portreler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
portreler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2025

Deli Fadime

    Onsuz Düğün Olmazdı

    "Oynamak iyi güzel de... Kuru kuruya müziksiz, nağmesiz, çalgısız olacak iş değil. Kaset marifetiyle oyun havaları çalındığı günler 70'li yılların sonuna rastlar. Ondan önce, ortaya çıkan oyuncular için birileri türkü çığırırdı. O yıllarda Tekelilerin Delifadime konunun uzmanıydı. Çeñiz asıldığı günün akşamından itibaren sürekli oralarda bulunur ortalığı şenlendirirdi. Birazcık safça bir yapısı vardı. Hafif şaşı gözleriyle nereye baktığı katiyen kestirilemeyen bu kadın, hemen her düğünün aranan kişiliklerindendi. Saf haliyle farkına varmadığı, kendisi hakkındaki bıdırtılara kulak asmaz düğünler ve düğün sahipleri hakkında özgürce yorumlar yapardı. Bir yandan baklağı şişelerini götürürken, diğer yandan falancanıın düğününde kendisine nasıl iyi davranıldığını şuh kahkahalar arasında ballandıra ballandıra anlattığını hatırlıyorum. Bir oyalı yazmayla gönlü alınabilen neşe kaynağı bir kadındı."
    ... 
    "Delifadime'den aklımda kaldığı kadarıyla, yalnız oyun havaları söylenmezdi. Bazen istek türküler de olurdu. Bu istek türküler, herkesin bildiği harcıalem şeyler değil de Delifadime'nin yaktığı Anıtkaya halkıyla ilgili yöresel türkülerdi. Bu yüzden sadece O söyleyebilir..." 

    Çeyiz/çeñiz evini anlatırken Fadime Taşkın'dan böyle söz etmişim. Yaşı kırkın üzerinde olan herkes bilir, fakat ancak ellinin üstünde olanlar asıl kimliği ve etkisiyle onu tanıyabilirler. Delifadime Eğret düğünlerinin baş karakteridir; onsuz bir düğün, çeyiz evi düşünülemezdi. Bu özelliğini bir yana bırakıp onu diğer yönleriyle tanımak ve tanıtmak istiyorum.

    Tekelioğlu Deli Nuri'nin en büyük çocuğu Fadime Cumhuriyetle yaşıt, 1923'te doğdu. O doğduğunda babası taze devletin bir askeriymiş. Yedi sekiz yıl önce, cihan harbinde babası İbili vefat ettiğinden beri annesiyle birlikte yaşıyorlar. Annesi Fadime Hanım üç çocuğuna hem analık hem babalık ediyor çünkü. İşte bu ortamda doğan ilk torunu kız olunca geleneğe uyup onun adını koyuyorlar.

    Askerden temelli veya izne gelişinde Nuri doğal olarak heyecanlıdır, bunun sebeplerinden biri de taze kızını ilk defa görecek olması. Fadime sancaktaymış daha, 'Fadimem!' deyip öyle bir bağrına basmış ki çocuğu, orada belinlediğini söylüyorlar. Tabi o vakit pek farkedilmemiş, ama büyüdükçe gözünün kaydığı anlaşılmış. Sonraları ise hiç büyümeyeceği, zeka yaşının hep 6-7'lerde kalacağı belli olmuş. Bundan sonra hep 'Deli Fadime' diye bilinecek...

    Son zamanlarında en yakınında bulunan ve onun bakımıyla ilgilenen kardeşinin gelinine, Muhsine Taşkın'a sordum 'Peki sizce deli miydi?' Kesinlikle ona deli denilemeyeceğini söyledi. Başka bir dünyanın insanıymış, bizimkinin değer yargılarına göre düşünürsen normal değil, ancak hangi dünyanın insanı daha makbul olduğunu kim nereden bilecek.

    Onun dünyasında normal olan, ancak bize tuhaf gelen değişik davranışları varmış. Bir defa bazı duyuları bize göre daha çok çalışırmış. Özellikle işitme duyusu böyleymiş. Misal yaklaşan birinin kim olduğunu ayak sesinden çıkarabilirmiş. Daha onun sesini işitmeden 'Filanca geliyo' diye haber verirmiş. Bu özelliği gözlerinin iyi görmemesine bağlanabilir, malum bir duyunun eksikliği başka birinin gelişmesini netice vermek gibi doğal gerçek var; ancak tek açıklaması bu olamaz...

    Bazı davranışları sebebiyle onu Kırkalı Ahmet'e benzetirim. Özellikle saflığı, kötülüğe yabancı karakteri ve ille de neşeli yüz yapısıyla ikisi birbirine öyle benzerlerdi ki... Hatta dudak kenarlarında biriken kefler bile öyleydi. İkisinin yüzüne de gülümseme hakimdi, öfkeli, morali bozuk, suratı asık hallerini hatırlamıyorum. Bir köşede aleyhlerine konuşulsa bile bunu duymazlar, daha doğrusu Allah onlara duyurmazdı. Düğün evinde ve kahvede ikisinde de böyle bir durumu bizzat gözlemledim. Yüksek sesle 'deli, kokar' gibi aşağılayıcı sözleri alenen söylediklerinde ikisinde de hiç bir ruh değişikliğine şahit olmadım. Duymamış gibi devam ettiler, belki de duydukları halde üzerlerine alınmadılar...

    Yalnız Kırkalı üstbaşına filan pek dikkat etmezdi, oysa Delifadime temizlik konusunda çok titizlenirmiş. Kardeşi Gocabıyık Tekeli'nin evinde kalıyor ya, her sabah avluyu baştan başa süpürür tertemiz eder, ebir gübüre tahammül edemezmiş. Temizleme işi bittikten sonra lazım gelen başka işlere koşturur, misal odun keser, sonra o iş mahallini tekrar temizlermiş.

    Bireysel temizliği konusunda da aynı hassasiyete sahipmiş. Yıkanmaya başladığında kolaya kaçıp kısa kesmez, sabun bitene kadar devam edermiş. Hamama bir kalıp sabun götürür, o bitmeden çıkmazmış. Banyoda ölçü birimini sabuna göre ayarlamak bize göre tuhaf bir davranış olabilir, ama onun normali böyle...

    Çamaşır veya halı kilim yıkamada da durum aynı. Dediklerine göre Omarcık Çeşmesine bir kilim götürür, akşama kadar onunla cedelleşirmiş. Kah çiğneyerek, kah döverek, kah sağa sola çarparak o bir kilimle akşamı eder, bir güzel yıkarmış.

    Temizlik takıntısını insan seçmeye kadar vardırırmış. Mesela başkasının kendisini sabunlamasını, keselemesini beğenmezmiş. Herkesin pişirdiğini de yemezmiş. Fırına gidermiş mesela, pişirilen pide bükme börek gibi şeylerden orada bulunanlara ikram adettendir. Temizliğinden emin olmadığı birinden gelmişse, o ikram edileni yemez, çaktırmadan köpeğe filan verirmiş.

    Namaz kılar mıydı diye sordum. Kılarmış, ama düzenli namazlardan değilmiş kıldığı, işte kafasına estikçe... O namazlardan birinde, önünden değil yanından geçen birine kızmış, hatta vurmuş, dikkatimi dağıtıyorsun diye... Düzenli değil, ama böylesine de şuurlu bir namaz...

    Eğret düğünlerini gerçek düğüne çeviren Delifadime'ye geri dönelim. Bir şeyi vurgulamayı unuttuk; orada türkü söylerken bir yandan da mutlaka tef veya tepsi gibi bir şey çalıyor. Oyunda ritim tutmak için şart olan bu basit çalgı olmadan olmuyor. Bu özelliğiyle Delifadime Ege köylerinde çok bilinen Tefçi Kadın kimliğine bürünüveriyor. Eğret'in bir kaç tefçi kadınından belki de en önemlisi...

    Oyun havası türküleri haricinde başka türküler söylerken tefe gerek yok, ama tefle daha güzel söylermiş. Tabi bu türküleri kendisinin yaktığını bir kere daha söyleyelim. Zaten onlar bunun için değerlidir. Bununla beraber Delifadime'nin yaktığı türkülere örnek gösterebileceğimiz birini bile hatırlayan yok. Yalnız onların içeriğinde herkes hemfikir; sevdiğine kaçan genç kızlar... Her kız kaçırma olayını mutlaka türküleştirir ve en yakın düğünde söylermiş. Ondan sonra isteğe göre başka düğünlerde de seve seve icra ediyor...

    Yakılan türkülerden hatırlanan yok, amma onunla adeta bütünleşen bir kaz tekerlemesi var ki burada onu zikretmezsek hikayenin bir yanı eksik kalır. Düğünlere katkısı kadar sürekli kaz gütmesiyle de meşhur kendisi... Emek harcadığı, onlarla bolca vakit geçirdiği için olsa gerek bu hayvancıklarla değişik bir duygusal bağ kuruyor...

    Birisi her nedense kazlara değnek atılamış, kazın birinin ayağına isabet etmiş. Galiba kaz oracıkta ölmüş, ama Delifadime'nin iç dünyasında bu kadar basit değil olay. Sanki ölen kaz değil, sanki çıkan kendi canıymış gibi o ölüm anını baştan ayağa yaşamış ve yaşadığını söze dökmüş. Adeta hayvandaki iç kanamayı dakika dakika izlemiş, ayaktan başlayarak kafaya kadar gördüğü kararmayı kelimelere yansıtmış ve sevgili iri ve gösterişli kazcığına bir ağıt yakmış:

        Bulum bulum bulanıyodu! 
      Dolum dolum dolanıyodu!
        Ayağı gara, ayağının içi gara! 
        Tüyü gara, tüyünün içi gara!
        Daşlıcası gara, daşlıcasının içi gara!
        Yüreği gara, yüreğinin içi gara!
        Ciğeri gara, ciğerinin içi gara!
        Yeleği gara, yeleğinin içi gara!
        Guyruğu gara, guyruğunun içi gara!
        Ganadı gara, ganadının içi gara!
        Boynu gara, boynunun içi gara!
        Başı gara, başının içi gara!
        Gıgağı gara, gıgağının içi gara!

    O gün iç yangınının ateşiyle yaktığı bu ağıtı zamanla her isteyene mutlu ve saf haliyle tekrar tekrar okumaktan yüksünmezmiş.

    Onunla 1960'larda birlikte kaz güden birinin dediğine göre Leylek Alayı adlı türküyü de çok güzel söylermiş. Bugün neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bu türkü aslında ilahi formuyla söylenen bir ağıtmış:

        Bizim alayımız leylek alayı
        Havada uçarız dolayı dolayı
        Çekeriz Allah'tan gelen belayı
                Uçuramadım yavrum kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

        Yuvamın dört yanı asmadır asma
        Anam gitti diye darılıp küsme
        Ben gidersem yavrum sesini kesme
                Kanadını düzemediğim kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

        Karadır kanadımız bağrımız aktır
        Nereye varırsak yüzümüz paktır
        Analık kaygısı bunda haktır
                Uçuramadım körpe yavrum kalındı
                Anan gidiyor sen arkamdan gelindi

        Bizim gözümüze bakmak istemez
        Sürmesi kendinden çekmek istemez
        Iraklara gidene haber işlemez
                Seni de Tanrı onara yavrum kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

    Yavrusu yaralanan (bir rivayete göre de ölen) anaç leylek ağzından söylenen bu ağıta yanık bir ses ve içli bir söyleyiş gerek. Bunun ikisine de sahip olan Delifadime'nin ağzına bu ağıtın çok yakıştığı söyleniyor.  Şimdi yukarıdaki kara kaz tekerlemesini bu ağıttan esinlenerek yaktığını söylemek yanlış olur mu?..

