardır...




04 Kasım 2024

Leylek Leylek Lekirdek

    
    Onlar köyümüzün daimi misafirleriydi. Gelecekler diye hazırlıklar yapılır, evleri tamir edilir, görüldüklerinde ise bayram yapılırdı. 

    Hatırlayabildiğim kadarıyla iki evleri vardı. Biri Turabilerin Odanın tam köşesinde, diğeri ise Keliban’ın evin bitişiğinde. Geçenlerde ilkine benzer bir evi, yine tamir edilmiş odanın hemen karşısındaki köşede görünce yıllar öncesine gittim.

    Sık gittiğimiz evin yolu üzerindeydi burası. Kıvrım kıvrım dar sokaklardan geçerken bilmem kaçıncı dönüşün köşesinde olurdu. Uygun bir mevsimde isek misafirler çocuklarıyla birlikte evlerindedirler. Çoğu zaman bize görünürler ama görmesek de orada olduklarını biliriz. Henüz yazlıklarına gelme mevsiminde değilsek, onların hatırası o köşebaşında mutlaka yad edilir. Zaten gelmelerine yakın mutlaka yazlıklarının tamiri yapılır. Tamiratı yapanlar yazlığın sahibi mi, yoksa evsahiplerinin yokluğunda ona gözkulak olan bekçileri mi yahut onarım işleri için tutulan işçi mi hiç bilmezdim. Fakat her hallerinden ayrıcalıklı insan tavrı akardı.

    (Sözünü ettiğim minare gibi yuvadaki leyleği herkes ‘Kırtişin Leylek’ diye tanırmış. Sonradan öğrendiğim bu lakaba bakılırsa, insanlar onu Eğret/Anıtkaya halkından bir gibi görüyormuş. Hatta ondan bahsederken kapı bir komşularından, kırk yıllık dostlarından söz eder gibi tavır takınıyorlar. Çok şaşırtıcı bir durum.)

    Daimi Köy Konuklarının konakladığı başka evleri hatırlamıyorum. Bahsettiğim iki ev, özel yapılardı. O zamanlarda dünyama yeni giren eski zaman şatolarına benziyorlardı. Yükseklikleriyle bir de; Yıldırım’ın bir gece bedenlerinden “Bre Doğan! Bre Doğan! Halin nicedir?” diye bağırdığı Niğbolu Kalesine. Bu kadar yüksekte ve sarp olmasa bu evler, herhalde biz de girer çıkardık. Yoksa biz ulaşmayalım diye mi yükseğe yapılıyordu. 

    Leyleklerin sesini hiç duymadım. Şunların sesini bir tarif et bakalım deseniz öylece kalakalırım. Karganınki kadar kaba mı, culuğunki gibi çirkin mi, serçeninki gibi nazenin mi, yusufçuk sesi gibi boğuk mu?

    Bir çeşit balıkçıl oldukları için Çayırlar mevkiinde ve başka su birikintilerinin kenarlarında da uzaktan bakmışlığım vardır kendilerine. Yine de leylek sesine dair kulağımda bir şey kalmamış. 

    Baharın geldiği, yazın yaklaşmakta olduğu “Cemileler”den sonra Hıdrellezden önce leyleklerin gelişiyle anlaşılır. Sürüler halinde göç katarlarının kısa konaklamalarını köy dışında görenler bir müjde verir gibi anlatır birbirine. 15-20 metre yüksekteki ağaç evlerine gelenler ise tam olarak yaz müjdecisidir. Acaba Turabilerin Oda müdavimleri, o yıllarda leyleklerin geliş gidişini nasıl konuşuyorlardı? İhtimal bir komşudan bahseder gibi onlardan söz ediyorlarmıştır.

    Biz leyleği önce havada görürdük. Güneyden, hep uçakların geldiği taraftan gelirdi onlar da. Sanki yol iz bilmezler de uçağın açtığı yolu takip ederlerdi. Onlar bizim leyleklerimiz değildi ama yine de bize eğlence olurlardı. Gökyüzünde büyük leylek V si görüldüğünde, her şeyden bir oyun çıkarabilen çocuk aklı, hemen yeni bir oyunu kurmuştur. Oyun için gerekli malzemeler: Bir parça bez, (bir erkek mendili olursa iyi olur, olmazsa canın sağ olsun) birkaç portakal çekirdeği, (demek ki kış çıkmamış, portakal bulunduğuna göre) ille de bir arkadaş (hiçbir oyun kendi kendine oynanmıyor).

    Büyük V poyraz tarafına çaktırmadan akarken aşağıda bizler; mendilin ucuna tükrüğümüzle beleyip düğümlediğimiz portakal çekirdeklerini sallardık. Sallardık ve şöyle bağırırdık:

        Leylek leylek lekirdek!
        Hana baña çekirdek!
        Çekirdeğiñ içi yok!
        Kel Fatmanıñ saçı yok!

    Bu tekerlemede söylenen sözlerin anlamını hiç düşünmediğimi şimdi hatırlıyorum. Leylekler göktekiler, çekirdek mendilin içinde. Kel Fatma da kim oluyor? Türkiye’nin başka köylerinde, başka çocuklar da leyleklere karşı bu tekerlemenin başka versiyonlarını söylerken dediklerinin anlamını düşünüyorlar mıydı acaba?

    Galiba gökteki büyük leylek V si uzaklaştığında, önce V likten çıkıp sonra görünmez olduğunda, elimizdeki minik çekirdek çıkınını bir dambeşe atardık. Okunmuş üflenmiş, kutsal bir nesne gibi saygı duyarak hem de. Belki onu bir dilek çıkını gibi görüyorduk, belki sonbaharda gökyüzünde bu sefer ters bir V görene kadar tuttuğumuz niyetin, dileğin gerçekleşeceğini düşünüyorduk.

    Hepsi de belki… Gözü yukarıda, eli mendilde olan bir çocuk görürseniz dikkat edin; dudağında sevimli, kıpır kıpır bir dua olabilir.



06 Haziran 2024

Aşşığın Son Torunu, Bilye

 
    Bin yılı aşkın saltanatının son dönemlerinde aşşığın tahtına varis olabilecek çeşitli oyunlar ortaya çıktı. Portakal, ceviz, fındık, ilik/düğme, kutu/gazozkapağı bunlardan bazılarıdır. Hiç biri uzun soluklu olmadı, zaman hızlandıkça bunların ömrü kısaldı. Bu dönemin son gözde oyunu bilye...

    Kendisiyle tanışıklığımız tuhaftır... Çullugızı Şerife Haykır'ın torunu İbrahim Zenger, her yaz tatilinin bir kısmını köyde geçirirdi. Sonradan büyüyünce ziyaretler bitti, ama henüz çocukluk devresi tatillerinde, yanında getirdiği ilginç oyuncaklar ilgimizi çekerdi. O sene, 'meşe' dediği renkli yuvarlak şeylerle geldi. Bizimse en popüler oyunumuz kutu ve bildiğimiz tek meşe de odun idi. Elimize dahi almadığımız, ne işe yaradığını, nasıl oynandığını bilmediğimiz bilye ile tanışmamız böyle soğuk oldu...

    İbrahim gittikten bir müddet sonra Kelsüleyman'ın dükkanda satılmaya başlamış. Aldık. Bunlar içinde üç dört renk dilimi plakayla süslenmiş bilyelerdi, estetik açıdan müthiş yelkenli gibi görünürlerdi... Sonra başkaları da sattı aynı bilyelerden... İşler kızışıp bir sektöre dönüştükçe bilyelerin güzelliği de kaybolmaya başladı. Belirgin renk cümbüşü, yerini belli belirsiz, tüy gibi hafif çizgilere bıraktı... İlk zamanlarda nasıl tutacağımızı, fırlatacağımızı bilmezken kısa bir süre sonra çeşit çeşit oyun türleri keşfettik, öğrendik. Bir yıl gibi kısa sürede artık herkes bilye oynuyordu. Böylece rengarenk sırça yuvarlaklar, sokakların hakimi oluverdi...

