portreler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
portreler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Aralık 2024

Ali Efe


    Türkmenoğlu Ahmet'i Eğretliler hiç bir zaman bu resmi lakabıyla anmadı, Yörüğoğlu derlerdi. Sonradan bu tabir çoğullaştırılıp çocukları için Yörüğoğlular sülale adına dönüşecektir.

    Kızlarından başka üç oğlu vardı Yörüğoğlunun; Ali, Halil ve İzzet... Küçükler Halil ile İzzet'in arasında bir yaş vardı, ama 1901 yılında doğan Ali abileri onlardan on onbir yaş daha büyüktü. Bunca yaş farkından dolayı kardeşlerine hep ağabeylik yaptı.

    Çocukluk ve gençlikleri Eğret'in harpler, mütareke, işgal günlerindeki yokluk ve diğer sıkıntılarını yaşayarak geçti. Evlenip yuva kurmaları kurtuluştan sonradır. Asıl geçimlerini hayvancılıktan sağlayan köylünün durumunu toparlaması kolay olmadı, çünkü Yunan köyün bütün mal varlığını yağmalamıştı. Üç kardeş herkes gibi nice zorluklara göğüs gerdiler. Bu dönemde evin büyüğü yaşlı babalarıydı, ama işleri yürüten büyük kardeş Ali idi. Zaten Yörüğoğlu Ahmet Tüplek 1938 yılında 64 yaşında vefat etti.

    Babaları vefat ettiğinde 37 ve 27 yaşlarında bulunan Ali ve Halil'e köylüler çoktan Efe lakabını takmışlarmış. Her birini özel olarak Aliefe ve Halilefe diye çağırıyorlar. Bunlar ölene kadar onların özel lakabı olacaktır... İzzet'e gelince, O 1946'da genç yaşta vefat etti.

    Kardeşlerinden yadigar dört yetim yeğenleriyle birlikte koca Yörüğoğlular ailesinden artık iki kardeş Aliefe ve Halilefe sorumludur. Sorumluluğu daha babalarının sağlığında ele aldıkları için pek acemilik çekmeyecekler. Zaten işleri büyük ölçüde yürüten Aliefe idi.

    Aliefe o yıllarda lider kişiliğiyle köy idaresinde de öne çıkıyordu. Delimamın Ali Soydan döneminin İhtiyar Heyetindeyken Muhtar görevi bırakmak zorunda kalmıştı. Birinci aza olarak yarım kalan Muhtarlık görevini tamamlamak ona düştü. 

    Yarım dönemin sonundaki seçimlerde aday oldu bu sefer Eğret Muhtarı olarak yeni döneme başladı. Kendi adıyla özdeşleşen hizmetler işte bu dönemin ürünüdür. Köy boğaları, damızlık at ve eşekler için yapılan özel ahır Aygırhane olarak bilinecek ve o mevkinin de adı olacaktır. Çeşmelerin önündeki kavşakta Eğret Çayı dibine yaptırdığı koyun kuzu yıkama havuzu da mühim eserlerden. Yeni hamam ve Çamaşırhane ise kararı alındığı halde siyasi/idari ömrünün bitmesi sebebiyle yapımına başlanamayan projelerdendir.

    Bunlardan daha önemli bir eser var ki o da Eğret İlkokul binasıdır. Bizim eski Ortaokul diye bildiğimiz bu bina Anıtkaya'nın planlı yapılmış ilk okul binası kabul edilmektedir. Orası yapılana kadar Eğret İlkokulu, Gocacami'nin yanındaki medresede öğretim veriyordu ve fiziki yetersizlik sebebiyle üç yıllık idi. Yeni yapılan bu bina sayesinde beş yıllık ilkokul devri de başlamış oldu.  Yeni Hamamın yan tarafına inşa edilen daha sonraki İlkokul binası yapılana kadar Aliefe'nin yaptırdığı bu ilk binada eğitim devam edecektir.