    İstek türkülere geri dönelim... Düğün başlangıcında hayırlı olsun ziyaretini andıran düğünevine gidişini de zikretmek lazım.  Genellikle çeyiz asıldığı gün gerçekleşen bu ziyarette istek türküler söyler, sonunda düğüncü bahşişlerini alır mutlu olurmuş. Bunlar bir yazma, bir kaç kuruş madeni para ve bir tabak baklavadan başka bir şey değildir. Baklavayı hemen orada yer, yazma ile parasını eve götürüp saklarmış. Bu küçük hediyelerden o kadar mutlu oluyor ki, başka düğünlerde ballandıra ballandıra anlatıyor... Her yerde reklamının yapılacağını bilen düğüncüler daha o gelmeden yazma ile parayı hazır ederlermiş.

    Öldüğünde ondan kalan şeyler, işte bu düğünlerden topladığı bir çuval dolusu yazma ve bir teneke bozuk para imiş. Yakınları talan edip kapışmışlar. Kurtarabildikleri sadece bir sarı yazma ile bir kaç lira olmuş...

    Allah özel kullarının yaşamını ve ölümünü de özelleştirir, kolaylaştırır. Bunu bildiğim için ölümünü merak edip sordum. Normal zamanlarda hasta olmazmış zaten de, ölüm döşeğine de düşmemiş. Ramazan ayında oruç ağız ayakyoluna gitmiş, dönüşte avluda yıkılmış. Koşmuşlar, orada ruhunu teslim etmiş, sen sanırsın canı orada kanatlanıvermiş...

    Yıl 1996 idi, 73 yaşındaydı... 'Allah'ım ele düşürmedi, tertemiz gitti...'



06 Mart 2025

Arapgızı


    Teyzemgile gittiğimizde oyun alanlarımızdan biriydi. Arap Nine'nin ev yetmişlerde en azından duvarları sağlam, henüz tam viraneye dönüşmemiş bir yerdi. Sobe oynadığımızda saklanmaya uygundu. Altındiş'in evin hemen ardındaki bayırda yer alan bu taze harabenin şimdi yalnızca temelleri belirgin. 1970'te vefat eden sahibini de hiç görmedik, Arapnine derlerdi işte o kadar. Sülale çalışması münasebetiyle rahmetliyi yakından tanıdığımı düşünüyorum, size de tanıtayım.

    Arapkızı (biz Arapnine desek de ahali arasındaki lakabı buydu) Kezban Haykır, Arap Selim'in torunu olduğu için böyle anılmaktadır, o halde işe dedesinden başlamalıyız.

    Şu açıklamayı yapmak da gerekli, Eğret ağzında Arap kelimesinin ırk bildiren anlamı yoktur. Esmer derili insanlara Arap denilir, başlıbaşına Araplar sülalesi, Araphüseyin ve Omarcıkların Arap buna iyi birer örnek. Ayrıca siyah renkli bazı hayvanlara da özel olarak Arap denildiği olur. Bunun Arap milleti ile alakası olmadığı şuradan belli ki onlar beyaz tenli gruptan sayılır. Ayrıca Eğret ağzında zenci kelimesi de bulunmaz, şu durumda Afrika kökenli bütün insanlar Arap diye tanımlanır. Köleliğin henüz tam anlamıyla kaldırılmadığı zamanlarda bu insanları çalıştırmak yaygınmış ve onlara da Arap denilirmiş.

    Gelelim Arap Selim'e... Eğret erkek nüfusunu gösteren 1830 kayıtlarında adına rastlanmıyor, lakin 1904 kütüğünde Zenci Selim Oğlu künyeli çok çocuğu ve torunu var. Buradan anlayacağımız şudur, Arap Selim 1840'tan sonra Eğret'e geldi.

    Bunun kaydı küreği yok, Arapselim'in köye gelişiyle ilgili yaygın anlatı şöyle: Büyük büyük dedem Veyisoğlu Halil, Hicaz'dan dönerken orada gördüğü bir zenci çocuğu yanına alır. İki aydan fazla süren yolculuk boyunca çocuk deve sırtındaki sepetteymiş. Bu ayrıntı o kadar yerleşmiş ki hafızalara, hala Selim'in torunları 'Bizi köye sepette getirmişler' diyorlar. 

    Halil Dedemin Arapselim'i köye getirme amacı hakkında iki söylenti var. İlki Selim'i büyüyünce yanında bekar durdurup rahat etmek için kaçırdığı, ikincisi ise Selim'i kimsesiz bir çocuk olarak bulduğu, tamamiyle insani sebeplerle yanına aldığı... Sonuçta Eğret'te köle olarak yaşamadığı, köyün en köklü sülalelerinden Hacıların kızıyla evlendiği, çocuklarının evlilikleri de aynı şekilde olduğu göz önünde bulundurulursa Veyisoğlunun Selim'i sahiplenme, hatta evlat edinmeye yakın bir niyetle Eğret'e getirdiğine hükmedilmelidir.

    Burada işimiz sülale incelemesi değil, Arapgızı'na ulaşmaya çalışıyoruz. Bu yüzden Arapselim'in oğulları dursun şöyle, bir kızı var adı Hanife... Asıl Arapgızı kendisi olan Hanife'yi yine köklü sülale Hacımahmutlardan Hüseyin'e veriyorlar. Kocası vefat ettiğinde Arapgızı Hanife'nin dört çocuğu var, fakat bu yetimlerden biri Cihan harbinde kalıyor, biri de küçükken ölünce geriye iki yetim kızıyla kalakalıyor. Kızların küçüğü Uykucu Ömer Şen'in anası, bizim aradığımız ise büyük kız Kezban...

    Kezban 1888 yılında doğdu, dört kardeşin büyüğüdür. Yüzyılın başında vefat eden babasına değil de, dul annesine izafe edilerek Arapgızı diye lakaplanmasının başka açıklaması yok; Hacımahmutların torunu olduğu unutuldu, ana-dedesi Arapselim'e bağlandı.

    Onu Himmetoğlu Hasan ile everdiler. O vakitler kız çocukları küçük yaşta gelin ediliyordu, ama Kezban'ın evlilik tarihiyle ilgili net bilgi yok. Kocası 1. dünya savaşı başladığında halen askerdeymiş, büyük ihtimal temel askerliği bitmiş rediflik döneminde cihan harbine yakalanmıştı. Bundan yola çıkarak evlilik tarihini 1910 gibi düşünmeliyiz. Çanakkale'ye giderken iki oğulları bile varmış, Kadir ve Ömer...

    Himmetoğlu Kel Hasan (lakabı böyleydi) Çanakkale'den dönemedi. Yaşadıkları zaten kolay değildi de, Arapgızı'nın bundan sonraki hayatı daha bir çileli olacaktır. İki oğulları vardı, büyüğü Kadir zaten hastacaktı, çok yaşamadı öldü. Sakınılan göze çöp batarmış 'Ömerime iyi bak' diye Kel Hasan'ın emanet ettiği küçük oğlu da dambeşten düştü, üstelik başına da ağır bir şey isabet etti. Bu olaydan sonra çocuğun adı 'Gambır Ömer' olarak kalacaktır. 

    Kelhasan'dan dul kalan Arapgızı Kezban Hanım'ın tekrar kocaya varması gerekiyordu, ama bunun için önünde hukuki bir engel vardı. Zira Kelhasan'ın şehit olarak vefatı resmiyet kazanmamıştı. Çok cepheli koca savaştan bitik olarak çıkan devlet sistemi sağlıklı çalışmıyor, askerinin ölüsünü dirisini bile tespit edemiyordu. Mütareke gereği zaten ordu dağıtılma aşamasındaydı. Şu halde Arapgızı, benzer durumdaki Eğretli kadınların yaptığını yapacak, Karahisar Kadılığına müracatla kocasının şehadet şerbetini içtiğini tescil ettirecekti. 

    Mahkemede Çolömerin Halil ile Müdüroğluların Halil şahitlik ettiler. Buna göre, Himmetoğlu Hasan oğlu Hasan; İkinci Kolordu, Altıncı Fırka, Onyedinci Alay, Birinci Tabur, İkinci Bölük, İkinci Takım, Onbirinci Manga neferi iken, 11 Temmuz 1915 sabahı Seddülbahir'de sol omuzuna şarapnel isabet ettiği, iki saat kadar sonra, saat 10.30 sıralarında şehiden vefat ettiği kayda geçirildi. Ayrıntılı olarak bu bilgilerin yer aldığı mahkeme kararı büyük bir kağıda yazılarak Kezban Hanıma teslim edildi. Artık tekrar evlenmesine bir mani kalmamıştı.

    Bu koca kağıtta yazılanlar aslında basit bir gaiplik davası kararı iken, sonradan Kelhasan'ın şehitlik beratı olarak düşünülmüş ve torunları tarafından bugüne kadar saklanmış. Kadir Haykır Abi bize gösterdiğinde hikayesini de anlattı. Ninesi Arapgızı bu karara ilk zamanlarda gözü gibi bakmış. Kağıt yapısı gereği ve sürekli açılıp aynı yerlerden katlanmasından dolayı üzerinde yatay ve dikey çizgiler oluşmuş. Bu çizgilerden biri uçtan yırtılmaya başlayınca Kezban Hanım iğne iplikle dikerek yırtığı durdurmuş. Kendisi ölene kadar belgeyi muhafaza etmiş. Ondan sonra ise eski yazılı karar, içeriği bilinmediğinden olsa gerek, kıyıda köşede kalmış. Sert ve kalın kağıt katlanınca daha sert durduğu için, tuz kabı olarak kullanılan koca bir ağda gabıcağına kapak vazifesi bile görmüş. Sonradan merak edip birine okutmuşlar ki bu kağıt parçası dedelerinin şehadet delilidir. O günden sonra onlar da itinayla muhafaza yoluna gitmişler. Kadir Abi fotoğrafını çekmemiz konusunda bile çekinceliydi...

    Uzun parantezi kapatıp Arapgızı'nın hikayesine devam edelim. Durup dururken mahkeme yoluna gitmemişti, kendisine bir talip vardı. Yakınlarda hanımı vefat eden üç çocuklu Çakaloğlu Bekir evlenme teklif ettiği içindi bütün bu mahkeme safahatı. Aslen Bolvadinli olan Kel Bekir ile evlenmeleri böyle gerçekleşti. 

    İkinci evliliğini 1920 öncesinde, mahkeme kararından hemen sonra yaptığı anlaşılıyor. Çünkü elimizde bu tarihte Kelbekir ile evli olduklarına işaret eden bir makbuz bulunuyor. Ne münasebetle yapıyorlardı bilmiyorum, herhalde vergi belirlemesine esas beyanname gibi hayvan varlığını gösteren belge düzenliyorlarmış. İşte 1920 tarihli o belgede "Kel Bekir zevcesi Kezban"ın iki sığır sahibi olduğu yazıyor. Sığırların sahibi Arapgızı gösterildiğine göre Kelbekir'in içgüveyisi olduğunu da çıkarabiliriz bu belgeden...

    Kimin olursa olsun, belgenin düzenlenmesinden iki yıl sonra ineklerden eser kalmadı. Çünkü 1921 baharından itibaren Eğret işgal edilmeye başlanmıştı. Yunanlar bir buçuk yılda köyün yenilebilir hayvan varlığını sıfırladılar. Koyun keçi, kaz tavuk, inek dana hatta öküzleri bile kesip yediler...

    Yunan kovulduktan sonra 1922'de Ali Osman, 1924'te de Halil adını verdikleri iki oğulları dünyaya geldi. İki yıl sonra Kelbekir de vefat etti... Belki önceden söylemeliydim, iki kocasının durumuyla ilgili Kezban Hanıma atfedilen bir nükte var, 'Benimki de gader işde, ilki Kelhasan, ikincisi Kelbekir, saçlısına denk gelemedim' deyesiymiş. Fakat kel olsun, kör olsun ikinci kocası da ölünce Arapgızı tam altı çocuklu bir duldu. Gerçi Kelbekir'in iki kızı gelin edilmişti, ama işte dört oğlan öylece duruyordu. Ve Kezban Hanım 38 yaşındaydı. Bundan sonra evlenmedi... 