    Peşinen söylemek lazım; bilye, toprak zemin ister. Parkede, asfaltta, betonda mümkün değil oynayamazsın. Yer toprak olsun da... Çamur deryası da olsa, kar buz ortalığı kasıp kavursa da bilye oynamaya engel değildir. Hatta ilk zamanlarda, henüz zihnimizi kutu kurallarından arındıramadığımız vakitler oynadığımız bilye oyunlarında, çamuru avantaja bile çevirirdik.

    Kutu oyununun bir türünden aşina olduğumuz şekilde, rakibin bilyesini vurma yahut ona bir karış yaklaşmaya dayalı oynadık. İki, üç, dört kişiyle oynanabilen bu oyunda, sırasına göre herkes kendine en yakın rakibin bilyesine nişan alarak atışını yapar. İsabet ettirir, nişanladığını vurursan bir bilye kazanmış olursun. Atışı hızlı yapmakta fayda var, çünkü vuramayıp da rakibin yakınlarında kalırsa, sıra ona geçeceğinden rakip için kolay bir hedef durumuna düşersin. Hızlı attığında vuramasan bile, rakibine kolay pozisyon bırakmazsın... Burada sayı kazanmanın başka bir yolu daha var. Vuramasan bile, hedefindeki bilyenin bir karış veya daha kısa yakınına düşürürsen yine bir bilye ütmüş sayılırsın. Tabi bu atışı yavaş yapman gerekir. Yerlerin kuru olduğu zamanlarda çok riskli olan yavaş atış, çamurlu yerlerde tercih edilir. Çünkü doğru atışı yaptığında, bilye lap diye çamura oturur kalır...

    İki bilye arasının ölçümünde belirsizlik varsa karışlanır, iki parmağın ucu bilyelere değdiğinde tamamdır. Bir karıştan fazlaysa yandın, avcı iken av oldun... Her elin yapısına göre karışlama tekniği farklıdır. Başparmak sabit olmak kaydıyla, birisinin serçe parmağı daha uzağa değerken, bir başkasının orta parmağı veya yüzük parmağı daha fazla uzayabilir. Bu yüzden karış diye standart bir ölçü birimi yok... Kimin karışı olduğu önemli... Her oyuncunun karış ölçümü kendi eliyle yapılacağından sürpriz sonuçlarla karşılaşabilir. Biri vardı, lüzum hissettiğinde parmaklarını kütletmeye başlar, yeterince uzadığını düşününce karışlar, şaşkın bakışlarımız arasında kazanıp sırıtırdı... Sinir şey...

    Hoş karşılanmayan, ama nizami olduğu için bir yaptırımı bulunmayan kusurlu atıştan da burada söz etmek lazım. 'Bılimek' denilen bu atışla, sırayı savmış olursun; ama hakkıyla bir atış değildir. Rakibe pozisyon vermemek için atıyormuş gibi görünürsün. Bu yüzden daha baştan 'bılimek yok' diye geçici bir kuralda uzlaşılabilir.

    Vurmalı karışlamalı bu ilk tür oyunumuzu sonraki yıllarda da oynamaya devam ettik. Bu arada, oyunu daha ilginçleştiren bir atış türünü öğrendik. Kimden, bir kaç yıllık yaban macerasından sonra köye dönen Şaşdımoğlu Ziyattin'in Yılmaz Şen'den... Tuhaf ve zor bir atış, daha doğrusu buna atış değil fırlatma demek lazım. Başparmağının tırnağını, ortaparmağın  ikinci boğumuna mandal yapıyor; u vaziyetindeki işaret parmağının ucu ile mandaldaki başparmağın şemleği arasında bilye sıkıştırılmış durumda. Tam bu haldeyken yumruğunu yere yatırıyor ve mandalı çekip başparmağı ateşlediğinde gülle/bilye fırlıyor... Yahu biz elimizi o şekle bile sokamayız, bırak namluya bilye yerleştirmeyi, atmayı... Bir de adam çatır çatır attığını vuruyor...

    Yılmaz'dan öğrendiğimiz dikmeli oyundu. Bu da yine dikmeli kutunun aynısı... Kendine güvenen oyuna katılıyor, belirlenen miktarda bilye sermayeyi bir çizgi üzerine tek sıra diziyorlar. Sıranın baş tarafı belirleniyor, bu yön belirleme önemli... Dikilen bilye ne kadar çoksa o kadar uzak mesafedeki bir çizgiden atış yapılacak. Atış sırasını belirlemek için de o çizgiye doğru tersine bir atış yapılıyor. Tabi bu atışlar yukarıda anlattığım çetrefilli fırlatma atışından değil, normal bildiğimiz atış... Çizgiye yakınlığına göre atış sırası belirlendi... İlk oyuncu bilye dizisine atışını yapar; baştaki bilyeyi vurup onu diziden çıkarırsa dikili bilyelerin tamamını kazanmış olur, oyun bitti. Ortalarda bir yerdeki bilyeyi vurup çıkarırsa ondan sonrakileri kazanmış olur. Bu ilk atışta isabet yoksa, atış yaptığı bilyenin durd'uğu yerde diğer oyuncuların da atmasını bekler. Bütün oyuncular atışını yaptıktan sonra dizide kalan dikili bilyeler için o meşhur atışlara geçilir. Buradaki sıra da yine baş bilyeye olan mesafeye göre belirlenmiştir. Sıraya dikili bilyeler bitene kadar atışlar tekrar edilir... 

    Burada ilk bilyeye 'baş', ikincisine 'başaltı' denilir; diğerlerinin özel bir adı yoktur. Yalnız atış yapılan bilyenin adı 'atcek'tir. 'Atacak' anlamına gelen bu kelime, yukarıda aşşık türevi olarak saydığımız bütün oyunlarda kullanılır. Oyun aracı olan nesneler arasından en büyük, güzel ve gösterişli olanı atcek olarak seçilir. Dolayısıyla bilyede atcekler çok güzel ve kıymetli olup onları üttürmek utanç sebebidir... 

    Atmalı karışlamalı oyundaki atış yapılan bilyelere de atcek denir. Oyun kaybedildiğinde cepten çıkarılan herhangi bir bilye verilir, atceğe dokundurulmaz. Yılmaz'dan öğrendiğimiz atışı zamanla bu karışlamalı oyuna da uyguladık. Atışlar artık o alengirli ve havalı fırlatma ile yer değiştirmişti...

    Soğukta sıcakta; toz toprak, yağmur çamur demeden bilye oynamak ne kadar zevkliymiş ki, ortalık kararana kadar oynadığımız olurdu. Kendimizden geçer, evi ekmeği unuturduk. O günleri izleme imkanımız olsaydı, akan burunlar, kirli yenler, ayazdan çatlamış eller, ıslak çoraplar ve mutlu yüzler görürdük. Pantolonun az bir dizinde mutlaka çamur lekesi olduğunu görüp şaşırırdık. Aslında bunda şaşıracak bir şey yok, bilyeyi deklemek/vurmak için iyi nişan almak lazım. Yatman gerekiyorsa yatacak, çökmen gerekiyorsa çökeceksin. Dekciler iyi nişan alır, attığını vururlar... Bazıları da rastgele atar, ama hep vururlar, onlara da 'körnişan' denir... O günün dekcileri de körnişanları da hala aklımda... Neyse, dekcilerin dizleri lekeli; ama cepleri şişkindir. Bilyeyle dolu o cepten şıkırtı eksik olmaz...

