Çeyiz/çeñiz evini anlatırken Fadime Taşkın'dan böyle söz etmişim. Yaşı kırkın üzerinde olan herkes bilir, fakat ancak ellinin üstünde olanlar asıl kimliği ve etkisiyle onu tanıyabilirler. Delifadime Eğret düğünlerinin baş karakteridir; onsuz bir düğün, çeyiz evi düşünülemezdi. Bu özelliğini bir yana bırakıp onu diğer yönleriyle tanımak ve tanıtmak istiyorum.
Askerden temelli veya izne gelişinde Nuri doğal olarak heyecanlıdır, bunun sebeplerinden biri de taze kızını ilk defa görecek olması. Fadime sancaktaymış daha, 'Fadimem!' deyip öyle bir bağrına basmış ki çocuğu, orada belinlediğini söylüyorlar. Tabi o vakit pek farkedilmemiş, ama büyüdükçe gözünün kaydığı anlaşılmış. Sonraları ise hiç büyümeyeceği, zeka yaşının hep 6-7'lerde kalacağı belli olmuş. Bundan sonra hep 'Deli Fadime' diye bilinecek...
Son zamanlarında en yakınında bulunan ve onun bakımıyla ilgilenen kardeşinin gelinine, Muhsine Taşkın'a sordum 'Peki sizce deli miydi?' Kesinlikle ona deli denilemeyeceğini söyledi. Başka bir dünyanın insanıymış, bizimkinin değer yargılarına göre düşünürsen normal değil, ancak hangi dünyanın insanı daha makbul olduğunu kim nereden bilecek.
Onun dünyasında normal olan, ancak bize tuhaf gelen değişik davranışları varmış. Bir defa bazı duyuları bize göre daha çok çalışırmış. Özellikle işitme duyusu böyleymiş. Misal yaklaşan birinin kim olduğunu ayak sesinden çıkarabilirmiş. Daha onun sesini işitmeden 'Filanca geliyo' diye haber verirmiş. Bu özelliği gözlerinin iyi görmemesine bağlanabilir, malum bir duyunun eksikliği başka birinin gelişmesini netice vermek gibi doğal gerçek var; ancak tek açıklaması bu olamaz...
Bazı davranışları sebebiyle onu Kırkalı Ahmet'e benzetirim. Özellikle saflığı, kötülüğe yabancı karakteri ve ille de neşeli yüz yapısıyla ikisi birbirine öyle benzerlerdi ki... Hatta dudak kenarlarında biriken kefler bile öyleydi. İkisinin yüzüne de gülümseme hakimdi, öfkeli, morali bozuk, suratı asık hallerini hatırlamıyorum. Bir köşede aleyhlerine konuşulsa bile bunu duymazlar, daha doğrusu Allah onlara duyurmazdı. Düğün evinde ve kahvede ikisinde de böyle bir durumu bizzat gözlemledim. Yüksek sesle 'deli, kokar' gibi aşağılayıcı sözleri alenen söylediklerinde ikisinde de hiç bir ruh değişikliğine şahit olmadım. Duymamış gibi devam ettiler, belki de duydukları halde üzerlerine alınmadılar...
Yalnız Kırkalı üstbaşına filan pek dikkat etmezdi, oysa Delifadime temizlik konusunda çok titizlenirmiş. Kardeşi Gocabıyık Tekeli'nin evinde kalıyor ya, her sabah avluyu baştan başa süpürür tertemiz eder, ebir gübüre tahammül edemezmiş. Temizleme işi bittikten sonra lazım gelen başka işlere koşturur, misal odun keser, sonra o iş mahallini tekrar temizlermiş.
Bireysel temizliği konusunda da aynı hassasiyete sahipmiş. Yıkanmaya başladığında kolaya kaçıp kısa kesmez, sabun bitene kadar devam edermiş. Hamama bir kalıp sabun götürür, o bitmeden çıkmazmış. Banyoda ölçü birimini sabuna göre ayarlamak bize göre tuhaf bir davranış olabilir, ama onun normali böyle...
Çamaşır veya halı kilim yıkamada da durum aynı. Dediklerine göre Omarcık Çeşmesine bir kilim götürür, akşama kadar onunla cedelleşirmiş. Kah çiğneyerek, kah döverek, kah sağa sola çarparak o bir kilimle akşamı eder, bir güzel yıkarmış.
Temizlik takıntısını insan seçmeye kadar vardırırmış. Mesela başkasının kendisini sabunlamasını, keselemesini beğenmezmiş. Herkesin pişirdiğini de yemezmiş. Fırına gidermiş mesela, pişirilen pide bükme börek gibi şeylerden orada bulunanlara ikram adettendir. Temizliğinden emin olmadığı birinden gelmişse, o ikram edileni yemez, çaktırmadan köpeğe filan verirmiş.
Namaz kılar mıydı diye sordum. Kılarmış, ama düzenli namazlardan değilmiş kıldığı, işte kafasına estikçe... O namazlardan birinde, önünden değil yanından geçen birine kızmış, hatta vurmuş, dikkatimi dağıtıyorsun diye... Düzenli değil, ama böylesine de şuurlu bir namaz...