    1960'lı yıllarda yeni bina yapıldıktan sonra, Aliefe'nin yaptırdığı ilk bina atıl hale gelecekti. Gönlü bu duruma razı gelmedi, üzerinde hiç bir idari vasıf bulunmamasına rağmen orayı tamir ederek Ortaokul açmaya girişti. Canla başla çalışıp 1969-70 eğitim öğretim yılının açılışına Anıtkaya Ortaokulu'nu yetiştirdi... 

    Eşya ve binalarla duygusal bağ kurmakta zorlanmayan Aliefe'nin bu dönemlerde gerek İlkokul gerekse Ortaokuldaki öğretim çalışmalarına önem verip destek olduğunu, en ufak bir başarıdan bile ne kadar mutlu olduğunu şahitleri anlatıyor. Öğrenciler yarışmada derece yaptı diye Bahçecik'te koyun ziyafeti filan verirmiş...

    Köy idaresi ve eğitim sektöründe önde bulundu. Seçimlere girdi; kazandı kaybetti, başarılı başarısız oldu, inişli çıkışlı böyle bir hayatı var. Fakat 1940-70 arasındaki hayatı bundan ibaret değildi. Her şeyden önce ilgilenmesi gereken kalabalık Yörüğoğlular var, dolayısıyla paralel akan bir aile hayatı da bulunuyordu.

    Bir Türkmen/Yörük ailesi olarak geçimleri hayvancılık üzerineydi. Koyun ağırlıklı bu işin ticari yönü olan cambazlıkla da iştigal etti. Etraf köylerden de bu sahada önemli bir çevre edindi. Yörüklerdeki yaylak-kışlak geleneğini uzun süre uygulamışlar. Bahar ve yazı İblak'ın zengin otlaklarında, Eğret'in geniş arazisinde yaylamışlar. Sert kış soğuğunu ise nispeten daha ılık olan Manisa civarında kışlayarak geçirmişler. Bazen trenle bazen de sürüp götürdükleri bu göçler bir kaç yıl devam etmiş.

    Manisa kışlamalarında hem hayvanları yaymışlar hem de yeni kazanımları olmuş. Çevreleri genişlemiş, görgüleri artmış, yeni ufuklar yeni dünya görüşleri kazanmışlar. Oranın insanlarıyla sürekli etkileşim içinde olmuşlar. Aliefe'nin Anıtkaya'da oynadığı kendine has harmandalını orada öğrendiği söyleniyor. Zaten duygusal biri, son zamanlarında bunu oynar ağlarmış. Kim bilir belki eski Manisa günlerini hatırlayıp efkarlanıyordu...

    Çok gösterişli, çalımlı, rahvan bir atı varmış Aliefe'nin. Çobanlığını ve sürü idaresini bu at sırtında yapıyor, ayrıca her türlü ulaşımı da onunla sağladığı için onu sürekli o atla birlikte görüyorlar. Binit bu, günümüzün son model arabası gibi düşünelim... İnsanlar da öyle düşünüyor ve o ata hayran hayran bakıyorlarmış. Hatta Alaşehir'de birisi, karşılığında beş dönüm bağ teklif ediyor da Aliefe razı gelmiyor. Atına o kadar bağlı... Torunları eşyayla, mekanla olduğu gibi onun hayvanla da duygusal bir bağ kurabildiğini söylüyor... Atına duyduğu sevgi de böyle bir bağın ürünü olmalı...

    Zaman böyle ilerlerken 1960 ihtilalinden sonra işleri birden bozuluyor ve iflas ediyorlar. İflas ne demek, bütün sürüsünü kaybetmek demek... Öyle olunca kardeşi Halilefe ile ayrılıyorlar. O vakit, belki ekonomik olarak hayatının en zor günleri başlıyor.