    Hep ütmek, cepleri doldurmak istiyorsan, üstbaşının perişanlığını göze alacaksın. Evde yiyeceğin zılgıtı bir kenara koyarsak, aslında bu durumu dert edeni görmedim. Islanmışsa sabaha kadar kurur, kuruyan çamur sabahleyin oğuşturarak çıkarılabilir. Ertesi gün toz toprağa bulanmaya devam... 

    Oyun esnasında atceğin yolunu veya karışlama aralığını temizlemek gerekebilir. Dikili bilyelerle arada bir takım engeller varsa onları kaldırmak için diğer oyunculardan izin isteme bir kurala bağlanmış. Hızlı davranıp 'çelçöp' dersen bu izni kapmış oluyorsun. Atmalı/vurmalıda karışlama aralığındaki engelleri temizlemek için de çelçöpe başvurulur. Arada çakıl, ebir gübür, yani çer çöp varsa kaldırırsın...

    Sonra ne oldu? Büyüdük ve hepsi yalan oldu. Bizden sonra bilyenin başka oyunları da çıkmış, kuyuya atmalı, çember içine dikmeli filan. Onlarda da kendince yeni kurallar, terimler icat edilmiş. Fakat sonra bilyelerle birlikte hepsi terk edilmiş. Netice itibariyle aşşık oyununun bilmem kaç göbekten son torunu bilye de tarih oldu...



04 Haziran 2024

Körs Oyunu

     
    Unutulan oyunları raftan indirdiğimiz bu bölümde daha önce bir çok oyunun sözünü ettik. Bunların tamamı bizzat oynadıklarım, en azından oynadıklarına şahit olduklarımdı. Misal, aşşık oynamadım, ama oynayanları gördüm, kurallarını söylediklerinde hemen hatırlayabildim. Bu yüzden onları yazmak zor olmadı.

    Şimdi hatırlanması kadar anlatılması, anlatılması kadar anlaşılması, kendim anladıktan sonra yazılması zor bir oyun var sırada... Oynayanlar hatırlamakta zorlanıyor, hatırladığı kadarını anlatamıyor. Bense bölük börçük anlatılanlardan bir hikaye çıkarmaya çalışıyorum. Üstelik oyun Eğret'e has gibi görünüyor, yani bizim köyden başka kaynağımız yok...  

    İki yıl kadar önce ilk defa adını duyduğumda pek üstüne gitmedim, zira sülaleler gibi daha önemli bir konuyu çalışıyorduk. Bugüne geldiğimizde yine elimizde çok bir şey yok. Bu yüzden peşin peşin anlatımdaki yanlışlık ve eksiklikleri haber vermiş olayım...

    1940 Ve 50'li yıllarda erkek çocuklar arasında oldukça popüler olduğu anlaşılan körs, tahmin edilebileceği gibi masrafız, zahmetsiz, oyuncak gerektirmeyen oyunlardan. Bununla beraber henüz diğer oyunları oynamak için küçük kabul edilebilecek yaş grubundakiler oynuyormuş. Sonra met, mundulu/manne, aşşık, tokmak atma ve benzerlerine terfi ediyorlar. 1960'lı yılların başlarındaki çocuklar pek seyrek oynamışlar, sonra tamamen unutulmuş. Bunda şehre göç, teknolojik gelişmelerle yeni oyuncak ve oyun imkanlarının genişlemesi gibi sebeplerin etkisi düşünülebilir.

    Gelelim körs oyununun tarifine... Karşılıklı iki oyuncu arasında yarışmaya dayalıdır. İki, üç veya dörder kişilik iki takım arasında da oynanabilir. Bu tarif bireyseldir, takım oyununda sayılar artırılabilir. Ne sayısı? Yere çizilecek kare ve içlerine konulacak taş sayısı...

    Her oyuncu için altı kareden oluşan iki sütün çizilir. Birbirine komşu sütunların birisindeki her bir kareye bir taş yerleştirilir. Böylece sütunların birisi dolu, diğeri boş durumdadır. Oyun başlamadan bütün bunların hazırlanması, tıpkı kaydırak/seksek çizgilerine benzeyen şekillerin çizilmesi gerekir. Anlaşılacağı üzere körs, ilkbahar ve sonbaharın yağışlı günlerinde toprağın kolayca çizilebileceği dönemlerde oynanıyordu. Tam çamur ve karın kapattığı kışlarda ve her yerin tozduğu  yazlarda değil...

    Oyunun temel amacı, rakibin dış sütunundaki taşlarını birer birer yiyerek, iç sütuna taşıyıp, dış sütunu kendisi için tamamen boşaltmaktır. Bütün taşları yediğinde sona varmış olacak, böylece oyunu kazanacaktır. Peki taş yeme, yani sayı kazanma durumu nasıl gerçekleşiyordu; bir maharet gösterme, yahut atış filan yok mu? Olmaz olur mu...

    Körsün taşlardan sonraki ve belki ondan daha önemli tek oyun aracı, özel meşe çubuklarıdır. Met/çelikten azıcık daha büyük ve kalın, ancak değnekten daha ince olan bu çubukların da önceden hazırlanması gerekir. Tabi bu hazırlık, yere çizgi çizip bir avuç taş toplamaktan daha ciddi ve zahmetlidir...

    Bir defa yukarıda bahsettiğimiz gibi meşenin boyutları tam ayarında bulunmalıdır. Yaşlı ve kalın meşenin kabuğu pütürlenir. Oysa taze ve küçük dallar daha düzgün olur, ayrıca pürüzsüz bir cilde sahiptir. İşte körs için aradığımız meşe bu... Târayla tek vuruşta veya testereyle düzgün bir şekilde uçları kesilen bir karışlık meşe, öylece bırakılmaz. Şu haliyle biraz büyücek bir mettir çünkü; oysa bize daha fazlası lazım...

    Elde edilen meşe çubuğu eşit kalınlıkta ikiye yaracağız. Bunun için düzgün kesilmiş bir ucundan başlayıp, târayla döve döve diğer ucundan çıkarız. Bilenler bilir, taze meşeyi düzgünce yarmak çok kolaydır... Şimdi elimizde iki yarık çubuk var, bunların iç kısmı düzgün ve beyaz; dışı ise bombeli ve koyu renklidir. Bundan bir tane daha yap ve elinde dört adet yarık meşe bulunsun. İşte körsün yegane atış aracı olan bu yarık meşelerdir ve fakat az daha sabır, çünkü iş bitmedi...

    Dışı balık sırtı, içi ise düzgünce kesilmiş bu meşeleri hayalen canlandıralım. Havaya atılıp düştüğünde beyaz tarafın yere, kabuklu siyah tarafın göğe bakacağını aklı olan anlar. Fizik kurallarına göre bu böyledir, ama zeminin durumu, düşüş hızı gibi faktörler de devreye girince, meşenin sırtüstü yatıp beyaz tarafı havaya bakar vaziyette tuş olması da mümkündür. Normalde on atışın sekizinde odunun kara yüzü göğe bakarken, iki atışta yüz akıyla karşımıza çıkabilir.... 

    Bu ak-karanın üzerinde niye bu kadar çok duruyorum? Çünkü körste ak göbeğin göğe bakması sayı demek de ondan... Bir oyunda sayı kazanma olasılığı/şansı yüzde yirmi ise, bu çok yüksek bir orandır. Öyle olduğu zaman rakibin taşlarını yiyip bitirme ve yolu açıp oyunu kazanma süresi çok kısalır. Oyunun tadı kalmaz. O halde sayı kazanmayı zorlaştırmak gerekir...