    Yıllar geçti, Ali Osman ile Halil küçüktüler, ama Gambırömer ve Kelbekir'in Mustafa artık delikanlıydı. 1934'teki soyadı uygulamasında şehit kocasının sülalesine paralel olarak Haykır soyadını seçtiler. Bu seçimde Ömer'in etkisi olabilir, ama Kelbekir'in Mustafa da itiraz etmemiş.

    Bundan sonra Arapgızı Kezban Hanım, kendi oğlu Gambırömer'e Gocaguliz'in kızını aldı. Yukarıda sözünü ettiğim Kadir Haykır Abi ondan torunudur. Kocasının oğlunu dul bir kadınla everip içgüveyisi olarak onun evine yerleştirdi. Herkesçe Yenimısdık diye bilinen meşhur bakkal budur. 

    Kelbekir ile ortak oğullarının büyüğünü, yine dul bir kadın olan Çullugızı ile everip onun evine yerleştirdi. Komşumuz olduğundan çok iyi bildiğim Ali Osman Çavuşun hikayesi böyle. Küçük oğlu Halil'i de everdikten sonra, bütün yavrularını uçurmuş bir anakuş huzuruyla kendi yuvasına çekildi. Burası, yukarıda sözünü ettiğim Guyuderesi'ndeki evidir.

    Komşularının dediğine göre bu uzun boylu, zayıf, esmer kadın evinde yalnız yaşarmış. İzmir'e yerleşen Halil, ailesiyle yılda bir kere geldiğinde orayı silip süpürüp sıvarlar böylece evin genel bakım ve temizliği yapılırmış. Evine sadece namaz kılmak ve yatmak için gittiğini, gündüzleri vaktini genelde fırında geçirdiğini de söylüyorlar. Burada kendisine ikram edilen pide, hamırsız, bükme gibi ikramları da geri çevirmez; yerken sürekli bir şeyler anlatıp kendini dinletirmiş. Kızdığına en kötü söz olarak 'yanı beli gazılasıcalar!' diyen, iyi yürekli bir kadın olarak anlatılıyor.

    Bizim harabe halini bildiğimiz, şimdilerde temelleri ancak seçilebilen evinde Arapnine 1970 yılında vefat etmiş. 82 Yıllık ömrünün ancak 6+6=12 yıllık kısmında evliydi, bunlar da harp darp, işgal, yokluk kıtlık yıllarına denk geldi. Kırk küsür yıllık kesintisiz dulluğunun ne kadarını bu evde geçirdiği bilinmiyor...

    Gamlı baykuş gibi neden hep tarihin hüzünlü levhalarını, insanların acıklı hayatını anlatıyorsun diyorlar. Öyle de onun için...



23 Şubat 2025

Danagızı


    Balkan faciasıyla başlayıp cihan harbiyle devam eden ve ardından kurtuluş savaşıyla noktalanan on yıllık harp sürecinde Osmanlı yıkıldı, sonunda yeni bir devlet kuruldu. Siyasi askeri alanda bu böyle iken sosyal hayat anlatılacak gibi değil, tam bir faciaydı. Bu dönemin Eğret’teki yansımasını en iyi bireysel hayatları incelediğimizde anlayabiliriz. Birine odaklanıp bakalım, insanlar neler çekmiş.

    Sarılar diye bir sülale var kayıtlarda, üç kardeşler; Mehmet, Osman ve Zekeriya… Bir de üç kardeşi bir arada tutan ihtiyar anaları… Şimdi sadece kayıtlarda kalan bu sülale/ailenin nasıl yok olduğunu kısaca özetliyeyim.

    Büyük kardeş ve hane reisi Mehmet Dana kızı Şerife ile evleniyor. Şerife Hanıma böyle deniliyor, çünkü Danaların İsmail kızı… 1896’da bir kızları olunca adını Halime koyuyorlar. Sarıoğlu Mehmet uzun süren redif askerliğinden köye dönemeyince Halime kız daha küçük yaşta yetim kalıyor. İşte trajedi de böyle başlıyor, çünkü anası Danagızı Şerife’yi, şehit kocasının bir küçüğü Osman’a veriyorlar. Artık Osman emmisi Halime’nin hem amcası hem de babalığıdır. Şerife Hanımın iç dünyasını hiç deme gitsin… Halime’den başka çocuğu yok, fakat ikinci eşi de Çanakkale’de Arıburnu muharebelerinde kalınca Danagızı yine dul…

    Üç oğlanın en küçüğü Zekeriya’nın da paralel bir hikayesi var. Selimler/Esnanlardan Esma ile evleniyor, henüz çocukları yokken O da başka bir cephede şehit oluyor. Yani Esma da dul kaldı… Sonradan Gödecahmet’in üçüncü hanımı olacak, oradan doğan oğluna Esmenin Osman deyip anasına izafe edecekler, fakat konumuz o değil, Sarıların nasıl yok olduğu… Üç kardeşten geriye sadece Halime kız kaldı, anaları da vefat edince o hane kapandı. Bu arada ikinci kocasından da dul kalan Şerife Hanım üçüncü evliliğini yaptığında ellisine yakındı. Kendisinden daha yaşlı olan son kocası Veyisoğlu Hasan, Ösüzömer’in dedesidir. Danagızı Şerife Dadak 1947 yılında 71 yaşındayken vefat etti, böylece hem Sarılar hem de Danagızı defteri kapanmış oldu…

    Halime’yi unutmuş değiliz, hikayenin göbeğinde O var. Gelin olacak yaşa gelince Hatiboğlu Mehmet Ali’ye veriyorlar. Mehmet Ali’yi bugünün nesline tanıtabilmek için Çakırmehmet ve Çakırosman’ın emmisi olduğunu söylemek yeterlidir. Zehra ve Mehmet adını verdikleri bir kızıyla bir oğulları oluyor, velakin cihan harbi sonlarına doğru Hatiboğlu Mehmet Ali vefat ediyor… Anasının lakabıyla kendisinden söz etmenin bir mahzuru olmasa gerek, Danagızı Halime de iki çocuğuyla dul kalıyor. Zehra beş altı yaşlarında, ama Mehmet henüz taze çocuk…

    Aradan birkaç yıl geçince Eğret Yunan tarafından işgal ediliyor. İlk zamanlarda çok işgalci yok köyde, Sakarya muharebesinde bozguna uğrayınca geri çekilip Eğret’e tamamen yerleşiyorlar. Hoşlarına giden binaları karargah olarak seçiyor, evsahibinin bir sığıntı gibi damda samanlıkta kalmasına izin veriyorlarmış. Hatiboğlu Mustafa ve Mehmet Ali kardeşler, şimdi Çakırların olduğu yerlere evlerini yeni yapmışlar. Kardeşinden yadigar yetimlerle Hatiboğlu Mustafa burada yaşıyor. Yeni ve kullanışlı bina olarak işgalcilerin el koyduklarından birisi, içinde Halime ve çocuklarının da yaşadığı Hatiboğluların bu evidir.

    Bu dönemde herkesin dikkatini çeken işgalci komuta kademesinin karargahına sıkça girip çıkan bir Türk var. Eğretli değil, yabancı. Yunanla birlikte gelmiş köye… Sonradan anlaşılıyor ki Sakarya’da esir alınmış bir Türk askeridir. Elleri ayakları bukağılı değil, ama her taraf işgal altında olduğu için kaçıp kurtulamıyor. Bununla beraber tutsak olduğu halde çoğu zaman özgürce sağa sola girip çıkabiliyor. Köyde erkek namına yalnız yaşlılar ve çocuklar olduğu için bu garip Türk haliyle herkesin ilgisini çekiyor. En çok da karargah olması hasebiyle Hatiboğluların evde görülüyor. Bu arada Halime Hanıma kendini açık etmiş. Nasıl esir edildiğini, kabiliyetinden dolayı Yunanca’yı nasıl hemen kavradığını, bunu öğrenen işgalcilerin kendisini tercüman olarak kullandıklarını, bu ayrıcalıklı durumu sebebiyle serbestçe köy içinde dolaşabildiğini filan anlatmış. Yaklaşık bir yıl boyunca düşmanın öğrenebildiği gizli kararlarını gelip anlatarak işe yarar tüyolar vermeyi ihmal etmemiş. Türk ordusuna ulaştırılmak üzere bazı bilgiler elde ettiğini, bu anlamda casusluk yaptığını söyleyenler de var. Hasılı bu esir Türk askerinin işgal günlerinde Eğretlilere çok büyük yararı olmuş.

    Büyük Taarruz başladığının ertesi, 27 Ağustos Pazar günü Yunanlar can havliyle Eğret’i boşaltıyor, bir bölük jandarma bırakarak kaçıyorlar. Pazartesi günü onlar da kaçacak zaten… Bu arada esir Türk’ü de yanlarında götürmüşler, ama bir yolunu bulup kaçmış.

    İki gün sonraki büyük zaferden sonra ortalık durulunca bu gizemli yabancı Eğret’e geliyor. Halime Hanımı bulup, memleketine döndüğünü, dul ve sahipsiz bir kadın olarak buralarda heder olup gideceğine kendisiyle beraber Konya Ereğli’ye gelip ona eş olmasını filan söylüyor. Senin anlayacağın evlenme teklif ediyor…

    Danagızı Halime kabul etmiş bu teklifi. Zehra o sırada 9-10 yaşındaymış, amcasının yanına bırakmışlar onu, beş yaşındaki Mehmet’i yanlarına alarak düşmüşler yola… Ne kadar sürdü yolculuk, ne zaman vardılar bilinmiyor; yalnız Ereğli’de bir sürprizle karşılaşıyor Halime… Adam evli ve çocukları var…

    Öyle de olsa iyi karşılanmışlar. Adam (adam adam deyip durmamızın sebebi adını hala bilmeyişimiz) tavrını hiç bozmamış, Halime ve oğluna karşı hep sevgiyle yaklaşmış. Yani iki eşli de olsa mutlu bir ailelermiş. Onu bir dokuma fabrikasında işe yerleştirmiş, böylece Halime Hanım hem zenaat sahibi olmuş hem para kazanmış.

    Bir kızları olmuş, adı Makbule… Eğret’te kalan Zehra ablasına karşılık burada bir kız kardeşi daha olmuş Mehmet’in… Adam Mehmet’e de çok merhametli, hiç öyle üvey baba gibi davranmazmış… 1937’de başlayan askerliği, dünya savaşı nedeniyle uzamış, geç terhis olmuşlar. Bu dönemde harçlığını göndermeyi aksatmamış…

    Kimseye dememiş ama Mehmet’in içinde bir sıkıntı var. Askerden döndükten sonra dayanamayıp anasına açılmış. Buralarda sıkıldığını, köyünü özlediğini, her şeyi bırakıp Eğret’e dönmelerini teklif etmiş. Halime Hanım ise buna razı değil, dönseler ne olacak, memlekette bir dilim ekmeğe muhtaç olacaklar. Oysa burada kurulmuş bir düzen ve mutlu bir aileleri var… Baktı ki anası rızasıyla gelmeyecek, zorla alıp götürüyor Eğret’e. Bana bunu anlatan Berber Emmim ‘Resmen anasını kaçırmış’ dedi. Tabi O da bizzat Halime Nineden dinlemiş… İşin içinde kaçırma olunca Makbule’yi Ereğli’de bırakmak zorunda kalmışlar, ele ayağa dolanmasın diye… Belki de kaçırılmayacak kadar büyükmüştür, kim bilir…

    Biz dönelim Eğret’e… Eğret yirmi yıl önce bıraktıkları köy değil ki… Her şey ve herkes değişmiş, buraya da yabancılar, burada da yeniden başlayacaklar… Neredeyse kim oldukları unutulmuş; Mehmet’e Halimenin Mehmet diyorlar, zamanla bu sülale adı haline gelecek… Halimeninmehmet evlenip yeni bir yuva kuruyor, fakat Halime Hanım ne yapsın…

    1944 Yılında Çatalların İbiş’in hanımı vefat etmişti. Yedi çocukla bir başına kalan İbiş Tür ile Danagızı Halime Hanımın evliliği ilginçtir. Zehra Hanımın ölümünden sonra bir gün İbiş, Halime'den kendisine bir çift çorap örmesini rica etti. O vakitler örme ipçorap giyiliyor köyde ve İbiş’in çorap örecek kimsesi yok… Halime Hanım ise Ereğli’de dokuma fabrikasında yeteneklerini iyice geliştirmiş, örgüde maharetli biri olarak namlı… Ricasının kabulü, kadının olgunluğu ve hanımefendiliği dikkatini çekti. Bu arada büyük oğlu Yusuf askerden izinli gelmişti, evdeki altı kardeşinin perişanlığını görünce babasına bunun böyle gitmeyeceği, evlenmesi gerektiği hususunda telkinde bulununca, babası 'İyi madem, git iste.' diyerek Halime Hanım'ı kendine istemesi için oğlunu dünürcü gönderdi. Yani Halime Hanım'ı babasıyla evlenmesi için isteyen ve bu işe önayak olan Yusuf Tür oluyor...