    30 Kile (veya demir) arpayı yardırıp yiygi etmişler. Yanlış anlaşılmasın, mallara değil kendilerine yiygi ediyorlar. Fakat elde kalan hayvanların da karnı doyması lazım, onlar ne yiyecek. Misal beş köpekleri var... Evin idaresini eline alan hem yeğeni hem de gelini Rabia Hanım bu yüzden üç köpeği asarak öldürmüş, sırf arpa ekmeğine ortak olacaklar diye... Hiç olmazsa yal olarak ayıracakları yiygide tasarrufa gidiliyor böylece.

    İşte bu arada çok sevdiği atını da asıp öldürmekle tehdit etmiş Aliefe'yi... Götür sat, kendi yiyecek ekmeğimiz yok, filan demiş... Kadın haklı... Aliefe de öyle düşünmüş ve karışık duygularla varmış Afyon'a... Foto Celal'den atıyla vedalaşmasını fotoğraflamasını istemiş. Arka planda Heykel (Utku Anıtı)nın olduğu bir kaç poz verdikten sonra rahvan atını elden çıkarmış. Köye yaşlı gözlerle onsuz dönmüş...

    Kara gün kararıp kalmaz, o günler de geçmiş. Osmanköylü/Afyonlu ağaya ortak at, kısrak aldırmışlar. O vakitler koşum ve binek atlara çok ihtiyaç var. Üretip ehlileştirip para kazanacaklar. Bahçecik ve Keçiyatakları'nda Metin Tüplek o atları çok gütmüş. Yirmi otuz civarıymış at sürüsünün mevcudu...

    Yazın güderler, kışın Çayırlar bölgesine yılkı bırakırlarmış. Kar yağana kadar hayvanlar oralarda eğleniyor. Bazen Susuzosmaniye mezarlığına girerlermiş yayılmak için. Köyün Koruma'sı kapatır, Anıtkaya'ya pazara geldiklerinde Aliefe'ye haber verirlermiş, böyle böyle diye. Gider, cezasını öder çıkarırmış...

    Atlarla belini biraz doğrultmuş. Sonra sığır buzağı toplamış. Bunları hep torunum güder diye alıyor tabi... Bu kadar fasılasız çobanlığa dayanamayıp İzmir'e kaçtığında Metin 16 yaşındaymış. Aliefe onun peşini bırakacak değil, tutup getirmek için dah etmiş İzmir'e... 'Bir kahvede köylülerini başına toplamış, bir şeyler anlatıp türkü söylerken buldum' diyor Metin Abi... Zaten evvelden güzel türkü söyler, güzel oynarmış... 

    Gönlünü alıp köye dönmeye razı etmiş torununu... Elbette aralarında çobanlık yapmayacağına dair anlaşma da olmuş... Bundan sonra oğlu Musa Tüplek'in koyun çobanlığı serüveni var. 

    Aliefe mi? O, 1982'de 81 yaşında vefat etti. Diğer torunu Bıçakçı Cengiz Tüplek, ALİEFE marka bıçaklar yapıyor. Logosunun bir yanında harmandalı oynayan bir efe figürü, diğer yanında Aliefe'nin doğum tarihi 1901 ifadesi yer alıyor... Aliefe bir şekilde yaşıyor...




25 Kasım 2024

Ercebin Üseyin


    Şimdi Bilaller olarak bilinen sülale aslında Tekelilerin bir koludur. Bu koldan gelen Tekelioğlu Hüseyin'in dört oğlu var, en büyükleri Recep. (Küçükleri zaten malum Apil/Abdil Kaynar, Mehmet Kaynar ve Ömer Kaynar.) Eğretliler onu Ercep diye biliyor, aynı adı taşıyan başka kimse bulunmadığı için Ercep dendiğinde akla sadece o geliyor, Bilallerin Ercep demeye bile gerek yok yani.

    Ercep, Arapşükrü (Şükrü Zenger)in ablası Fadime Hanım ile evlendi. Bundan sonra Fadime Hanım da Ercepgarısı diye bilinecektir. Son zamanlarını hatırlıyorum, adını hiç anmadan kendisinden böyle bahsederlerdi. 