    Meşenin iç/beyaz yüzü düzgündü ya... İşte o düzgün yüzeyi daha da düzgünleştiriyoruz. Gerekirse dişli taşlara sürterek törpüleyebiliriz. Sayı zorlaştırması için bu yeterli değildir, bombeli dış kabuk kısmını da daha biçimsizleştirmeliyiz. Bunun yolu da iç düzgünlüğüne zarar vermeden, uçlardan dışa doğru çok hafif bükmektir. Ağaç yaş olduğu için biçim değişikliği kolaydır, lakin bu arada kabuğu soymamaya dikkat etmeli... Bütün bunlardan sonra, bu meşe parçalarıyla sayı almak belki yüzde ona düşer... Dört çubukla sayı için olasılık hesabı lazım...

    Çizgi ve meşeler hazır ise oyuna başlayabiliriz. Kim başlayacak? Sırayla çubuklar atılır, sayıyı ilk yakalayan oyuna başlar. Yalnız ilk atışlarda beraberlik varsa, iki tarafta aynı atışı yapmışsa devam edilir... 

    Burada atışlar hakkında bilgi vermeliyim... Dörtlü ağaç atışında, onların beyaz-siyah pozisyonunda kalma durumuna göre beş ihtimal var: 1 Beyaz, 2 beyaz, 3 beyaz, 4 beyaz, ve 4 siyah... Şimdiye kadar 4 beyaz hiç gelmemiş, dolayısıyla onu çıkarıyoruz. Diğer dört ihtimalin her birine ayrı bir ad verilmiş. Tıpkı tavladaki 'dubara', 'carıyek', 'pencüse' gibi körs pozisyonlarının da özel isimleri var. 1 Beyaza 'birince', 2 beyaza 'pirince', 3 beyaza 'kirince' ve 4 siyaha 'garaltıya' deniliyor. Bu son isim, boş isabetsiz atış anlamına gelen karavanayı andırıyor. Zaten garaltıya atan boşa atmış kabul edildiğinden, sıra rakibe geçiyor.

    Gelelim körs ismine... Oyuna bu ad verilmesinin sebebi, her sayıya körs denilmesidir. Yani birince, pirince ve kirince atışlarının her biri körstür ve her körsten sonra bir taş yenerek kare boşaltılır. Diğer terimlerle birlikte körs kelimesinin manası da anlaşılmıyor. Körüsler (Kök soyadını taşıyanlar) sülalesinin köyü olan Körs ile alakası olabilir mi?

    Oynamadığım ve oynayanı da görmediğim bir oyun hakkındaki bu yazı benim de içime sinmedi. Berber Emmim Ahmet Kabadayı geldiğinde birlikte oynamayı kabul etti; o zaman uygulamadan edindiğim gözlem ve tespitlerimle yazıyı gözden geçiririz...



12 Kasım 2022

Taştan Dünyamız


    Dört ana element teorisi var, meşhur... Kainatın özünü teşkil eden toprak-su-hava-ateş, aynı zamanda maddenin dört hali diye de yorumlanıyor. Tasavvufta buna anasır-ı erbaa diyorlar, dört unsur demek... Kainatın temel yapıtaşları ve aynı zamanda temizleyiciler... Hepsinin de bir şekilde maddi-manevi temizleme, dezenfektan özelliği var...

    Dersimiz Hayat Bilgisi değil, lafı yine çocukluğumuza getireceğim. Bizim çocuk dünyamızın böyle dört unsuru filan yoktu. İki şey gerekliydi, o kadar...

    Çocuğun dünyası oyundan ibaret, oyun dediğin de araç gereçle oynanır. Kısaca oyuncak dediğimiz şeyleri bugünün gözüyle değerlendirirseniz, karşımıza hammadde olarak plastik çıkar. Sen buna naylon da diyebilirsin.

    Bizim çocukluğumuzun denk geldiği dönemde de yeni yeni plastik ürünler çıkmaya başlamıştı; lakin para gerektirdiği için hayatımıza tam olarak yerleşmeyi başaramadı. Aynı şekilde demirden yapılanlar da tek tük olurdu. Dediğim gibi, maliyetli olduğu için onlar bize göre değildi.

    Bizim dünyamıza iki element hakimdi: Ağaç ve taş... Oyun araçlarımızın tamamına yakını onlardan oluşuyordu. Neden?... Çünkü beleş... İhtiyaç hasıl olursa anında sahip oluyorsun, hem de sıfır masrafla. Etrafına bak, her taraf ağaç, taş... Ağacı, tahtayı, değneği, kazığı, tekeri bir yana koyup taşlara odaklanalım; ne oyunlar çıkarılıyordu acaba onlarla...

    Neler neler... Daha oyun başlamamış... Başlayamamış... Kimin başlayacağı bilinmiyor. Çok adil bir atışla başlayacak kişi belirleniyor. Büyük küçük farketmez, yassı taşın bir yüzüne tükür, seçimi yaptıktan sonra at havaya. Islak-kuru yüzeylerden hangisi yukarı bakacak şekilde durursa, bilen başlar...Yani oyunun her ne ise, daha başlamadan taşla ön-oyun oynuyorsun...

    Nerden nasıl ele geçirdiğimizi unuttuğum biçimsiz bir topumuz vardı. Biçimsizdi çünkü hep patlaktı. Yamama, şişirme gibi tekniklerden uzak bir çağda bulunuyorduk, en iyi bildiğimiz içini otla doldurma metoduydu... Takımlar kurulduktan sonra basitçe kaleler de kurulurdu. Nasıl peki? Şöyle... Kaç adımsa, adımlar iki uca iki taş koyarsın; al sana kale... Zaten kale dediğin taştan kumdan değil midir...

    Kavga bir oyun değil; ancak çocuğun dünyası da oyundan ibaret değil. Biz mahalle maçları yaptığımız gibi, mahalleler arası kavgalarımız da meşhurdu... Kavga dediğimiz şey, yüz yüze göğüs göğüse çarpışma değil; uzaktan düşman siperlerini dövme biçiminde olurdu. Mermi ve güllelerimiz tabi ki taştı. Sizin anlayacağınız, uzaktan birbirimizi taşlardık. Şimdi düşünüyorum da... Hiç de masumca değilmiş attığımız taşlar...

    Taşlama deyince, köpek taşlamalarımızı hatırladım. Serserilik ifadesi olarak öğretmenimiz öyle derdi 'Okumazsanız köpek taşlarsınız'... Hayvanları neden taşladığımızı bilmiyorum, herhalde korkarsan saldırır, diye düşündüğümüz için ilk saldıran biz olmak isterdik. Tabi sünepe köpekleri taşlayabilirsin ancak... Azgınlarına yaklaşırken ne olur ne olmaz diye elimize bir kaç taş alırdık, cephane olarak...

    Hadi köpek azgınlaşırsa yırtıcı olur, taşlamayı normal karşıladık diyelim... Ya kuşlar... Tele, ağaca, saçağa, oraya buraya tünemiş hayvancıkların kime ne zararı vardı ki? O zamanlar kar-zarar hesabını ne bilelim, çocuğuz... Neyse... Çıplak elle taş atıp uçan kuşu düşürecek kadar maharetlimiz yoktu; amma sünger (sapana sünger derdik) ile attığını vururdu Kahvecinin Metin... Süngerin çatalı sürekli götcebindeydi, mermi ise her tarafta gani... Bir göde veya sığırcık gördü mü, yerden aldığı fındık kadar bir çiğili süngerle gerdirip çekerdi... Hayvancağızı yerde debelenirken görürdün...