    Kendisinden hayli yaşlı olan bir kadınla evlenmesini garip karşılayanlara İbiş şu cevabı veriyordu: 'Siz bilmezsiniz, bu kadar öksüz çocuğa ancak bu kadın bakabilir, onun için evlendim." Bu arada unuttuğum şu bilgiyi arzedeyim, Halime Hanım 1876 doğumlu olup İbiş ile evlendiğinde yetmişine bir kalmıştı… Gerçekten de büyük küçük yedi öksüze kendi çocuğu gibi kolkanat gerdi. Onlar da analıklarına karşı saygıda kusur etmediler.

    Çocuklarına bakacak bir hanımı bulduktan sonra İbiş Tür tekrar evlendi. Halime Hanım ise, oğulluğu Eyüp'ün evinde 1970 yılına kadar yaşadı... Dördüncü kocasının oğlunun evinde öldüğünde 94 yaşındaydı.

    Berber Emmime bu kadar ayrıntılı anlattığı hikayesine Danagızı Halime Hanımın duygularını ne kadar karıştırdığı meçhul. Ancak geçtiğimiz 150 yılda bir Türk kadınının çektiklerini yansıtması bakımından ilginçtir… O, dört kere yıkılıp iki kere parçalanmış bir ailenin tek anasıdır. İlk parçalanmada Eğret’te bıraktığı Zehra, Çullunun Ahmet ile evlenerek Çullular sülalesinin ninesi olmuş; lakin ikinci parçalanışta Ereğli’de bırakmak zorunda kaldığı Makbule’nin akıbetini bilemiyoruz… Hatırda kalan Halimenin Mehmet Kıy, bir kızına Makbule adını vermiş, bu kadar…



12 Şubat 2025

Şalsız Nine


    Tingildeklerden Yörük Tahir'e geçişte Celal Akyol abi ile görüşüyoruz. Notlarımı aldım, kafamda yazıyı tasarladım, tam sözü bitirirken 'Ha bir de Şalsız Ninem var' dedi. Bu yakıştırma ismi ilk kez orada duydum. Kadının gerçek adı nedir, kimlerdendir, neden böyle lakaplanmış gibi sorularım cevapsız kaldı. Sevgili Dede benzeri bir vaka ile karşı karşıyaydık. Onun kimliğini tespit etmek de epey meşakkatli olmuştu.

    Şalsız Nine'nin teşhisi o kadar zor olmadı. O vakit hayatta olan Kütahya'daki oğlu Ahmet Eşit ile iletişim kurdum. Onun anasıyla ilgili anlattıkları Şalsız Nine muammasını çözdü. Diğer kaynaklardan derlediklerimle hikayeyi toparlamaya çalışacağım. 

    Deli Osman diye de anılan Kethüda Osman'ın üç kızı 19. yüzyılın ikinci yarısında Dandır, Karacahmet ve Beşkarış'a gelin olurlar. Oğlu Ali ise Eğret'te ocağı tüttürecek kişidir. Nitekim Ali'nin küçük oğlu Süleyman'dan Cingenalilere, büyük oğlu Osman'dan da Mihrioğlulara çıkılır. Şalsız Nineye Mihrioğlulardan gidilecek, ama ondan önce Kethüda Deli Osman Dedenin hanımı olan Ümmühan Ninenin Tekelilerle bağlantısı olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu gereklilik şunun için, yukarıda üç ayrı köye gelin gittiği belirtilen kızlar bir yönüyle Tekelilerden oluyor... Malesef çok önemli bu bağlantıyı belgesel açıklamak mümkün değil.

    Kethüda Deli Osman Dedenin büyük torunu olan Osman'ı Afyonlu Mihri Hanımla evlendirdikten sonra aile Mihrioğlular diye bilinecek. Mihri Hanımın tek oğlu İbrahim ise yine Tekelilerden Habibe ile evlendiği anda Kethüda Osman torunlarının bu kolunun yeni adı belirginleşmiş oldu: Hebbeler...

    Hebbeler tarihi tamamen 20. yüzyıla ait olduğu için nispeten daha berrak. Onlarda Osman, Ayşe, Sultan, Mehmet ve Hasan Hüseyin olmak üzere beş kardeş var. Konuyu dağıtmamak adına biz Osman'a odaklanacağız. Ona Kötü Osman demeleri, büyük dedesinin Kethüda ünvanıyla ilgili olabilir. Bütün bunların Şalsız Nineyle alakası ne? Az sabır, oraya doğru gidiyoruz...

    Kader 1897 doğumlu Kötüosman'ın yolunu Osmanköy'e düşürür. Köyün sığırını güderken oradan bir hanımla evlenir. İki çocuğu olduysa da, daha küçükken vefat ederler. Derken hanımı da vefat edince, zaten ekmek davası sebebiyle geldiği Osmanköy'le bağı kesilir. Geri Eğret'e dönmesi beklenirken öyle yapmayıp Karacahmet'e gider. Belki de oradan bir davet gelmiştir. Tam da bu noktada, bir zamanlar büyük halalarından birinin Karacahmet'e gelin geldiğini hatırlayalım. O kanaldan bir davet almış olamaz mı?

    Karacahmet'e gelin giden Kethüda kızının torunlarından biri de Fadime idi, 1900 yılında doğdu. Gelinlik çağına gelince Muratlar köyünden biriyle everdiler. Hasan adını verdikleri bir oğlu da dünyaya gelmişti, fakat kocası vefat edince orada duramayıp köyüne, yani Karacahmet'e döndü. Tam da Kötü Osman'ın Karacahmet'e geldiği dönem... Üç kuşak öncesinden hala dayı çocuğu sayılabilecek Fadime ile Osman'ın evliliği böyle ayarlandı...

    Mihrioğlu Kötüosman'ın Karacahmet dönemi ne kadar sürdüğü bilinmiyor. 1941 Yılında Ahmet adını koyacakları oğlunun nerede doğduğundan da haberimiz yok. Bununla beraber aile son dönemini Eğret'te geçirmiş. Merhum Bacıdede, Kötüosman'ın ölüm tarihini 16 Ekim 1952 Perşembe olarak kaydetmiş. Bu bilgiden de ailenin o sırada Eğret'te bulunduğunu çıkarmak mümkün.

    Sık yaptığım bir uyarının yeri geldi. Olayları ve davranışları bugünün anlayışına göre değerlendirirsen yanılırsın. Her şeyi o günün şartlarına göre düşünmek lazım. Şimdilerde dul kadına kocasının maaşı bağlandığı için yeniden evliliğe sıcak bakmıyor, 'El evinde irezillik çekceğime, kendi evimde ırâtıma bakarın' diye düşünüyorlar. Amma eskiden öyle miydi... Karnını doyurmak için bile birinin nikahına girmesi gerektiğinden, yaşı kaç olursa olsun kısa sürede tekrar kocaya varırdı. Başka köyler arasında böyle evliliklerin yaygınlığına birinci sebep budur... Zaten Kötüosman ile Fadime Hanımın evliliği de böyle bir durumun eseri değil mi?  Evet, Fadime Hanım üç dört kuşak öncesinden Eğretlidir, bu anlamda köyde akrabaları var. Hakeza merhum kocası zaten Eğretli. Hatta şunu belirtelim, kaynanası Habibe Nine bile o vakit hala hayatta... Gelgelelim tek başına hayatını sürdürmesi mümkün değildi. Kısaca Fadime Hanıma tekrar evlilik yolu göründü.

    Takgasların Murat Dedenin taht-ı nikahına girdiğine yönelik bir bilgi geldi. Eğer doğruysa bu çok trajik bir evliliktir, zira Murat Dede Kötüosman'dan sadece yüz gün sonra 82 yaşındayken vefat ediyor. Bu ölümün acısını en fazla, yine açıkta kalan Fadime Hanım çekmiş olmalıdır. Çaresiz yine kocaya varacak, ama kime? 

    İki ikibuçuk yıllık arada birine daha varmış, dördüncü kocasını tespit edemedim, Eğret dışı olabilir. O da vefat etmiş... Bu arada Yörüktahir'in hanımı Türkmen Ümmühan Nine 1955 yazında rahmetli oluyor... O sırada Yörüktahir 57, Fadime Hanım 55 yaşında... Fadime Hanımın son evliliği de böyle gerçekleşti ve Yörüktahir'in 1968'deki vefatına kadar mutlu mesut devam etti.

    Burada tekrar geçmişe dönelim... Hatırlanacağı üzere Muratlarlı ilk kocasından Hasan adında bir oğlu vardı. Onunki de ayrı bir hikayedir, anasıyla tekrar yolu kesişmesi hasebiyle bir kısmını anlatayım. Anası kocaya vardıktan sonra onu galiba Efted'deki akrabalarının yanına yollamışlar, yahut oraya evlatlık gibi vermişler, burası net değil. Kesin olan şu ki çocuğun huzuru yok. Horlanma, dayak, aç bırakma vb. her türlü kötü muameleye maruz kalıyor. Çaresiz evden kaçıyor Hasan... Nereye gidecek? Elbette Eğret'e, anasının yanına... Onun Eğret'e ne zaman geldiği bilinmiyor, yalnız Tekelilerin Halil Temel 1946'da vefat ettiğinde oradaydı ve artık çocuk değil yetişkindi... Halil'den dul kalan Fadime Hanım ile evlendi. Karısı Fadime Hanım Cingenali'nin kızıdır, yani Kethüda Deli Osman'ın torunu... Bir asır önce vefat eden Kethüda'nın torunları evlenmiş oldu... Bundan sonra Yenihasan diye lakaplanacak olan Hasan Kocatepe, anasının köyünde anasıyla beraberdir... Yalnız ne de olsa karısının evinde, yani dıkma olduğu unutulmasın...

    İkinci eşi, onunla birlikte Eğret'e döndüğü Kötüosman'dan olan Ahmet Eşit'e gelelim... Babası vefat ettiğinde 11 yaşındaydı. Biri vesile oldu, Kütahya'ya gitti. Çeşitli alanlarda iş tuttu, en son yeni gelişmekte olan araba tamirciliğine yöneldi. Kütahya sanayisinin sayılı ustalarından biri haline geldi. Çok Eğretli'nin elinden tuttu, orada iş güç sahibi olmalarını sağladı. Kütahya'da yerleşikti, ama Karacahmet ve Eğret köyleriyle, oralardaki akrabaları ve bilhassa anasıyla irtibatını koparmadı...

    İşte 1968'de beşinci kocası Yörüktahir vefat ettiğinde, Fadime Hanımın iki oğlunun vaziyeti bu idi... Şaka maka kendisi de 68 yaşına gelmişti...  Ben vefatından kısa bir süre önce Ahmet Eşit ile telefon görüşmesi yapmıştım. Söz annesine gelince sesi birden güreldi ve 'Anamı öylece bırakacak değildim, aldım geldim yanıma' dedi. Fadime Hanım 1977'de oğlunun yanında vefat etti, bu sırada hala Yörük Tahir Akyol'un soyadını taşıyordu.

