Dersimiz Hayat Bilgisi değil, lafı yine çocukluğumuza getireceğim. Bizim çocuk dünyamızın böyle dört unsuru filan yoktu. İki şey gerekliydi, o kadar...
Çocuğun dünyası oyundan ibaret, oyun dediğin de araç gereçle oynanır. Kısaca oyuncak dediğimiz şeyleri bugünün gözüyle değerlendirirseniz, karşımıza hammadde olarak plastik çıkar. Sen buna naylon da diyebilirsin.
Bizim çocukluğumuzun denk geldiği dönemde de yeni yeni plastik ürünler çıkmaya başlamıştı; lakin para gerektirdiği için hayatımıza tam olarak yerleşmeyi başaramadı. Aynı şekilde demirden yapılanlar da tek tük olurdu. Dediğim gibi, maliyetli olduğu için onlar bize göre değildi.
Bizim dünyamıza iki element hakimdi: Ağaç ve taş... Oyun araçlarımızın tamamına yakını onlardan oluşuyordu. Neden?... Çünkü beleş... İhtiyaç hasıl olursa anında sahip oluyorsun, hem de sıfır masrafla. Etrafına bak, her taraf ağaç, taş... Ağacı, tahtayı, değneği, kazığı, tekeri bir yana koyup taşlara odaklanalım; ne oyunlar çıkarılıyordu acaba onlarla...
Neler neler... Daha oyun başlamamış... Başlayamamış... Kimin başlayacağı bilinmiyor. Çok adil bir atışla başlayacak kişi belirleniyor. Büyük küçük farketmez, yassı taşın bir yüzüne tükür, seçimi yaptıktan sonra at havaya. Islak-kuru yüzeylerden hangisi yukarı bakacak şekilde durursa, bilen başlar...Yani oyunun her ne ise, daha başlamadan taşla ön-oyun oynuyorsun...
Nerden nasıl ele geçirdiğimizi unuttuğum biçimsiz bir topumuz vardı. Biçimsizdi çünkü hep patlaktı. Yamama, şişirme gibi tekniklerden uzak bir çağda bulunuyorduk, en iyi bildiğimiz içini otla doldurma metoduydu... Takımlar kurulduktan sonra basitçe kaleler de kurulurdu. Nasıl peki? Şöyle... Kaç adımsa, adımlar iki uca iki taş koyarsın; al sana kale... Zaten kale dediğin taştan kumdan değil midir...
Kavga bir oyun değil; ancak çocuğun dünyası da oyundan ibaret değil. Biz mahalle maçları yaptığımız gibi, mahalleler arası kavgalarımız da meşhurdu... Kavga dediğimiz şey, yüz yüze göğüs göğüse çarpışma değil; uzaktan düşman siperlerini dövme biçiminde olurdu. Mermi ve güllelerimiz tabi ki taştı. Sizin anlayacağınız, uzaktan birbirimizi taşlardık. Şimdi düşünüyorum da... Hiç de masumca değilmiş attığımız taşlar...
Taşlama deyince, köpek taşlamalarımızı hatırladım. Serserilik ifadesi olarak öğretmenimiz öyle derdi 'Okumazsanız köpek taşlarsınız'... Hayvanları neden taşladığımızı bilmiyorum, herhalde korkarsan saldırır, diye düşündüğümüz için ilk saldıran biz olmak isterdik. Tabi sünepe köpekleri taşlayabilirsin ancak... Azgınlarına yaklaşırken ne olur ne olmaz diye elimize bir kaç taş alırdık, cephane olarak...
Hadi köpek azgınlaşırsa yırtıcı olur, taşlamayı normal karşıladık diyelim... Ya kuşlar... Tele, ağaca, saçağa, oraya buraya tünemiş hayvancıkların kime ne zararı vardı ki? O zamanlar kar-zarar hesabını ne bilelim, çocuğuz... Neyse... Çıplak elle taş atıp uçan kuşu düşürecek kadar maharetlimiz yoktu; amma sünger (sapana sünger derdik) ile attığını vururdu Kahvecinin Metin... Süngerin çatalı sürekli götcebindeydi, mermi ise her tarafta gani... Bir göde veya sığırcık gördü mü, yerden aldığı fındık kadar bir çiğili süngerle gerdirip çekerdi... Hayvancağızı yerde debelenirken görürdün...
Manne oynardık... Et topla taş kuleyi devirir sonra da rakip/düşman tarafından vurulmadan o taşları birbiri üstüne dizmeye çalışırdık. Kule, yassı dokuz taştan oluşurdu. El çabukluğuyla o taşlar öyle bir istiflenirdi ki, düşman ateşi altında bunu başarmak inanılmazdır. Ancak taşlarla kurulan dostlukla açıklanabilir... Çocuk onlarla öyle bütünleşir ki hangisinin altta, hangisinin kulenin burcunda olacağı bellidir. Dokuz taşın dokuzu da sırasını kollamaktadır...