    Manne oynardık... Et topla taş kuleyi devirir sonra da rakip/düşman tarafından vurulmadan o taşları birbiri üstüne dizmeye çalışırdık. Kule, yassı dokuz taştan oluşurdu. El çabukluğuyla o taşlar öyle bir istiflenirdi ki, düşman ateşi altında bunu başarmak inanılmazdır. Ancak taşlarla kurulan dostlukla açıklanabilir... Çocuk onlarla öyle bütünleşir ki hangisinin altta, hangisinin kulenin burcunda olacağı bellidir. Dokuz taşın dokuzu da sırasını kollamaktadır...

    Öyle yassı ve biraz daha büyük taşlarla kızların oynadığı bir oyun vardı. Leplik diyorlardı koca yassı taşlara. Galiba oyunun adı da leplikti. Aklımda kaldığı kadarıyla yeni gelinler filan leplik oyununa dahildi. Belki yaşımız tutmadığı için, oyuncu olmasak da aralarında bulunuyorduk. Bu yüzden lepliğe dair hatırladıklarım net değil; ama bağırtı çağırtı arasında, leplik taşını yere dikey tutup sanki 'lus' gibi bir şeyler dedikleri hala kulağımda...

    Bize leplik, kutu oynarken lazım olurdu. Gazoz kapağına kutu diyorduk ve kutular bizim için çok değerliydi. Birinin kutularını ütmek ziyadesiyle gurur verici, ütülmek ise o kadar aşağılayıcı bir duygudur. Tabi onun için eline iyi oturan, yalabık ve ağır leplik lazım. Yere çizili küçük halkanın içine dikilmiş kutuları vurup oradan çıkaracaksın... Ütmek budur... İşte o atış ancak iyi bir leplikle yapılır. Ona sahipsen bir sürü hazinen (yani kutu) olabilir. O günün çocuğu için leplik ne kadar önemli olduğunu anla diye, sana bir şey söyleyeyim: 1960'lı yıllarda bir Bayram günü sel yolağına düşüvermiş bir kaç çocuk, leplik arıyorlar... Dağa kadar varıp geri dönmüşler, artık ne kadar buldularsa...

    Bir de kaydırak vardı, küçük lepliklerle oynanan. Taş burada küçük olmalıdır; çünkü tek ayağınla sektireceksin. Oyunun temeli, taşı her seferinde yeni bir bölüme sektirmek, bütün bölümlerin bitiminde yeni bir aşamaya geçmektir. Aşamalar bittiğinde de sayı olarak o bölümlerden birinin tapusunu alırsın ki buna 'gama' denir. Buradaki taşın önemi, tek ayakla sektirilebilecek uygun ağırlıkta ve yerde rahat hareket edecek kadar pürüzsüz olmasıdır. Taşı kaydırdığımız için olsa gerek biz bu oyuna 'kaydırak' derdik. Başka yerlerde 'seksek' diyorlar...

    Epdiş taşlarının ne kadar güzel ve önemli olduğunu ayrıntılı anlatmıştık. Bu yüzden hep cepte taşınıyorlardı...

    Yere bir kare çizip, tam ortasına kocaman bir + işareti yerleştiriyorsun. Böylece koca kareyi dört küçük kareye bölmüş oldun. Aynı zamanda çizgilerin birbirine temas yerlerinden de dokuz nokta elde ettin. Üç tane taşı bir doğru oluşturacak biçimde üç noktada aynı hizaya getirebilirsen, sayı kazanıyorsun. Sayıya ve oyuna 'dede' diyorduk. Üç taşla oynandığı için başka yerlerde 'üçtaş' diyorlar. Sen epdiş büyüklüğündeki taşlarla oynarsan, rakip de üç kazıkla oynayabilir. İç içe geçmiş üç kare ve daha fazla noktadan oluşan versiyonları da var dede oyununun. Taş sayısı da artıyor tabi...

    Küçük yassı taşlarla kendimizce oynadığımız bir yarış/oyun da su da taş kaydırma idi.    Bunun için su birikintisi lazım... Bizimkisi bir göletti. Patır Dayının ev ile Fırın arasındaki çukura her sonbaharda su dolar, Nisana kadar filan kurumazdı. Nereden baksan altı aylık oyun alanımız gölet ve çevresi olurdu. Ayı Mevlüt ile Gödeşlerin ev arasındaki çukurlukta bulunan gölet daha büyüktü; ama orayı koyun köpeği tehlikesi hiç bitmediğinden tercih etmezdik... Gölet buz tutmadığı zamanlarda, küçük yalabık taşları sektirmekten ayrı bir keyif alırdık. Uygun açı, uygun eğim, uygun hız, uygun ivme ve uygun taş... O kadar kolay değildir taş sektirmek, dene bakalım...

    Belki de biz icat ettik, taş taşlama oyununu... İki kişiyle oynanır. Kendine bir taş bulursun, rakibininkiyle denk boyutta olmalıdır. Amaç, taşını rakibin taşına vurup mümkün olduğunca ileriye fırlamasını sağlamaktır. Yani rakibin taşını vuracaksın, ama senin taş ondan uzaklaşacak. Bunu başarırsan sayıyı alırsın. Kaç sayı aldığın, iki taş arasındaki mesafeyi adımladıktan sonra ortaya çıkar. Diyelim ki 7 sayı aldın, atış hakkı yine sende. Attın, vurdun, adımlıyorsun 9 sayı daha, etti 16... Atışta rakip taşı vuramazsan atış hakkı rakibine geçer... Yüz sayıyı bulan kazanır... Bu oyunda taş taşlıyorsun; ama Allah muhafaza, yakınlardan geçen birine isabet etse...  Acaba eskiden sokaklar daha mı müsaitti bu oyunlar için...

    Şimdi kırk elli yıllık mesafeden bakınca daha iyi anlıyor insan. Bizim küçük dünyamızda taşın yeri çok büyükmüş. Yok yok! Bizimkisi taştan bir dünya imiş...


29 Ekim 2022

Epdiş

 

    Ülkenin her yerinde az çok kural değişiklikleriyle oynanan bir oyun. Hatta benzer oyunlar dünyanın değişik yerlerinde var. O kadar yaygın oyunun Türkiye'deki genel adı beştaş. Hemen her yöre ve köyde aynı isim altında oynanması çok ilginç olabilir; bence asıl ilginç olan herkes 'beştaş' isminde ittifak etmişken Anıtkaya'da buna 'epdiş' denilmesidir.

    Seslerinin benzerliğinden dolayı 'epdiş' ile 'beştaş' arasında rahatlıkla bağlantı kurulabilir, bilemedin 'epdiş beştaştan bozolmuş' der geçersin. Yalnız bu kelimenin 'ebe taşı' sözünden geldiğini düşünenler de var. Malum epdişteki beş taştan biri ebe taşı oluyor. Nasıl olduysa olmuş, epdiş denilmiş; bu sıkıcı etimolojik kısmı geçip ayrıntılara girelim.

    Beş tane taşla oynanan bir oyundan bahsediyoruz. Yalabık ama yuvarlak olmayan taşlar. Rengi önemli değil, tabi gösterişli ve güzel olması tercih edilir. Çiymer denen sert taşlar epdiş oynamaya çok uygundur. Özel olarak epdiş toplamaya çıkılmıyor hiç bir zaman. Çapada yolmada, kırda bayırda önüne gelen beğendiğin taşı cebine atıyorsun. Sonra bu taşlardan, rengine boyutuna biçimine göre bir takım kuruyorsun. Şaka değil, birbiriyle epdiş alışverişi yaparak yeni epdiş takımı yapanlara bile rastlanırdı... Bu taş takımında bazen taşların rengi etkendir; birbirine yakın renkteki beş taşı biraraya getirerek takım yaptığın gibi; ak, gök, sarı, kara, çil, kızıl, gri vs. değişik renklerden alaca bir takım da kurabilirsin...