    Bunca lafa rağmen Fadime Hanıma neden Şalsız Nine dendiği hususu aydınlanmadığının farkındayım. Başkalarından zaten bir şey öğrenememiştim de, sorduğum halde oğlu da mevzuyu bilmediğini söyleyince iyiden iyiye ümitsizliğe kapıldım. Başka çare yoktu, lakabın sırrını mantık yürüterek çözecektik.

    Eğret giyinme kültüründe kadınların omuzuna attığı şal yoktur. Onlar bellerine doladıkları renkli dokuma kuşağa şal derler. Şimdi o şal kullanımı da sona erdi gibi, bir kaç yaşlı kadında görürsen ne ala... Yalnız yarım asır öncesinden söz ettiğimize göre, yine o günün şartlarına göre düşünmeliyiz. Hatırladığım kadarıyla şallı ve şalsız kadınların oranı yarı yarıya idi, bütün kadınlar şal kuşanıyor değildi. Öyle olsa, arada şalsız olan birine bu lakap takılarak diğerlerinden ayrılabilirdi. Hasılı Şalsız denildiğinde, yüzlerce şalsız kadın arasında yalnız Fadime Hanımın anlaşılması mümkün değildi.

    Bir kelimeyi çözümleyemediğimde huzursuz olurum, uyku dünek kalmaz bende. Yine öyle oldu... Zihnim bu hal üzere darmadağın uyumaya çalışırken biri kulağıma fısıldadı sandım:"O kadın şalsız değil, şanssızdı..." Tabii ya... Defalarca evlendiği halde bahtı gülmeyen kadına şanssız denmez de kime denir... Meğer Fadime Hanımın lakabı Şalsız Nine değil Şanssız Nine imiş...

    


04 Aralık 2024

Ali Efe


    Türkmenoğlu Ahmet'i Eğretliler hiç bir zaman bu resmi lakabıyla anmadı, Yörüğoğlu derlerdi. Sonradan bu tabir çoğullaştırılıp çocukları için Yörüğoğlular sülale adına dönüşecektir.

    Kızlarından başka üç oğlu vardı Yörüğoğlunun; Ali, Halil ve İzzet... Küçükler Halil ile İzzet'in arasında bir yaş vardı, ama 1901 yılında doğan Ali abileri onlardan on onbir yaş daha büyüktü. Bunca yaş farkından dolayı kardeşlerine hep ağabeylik yaptı.

    Çocukluk ve gençlikleri Eğret'in harpler, mütareke, işgal günlerindeki yokluk ve diğer sıkıntılarını yaşayarak geçti. Evlenip yuva kurmaları kurtuluştan sonradır. Asıl geçimlerini hayvancılıktan sağlayan köylünün durumunu toparlaması kolay olmadı, çünkü Yunan köyün bütün mal varlığını yağmalamıştı. Üç kardeş herkes gibi nice zorluklara göğüs gerdiler. Bu dönemde evin büyüğü yaşlı babalarıydı, ama işleri yürüten büyük kardeş Ali idi. Zaten Yörüğoğlu Ahmet Tüplek 1938 yılında 64 yaşında vefat etti.

    Babaları vefat ettiğinde 37 ve 27 yaşlarında bulunan Ali ve Halil'e köylüler çoktan Efe lakabını takmışlarmış. Her birini özel olarak Aliefe ve Halilefe diye çağırıyorlar. Bunlar ölene kadar onların özel lakabı olacaktır... İzzet'e gelince, O 1946'da genç yaşta vefat etti.

    Kardeşlerinden yadigar dört yetim yeğenleriyle birlikte koca Yörüğoğlular ailesinden artık iki kardeş Aliefe ve Halilefe sorumludur. Sorumluluğu daha babalarının sağlığında ele aldıkları için pek acemilik çekmeyecekler. Zaten işleri büyük ölçüde yürüten Aliefe idi.

    Aliefe o yıllarda lider kişiliğiyle köy idaresinde de öne çıkıyordu. Delimamın Ali Soydan döneminin İhtiyar Heyetindeyken Muhtar görevi bırakmak zorunda kalmıştı. Birinci aza olarak yarım kalan Muhtarlık görevini tamamlamak ona düştü. 

    Yarım dönemin sonundaki seçimlerde aday oldu bu sefer Eğret Muhtarı olarak yeni döneme başladı. Kendi adıyla özdeşleşen hizmetler işte bu dönemin ürünüdür. Köy boğaları, damızlık at ve eşekler için yapılan özel ahır Aygırhane olarak bilinecek ve o mevkinin de adı olacaktır. Çeşmelerin önündeki kavşakta Eğret Çayı dibine yaptırdığı koyun kuzu yıkama havuzu da mühim eserlerden. Yeni hamam ve Çamaşırhane ise kararı alındığı halde siyasi/idari ömrünün bitmesi sebebiyle yapımına başlanamayan projelerdendir.

    Bunlardan daha önemli bir eser var ki o da Eğret İlkokul binasıdır. Bizim eski Ortaokul diye bildiğimiz bu bina Anıtkaya'nın planlı yapılmış ilk okul binası kabul edilmektedir. Orası yapılana kadar Eğret İlkokulu, Gocacami'nin yanındaki medresede öğretim veriyordu ve fiziki yetersizlik sebebiyle üç yıllık idi. Yeni yapılan bu bina sayesinde beş yıllık ilkokul devri de başlamış oldu.  Yeni Hamamın yan tarafına inşa edilen daha sonraki İlkokul binası yapılana kadar Aliefe'nin yaptırdığı bu ilk binada eğitim devam edecektir.

    1960'lı yıllarda yeni bina yapıldıktan sonra, Aliefe'nin yaptırdığı ilk bina atıl hale gelecekti. Gönlü bu duruma razı gelmedi, üzerinde hiç bir idari vasıf bulunmamasına rağmen orayı tamir ederek Ortaokul açmaya girişti. Canla başla çalışıp 1969-70 eğitim öğretim yılının açılışına Anıtkaya Ortaokulu'nu yetiştirdi... 

    Eşya ve binalarla duygusal bağ kurmakta zorlanmayan Aliefe'nin bu dönemlerde gerek İlkokul gerekse Ortaokuldaki öğretim çalışmalarına önem verip destek olduğunu, en ufak bir başarıdan bile ne kadar mutlu olduğunu şahitleri anlatıyor. Öğrenciler yarışmada derece yaptı diye Bahçecik'te koyun ziyafeti filan verirmiş...

    Köy idaresi ve eğitim sektöründe önde bulundu. Seçimlere girdi; kazandı kaybetti, başarılı başarısız oldu, inişli çıkışlı böyle bir hayatı var. Fakat 1940-70 arasındaki hayatı bundan ibaret değildi. Her şeyden önce ilgilenmesi gereken kalabalık Yörüğoğlular var, dolayısıyla paralel akan bir aile hayatı da bulunuyordu.

    Bir Türkmen/Yörük ailesi olarak geçimleri hayvancılık üzerineydi. Koyun ağırlıklı bu işin ticari yönü olan cambazlıkla da iştigal etti. Etraf köylerden de bu sahada önemli bir çevre edindi. Yörüklerdeki yaylak-kışlak geleneğini uzun süre uygulamışlar. Bahar ve yazı İblak'ın zengin otlaklarında, Eğret'in geniş arazisinde yaylamışlar. Sert kış soğuğunu ise nispeten daha ılık olan Manisa civarında kışlayarak geçirmişler. Bazen trenle bazen de sürüp götürdükleri bu göçler bir kaç yıl devam etmiş.

    Manisa kışlamalarında hem hayvanları yaymışlar hem de yeni kazanımları olmuş. Çevreleri genişlemiş, görgüleri artmış, yeni ufuklar yeni dünya görüşleri kazanmışlar. Oranın insanlarıyla sürekli etkileşim içinde olmuşlar. Aliefe'nin Anıtkaya'da oynadığı kendine has harmandalını orada öğrendiği söyleniyor. Zaten duygusal biri, son zamanlarında bunu oynar ağlarmış. Kim bilir belki eski Manisa günlerini hatırlayıp efkarlanıyordu...

    Çok gösterişli, çalımlı, rahvan bir atı varmış Aliefe'nin. Çobanlığını ve sürü idaresini bu at sırtında yapıyor, ayrıca her türlü ulaşımı da onunla sağladığı için onu sürekli o atla birlikte görüyorlar. Binit bu, günümüzün son model arabası gibi düşünelim... İnsanlar da öyle düşünüyor ve o ata hayran hayran bakıyorlarmış. Hatta Alaşehir'de birisi, karşılığında beş dönüm bağ teklif ediyor da Aliefe razı gelmiyor. Atına o kadar bağlı... Torunları eşyayla, mekanla olduğu gibi onun hayvanla da duygusal bir bağ kurabildiğini söylüyor... Atına duyduğu sevgi de böyle bir bağın ürünü olmalı...

    Zaman böyle ilerlerken 1960 ihtilalinden sonra işleri birden bozuluyor ve iflas ediyorlar. İflas ne demek, bütün sürüsünü kaybetmek demek... Öyle olunca kardeşi Halilefe ile ayrılıyorlar. O vakit, belki ekonomik olarak hayatının en zor günleri başlıyor.

    30 Kile (veya demir) arpayı yardırıp yiygi etmişler. Yanlış anlaşılmasın, mallara değil kendilerine yiygi ediyorlar. Fakat elde kalan hayvanların da karnı doyması lazım, onlar ne yiyecek. Misal beş köpekleri var... Evin idaresini eline alan hem yeğeni hem de gelini Rabia Hanım bu yüzden üç köpeği asarak öldürmüş, sırf arpa ekmeğine ortak olacaklar diye... Hiç olmazsa yal olarak ayıracakları yiygide tasarrufa gidiliyor böylece.

    İşte bu arada çok sevdiği atını da asıp öldürmekle tehdit etmiş Aliefe'yi... Götür sat, kendi yiyecek ekmeğimiz yok, filan demiş... Kadın haklı... Aliefe de öyle düşünmüş ve karışık duygularla varmış Afyon'a... Foto Celal'den atıyla vedalaşmasını fotoğraflamasını istemiş. Arka planda Heykel (Utku Anıtı)nın olduğu bir kaç poz verdikten sonra rahvan atını elden çıkarmış. Köye yaşlı gözlerle onsuz dönmüş...

    Kara gün kararıp kalmaz, o günler de geçmiş. Osmanköylü/Afyonlu ağaya ortak at, kısrak aldırmışlar. O vakitler koşum ve binek atlara çok ihtiyaç var. Üretip ehlileştirip para kazanacaklar. Bahçecik ve Keçiyatakları'nda Metin Tüplek o atları çok gütmüş. Yirmi otuz civarıymış at sürüsünün mevcudu...

    Yazın güderler, kışın Çayırlar bölgesine yılkı bırakırlarmış. Kar yağana kadar hayvanlar oralarda eğleniyor. Bazen Susuzosmaniye mezarlığına girerlermiş yayılmak için. Köyün Koruma'sı kapatır, Anıtkaya'ya pazara geldiklerinde Aliefe'ye haber verirlermiş, böyle böyle diye. Gider, cezasını öder çıkarırmış...

    Atlarla belini biraz doğrultmuş. Sonra sığır buzağı toplamış. Bunları hep torunum güder diye alıyor tabi... Bu kadar fasılasız çobanlığa dayanamayıp İzmir'e kaçtığında Metin 16 yaşındaymış. Aliefe onun peşini bırakacak değil, tutup getirmek için dah etmiş İzmir'e... 'Bir kahvede köylülerini başına toplamış, bir şeyler anlatıp türkü söylerken buldum' diyor Metin Abi... Zaten evvelden güzel türkü söyler, güzel oynarmış... 

    Gönlünü alıp köye dönmeye razı etmiş torununu... Elbette aralarında çobanlık yapmayacağına dair anlaşma da olmuş... Bundan sonra oğlu Musa Tüplek'in koyun çobanlığı serüveni var. 