Öyle yassı ve biraz daha büyük taşlarla kızların oynadığı bir oyun vardı. Leplik diyorlardı koca yassı taşlara. Galiba oyunun adı da leplikti. Aklımda kaldığı kadarıyla yeni gelinler filan leplik oyununa dahildi. Belki yaşımız tutmadığı için, oyuncu olmasak da aralarında bulunuyorduk. Bu yüzden lepliğe dair hatırladıklarım net değil; ama bağırtı çağırtı arasında, leplik taşını yere dikey tutup sanki 'lus' gibi bir şeyler dedikleri hala kulağımda...
Bize leplik, kutu oynarken lazım olurdu. Gazoz kapağına kutu diyorduk ve kutular bizim için çok değerliydi. Birinin kutularını ütmek ziyadesiyle gurur verici, ütülmek ise o kadar aşağılayıcı bir duygudur. Tabi onun için eline iyi oturan, yalabık ve ağır leplik lazım. Yere çizili küçük halkanın içine dikilmiş kutuları vurup oradan çıkaracaksın... Ütmek budur... İşte o atış ancak iyi bir leplikle yapılır. Ona sahipsen bir sürü hazinen (yani kutu) olabilir. O günün çocuğu için leplik ne kadar önemli olduğunu anla diye, sana bir şey söyleyeyim: 1960'lı yıllarda bir Bayram günü sel yolağına düşüvermiş bir kaç çocuk, leplik arıyorlar... Dağa kadar varıp geri dönmüşler, artık ne kadar buldularsa...
Bir de kaydırak vardı, küçük lepliklerle oynanan. Taş burada küçük olmalıdır; çünkü tek ayağınla sektireceksin. Oyunun temeli, taşı her seferinde yeni bir bölüme sektirmek, bütün bölümlerin bitiminde yeni bir aşamaya geçmektir. Aşamalar bittiğinde de sayı olarak o bölümlerden birinin tapusunu alırsın ki buna 'gama' denir. Buradaki taşın önemi, tek ayakla sektirilebilecek uygun ağırlıkta ve yerde rahat hareket edecek kadar pürüzsüz olmasıdır. Taşı kaydırdığımız için olsa gerek biz bu oyuna 'kaydırak' derdik. Başka yerlerde 'seksek' diyorlar...
Epdiş taşlarının ne kadar güzel ve önemli olduğunu ayrıntılı anlatmıştık. Bu yüzden hep cepte taşınıyorlardı...
Yere bir kare çizip, tam ortasına kocaman bir + işareti yerleştiriyorsun. Böylece koca kareyi dört küçük kareye bölmüş oldun. Aynı zamanda çizgilerin birbirine temas yerlerinden de dokuz nokta elde ettin. Üç tane taşı bir doğru oluşturacak biçimde üç noktada aynı hizaya getirebilirsen, sayı kazanıyorsun. Sayıya ve oyuna 'dede' diyorduk. Üç taşla oynandığı için başka yerlerde 'üçtaş' diyorlar. Sen epdiş büyüklüğündeki taşlarla oynarsan, rakip de üç kazıkla oynayabilir. İç içe geçmiş üç kare ve daha fazla noktadan oluşan versiyonları da var dede oyununun. Taş sayısı da artıyor tabi...
Küçük yassı taşlarla kendimizce oynadığımız bir yarış/oyun da su da taş kaydırma idi. Bunun için su birikintisi lazım... Bizimkisi bir göletti. Patır Dayının ev ile Fırın arasındaki çukura her sonbaharda su dolar, Nisana kadar filan kurumazdı. Nereden baksan altı aylık oyun alanımız gölet ve çevresi olurdu. Ayı Mevlüt ile Gödeşlerin ev arasındaki çukurlukta bulunan gölet daha büyüktü; ama orayı koyun köpeği tehlikesi hiç bitmediğinden tercih etmezdik... Gölet buz tutmadığı zamanlarda, küçük yalabık taşları sektirmekten ayrı bir keyif alırdık. Uygun açı, uygun eğim, uygun hız, uygun ivme ve uygun taş... O kadar kolay değildir taş sektirmek, dene bakalım...
Belki de biz icat ettik, taş taşlama oyununu... İki kişiyle oynanır. Kendine bir taş bulursun, rakibininkiyle denk boyutta olmalıdır. Amaç, taşını rakibin taşına vurup mümkün olduğunca ileriye fırlamasını sağlamaktır. Yani rakibin taşını vuracaksın, ama senin taş ondan uzaklaşacak. Bunu başarırsan sayıyı alırsın. Kaç sayı aldığın, iki taş arasındaki mesafeyi adımladıktan sonra ortaya çıkar. Diyelim ki 7 sayı aldın, atış hakkı yine sende. Attın, vurdun, adımlıyorsun 9 sayı daha, etti 16... Atışta rakip taşı vuramazsan atış hakkı rakibine geçer... Yüz sayıyı bulan kazanır... Bu oyunda taş taşlıyorsun; ama Allah muhafaza, yakınlardan geçen birine isabet etse... Acaba eskiden sokaklar daha mı müsaitti bu oyunlar için...
Şimdi kırk elli yıllık mesafeden bakınca daha iyi anlıyor insan. Bizim küçük dünyamızda taşın yeri çok büyükmüş. Yok yok! Bizimkisi taştan bir dünya imiş...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder