O yıllarda iki de kız kardeşi var, Havva ablası ve Güllü... 1917'de küçük kardeşi Ahmet doğacak, ama aralarında on yıl var. Bu yüzden yaşça yakın olan Havva ablasıyla oynarlarmış.
Böbü dedenin Hicaz'da vefat ettiği ve sonrasında ülkede bitmez tükenmez savaşların kızıştığı yıllar... Çocuklukları böyle bir dönemde geçiyor... Havva ablasıyla evde oyun oynuyorlar. Bu sırada ablasını biraz kızdırmış mı ne... Nihayetinde ikisi de çocuk... Havva elindeki makası kardeşine doğru atmış. Nereden bilsin elim bir kazaya yol açacağını... İbrahim'in gözüne saplanmış ve olan olmuş... Bundan sonra çocuğun bir gözü yok, kör yani...
Kör İbrahim'i (o dönemde de bu kısaltması kullanılıyorduysa Kör İban) bu haliyle hafızlık talimine yönlendiriyorlar. Onun öğretim hayatıyla ilgili fazla bilgi yok. Eğret dışına çıkmadığı anlaşılıyor, eğer böyleyse Gocacami yanındaki Medresede okuduğu düşünülebilir. Kronolojik bakılırsa son yıllarında Mücellit Ahmet Efendi'den, daha çok da Eğretli Cemal Hoca'dan ders almış olmalıdır.
Bu dönemde İbrahim'in yaramazlığından, haylazlığından çokça söz edilir. İlk zamanlarda pek ders çalışmazmış, bu tembelliği haylazlıkla birleşince hocalardan, kalfalardan iyi dayak yemiş. Dayak denildiğinde falaka anlaşılmalıdır. Bu sebepten ayaklarının şiştiği, yürüyemez duruma geldiği için kaç kere anasının sırtında medreseye gittiğini anlatıyorlar.
Nazik Hanım ders için sırtında taşımış çoğu zaman. Yalnız ayak tabanlarının şiştiği için yürüyememesi sadece falakaya bağlı olmayabilir. Çünkü İbrahim'in ayak tabanlarının su toplaması biçiminde kendini gösteren bir hastalığı da vardı. O güne kadar görülmeyen bu rahatsızlığın kalıtımsal ve kaynağının da Nazik Hanım olduğuna inanılıyor. Aile çocuklarının en az birinden devam etmek suretiyle Nazik Ninenin torununun torununun torunlarında bugün hala görülmekte... O gün için yalnız kör oğlu İbrahim'de bulunduğundan ırsi bir hastalık değil, falaka dayağının izi diye düşünmüşler.
İbrahim'in öğrenim sürecinde gözlenen özelliklerini sadece tembellik, şımarıklık ve haylazlık gibi olumsuzluklardan ibaret diye düşünürsek yanılırız. Çok nadirmiş, ama biraz çalıştığında dersini hemen kavrarmış. Hatta çalışmadığı halde bazı sabahları öğrenmiş olarak uyandığı, dersi rüyada kavrama gibi olağanüstü hallerinin görüldüğünü de söylüyorlar.
Medrese yıllarının ne kadar sürdüğü bilinmiyor. Bu arada 1917 yılında bir kardeşi oluyor, vefat eden Böbü dedenin adı olan Ahmet ismini koyuyorlar. Ahmet'in çocukluk yıllarında İbrahim oyun ve öğrencilik çağını tamamlamıştı. Kendisine hiç molla dediler mi bilmiyoruz, ancak 'Kör Hoca' olarak lakaplanmasına daha bir kaç yıl var...
Yunan'ın köye girdiği 1921 yılında 14 yaşındadır. Bu yaştakiler delikanlı kabul edilip kendisine sorumluluk yükleniyor o yıllarda. Kesin tarihi bilinmiyor, babası Hacı Arif de ölmüş olabilir. Yani İbrahim mecburiyetten sorumluluk almış olabilir, Yunan'ın köye girdiği gün, Araplı değirmeninden geliyormuş. Un yüklü arabayı fırının ardındaki gölet civarına çekerken çok öfkeli olduğunu anlatırmış Nazik Hanım... Son zamanlarda ayrılmaz parçası haline gelen öfke, ölene kadar yakasını bırakmayacaktır...
Kurtuluştan sonra artık 'Kör Hoca'dır... Gerçi 1925-35 arasında hocalık yaptığından emin değiliz. Olsun, Eğret'te lazım gelen eğitimden geçmiş, üstelik de hafız olmuş herkese hoca derler...
Körhoca aynı zamanda ailenin de reisidir bu dönemde. Hacı Arif öldükten sonra anası Nazik Hanım iyiden iyiye otoriterleşmiştir, ama riyaset için bir erkek lazım olduğunda o kişi Körhoca'dır... Neden olmasın ki, ileşberlikle ailenin geçimini sağlayan da kendisidir...
Nazik Nine hoca oğlunu Hassönlerin Hacı Efe kızı Fatma ile başgöz etti. Oğluna el kızı alacak değildi, Fatma onun yeğenidir... 1927 yılında ilk oğlu dünyaya geldi, babasının adı olan Arif ismini verdiler. Çocuk daha palazlanmadan, üç yaşlarındayken Fatma Hanım vefat etti... İkinci olarak Hakkıların kızı Fadime ile evlendi, o da Guycuların Abdurrahman'dan ayrılmıştı... Bu arada küçük kardeşi Ahmet de evlendirildi ve ayrı bir eve çıkarıldı. 1940'lara dayanan bu süreçte soyadı uygulamasında Varlı soy ismi alındı.
Kuran'ın pek garip kaldığı bu dönemde İbrahim'in gayrı resmi hocalığı iyiden iyiye pekişmiş. Gocacami yapıldıktan sonra emektar Cumacamisi bakıma alınmıştı, Yunan defolup giderken onu bir virane olarak bıraktı. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde tek camili Eğret'te pek de hocaya ihtiyaç bulunmuyordu. Ama Tekke ve ona bağlı medresenin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat filan derken Kuran öğretiminde ciddi bir boşluk oluşmuştu. Evlerde ve odalarda gizli saklı bireysel gayretlerle bu boşluk bir nebze doldurulurken onun gibi hocalarla birlikte Körhoca'ya da büyük iş düşüyordu. Tekparti dönemi sonlarına kadar bu böyle devam etti.
Ben 1980 yılında Naymelerin İbrahim Kırbaç dedeye Kuran okumaya gidiyordum. Ortaokula devam ettiğim için ayrıca Kuran Kursuna gidemediğimden Ninem Kuran'ı böyle öğreneceğimi düşünmüş ve ona göndermişti. İbrahim Dede bir müddet sonra 'Yaşım ilerledi, kafam götürmüyor bundan sonra gelme, başka birisi okutsun' dedi. Karısı Rahmetli Nazik Nine hemen müdahale etti ve 'Onun dedesi nasıl seni okuttuysa, sen de onu okutacaksın!' dedi de hatim edene kadar derse devam etmiştik. Meğer hocam, Cumhuriyetten hemen sonra dedemin Kuran öğrettikleri arasındaymış...
Körhoca'nın asıl nam saldığı dönem Tekparti döneminin sonuyla başlar. Artık korkmadan, eşgare Kur'an dersleri başlamıştır ve ayrıca Susuz ve Cumalı macur köylerinde hoca ihtiyacı başgösterince akla Körhoca gelmektedir. Fakat ondan önce 1940'lı yılların sonlarında Körhoca'nın İblak imamlığı vardır. Hayatında çok önemli bir yere sahip olacak ayrıntıyı da içinde barındırdığı için bu hususa birazdan eğileceğiz...
Kendisi 8-9 yaşlarında olduğuna göre 1949-50 yılı olmalıdır, babamdan dinlemiştim. Dipçatalüyük'te orak biçiyorlar. Çataltepe'nin kuzeyinde göğemler var, babam göğem topluyorum, öküz çeviriyorum filan diye eğleniyormuş. Öğleye doğru 'Ben köye gideceğim' diye hazırlık yapmaya başlamış. O sırada her nedense köyde namaz kıldıracak hoca yokmuş, amacı öğle namazını kıldırıp gelmek... Ninem bu fikre karşı çıkmış; bir saat git, bir saat gel, yarım saat de namaz... En az iki üç saat gidecek, oysa biçilmesi gereken bir ekin var, oğlan da küçük... Dediğini yapmış, ta oradan köye namaz kıldırmaya yürümüş...
İblak imamlığına gelince... Bu, 1947 yazında başlayıp bir kaç yılı içine alan bir dönemmiş. Bilindiği gibi İblak (İlbulak) o dönemde tam bir koyunculuk merkezidir. Elli civarında ağıl, yüze yakın sürü ve bunların çobanları dağda müthiş bir hareketliliğe sebepler. Bu rakamlar sadece Eğret'e ait... Dağa komşu başka köyleri ve bahardan güze kadar orada yaylayan Aşiret yörüklerini de düşündüğünüzde adeta bir İblak köyü karşımıza çıkıyor. Nasıl Eğret köyü kuzeyden güneye uzanan genişçe bir alana yerleşmişse, İblak ahalisi de doğudan batıya daha geniş bir alana serpiştirilmiştir. Bu yüzden Bahçecik ve Almalı semtleri diye ikiye ayrılsa yeridir. Ayrılmış da zaten... Çünkü fiziki olarak her daim bir araya gelmeleri çok zor, bir uçtan diğerine yürüsen dört saatini alır.
Almalı tarafında Böbülerin ağıl var, Emmisi kızının çocukları olduğundan Körhoca'yı tercih etmişler ve o yılın teravih namazlarını kıldırmak üzere onu tutmuşlar. Böylece İblak Ramazan imamlığı başlamış. Bir ayı dağda geçirmiş. Ahali gündüzleri işinde gücünde, mal peşinde veya uykuda, gece vakti geldiğinde teravihteymiş. Körhoca da gündüzleri dağda dolaşır, vakit geçirirmiş. Almalı'ya konan Yörük obasının reisi Kara Ahmet ile öyle tanışmış, sohbetler etmişler, dostluk kurmuşlar. Ramazan sonunda arefe günü ücret olarak herkes bir şeyler veriyor, hak dedikleri bu. Yani önceden belirlenmiş bir ücret yok. Garaahmet bir dana vermiş, kabul etmemiş dedem. Beş on koyun keçi vermiş, hayır demiş... 'Hiç bir şey istemem, vereceksen şu cebindeki saati ver' demiş. Demiryolu/Serkisof marka köstekli saatini vermeye de Garaahmet yanaşmamış... Öylece ayrılmış dağdan ve köye dönmüş. Ertesi gün Eğret'e bayramlaşmaya geldiğinde bu çok sevdiği saatini yeni dostu Körhoca'ya bırakıp gitmiş. Bu saatin dedemin hayatında özel bir yeri olacaktır, vakti geldiğinde anlatırız. Kurulan bu dostluk da çok sürmüş, böylece açıkhavada teravih kılmaya elverişli yıllarda Körhoca hep İblak imamı olarak orada bulunmuş. Diğer zamanlarda Garahmet onun ricasını hiç geri çevirmemiş...
Garahmetin yakınlarında Almalı'da -ihtimal onun obasından- bir kocakarı varmış. Peynir tereyağı filan yapıp satarmış. Küçük bir çevre/bohçada sakladığı parayı orman içinde düşürmüş. Dedem gündüzleri eli boş olduğundan can sıkıntısı içinde oralarda dolaşırken parayı bulmuş. Doğruca götürüp Garahmet'e teslim etmiş. Para kimin olduğu bulununca Dedem saymalarını söylemiş ama Garahmet şiddetle buna karşı çıkmış. Aralarında böyle de bir güven var...
Bir keresinde daha yaşı küçük babamı mantar toplayıversin diye köyden gönderiyor. Dediğine göre indiğinde tekrar eşeğe binemeyecek kadar küçükmüş babam. Garaahmet 'Netcemiş mantarı' diye, bir oğlak kesip heybenin iki gözüne koyuyor ve babamı da eşeğe bindirip gönderiyor. Ertesi gün dedem tekrar göndermiş babamı ki ille de mantar yollasın... O da toplayıp gönderirmiş mantarı...
Macur köylerindeki imamlığı 1950'li yıllarda başlamış. Galiba önce Susuz'a, sonra Cumalı'ya gitmiş. Orada ne kadar kaldığını bilmiyorum, yalnız Susuzosmaniye'de sonraki köyden daha fazla hoca durduğu biliniyor. Her ikisinde de kalıcı dostluklar kurmuş. Galiba 60'ların başına kadar süren bu vazife esnasında bu denli kalıcı ilişkiler tesis edilebilmesi mühimdir. Çoluk çocuğu ile tesis edilen bu sıcak bağlar sayesinde daha sonraki dönemde de dostluklar devam etmiş. Mesela anamı gelin ederken Macurali dedem biraz sıkıntı çıkarmış, hatta meydan okumuş gelini almak için Körhoca'nın bahşiş vermeye gücü yetmeyeceğini filan söylemiş. O zaman Susuzlu bir Macur misafirin hatırına gelin çıkmasına izin vermiş. Yani hocalık vazifesi bittiği halde o köylerden düğüncü misafirleri olurmuş, gelip gitmeler eksik olmazmış. Hatta Dedemin vefatından sonra Arif Emmim, Ninem ve Halam ile Cumalı'ya dost ziyaretine gittiğimizi hatırlıyorum, o kadar sıcak karşılandık ki...