    Aliefe mi? O, 1982'de 81 yaşında vefat etti. Diğer torunu Bıçakçı Cengiz Tüplek, ALİEFE marka bıçaklar yapıyor. Logosunun bir yanında harmandalı oynayan bir efe figürü, diğer yanında Aliefe'nin doğum tarihi 1901 ifadesi yer alıyor... Aliefe bir şekilde yaşıyor...




25 Kasım 2024

Ercebin Üseyin


    Şimdi Bilaller olarak bilinen sülale aslında Tekelilerin bir koludur. Bu koldan gelen Tekelioğlu Hüseyin'in dört oğlu var, en büyükleri Recep. (Küçükleri zaten malum Apil/Abdil Kaynar, Mehmet Kaynar ve Ömer Kaynar.) Eğretliler onu Ercep diye biliyor, aynı adı taşıyan başka kimse bulunmadığı için Ercep dendiğinde akla sadece o geliyor, Bilallerin Ercep demeye bile gerek yok yani.

    Ercep, Arapşükrü (Şükrü Zenger)in ablası Fadime Hanım ile evlendi. Bundan sonra Fadime Hanım da Ercepgarısı diye bilinecektir. Son zamanlarını hatırlıyorum, adını hiç anmadan kendisinden böyle bahsederlerdi. 

    Bunların bir oğlu ve üç de kızları oldu. Çocuklarının en büyüğü olan 1927 doğumlu oğluna, kendi babasının adı olan Tekelioğlu Hüseyin'in adını verdi. Soyadı Kanunu sonrası Hüseyin Kaynar olan bir evin bir oğlu, evlenmeden askere gitti. 

    1949 Kışında izinli olarak köyüne gelmişti. İzin günlerinde değirmene buğday öğütmeye gitti. Zemheriydi... Hava çivi gibi... Eğret, tarihe 'goca kar' diye geçmiş uzun süren karlı günlerden birini yaşıyordu. Kasım'da yağan kar hala kalkmamış, Hıdrelleze kadar kalkacağa da benzemiyordu.

    O yıllarda en yakın değirmenler Araplı-Gecek hattında bulunuyor... Ununu öğütüp yükünü arabaya yüklediğinde kar yağıyordu, Bayramgazi rampasını kavradığında şiddetlendi. Bayramgazi'ye geldiğinde ise tipiye çevirdi. 

    Tepedeki bu köyde biraz mola verip hem kendini hem öküzlerini dinlendirdi. Bu arada tipi şiddetini artırmıştı. Buna rağmen yola koyulmak isteyince oradan 'Bu havada yola çıkılmaz' diye durdurmak istediler. Israr edip datdedi öküzleri...

    Çirçir civarına geldiğinde tam olarak nerede olduğundan habersizdi, göz gözü görmüyordu. Öküzler de zorlanmaya başlamış, zaman zaman tekerler dönmez olmuştu. Zikkeyi çıkarıp boyunduruğu serbest bıraktı. Un derdinde değil, can derdindeydi artık.

    Arabayı öylece bırakıp öküzleri yedmeye başladı; ama tamamen tersi devrilmişti. Artık nereye gittiğini bilmiyordu... Ertesi gün buldular cansız bedenini... Mübarek Cuma günü... Uzundere'de Yataklar'a doğru bir ağacın altında, başka bir rivayette bir kayanın kuytusundaydı... Boyunduruktaki öküzleri de yanında...

    Bayramgazi'de durdurmak istedikleri, köylülerin beyanıyla sabittir. Donmuş bedeninin bir kuytuda bulunduğu da... Yalnız arada Hüseyin'in yaşadıkları tahminden ibaret... Cuma namazından çıktıktan sonra aramaya koyulan Eğretliler onu boyunduruktaki öküzlerle o halde bulunca böyle yorumlamışlar. 'Öküzleri yedeğine almayıp serbestçe sürseydi, hayvanlar onu eve kadar getirirdi' türü yorumlar da hala yapılıyor. Lakin bütün bunların faydası yok...

    Daha Bayramgazi'ye gelmeden değirmencilerin de yola çıkmaması gerektiğine dair uyarılarına muhatap olmuş. Onlara o gece sözünün olduğunu, söz kesileceğini, ne olursa olsun köye ulaşması gerektiğini söylemiş. Bu bilgi doğruysa, Eğret'e hemen dönme konusundaki motivasyonu açıklığa kavuşuyor. Hiç bir uyarı onu durduramayacakmış, ecel müstesna...

    Resmi kayıtlara ölüm tarihi 9 Şubat Pazar diye geçmiş, belki bildirildiği tarihtir bu. Cuma günü bulunduğu kesin, zira bir gün öncesinde Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın düğünü varmış. Perşembe gelini olarak o düğün günü işaretlenmiş, aynı gün Bayramgazi'den geçtiği de kesinleşince 6 Şubat 1949 ölüm günü olarak tarihe geçmiş.

    Bu acı olay Eğret halkının hafızasına yerleşip yerel takvime kazınmış. Tipiye yakalanma, tersi devrilme, yolunu şaşırma, yönünü kaybetme gibi durumlara bir örnek olarak gösterilmiştir. 'Ercebin Üseyin gibi...' sözü, bir uyarı ifadesi olarak hala kullanılmaktadır.

    Ercebin Üseyin'in üç kız kardeşi, abilerinin hatırası olarak birer oğullarına Hüseyin adını vermişler. Bunlar, Eselerin Yusuf'un Hüseyin Eminç, Bayramgazili Sığırcı Kelosman'ın Hüseyin Altınbaş ve Körahmetin İbram'ın Hüseyin Çotak'tır. Hüseyin Çotak, 1985 yılında, dayısı gibi genç yaştayken vefat etti... Bununla beraber Ercebin Üseyin Kaynar adıyla ve ölümüyle hafızalarda hala yaşıyor...




29 Eylül 2024

Aliciklerin Aliye Hanım

     
    Eğret soykütüğüne başlarken mevzunun genişliği gözümü korkutmuştu. Bu yüzden inceleme yaparken işi kolaylaştıracak bazı pratik yollara sapmak elzemdi, çünkü aksi durumda işin içinden çıkmak mümkün olmayabilirdi. Pratik yollardan birisi, bir ailenin kız çocuklarını gelin gittikleri sülale başlığında ele almaktı. 

    Böyle başlamak gerçekten de işimizi hafifletti, ayrıca mantıklıydı da, zaten yeni kurduğu yuvada işlenecek birini baba evinde bir kere daha anlatmak zaman kaybıydı. Böyle yaparak iş yükünü hafifletirken büyük bir açmaza düştüğümüz projenin sonunda anlaşıldı. Eğret dışına gelin olanlara hiç yer verilmemiş oluyordu. Bu durumda olanların uyarısıyla durumu tamir etmeye çalıştık, ama gedik tam olarak kapatılamadı.

    Bu yöntemin sakıncası sadece Anıtkaya dışına gidenlerle sınırlı değildi. Eğret'te kaldığı halde eski ve yeni sülalesinin arasında kalmış, iki tarafta da kendine hakkıyla yer verilmeyen kadınların hikayeleri ihmal edilmişti. Bunu da sonradan anladık. Aliciklerin Aliye Hanım onlardan biridir...  

    Afyonlu olup da hasbelkader Eğret'e yerleşen Karamehmetoğlu Ali'ye Alicik lakabı takılmış. Gademlerden evleniyor, sonra bir kızını tekrar Gademlere vererek tam Eğretli oluyor. Hanımının yeğenine verdiği o kızı ileride Gademali ile Banguş'un nineleri olacaktır.

    Garamehmetoğlu Alicik'in 20. yüzyıl başına ulaşabilen oğlunun adı da Osman'dır. Üç oğlu ve iki kızı olan Osman'ın büyük oğlu İbrahim Naymelerin atası; ortanca Ahmet'in lakabı Deliçakır olup Çakıriban'ın babası; en küçük Mehmet de son Garamehmet olarak bilinen kişidir. Her birinin hikayesi kendi başlıklarında anlatıldı. İki kız Ümmühan ile Aliye mevzuuna ise Canaliler ve İdirizler konusunda değinildi. Yukarıda sözünü ettiğim sebepten sadece değinildi... Madem fırsat geldi, şimdi Aliye konusunu derinleştireceğiz. 

    Aliye 1878 yılında doğmuş, kendisine bu isim verilmesine sebep Alicik dedesi olduğu düşünülüyor. Büyüyünce yine Afyon kökenli İdirizlerden Mehmet Ali oğlu Hasan'a vermişler. İdirizlerin bu kolundaki erkekler bir bir vefat edince, sona kalan anaları çocuklarını toplayıp tekrar Afyon'a döndükleri için şimdi Anıtkaya'da nesli bulunmuyor. Bu yüzden o sülaleyi tanımlaması çok zor. Belki de Aliye Hanım çocukları o ailenin Anıtkaya'daki tek temsilcisi sayılabilir. Sırf bu yüzden de Aliye Hanım hikayesi ayrıca önemli...

    Aliye-Hasan evliliğinden üç kız dünyaya geliyor; Ayşe, Hatice ve Kezban... Kızlar daha küçükken babalarından yetim kalıyorlar. Afyonlu İdirizlerin üç erkek kardeşinden ilk vefat eden Hasan'dır... 

    Üç yetimiyle dul kalan Aliye Hanım Garapaçanın Hüseyin'e varıyor. Eyüpçetin, Körşükrü ve Bali'nin emmisi olan Hüseyin de o sırada dul kalmış. Fakat daha önemli husus, Aliye ile Hüseyin'in akrabalığıdır. Garapaçanın Hüseyin, Alicik dedenin yeğeni oluyor, yani O da bir Garamehmetoğlu... Galiba ayağında biraz aksaklık varmış, bu yüzden Topalüseyin diye lakaplanmış...

    Garapaçalarda Aliye Hanımın bir oğluyla bir kızı daha oldu, adları Şerife ile Mehmet... 1932 Yılına gelindiğinde ikinci kocası Garamehmetoğlu Toplaüseyin de vefat etti. Yok, elli yaşının üstünde olan Aliye Hanım bir daha evlenmedi, kah oğlunun kah kızlarının yanında dul yaşadı. 1960 Yılında vefat ettiğinde 82 yaşındaydı...

    Kendisi öldü, ama hikayesi çocuklarıyla devam etti Aliye Hanımın... Onlara tek tek bakacağız. Evvela İdirizlerin Hasan'dan olma büyük kızı Ayşe... 1897 Yılında doğdu. Söylemezoğlu Mehmet ile everdiler. Söylemezler bugün Özen soyadını kullanan sülale oluyor. Fakat evlendikten kısa bir süre sonra kocası Çanakkale'de şehit oldu. Harpten döndükten sonra karısı vefat eden İdirizlerin Gocaosman'a verdiler. Gocaosman'ın ölen eşi de Ayşe idi ve Söylemezlerdendi. Yani şehit kocasının sülalesindeki büyükler, taze dul Ayşe'yi, kendi kızlarından dul kalan Gocaosman eniştelerine verdiler.

    Aralarındaki yaş farkını önemseyecek durumda değildi Ayşe, başını sokacak bir ev bulduğuna şükretti. Gocaosman'da mı yoksa Söylemezlerdeyken mi tam belli değil, 'Zağarayşa' lakabı takılmış, bundan sonra kendisinden hep böyle söz ediliyor.

    Zağarayşa'nın Gülsüm ve Atike adlarını verdiği iki kızı dünyaya geldi. Gülsüm'ü Çakıriban İbrahim Ata ile everdiler. Damadı ile Zağarayşa'nın hala dayı çocukları olduğu hatırlansın; ayrıca Gasapüseyin, Dolakahmet ve Osman Ata Zağarayşa'nın torunları olduğu unutulmasın... Küçük kızı Atike ise Selimhoca'dan sonra Eselerin Hasan'a vardı. Hasan ile Atike de teyze çocuğu oluyorlar... Zağarayşa 1971 yılında vefat etti...