    Bunların bir oğlu ve üç de kızları oldu. Çocuklarının en büyüğü olan 1927 doğumlu oğluna, kendi babasının adı olan Tekelioğlu Hüseyin'in adını verdi. Soyadı Kanunu sonrası Hüseyin Kaynar olan bir evin bir oğlu, evlenmeden askere gitti. 

    1949 Kışında izinli olarak köyüne gelmişti. İzin günlerinde değirmene buğday öğütmeye gitti. Zemheriydi... Hava çivi gibi... Eğret, tarihe 'goca kar' diye geçmiş uzun süren karlı günlerden birini yaşıyordu. Kasım'da yağan kar hala kalkmamış, Hıdrelleze kadar kalkacağa da benzemiyordu.

    O yıllarda en yakın değirmenler Araplı-Gecek hattında bulunuyor... Ununu öğütüp yükünü arabaya yüklediğinde kar yağıyordu, Bayramgazi rampasını kavradığında şiddetlendi. Bayramgazi'ye geldiğinde ise tipiye çevirdi. 

    Tepedeki bu köyde biraz mola verip hem kendini hem öküzlerini dinlendirdi. Bu arada tipi şiddetini artırmıştı. Buna rağmen yola koyulmak isteyince oradan 'Bu havada yola çıkılmaz' diye durdurmak istediler. Israr edip datdedi öküzleri...

    Çirçir civarına geldiğinde tam olarak nerede olduğundan habersizdi, göz gözü görmüyordu. Öküzler de zorlanmaya başlamış, zaman zaman tekerler dönmez olmuştu. Zikkeyi çıkarıp boyunduruğu serbest bıraktı. Un derdinde değil, can derdindeydi artık.

    Arabayı öylece bırakıp öküzleri yedmeye başladı; ama tamamen tersi devrilmişti. Artık nereye gittiğini bilmiyordu... Ertesi gün buldular cansız bedenini... Mübarek Cuma günü... Uzundere'de Yataklar'a doğru bir ağacın altında, başka bir rivayette bir kayanın kuytusundaydı... Boyunduruktaki öküzleri de yanında...

    Bayramgazi'de durdurmak istedikleri, köylülerin beyanıyla sabittir. Donmuş bedeninin bir kuytuda bulunduğu da... Yalnız arada Hüseyin'in yaşadıkları tahminden ibaret... Cuma namazından çıktıktan sonra aramaya koyulan Eğretliler onu boyunduruktaki öküzlerle o halde bulunca böyle yorumlamışlar. 'Öküzleri yedeğine almayıp serbestçe sürseydi, hayvanlar onu eve kadar getirirdi' türü yorumlar da hala yapılıyor. Lakin bütün bunların faydası yok...

    Daha Bayramgazi'ye gelmeden değirmencilerin de yola çıkmaması gerektiğine dair uyarılarına muhatap olmuş. Onlara o gece sözünün olduğunu, söz kesileceğini, ne olursa olsun köye ulaşması gerektiğini söylemiş. Bu bilgi doğruysa, Eğret'e hemen dönme konusundaki motivasyonu açıklığa kavuşuyor. Hiç bir uyarı onu durduramayacakmış, ecel müstesna...

    Resmi kayıtlara ölüm tarihi 9 Şubat Pazar diye geçmiş, belki bildirildiği tarihtir bu. Cuma günü bulunduğu kesin, zira bir gün öncesinde Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın düğünü varmış. Perşembe gelini olarak o düğün günü işaretlenmiş, aynı gün Bayramgazi'den geçtiği de kesinleşince 6 Şubat 1949 ölüm günü olarak tarihe geçmiş.

    Bu acı olay Eğret halkının hafızasına yerleşip yerel takvime kazınmış. Tipiye yakalanma, tersi devrilme, yolunu şaşırma, yönünü kaybetme gibi durumlara bir örnek olarak gösterilmiştir. 'Ercebin Üseyin gibi...' sözü, bir uyarı ifadesi olarak hala kullanılmaktadır.