Köyler yakın olduğu için bazı zamanlarda Ninem köyde olurmuş, ne de olsa orada Mevlüt Emmim ve ailesi bulunuyor. Ayrıca Nazmiye ve Rüştiye halalarım da köydeler... Öyle zamanlarda babam ile dedem yalnız kalırlarmış. Köyün hangisindeydı bilmiyorum, bir Ramazan günü yaşanan olay fıkra gibi anlatılır durur.
Bu arada kızdığında biraz ağzının bozulduğunu da söylemek lazım. Fakat Macur köylerinde hitap sözü olarak kullandığı 'macur' kelimesinde hakaret ve aşağılama anlamı yoktur. Nitekim onlar da babama 'manav çocuğu' derlermiş.
1950'li yıllarda Körhoca'nın Kuran öğretimi ve hafızlık eğitiminde bir yoğunluk göze çarpıyor. Bunun gizli saklı yapıldığı zamanlarda sadece okumayı öğretmekle yetinmişlerdi. Serbestlik döneminde ise kabiliyeti olanlara hafızlık talimine ağırlık verilmiş. Yalnız Cumhuriyet dönemindeki alfabe değişikliği, Osmanlı döneminde alınan belgelerin geçersizliği gibi engelleri aşmak uzun sürmüş, ancak 1960'lara doğru belgeyi alabilmiş. Bununla beraber belgem yok diye öğretim faaliyetlerinden hiç geri durmamış.
Bu dönemde göze çarpan iki önemli talebesi Daldalların Garaiban İbrahim Honça ve Akbaşın Mehmet Karakaya olmuş. Garaiban genç yaşta vefat etmiş, ama Akbaş Mehmet Hoca 2009 yılına kadar, vakur kişiliği ve içli kıraatıyla onun yadigarı olarak Körhoca'yı hatırlattı.
Bu dönemde odalarda yetişkinlere Kuran öğretmeye devam etmiş... Yeşilömerlerin, Hacıların ve Veyislerin odalar bu merkezlerdenmiş. Bizim mahallede sonradan Macuralinin diye bilinen Banguşun odada da çok kişiyi okutmuş. Dediklerine göre odanın müdavimi olan herkes Körhocanın rahle-i tedrisinden geçmiş. Aliosmançavuş (Haykır) dışında herkese öğrettiği söyleniyor...
Gençlere ve çocuklara ise evinde ders vermiş. Fakat bu 60'lı yılların sonunda, ömrünün son yıllarındaymış... Kız çocukları için ninemi kalfa, anamı ise çırak tayin etmiş. Sabah gelen çocukları anam çalıştırır, ninem dinler, Körhoca ise son dinlemeyi yaparak yeni dersini belirler veya daha çalışmasına karar verirmiş. O günlere dair hayal meyal bir hatıra zaman zaman gözümün önüne gelir, ama net değil. Tunanın Ayşe diye seslendikleri bir kıza beni avutması için teslim ediyorlar, ben de onun saçını başını yoluyorum... Tuna ile dedemin anaları tarafından akraba olduğunu sonradan öğrendim...
Bizim köye has bir dini-kültürel seremoni olan sınır çizme olaylarında da hep ön safta yer almış. İki hafız gerektiren bu törende okuyuculardan biri Körhoca diğeri de Laz Abdullah hoca olurmuş. Kendisinden sonra talebesi Akbaş Mehmet hocanın bu geleneği sürdürenlerden biri olması da düşündürücü...
1960'lı yıllarda ihtiyarlık alametleri iyiden iyiye kendini göstermeye başlar, prostattan muzdariptir. Hastanede çalışan Curak Mehmet Kirkit'in öne düşmesiyle ameliyat olacaktır. Curak bir muziplik yaparak doktora dedemden bahseder ve kızdığı zaman nasıl tatlı tatlı sövdüğünü biraz da abartarak anlatır. Hesaba göre tahrikkar sözleriyle doktor hastasını çileden çıkaracak, sövdürmeden ameliyata geçilmeyecektir. Ayarlandığı gibi dedem vardığında başlar dikine dikine konuşmaya... Bir iki derken sabredemeyen Körhoca basar kalayı doktora...
Prostat halledilir... Fakat Körhoca'yı asıl yatağa düşüren ve bir daha iflah etmeyen asıl rahatsızlık kaynağını sonradan öğrendim. Doğvelinin Mehmet Varlı, Davılcıarifin Süleyman kızını istemek üzere dünürcü olmasını istemiş. Onun için önemli, çünkü başta büyük yok ve de Neslihan'ı ona verimkar değiller. Dedem ise hem emmisi, hem hoca, hem sülale büyüğü ondan iyi dünürcü mü olur... Ayrıca Süleyman Azbay Körhoca'nın anası tarafından akrabası... Dedemi ikna etmek zor olmuyor...