    Aliye hanımın İdirizlerden ortanca kızı Hatice 1900 yılında doğdu. Bir yanağında küçük bir tutam tüy bulunduğundan mıdır nedir, 'Yanalhatca' derlerdi. Tabi bu lakabın ne zaman takıldığı bilinmiyor. Aslen Emirdağlı Ese ile everdiler. Yusuf, Hasan, Hüseyin, İbrahim, Bayram Eminç ile Gülsüm Öztürk'ün analarıdır. 1986 Yılında vefat etti...

    Küçük kızı Kezban ise 1907 yılında doğdu. Babası öldüğünde tazeymiş. Zamanın şartları gereği iki ablası tam vaktinde gelin edilmiş, ama Kezban ilk kocaya verildiğinde çok küçük olduğunu söylüyorlar. Bundan sonra bir kaç evliliği daha oldu. Garaca (Süleyman Yavuz)dan olan Münevvere adındaki kızı, Demirci Salih Yakışır'a vardı... Ne zaman yakıştırıldığı bilinmeyen 'Gızılgız' lakabıyla anılan Kezban Hanım en son Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok ile evliydi. Yanalhatca ablası ile aynı yıl, 1986'da vefat etti.

    Aliye hanımın Topalüseyin'den olan iki çocuğuna geldik. Büyüğü Şerife 1910 yılında doğmuş. Patlağın İsmail ile everdiklerinden olsa gerek, hep 'Patlakşerfesi' diye bilinirdi. Hasan, Hüseyin, Ahmet ve Veysel Patlar ile Selime Yırgal, Kerime Kırdar ve Fadik Öncül'ün analarıdır. Patlakşerfesi de 1988 yılında, 78 yaşındayken vefat etti...

    En küçük çocuğu ve tek oğlu Mehmet 1912 yılında doğdu. Avgan lakabıyla bilinirdi; Süleyman, Mehmet, Adem ve Şükran Çetin ile Emsal Arslan'ın babaları oluyor. 1985 Yılında vefat etti.

    Fazla ayrıntıya boğmamak için Aliye Hanımın hikayesini onun torunlarında kestim. İsteyen benim bıraktığım yerden üç dört nesil daha uzatabilir. Yalnız Aliciklerin Aliye Hanım gibi tanıtılması gereken bir de küçük kardeşi Ümmühan Hanım var. Canalilerin ninesi olan Ümmühan Hanımın hikayesi için de başka bir fırsat bekleyeceğiz...



22 Haziran 2024

Büyük Gazi Ali Tül (Kel Ali)

 
    Türkmenoğlu Ali, 1888 yılında askerde birliğindeyken vefat ettiğinde çocuğu henüz ana karnındaydı. Bu durumdayken yetim kalan çocuk oğlan ise, doğduktan sonra babasının adını veriyorlardı. Eğret’teki bu yaygın adet doğrultusunda, Türkmenoğlu Ali’nin yetim oğlu doğduğunda adını hazır buldu.

    Babasını hiç görüp tanımayan küçük Ali’ye miras kalması gereken Türkmenoğlu lakabı da hiç kullanılmadı. Çünkü babasının vefatıyla Türkmenlerle alakası fiilen kesilmişti. O yıllarda kadınlar dul bırakılmıyor, yeniden kocaya varıyorlardı. Anası Fatma Hanım da Çiftçioğluların Himmet’e varıyor; tabi yanında oğlu küçük Ali’si tay olarak… Çiftçioğlu Himmet, sonradan Ümmetler denilecek sülaleye adını veren kişidir ve Çakalhasan’ın babasıdır.  Yani Ümmetlere vardıklarında küçük Ali, Çakalhasan’ın üvey kardeşi durumunda… Kezban adında bir ortak kız kardeşleri daha oluyor ve birkaç yıl sonra evin babası Himmet/Ümmet vefat ediyor. Yıl 1899…

    İkinci kocası da öldükten sonra artık iki yetimi bulunan Fatma Hanım tekrar evlenmeyip kardeşlerinin yanına döndü. Birisi kendinden büyük diğeri küçük iki erkek kardeşi vardı; Alemdaroğlu Mehmet ve Hüseyin… Çocukları Ali ve Kezban’ı da dayılarının yanına getirdi. İşte Ali’nin büyüyüp yetiştiği, asıl şahsiyetini bulduğu yer Dayılarının yanıdır; yani Alemdaroğluların/Kekliklerin ev… Neseben Türkmenoğlu Ali’ye hiçbir zaman böyle hitap edilmeyip ‘Kekliklerin Ali’ denilmesine sebep işte bu evdir.

    Büyük dayısı Alemdaroğlu Mehmet, Gındi Mehmet Kızılyel’in dedesi olur. Küçük dayısı Hüseyin Kızılyel ise ‘Tellal Dayı’ olarak bilinir, Tellal/Ayvaz Ahmet Uysal’ın babalığıdır, 1944’te vefat etti. Tellal’ı herkes böyle bilir ve ona böyle hitap ederken Ali ‘Tellal Dayı’ diyordu. Ali’nin biraz da sevimli söyleyişi adamın lakabının ‘Tellaldayı’ olarak yerleşmesine sebep olmuştu.

    Tellal Dayısının çocuğu yoktu, Mehmet Dayısı da Ali’yi kendi çocuklarından ayırmadı, böylece o evde mutlu mesut bir çocukluk geçirdi. Büyüyünce Kekliklerin Ali’yi aslen Bayatlı Dudu ile everdiler. Sonradan Anadudu diye anılacak bu hanımından İki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi; Resul, Ramazan ve Fatma… Temel askerlik döneminin sonunda vaziyet böyleydi.

    Redif askerlik sistemi sebebiyle dört yıllık temel askerlikten sonra sekiz yıl kadar daha uzayabiliyordu bu süre… 1912’de askerliği bittiğinde, devlet çoktan o günün insanına hiç bitmeyecekmiş gibi gelen savaşlar sürecine girmişti. Böylece kendini Cihan Harbinin içinde buldu. Çanakkale’deydi… Uzun savaş yıllarının en çetinini burada yaşadı. Şarapnel kaburgasını parçaladı, yüzlerce kez ölümden döndü; ama sağ salim köyüne varabildi. Şehitlerin bile kaydı çok sonraları ortaya çıkarılabilmişken Kekliklerin Ali’nin köyüne dönebilmesi belgeye şöyle yansımış: "...Eğret Köyünden Türkmenoğlu Ali bin Ali bin Ali; 6. Fırka, 17. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük, 1. Takım, 4. Manga eri iken malulen Çanakkale'den köyüne döndü..." 

    Belgede geçen 'malulen' ifadesini açıklayan olayı Torunundan naklen anlatayım; Sedyeyle sargı yerine getirdiklerinde kolu kopmak üzereymiş. Vücudunun diğer bölgelerindeki yaralar hariç... Tabi cephede anestezi filan hak getire, Ali her şeyi görüyor... Alman hemşire o kolu kesmeleri gerektiğini söylemiş. Buna şiddetle karşı çıkmış; 'Kesme dursuñ, tek elinen donumuñ ağını topleyemen' demiş. Böylelikle kurtardığı kolu sebebiyle köyüne dönünce 'Çolak Ali' ünvanını kazanacak... Yine torununa göre sırtı kesekli tarla gibiymiş, her tarafı yanmış; bu yüzden 'Yanık Ali' diyenler de olacak...

    Başka bir duyuma göre Arapların Mehmet (Gambırhüseyinin babası) ile görüştükten bir kaç dakika sonra Mehmet'in bulunduğu yer bombalanmış. Şehadetinden önce Mehmet'i son gören kişi de Kekliklerin Ali olmuş...

    Harpte yaşadığı bütün bu olaylar sebebiyle Onun için 'tam bir gâzi' diyorlar. İlerleyen yıllarda köyde büyük saygı duyuluyor kendisine. O kadar ki 'Kel Ali'nin önünden geçenin dinine zarardır.' diyorlardı… (Son zamanlarındaki durumundan dolayı adı 'Kel Ali'ye çıkmıştı.)

    O dönemin şehitleri sürekli yad edilip rahmetle anılır da, gazilerin fedakarlıkları pek gündeme getirilmez. Oysa bu vatan ve millet için canlarını feda eden şüheda, kendilerine biçilen manevi makama uçarak bir bakıma ödüllerini de aldılar. Ya şehit olamayanlar... Onlar da bedenlerinin bir çok kısmıyla gelecekteki hayatını bu ülke için feda etmiş olmuyorlar mı? Bunlar bizim sorularımız; gazilerin aklına böyle düşünceler hiç gelmemiş... Çok sıradan bir şeymiş gibi, gurbete gidip bir kaç yıl sonra köyüne dönmüşler gibi hayatlarına devam etmişler. Fedakarlığını başa kakacak kadar çiğleşmemişler... Kel Ali, sol yanındaki kaburgalarının bir çoğu olmadığı halde bu durumu hiç dert etmez, orada debirdek çalarak yanındakileri eğlendirirmiş...  

    Gelvelakin kahramanların bulunduğu yerde hain de eksik olmaz. Kekliklerin Kel Ali şu haliyle Eğret’e döndüğünde yuvasını dağıtılmış buldu. Dandırlı bir hanımla tekrar evlendi, bir kızı dünyaya geldi. İlk hanımından olan kızı kendisi askerdeyken ölmüştü, bu kızına da onun adını verdi; çünkü Fatma, anasının adıydı. Bu arada koyunculukla iştigal etmeye başladı, günlerinin çoğu ağılda geçiyordu. Orada karısından habersiz Macur Ayşe Hanım ile evlendi. (Ayşe Hanım ile kocası Biga’nın Akyaprak köyünden çıkıp önce Cumalı’ya gelmişler, orada işler iyi gitmeyince Bayramgazi’ye gelip ona buna çoban durmuşlar. Bir oğulları olmuş, bu arada kocası vefat edince dul kalmış. Kel Ali ile evlenmeyi kabul ettiğinde vaziyeti böyledir.) Bu durum ortaya çıkınca Dandırlı karısı Kelali’yi terk etti. Resul, Ramazan, Fatma olmak üzere üç çocuk ve bir taze karısı Ayşe Hanımla kalakaldı… Tabi bir de Ayşe Hanımın oğlu var…

    Küçük kızı Fatma ile Ayşe Hanımın oğlu vefat ettiler. O yıllarda çocuk ölümleri çoktu. Bu arada bir kızları oldu, adını Kezban koydular. Hatırlanacağı üzere bu ismin de Kelali’de bir hatırası var; Çiftçioğlu Himmet/Ümmet’ten olan kardeşinin adı idi…

    Karısı ve kızını memleket özlemini dindirsinler diye Çanakkale’ye ziyarete götürdüğünde ana babası, kızı ve torununu bırakmadılar; Kelali Eğret’e yalnız döndü. Birkaç kez ailesini almak için gittiyse de başarılı olamadı, evi tekrar dağıldı. Yine yaşları ilerlemiş iki oğlu ve anasıyla baş başa kaldı.

    Nikahlı karısından ümidi kesince tekrar evlenmenin yollarını aradı, henüz orta yaşlardaydı çünkü. İlyenli Feride Hanımla evlendi, bir oğulları oldu adını Seydi Ahmet koydular. Eşi kısa bir süre sonra vefat edince yine İlyenli Satı Hanım ile evlendi, ondan da bir kızı oldu; önceki eşinin adı olan Feride ismini verdiler. Sonra Satı Hanım da vefat etti… Bu arada bütün bunların arasında, anası Kekliklerin Fatma Hanım 1930 yılında, 75 yaşında vefat etmişti…

    Baş döndürücü olaylar zinciri burada bitti. Çocuklarına geçelim. Sondan başlarsak, hayatta kalan Eğret’teki tek kızı Feride, Kokulu Mehmet Dirlik’in eşi olacaktır. 2013’te İzmir’de vefat etti.

    Küçük oğlu Seydi Ahmet Tül, 1929 yılında doğmuştu. Anasına telmihen ‘Macurun Ahmet’ veya ‘Haro Ahmet’ derlerdi. Gödemehmet (Mehmet Aydın)ın kızıyla evlendi ve İzmir’e yerleşti. Orada 2007’de vefat etti.