Eğret düğünlerini gerçek düğüne çeviren Delifadime'ye geri dönelim. Bir şeyi vurgulamayı unuttuk; orada türkü söylerken bir yandan da mutlaka tef veya tepsi gibi bir şey çalıyor. Oyunda ritim tutmak için şart olan bu basit çalgı olmadan olmuyor. Bu özelliğiyle Delifadime Ege köylerinde çok bilinen Tefçi Kadın kimliğine bürünüveriyor. Eğret'in bir kaç tefçi kadınından belki de en önemlisi...
Oyun havası türküleri haricinde başka türküler söylerken tefe gerek yok, ama tefle daha güzel söylermiş. Tabi bu türküleri kendisinin yaktığını bir kere daha söyleyelim. Zaten onlar bunun için değerlidir. Bununla beraber Delifadime'nin yaktığı türkülere örnek gösterebileceğimiz birini bile hatırlayan yok. Yalnız onların içeriğinde herkes hemfikir; sevdiğine kaçan genç kızlar... Her kız kaçırma olayını mutlaka türküleştirir ve en yakın düğünde söylermiş. Ondan sonra isteğe göre başka düğünlerde de seve seve icra ediyor...
Yakılan türkülerden hatırlanan yok, amma onunla adeta bütünleşen bir kaz tekerlemesi var ki burada onu zikretmezsek hikayenin bir yanı eksik kalır. Düğünlere katkısı kadar sürekli kaz gütmesiyle de meşhur kendisi... Emek harcadığı, onlarla bolca vakit geçirdiği için olsa gerek bu hayvancıklarla değişik bir duygusal bağ kuruyor...
Birisi her nedense kazlara değnek atılamış, kazın birinin ayağına isabet etmiş. Galiba kaz oracıkta ölmüş, ama Delifadime'nin iç dünyasında bu kadar basit değil olay. Sanki ölen kaz değil, sanki çıkan kendi canıymış gibi o ölüm anını baştan ayağa yaşamış ve yaşadığını söze dökmüş. Adeta hayvandaki iç kanamayı dakika dakika izlemiş, ayaktan başlayarak kafaya kadar gördüğü kararmayı kelimelere yansıtmış ve sevgili iri ve gösterişli kazcığına bir ağıt yakmış:
Dolum dolum dolanıyodu!
Ayağı gara, ayağının içi gara!
O gün iç yangınının ateşiyle yaktığı bu ağıtı zamanla her isteyene mutlu ve saf haliyle tekrar tekrar okumaktan yüksünmezmiş.
Onunla 1960'larda birlikte kaz güden birinin dediğine göre Leylek Alayı adlı türküyü de çok güzel söylermiş. Bugün neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bu türkü aslında ilahi formuyla söylenen bir ağıtmış:
Nereye varırsak yüzümüz paktır
Bizim gözümüze bakmak istemez
Sürmesi kendinden çekmek istemez
Yavrusu yaralanan (bir rivayete göre de ölen) anaç leylek ağzından söylenen bu ağıta yanık bir ses ve içli bir söyleyiş gerek. Bunun ikisine de sahip olan Delifadime'nin ağzına bu ağıtın çok yakıştığı söyleniyor. Şimdi yukarıdaki kara kaz tekerlemesini bu ağıttan esinlenerek yaktığını söylemek yanlış olur mu?..
İstek türkülere geri dönelim... Düğün başlangıcında hayırlı olsun ziyaretini andıran düğünevine gidişini de zikretmek lazım. Genellikle çeyiz asıldığı gün gerçekleşen bu ziyarette istek türküler söyler, sonunda düğüncü bahşişlerini alır mutlu olurmuş. Bunlar bir yazma, bir kaç kuruş madeni para ve bir tabak baklavadan başka bir şey değildir. Baklavayı hemen orada yer, yazma ile parasını eve götürüp saklarmış. Bu küçük hediyelerden o kadar mutlu oluyor ki, başka düğünlerde ballandıra ballandıra anlatıyor... Her yerde reklamının yapılacağını bilen düğüncüler daha o gelmeden yazma ile parayı hazır ederlermiş.
Öldüğünde ondan kalan şeyler, işte bu düğünlerden topladığı bir çuval dolusu yazma ve bir teneke bozuk para imiş. Yakınları talan edip kapışmışlar. Kurtarabildikleri sadece bir sarı yazma ile bir kaç lira olmuş...
Allah özel kullarının yaşamını ve ölümünü de özelleştirir, kolaylaştırır. Bunu bildiğim için ölümünü merak edip sordum. Normal zamanlarda hasta olmazmış zaten de, ölüm döşeğine de düşmemiş. Ramazan ayında oruç ağız ayakyoluna gitmiş, dönüşte avluda yıkılmış. Koşmuşlar, orada ruhunu teslim etmiş, sen sanırsın canı orada kanatlanıvermiş...
Yıl 1996 idi, 73 yaşındaydı... 'Allah'ım ele düşürmedi, tertemiz gitti...'