Varıyorlar kız evine... İki tarafın ve orada bulunanların büyüğü olarak Hoca Emmilerine izzet ü ikramda kusur etmiyorlar. Henüz sebeb-i ziyarete geçilmeden kumdakta bir çocuk getiriyor ev sahibi ki Körhoca okusun. Taze çocuklara okumak adettir ya, bir de nefesi kuvvetli Hocaemmi buradayken değerlendirmek istemiş olmalılar... Dedem dualarını okumaya başlamış. Okumaya dikkatini vermişken kucağındaki çocuk kıpırdamaya başlayıp kumdağını gevşetmiş. Bunlar normal şeyler, okuyor dedem... Bu arada çocuğun etekbezi iyice açılmış ki bir de ne görsün, çocuk tüylü bir köpek eniğine dönüşmüş. Körhoca şokta... Ne düşüneceğini ne duyacağını bilememiş. Biraz da suçluluk duygusu var, acaba okuduklarının tesiriyle büyü sihir gibi bir şey mi oldu, çocuğun bu hale gelmesinden kendisi mi sorumlu... Değişik şeyler geçmiş bir anda aklından ve işin doğrusu çok korkmuş, aklını aldırayazmış...
Derken Süleyman Dayı ve evin diğer sakinleri gülüşmeye başlamışlar. İşin aslını biliyorlar, evsahibi kendince bir şaka hazırlamış ve çocuk diye bir köpek eniğini sarıp Hocanın kucağına vermişmiş... Bu şakaya çok sinirlenen dedem küfürler savurarak orayı terk etmiş... Bir daha bu dünürcülük olayı ile ilgilenmemiş, ama orada yaşadığı şokun etkisini de söküp atamadığını söylüyorlar, psikolojisinde ciddi bir iz kalmış... Böyle böyle kabir kapısına yaklaştığını hissetmeye başlamış...
Peygamber döşeğinde ne kadar yattığını bilmiyorum. Son gün yaşananlara ise ayrıntısıyla vakıfım diyebilirim; zira değişik kaynaklardan defalarca dinledim, onları anlatacağım. Ben hatırlayacak yaşta değilmişim o zaman...
Hocadedemi hayal meyal sisli bir hatıra olarak canlandırabiliyorum... Paşaların avlu duvarı dibinde uzanan söğüt ağaçlarına oturmuş, ben de kucağındayım... Seviyor mu, pışpışlıyor mu, avut diye kucağına bırakıp gitmişler mi beni bilemiyorum... Hafızamdaki bu görüntü o kadar bulanık ki sakalının farkındayım ama kör gözünü filan seçememişim... Bu kadar... Beni çok sevdiğini, doğduğumda dayımla isim koyma tartışması yaşandığını, dedemin isteği doğrultusunda İbrahim adı verilerek Metin isminin elendiğini filan sonradan öğrendim. Dolayısıyla ikibuçuk yaşımdayken onun öldüğü günü bilmem mümkün değil...
O gün boyu aynı ruh halindeymiş. Bu yüzden İzmir'deki Mevlüt Emmimi çağırtmış, ama telefon filan yaygın olmadığı için irtibat kurmak gecikmiş.
Macurali dedem de sürekli yokluyormuş kendisini... Hem komşusu hem dünürü sonuçta... Akşamüstü yine uğramış. Başucunda otururken ezan okunmaya başlayınca saatini kurmasını istemiş. Hani şu Garaahmet'ten aldığı meşhur ve mübarek saatini... Ölüp giderken bile saatinin kurulmasını istiyor...
Biraz sonra Mevlüt emmimi sormuş babama, yolda olduğunu duyunca 'yetişemez' demiş. Sonra 'Ardımdan şunları bağırttırma' diye halamları göstermiş. Ölüm süreci belirginleşince Arif emmim 'Baba Allah de!' diye telkine girişince azarlayarak ona da sükunet tavsiye etmiş. Bir müddet sonra o sükunet içinde 'Allah!' diyerek ruhunu teslim etmiş...
63 yaşında vefat eden Böbüdede'nin torunu, Hacıarif'in oğlu Körhoca İbrahim Varlı'nın cenazesi kapısının önünden geçerken, Aşşağılı Efemehmet onu uğurlamaya çıkmış. Yaşlı gözlerle ardından el sallamış omuzlarda yürüyen tabutun... Aradan fazla geçmemiş, 30 Aralık günü de onu kefenleyip uğurlamışlar...