    İlk hanımından küçük oğlu Ramazan ‘Kelırmızan’ diye bilinirdi. Hacemirlah (Emrullah Onay)ın kardeşi Gazcıgızı Ayşe Hanım ile evlendi. Celep İhsan Patlar’ın kayınpederidir, 1996’da vefat etti.

    Büyük oğlu 1911 doğumlu Resul ise ‘Hacıiresil’ diye lakaplandı. Ganigızı Fadime Hanım ile evlendi, Piriteşgiya Hüseyin Tül’ün babasıdır. 1985 Yılında vefat etti.

    Bigalı Ayşe Hanımdan olan büyük kızı Kezban’a gelince… Eğret’i bırakıp Biga’ya yerleşme şartını kabul etmediği için karısı ve kızını kendisine vermemişlerdi. Kelali Eğret’te tekrar evlenirken Ayşe Hanımı da Biga’da kocaya verdiler. Vakti gelince kızı Kezban’ı da yine orada gelin ettiler Sabri Kocausta’ya… Kezban ile Sabri resmi bir zorunluluktan dolayı Eğret’e gelince, misafirliği uzatıp Hacıiresil’in de teklifiyle oraya yerleştiler. Eğretlilerce ‘Bıgalılar’ diye bilinen ailenin aslı budur. Bigalı Sabri Kocausta Afyon’da 1992’de; Eğretli Kezban Kocausta ise, 2015’te Biga’da vefat etti. Bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek…

    Dönelim Türkmenoğlu Ali’ye… Kekliklerin Ali, Kel Ali, Çolak Ali, Yanık Ali… Bir sürü lakabı var. Berber Emmime göre O, Eğret’in en büyük gazisidir ve öyle anılmalıdır. Büyük Gazi Ali Tül, 1957 yılında yetmiş yaşında vefat etti. Duanızı esirgemeyin, hak ediyorlar çünkü…



10 Mart 2024

Hoca Emmi, Akbaşın Mehmet Hoca

     
    Derler ki Kur'an Mekke'de indi, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı. Meşhur okuyucuların çoğu Mısır'dan çıkması ve hat sanatının Türkiye'de zirveleşmesi bu sözü doğruluyor. Eskiler Kuran dinlemek için kısa dalgadan Kahire Radyosu'nu ararmış. En güzel mushaflar da İstanbul'da yazılır, sonradan basılır olmuş.

    Milliyetçilik yapmak gibi olmasın; ama Arap baskılarını okumakta hala zorlanırım. Göz ve zihin alışkanlığından olsa gerek, ille de bizim Kuran'ı ararım. Bu konuda biraz daha ileri gitmekten çekinmeyip söyleyeceğim, ben Arap tarzı tilavetten de haz alamıyorum. Her şeyin 'yerli ve milli' olanı revaçtayken bu konuda niye başkalarına öykünüyoruz, bu da ayrı bir konu.

    Literatüre girmemiş olsa da bir 'Türk tarzı' okuyuşun varlığını 2006 yılında fark ettim. Bir bahar akşamı Sultan Murat Camii'nde yatsı ezanını bekliyoruz. Bir rüyadaymış gibi etrafıma bakınıyorum. Çok eski belirsiz zamanların birindeyim, lakin tam olarak yeri ve zamanı kestiremiyorum; o kadar rüyamsı bir hal... Biraz daha düşünsem bulacağım, zihnimin ucunda; ama hayır, bu havayı nerede teneffüs ettiğimi bulamıyorum...

    Nihayet yatsı ezanı semâlanınca 'Aha' dedim 'Bu bizim ezan'...  Önce uğradığımız Üsküp camileri genelde Arnavutlara aitti, Arap ülkelerinde eğitim almış imamların okuyuşuna ise doğal olarak o ülkelerin esintisi hakimdi. Ama işte bu imam bizim ezanı, Türk ezanını okuyordu. Çocukluğumdan beri Anıtkaya'da işittiğimdi... Kulağımın aşina olduğu ezanla, kafamdaki bulanıklık dağılır gibi oldu; ama tam değil... Bu halde namaza durduk...

    Sünneti hangi duygular eşliğinde kıldığımı şimdi hatırlayamayacağım. Lakin müezzinin sesiyle ikinci defa irkildim. Bu, biraz önce bizim ezanı okuyan sesti ve aynı bizim tarz ve üslupla 'Gulfüye' başlamıştı. Bu sesle yine çok tanıdık ama neresi olduğu kestirilemeyen alemlere gittik. Üç İhlas'tan sonra kamet... Yine bizden... Safa yerleşirken içinde bulunduğum rüya alemi belirginleşmeye başladı; çizgiler netleşti, renkler ve görüntü canlandı...

    Allahüekber ile uyduk imama... Fatiha başlayınca ortalık aydınlanıverdi. İçeride bir rüyaya dalmış gibiydim ya, ezanla silkinip kametle ürpermiştim hani... İşte imamın sesi uyanışın finali oldu... O ne kendine has bir okuyuştur öyle... Yanlış anlaşılmasın, fazladan hiç bir özelliği yok, öylesine sade bir okuyuştu...

    Öncelikle sesi tiz ve yalabık değildi, aksine biraz pürüzlü hissi veriyordu. Yalnız bu pürüz kulağı rahatsız edecek keskinlikte değildi. Fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğin kabuğunda çıtır tırnaklar olur, görene kopar da ye beni der. Ağzına attığında fark edersin ama iş işten geçmiştir, tırnaklar avurdunu yırtar. Bilenler ekmeği iç dış yaparak çevirir, keskin tırnaklar içe doğru bohçalanınca avurda damağa değmez, kendi kendini öğütürler. O çıtır görüntülü ekmeği kendine zarar vermeden yemiş olursun. Hocanın pürüzlü sesi, dürülmüş çıtır ekmek gibi kulağı tahriş etmeden geçip gidiyor, beynin alıcı istasyonuna ulaşıyor gibiydi. Hem pürüzlü, hem kulağı yormayan bir ses...

    İkinci olarak, benim pürüzlü dediğim sesin çatallı olduğu sanılmasın. Hani öyle sesler vardır ki, iki ayrı kanaldan geliyormuş da ağızda birleşmeye çalışıyormuş hissi verir; ne kadar da olsa o ikilik gizlenemez, ahenksiz bir şey ortaya çıkar. Böyle seslere çatallı diyorlar, bizim imamın sesi böyle de değil. 

    Son olarak, bu özellikte bir sesin sahibi olan hoca çok doğal okuyordu. Öyle elif miktarı hesabı filan anlaşılmıyor, karadüzen gidiyordu. Ayın çatlatma, gaf patlatma yok; seninle sohbet eder gibi okuyor, zihinleri dere tepe dolaştırmadan merama odaklı kıraat ediyordu...

    Türk tarzı dediğim okuyuş budur işte. Karabudun Türk'ü anadili olmadığı için Kur'an kıraatinin tekniğini tam bilemez. Bilse de bir Arap gibi uygulayamayacağının farkındadır. Bu yüzden kabuğa değil öze odaklanıp sesine bütün samimiyetini yükler de öyle okur. Dinleyenler ne denildiğini anlamaz; lakin o samimiyetin hatırına ihlasa erer. Çoğu zaman bu ses ve okuyuş, muhatabının gönlüne işler...

    Sultan Murat Camiinin imamı Türk tarzı okuyor, okuduğu kalbe dokunuyordu. Bununla beraber bir yandan da bu ses ve okuyuşu nereden hatırladığımı düşündüm durdum. Çok da uzun sürmeyen ilk rekat boyunca çok değişik duygular yaşadım. Ben namaz mı kıldım, o beni mi kıldı bilemem; ama o ses ve kıraatin sahibini hatırladım. Sonraki üç rekatı ne sen sor, ne ben söyleyeyim...

    Benim hafızamda Türk tarzının en mümtaz ve mütevazi temsilcisi Akbaş Mehmet Hocadır. Bunun böyle olduğunu 2006 yılının bir yatsı namazında Sultan Murat Camii'nde fark ettim...

    Akbaşın Mehmet Hoca Türk tarzının belki de son temsilcisiydi. Bunu tamamlayan dikkat çekici ve üzerinde durulması gereken bir başka özelliği de samimiyettir. Ya da samimiyet Türk tarzının ayrılmaz parçası olduğundan bizim dikkatimiz çekiyordu Hocanın samimiyeti. 

    Bazen sadelik ve yalınlık biçimine bürünen bu içtenlik duygusu onun kıraatine o kadar hakimdi ki kendini hiç bir zaman hissettirmeyecek kadar törpülenmişti. Onun Kur'anını dinlerken şunu anlardınız; sesi ağzından çıktığında muhatap kulakları aramaz, yolunu kaybetmiş divaneler gibi oraya buraya çarpmaz, kırıp dökmez; ama nereye varması gerekiyorsa oraya varır, müminlerin kalbindeki baş köşeye otururdu. İşin garibi bunu kimseye çaktırmazdı, ne oluyorsa bir anda olmuş bulur, manasını bilmeseniz de ayetullahı içinizde hissederdiniz...

    Mehmet Hoca'nın tilavetindeki bu sırrı eskiler hemen fark etmiş. Berberahmet (Ahmet Kabadayı)dan rivayet ediyor. Hacapdıramanların Mehmet Keleş Hoca dermiş: "Zevkli bir Kur'an tilaveti istersen abdest alıp alıp Akbaş Mehmet Hoca'yı dinleyeceksin."

    Hocanın samimiyeti yalnız sesine sinmiş değildi. Oturuşu, kalkışı, yürüyüşü, konuşması... hasılı bütün insan ilişkilerinde bu hali gözleyebilirdiniz. Yalnız zaman zaman bu içtenlik, tevazuya dönüşürdü. Haline baksanız iddiasız biri olduğunu hemen anlardınız. Belki de onu önemli kılan özelliği budur; insanlar arasında ne kadar küçülürseniz, o kadar büyüyorsunuz... O kendini hiç büyük görmedi, sıradan biri saydı, öyle yaşadı. Hafız idi, lakin bunu kimsenin gözüne sokmadı. Anıtkaya'nın beş camisinde imamlık yapan tek hoca olmasına rağmen, oğlu Ömer Karakaya demese bunu bilemezdim...

    Hoca Emmi meselesine gelince... Başkalarının ona nasıl hitap ettiğini bilmiyorum, ben böyle derdim. Bunda Körhoca Dedemin talebesi olmasının payı mutlaka vardır. Bizim ailede ona, dedemin yadigarı gibi bakılırdı. Bu yüzden 1979 yılındaki hatim duama "Git Hocaemmini de ünne" dedikleri günden beri benim Hoca Emmim idi...

    Doksanlı yıllarda çocuklar çığırdıkça, nazar diye Çerçilerin Eşe Nineye okuturlardı. Rahmetli bir gün demiş "Çok şiddetli nazar var okumakla geçecek gibi değil, gidin Mehmet Hoca bir şeyler yazıversin..."  Esasında Hoca Emmi böyle şeylerden rahatsızlık duyardı. "Dedenden öğrendiğim bir tılsım var, şimdi ben onu yazayım, sen daha okunaklı ve düzenli yazıp çoğaltır, ihtiyacı olana verirsin. Bir daha bana böyle şeyler için gelmeyin" demişti. Yazdığı şeyi hala saklıyorum...

    İçimizden biriydi... Formel eğitim almamış, alaturka/Türk tarzı bir Hafız idi. Hıfzettiği, ona vakar kazandırmış ama kibirlendirmemişti. Hafızlığına işaret edecek bir kisvesi yoktu. Zorluyorum hafızamı, ama dışarıda takkeyle dolaşır görüntüsünü hatırlamıyorum. Gözümün önüne hep sıradan Anıtkayalılar gibi kasketli haliyle geliyor...

    1937 Yılında doğan Mehmet Karakaya, namıdiğer Akbaşın Mehmet Hoca yahut benim Hoca Emmim 2009'da vefat etti...