    Rengi kadar epdişlerin şekli şemali de önemlidir. Pürüzsüz, yalabık olması istenir, zaten topraktaki bütün taşlar doğal sebeplerle yalabıklaşır... Yuvarlak ve yassı da olmasın; yuvarlak epdiş, atınca duracağı yerde durmaz, yuvarlanır gider; yassı olursa da yeteri kadar hareket etmez lök gibi oturur kalır, hepsi küme halinde aynı yere düşer... Yaaa! Taş deyip geçme, her taştan epdiş olmuyor...

    Bir de epdişin büyüklüğü önemli... O beş taşın beşini avucunun içinde rahatça hareket ettirebilmelisin. Mesela dördü avucundayken beşinciyi de havada kapabilmelisin. O büyüklükte olsun yani... Tabi olması gerektiğinden küçük olurda bu kez tutmaya gelmez, parmaklarınla kavrayamazsın... Ne büyük ne küçük çakıl taşları gibi...

    Böyle bir eski zaman oyunu epdiş... Masrafsız... Özenerek baktığın oyun aracı gerekmiyor. Herkesin ulaşabileceği basit beş taşın varsa tamam... Taşıması da kolay, rakibini bulduysan olduğun yere yayıl... Toz toprak içinde de oynayabilirsin, evde kilim üzerinde de; yeter ki epdiş oynanacak yer düzgün ve sert olsun...

    Oturarak oynandığı için olabilir, genelde kız oyunu olarak bilinir. Geceleri dışarı çıkmamıza izin verilmediği dönemlerde bizim de oynamışlığımız vardır. O zamanlarda epdişin çok çekişmeli geçen bir oyun olduğunu yakından gözlemledim. Aynı zamanda bu oyunda, göz-el uyumunun çok gerekli olduğunu söyleyebilirim. Öyle olunca kız erkek ayırımı tamamen lüzumsuz, herkes oynayabilir yani...

     Oyunda amaç; beş tane epdiş taşını tek elle atıp tutarak çeşitli aşamalardan geçip sayıya ulaşmaktır. Aşamalar dediğimiz her etabın kendine göre kuralı vardır, amma iki ana kural var: Birincisi, havaya atılan taşı yere düşmeden tek elle tekrar tutabilmek; ikincisi ise, havadaki taşı tutmadan önce yerdeki taşları oyuna sokarken ilgisiz taşa değmemektir. Bu basit ama uygulaması zor kuralları tam anlayabilmek için oyunun tarifine geçelim.

    Oyuna kimin başlayacağı sayı atışıyla belirlenir. Tek avuca alınan epdişler havaya atılır, bu arada aynı elin sırtı taşların altına tutularak epdişlerin oraya düşmesi sağlanır. Amaç çok sayıda taşı elin dış yüzünde tutabilmektir. Burada ilk atış hızı, açısı ve dengesi kadar, taşların boyutu ve biçiminin önemi ortaya çıkar. Yavaşça ve düzgün atılan küçük ve biçimsiz taşlar, tersine bombelenmiş el yüzeyinde, tıpkı kuşyuvasındaki yumurtalar gibi rahatça oturabilir... Daha fazla taşı elinde tutabilen oyuna başlama hakkını kazanmıştır. 

    Birler, ikiler, üçler, dörtler, köprüler ve sayı adı verilen altı etaplı bir oyun başlar. Her etabı geçmek gerekir, fakat yanlış yapıldığı anda oyun hakkı karşı tarafa geçer. Havaya attığın taşı tutamazsan, etabın gerektirdiği sayıda taşı yerden alamazsan, başka taşlara elin temas ederse yanarsın... Tekrar hak sana geldiğinde kaldığın aşamadan devam edersin.

    Birlerle başlıyoruz. Bunun anlamı, yerdeki taşları birer birer toplayacaksın demektir. Önce bütün epdişleri rastgele yere serp... Kural belli... Havaya atacağın taşı seçip alırsın. Bu seçimde dikkat edeceğin husus, taşları teker teker toplarken senin başına bela olma ihtimali en yüksek taşı alman işine yarar. O taşı havaya at, aynı elinle yerden bir taş al, ama dikkat et tek taş alırken diğer taşlara değmemelisin. Yerden aldığın taş içinde olduğu halde avucunu hemen aç, çünkü havaya fırlattığın taş gelmiş olmalı, aman yere düşmesin. Böyle böyle yerdeki dört taşı teker teker toplarsan ilk etabı geçmiş oluyorsun. 

    İkilerde, her atışta ikişer taş alıyorsun. Üçlerde, ilk atışta tek taş, ikincisinde üç taş alıyorsun. Dörtlerde tek hamlede dört taş... Her etap başında yere epdişleri saçıyor sonra atış yapacağın birini seçiyorsun ya... Ha, işte o vakit kaçlardaysan... iki, üç, dört... taşı daha rahat hangi pozisyonda alabileceksen atış taşını ona göre seç...

    Beşinci etap biraz değişik... Kullanmadığın elin işaret parmağını orta parmağın üzerine atıyor ve böylece başparmak ile orta parmağı bir köprünün ayaklarıymış gibi yere dikiyorsun. Bu yüzden bu aşamaya köprüler denmiş; yoksa modern zamanların futbol-hentbol kafasıyla düşünselerdi kale derlerdi... Taşlar yere serpildi, uygun bir atış taşı seçildi ve uygun görülen bir yere kale/köprü dikildi... İşte burada rakibe bir hak verilerek yerdekilerden kendince uygun bir ebe epdiş seçmesi istenir. Ebe taşın, kale/köprü önünde diğer taşların kaleye girişine engel olabilecek bir pozisyonda olması lazım... Defans oyuncusu gibi yani... Artık iş oyuncuda. Taşı havaya atacaksın, bu arada yerdeki bir taşı köprü altından geçireceksin, tabi diğer taşlara değmeden ve yukarı attığın taşı yere düşürmeden... Üç taşı köprü altına taşıdıktan sonra geride kalan ebe taşı kaleye göndermek çocuk oyuncağı...

    Son etap da kolay... Aslında bu aşamada ceza veya kalmak, yanmak yok. Burada hasılatı topluyorsun. Ödül atışı gibi bir şey... Oyuna başlayacak kişiyi belirleme atışı vardı ya... İşte o atışı bir kere daha yapıyorsun, elinin sırtında kaç epdiş kalırsa o kadar sayı alıyorsun... Oyun sonunda bu sayılar toplanıyor ve yüksek olan kazanıyor...

    Sonradan aklıma geldi... Malum, küçüklüğünden dolayı Anıtkaya'da doluya guzudişi deniyor. Biraz büyükçe yağdığında hemen 'epdiş gibi' diyorlar. Halbuki aşırı derecede iri yağarsa 'ceviz kadar' diye büyüklük benzetmesi yapılıyor. Buradan epdişin büyüklüğünü fındık kadar filan düşünmeliyiz...

    Ve bir şey daha... Eskiler, çocuklar epdiş oynarken onlara kızarlardı. Neymiş, havaya taş atılırsa yağmur yağmazmış... Yağmur duası sırasında Bunara taş atılmasının tersi bir uygulama gibi düşünülebilir. Yağdırmak için aşağı atıldığına göre; taşı yukarı atarsanız yağmura engel olursunuz, gibi zorlama bir mantığın sonucu bunu söyleyebilirler... Yahut tamamen mantıksız bir batıl inanç...

    Çocukların elinden telefonu alıp onlarla epdiş oynamayı deneyin... 



06 Temmuz 2022

Yalan Masalı

 

    Çocuğun dünyası oyundan ibaret. Bulunduğu her yeri bu yüzden oyun alanına çeviriyor. Mevsimine göre, bulunulan yere göre, cinsiyete göre, yaşa göre, oyuncu sayısına göre... bir sürü oyun var ki bütün bu şartlara göre çocuklar oynarlar. Hiç bir oyun bulamasalar yaşadıkları o anı oyunlaştırırlar...

    Bizim çocukluğumuzda eve tıkıldığımız uzun kış gecelerinin eğlencelerinden biri de masallardı. İyi masal anlatan bir büyüğün etrafına toplanır, defalarca dinlediğimiz bir masalı ilk defa duyuyormuşcasına meraklanır, dikkat kesilirdik. Oysa masalın neresinde güleceğimiz, neresinde şaşıracağımız, neresinde üzüleceğimiz o kadar belliydi ki... Yine de her seferinde uslu uslu dinlerdik.

    Bazen istek masallar bile olurdu; İncili Çavuş, Keloğlan, Pire, Davulcu... 'Şunu da anlat, bunu da anlat' diye masalcının başının etini yerdik. Hatırladığıma göre en güzel masalları Buydeyci Gadirin hanımı Feride Yengeden dinlerdik. Başkalarından dinlediklerimiz de oldu, lakin o varsa masal konusunda başkasına laf düşmezdi. Ayrıca onun olduğu yerde çocukları avutmak için başka bir şey gerekmezdi.

    Repertuarı genişti, anlatır da anlatırdı... Bazen anlattıklarını, 'uyduruyor' hissine kapılırdım; lakin her seferinde aynı sözlerle, aynı vurgu ve tonlama ile, aynı mimiklerle anlatınca bunun böyle olmadığı ortaya çıkardı.

    Şimdi dönüp geriye baktığımda, malesef dinlediğim onca kıymetli masalın hiçbirini hatırlayamıyorum. Adlarını, kahramanlarını şöyle böyle; ama masalın aslından aklımda hiç bir şey kalmamış. Onlar sürekli anlattıkları için belki unutmuyorlardı, hiç sektirmeden kelimesi kelimesine tekrar tekrar anlatıyorlardı çünkü. Biz de sürekli dinlediğimiz için ezberliyor, güleceğimiz yeri, ağlayacağımız yeri biliyorduk. Msalcılar hayatımızdan bir bir çıkıp gitti, biz büyüdük masal aleminden gerçek dünyaya daldık. Ne anlatan kaldı, ne dinleyen. Masallar da hafızamızdan silindi gittiler.b

    Geçenlerde Çulluların Aziz Zenger'den bir masal nakledildi. Onu dinlerken, bu masalı daha önceden duyduğumu zannettim. Sonra bu zan, kesinlik kazandı... Hatırladım, Feride Yenge anlatmıştı bunu kaç kere...

Develer tellal iken, pireler berber iken, sinek de pehlivan iken...
Anam, babamın bezlerini yıkamaya gitti. 
Geldi, Babamı sancağa yatırdı...
İpini bana verdi 'Aman oğlum, güzelce salla, sakın Babanı düşürme' diye gat gat tenbih etti.
Sallarken Babamı düşürdüm.
Babam ağlamaya başladı.
Onun sesine gelen Anam 'Neye düşürdün' diye beni dövdü.
Anamdan korkup kaçtım, 
Tetiği yok, kundağı kırık tabancamı belime soktum,
Ağzı yok, sapı kırık bıçağı da elime aldım; kaçtım, gittim.
Anam dul, Babam çocuk... Evde işler görülecek...
Yine de kaçıyorum...
Yolda biri dek geldi, anası kovalamış, ondan kaçıyormuş... 
Arkadaş olalım. Gel sen de bendensin. Adın ne, 'Miskin' dedi.
Az ileride biri daha dek geldi. Adın ne, 'Kirişkin'... Ne oldu, 'Dayım dövdü, ondan kaçtım.'
Gidiyoruz, az ileride bir daha geldi 'Terlioğlu Miskin'...
Dört kişi olduk, karnımız acıktı, avlanacağız.
Önümden bir tavşan kalktı. Tetiği yok, kundağı kırık tabancamı bir çektim...
Bitmedik çalının yanında doğmadık tavşanın ayakları göğe geliverdi...
Ağzı yok, sapı kırık bıçağımla kestim. 
Terlioğlu Miskin odun taşıdı, ama dığanımız yok...
Bir yerde köpek ürüyor, bir yerde ışık yanıyor...
Işık yanan yere gittik...
Ünnedik; Ahlaklı, Terbiyeli, Namuslu üç kadın çıktı. Cıblak mıblak, donu tumanı yok...
'Tavşan vurduk, pişirmeye dığan lazım' dedik...
Altı yok, böğrü delik bir dığan verdiler.
Tavşanı ağzı yok sapı kırık bıçakla doğrayıp altı yok böğrü delik dığana koyduk.
O pişerken biz yanında uyuyakalmışız...
Bu sırada tavşan dığanı kuyruğuna takmış, kaçıp gitmiş...
Aradık taradık bulamadık.
Yola düştük giderken bir pazara uğrayıp karpuz aldık.
Terlioğlu Miskin, ağzı yok sapı kırık bıçağı bir salladı; bıçak karpuzun içine düştü...
Miskin indi bulamadı, Kirişkin indi bulamadı...
Elimi kolumu sığadım ben de inecektim...
Bir adam geldi 'Ne yapıyonuz' dedi, 'Bıçağı düşürdük onu arıyoz' dedik.
'Ohoo! Ben yedi senedir deveyi düşürdüm de bulamadım' dedi...
Atıverdik karpuzu, yine tavşanı arayacaktık...
Bir de baktık, adam potuğa binmiş deveyi de kucağına almış geliyor...
Evdeki işler aklıma geldi...
Anam dul, Babam çocuk, ekinler biçilecek...
Anamdan habersiz bir tırpan alalım da ekinleri biçelim dedik. 
Ağzı küt, elciği kırık, sapı yok bir tırpan bulduk...
Yaylayolundaki tarlaya vardık...
Alıç azadında bir aslan var...
Terlioğlu Miskin; ağzı küt, elciği kırık, sapı yok tırpanı bir attı, aslana sapladı...
Uğreşivedik, uğreşivedik çıkaramadık...
Sağa baktık alan, sola baktık alan...
Benim söylediklerim hep yalan...

    Aslında bu bir masal değil; masal başı tekerlemelerinden biri. Yine de başlıbaşına bir masal gibi ele alınabilir. Bu tekerlemelerin amacı, dinleyicinin zihnini ve dikkatini gerçeklikten koparıp masalın hayal dünyasına hazırlamaktır. Yarı yalan yarı gerçek olması işin gereğinden dolayıdır. Bu yüzden yalan masalı diye adlandırılması normal karşılanmalı.

    Benzer masal başı tekerlemelerinin farklı versiyonları değişik yörelerden kaydedilmiş haliyle mevcut, aranırsa bulunabilir. Bu tekerleme ise Anıtkaya/Eğret'in yerel motifleriyle özelleştirilmiş. Keşke mümkün olsa da Feride Yengenin sesinden bir kere daha dinleyebilseydik. Nur içinde yatsınlar...


27 Kasım 2021

Aşşık Oyunları

     Çift toynaklı hayvanların arka ayak diz kısmında bulunan kemiğe aşık deniliyor. Anıtkaya'da bu evelevelden şeddeli söylenir; "aşşık" diye telaffuz edilir. Bu gruba giren bütün hayvanların aşık kemiğiyle ilgilenmiyoruz. Dana, dombeyinki filan büyük oluyor, kullanışlı değil. Geyiğin kendi yok ki aşığını bulasın. Eski Eğret dönemleri düşünüldüğünde koyundan bol ne var. İşte sözünü ettiğimiz kemik koyun-keçinin aşık kemiğidir.

    Düzgün biçimli bir kemik, aşık kemiği. Kabaca dikdörtgen prizması şeklinde; ancak köşeli değil. Öyle olsa hiç bir özelliği olmazdı zaten. Kendine has kıvrımlarıyla, girinti çıkıntılarıyla, yağlı doğal parıltısıyla tam bir estetik timsali. "Şurası da şöyle olsaydı" dedirtecek bir kusur bulamıyorsunuz, öyle mükemmel tasarlanmış. Bu fiziki yapısıyla öne çıktığı için aşık kemiği çok eski zamanlardan beri oyun aracı olarak kullanılmış. 6 Yüzlü oyun aracı zarın atası olarak aşık kemiği gösteriliyor mesela. 

    Belki de insanlık tarihinin en eski oyunlarından birisi de doğal olarak aşık oluyor. Hemen hemen bütün kavimlerde ve her coğrafyada bu kemiklerle birbirine benzer oyunlara rastlanmış. Koyun çok bulunan bir hayvan olunca, aşık kemiği de temini kolay bir araç olmuş. Yine de bazı yerlerde 19. yüzyılda yapay aşıklara rastlanıyormuş.

    Her yerde olduğu gibi 'daha düne kadar' denilebilecek yakın zamanda Anıtkaya'da da aşşık oynanıyordu. Şahsen ben oyuna yetişemedim, ama oynayanları hatırlıyorum. Oynarken kullandıkları bazı terimler ve kemik üzerinde yaptıkları işlemlerin bir kaçı aklımda kalmış. Demek ki oynayamayacak kadar küçüktüm. Yine de büyüklere özenip, taze (yani yağlı) bir kaç aşık kemiğini, çapraz askılı mavi kadife ponturumun cebinde gezdirdiydim. Sonra ne oldu hatırlamıyorum.

    Ne manaya geldiğini bilmediğim değişik kelimeleri söyler, bağırır çağırır, sevinir üzülürler; yerdeki veya cepteki aşşıklar yer değiştirirdi. Sonradan öğrendim, o sözler kemiğin yerde aldığı pozisyonun adıymış. Kemiğin her dört yüzünden biri göğe baktığında ayrı isimler alır ve ayrı anlamlara karşılık gelirmiş. Mesela 'gazak'ta üzülür, 'hopban'da sevinirlerdi. Meğer ilki geldiğinde yerdeki aşşıkların tamamını kaybeder, ikincisinde ise tamamını kazanırmışsın. Üzüntü ve sevincin sebebi... 'Tök' gelince durgunluk, bir kazanıyorsun, amorti yani... 'Çik' ise kazanç kayıp yok, boş geçiyor, atış hakkını kaybediyorsun. Böyle değerleri var her bir yüzün.

    Oynayanlara sordum, "Sivri uçları üzerine dik gelmiyor muydu, onun adı ve anlamı neydi?"... Hatırlayamadılar. Fizik kurallarına göre o pozisyonda durmaz tabi ki; fakat dişli taşlara sürterek kemiğe şekil verdiklerini hatırlıyorum. Herhalde maksat yere oturacak kısmı düzleştirerek aşığın istenilen pozisyonda durmasını sağlamaktı. Öyle olunca dik durdurulabilir sanki... Kemiğin bir yerlerine kurşun dökerek ağırlık merkezini değiştiriyorlardı. Bugünün hileli zarları gibi birşeyler yapıyorlardı demek. Bir de aşıkları boyayıp süslüyorlardı, hatırımda kaldığı kadarıyla. Tabi bütün bu operasyonları her aşık üzerinde değil, yalnızca 'atcek'te yapıyorlardı. Herkesin bir atceği oluyordu, sahip olduğu diğer aşıkları ise sermaye...

    Aşık oyununun da çeşitleri var. Anıtkaya'da oynanan üç tür aşşık varmış. İlkinde yere küçük bir çizgi veya daire çizilerek belirlenen sayıda aşığı herkes oraya dikiyor. Atış yapılacak 5-6 metre mesafeye de atış çizgisi çiziliyor. Atış sırasını belirlemek için herkes kendi atceğini yukarıya atıyor, gelen pozisyona göre birinci, ikinci ve diğer atıcılar belirleniyor. İlk atıcı atceğini, dikili aşıkları nişanlayarak atıyor. Vurup daire dışına çıkardığı aşıkları alıp cebine koyuyor ve atceğinin düştüğü yerden tekrar atış hakkı kazanıyor. Vurup çıkardığı müddetçe atışlara devam ediyor. Çizgi dışına aşık çıkaramadığında atış hakkı sıradaki oyuncuya geçiyor. Burada, atıcının nişancılığı ve atceğinin kalitesi önemli tabi.

    İkinci aşşık oyunu genellikle iki kişiyle oynanıyor. Bunda da yine atcek ve nişancılık önemli; yalnız dikmek yok, gezerek oynanıyor. Rakibin aşşığına atış yapacaksın, vurursan bir aşşık kazanırsın. Vuramazsan düştüğü yerdeki senin aşığa bu sefer rakibin atış yapacak. Vurursa bir aşık kaybedersin. Bu durumda, iyi nişan alıp şiddetli atmak gerekir ki vuramama ihtimaline karşı aşık rakibin uzağına düşsün. E o şiddetle atışta nişan almak zor... Risk oyunu güzelleştiriyor. Bu oyunun bir de karışlama versiyonu var. Aşığı vurmak için değil, kendi atceğini onun bir karış yakınına düşürmek için atıyorsun. Ölçü birimin avucunda. Yaba gibi eli olanlar avantajlı oluyor tabi. Uzun parmaklar da mühim, kesilmemiş tırnaklar da... Bazılarının karışı baş ve sırçaparmak arasıdır; bazılarınınki baş ve ortaparmak. Karış boyu uzar ümidiyle karışlamadan önce parmaklarını kütletenler de olur.

    Son aşık oyunundan yukarıda birazcık bahsettik. Bunda aşık kemiği zar gibi kullanılır. Öncelikle ortaya belirlenen miktar aşığı her oyuncu diker. Sonra atış sırası belirlenir. Sırası gelen oyuncu atceğini dikili aşıklara değil havaya atar. Yere düşen aşığın aldığı pozisyona göre değerlendirme yapılır. Yani hopban gelirse dikili bütün aşıkları kazanır, diğerlerinin atışına gerek kalmaz. Tök gelirse bir tane kazanır. Çikte sırasını savar. Gazak'ta ise temelli kaybeder, yani başka atış hakkı da kalmamış olur.

    Genellikle kızların oynadığı epdiş (beştaş), önceleri aşık kemikleriyle oynanırmış. Aynen epdişin etapları bu sefer kemiklere uygulanırmış. Sonradan ne münasebetle çakıl taşlarına dönüldü bilinmiyor.

    Zamanın şartlarına göre aşık yavaş yavaş geri planda kalıyor, oynamayı bilenler de sahneden çekilince tamamen unutuluyor. Yine de onun yerini alan oyunlar aşşıktan izler taşıyorlar. Oynayanlar bilirler; ilik, kutu, ceviz, fındık, bilye... hepsi de aşşığı andırır. Hatta kibrit kutusu ile "candırma-müdür" oyunu oynardık, o bile aşşık oyunundan kalan yadigar.

    Oyunu yok olsa da aşık kemiği yine var. Her koyunun dizlerinden hala çıkıyorlar. Bir gün mutlaka karşınıza çıkar; atın bakalım havaya, ne gelecek...