    Ercebin Üseyin'in üç kız kardeşi, abilerinin hatırası olarak birer oğullarına Hüseyin adını vermişler. Bunlar, Eselerin Yusuf'un Hüseyin Eminç, Bayramgazili Sığırcı Kelosman'ın Hüseyin Altınbaş ve Körahmetin İbram'ın Hüseyin Çotak'tır. Hüseyin Çotak, 1985 yılında, dayısı gibi genç yaştayken vefat etti... Bununla beraber Ercebin Üseyin Kaynar adıyla ve ölümüyle hafızalarda hala yaşıyor...




29 Eylül 2024

Aliciklerin Aliye Hanım

     
    Eğret soykütüğüne başlarken mevzunun genişliği gözümü korkutmuştu. Bu yüzden inceleme yaparken işi kolaylaştıracak bazı pratik yollara sapmak elzemdi, çünkü aksi durumda işin içinden çıkmak mümkün olmayabilirdi. Pratik yollardan birisi, bir ailenin kız çocuklarını gelin gittikleri sülale başlığında ele almaktı. 

    Böyle başlamak gerçekten de işimizi hafifletti, ayrıca mantıklıydı da, zaten yeni kurduğu yuvada işlenecek birini baba evinde bir kere daha anlatmak zaman kaybıydı. Böyle yaparak iş yükünü hafifletirken büyük bir açmaza düştüğümüz projenin sonunda anlaşıldı. Eğret dışına gelin olanlara hiç yer verilmemiş oluyordu. Bu durumda olanların uyarısıyla durumu tamir etmeye çalıştık, ama gedik tam olarak kapatılamadı.

    Bu yöntemin sakıncası sadece Anıtkaya dışına gidenlerle sınırlı değildi. Eğret'te kaldığı halde eski ve yeni sülalesinin arasında kalmış, iki tarafta da kendine hakkıyla yer verilmeyen kadınların hikayeleri ihmal edilmişti. Bunu da sonradan anladık. Aliciklerin Aliye Hanım onlardan biridir...  

    Afyonlu olup da hasbelkader Eğret'e yerleşen Karamehmetoğlu Ali'ye Alicik lakabı takılmış. Gademlerden evleniyor, sonra bir kızını tekrar Gademlere vererek tam Eğretli oluyor. Hanımının yeğenine verdiği o kızı ileride Gademali ile Banguş'un nineleri olacaktır.

    Garamehmetoğlu Alicik'in 20. yüzyıl başına ulaşabilen oğlunun adı da Osman'dır. Üç oğlu ve iki kızı olan Osman'ın büyük oğlu İbrahim Naymelerin atası; ortanca Ahmet'in lakabı Deliçakır olup Çakıriban'ın babası; en küçük Mehmet de son Garamehmet olarak bilinen kişidir. Her birinin hikayesi kendi başlıklarında anlatıldı. İki kız Ümmühan ile Aliye mevzuuna ise Canaliler ve İdirizler konusunda değinildi. Yukarıda sözünü ettiğim sebepten sadece değinildi... Madem fırsat geldi, şimdi Aliye konusunu derinleştireceğiz. 

    Aliye 1878 yılında doğmuş, kendisine bu isim verilmesine sebep Alicik dedesi olduğu düşünülüyor. Büyüyünce yine Afyon kökenli İdirizlerden Mehmet Ali oğlu Hasan'a vermişler. İdirizlerin bu kolundaki erkekler bir bir vefat edince, sona kalan anaları çocuklarını toplayıp tekrar Afyon'a döndükleri için şimdi Anıtkaya'da nesli bulunmuyor. Bu yüzden o sülaleyi tanımlaması çok zor. Belki de Aliye Hanım çocukları o ailenin Anıtkaya'daki tek temsilcisi sayılabilir. Sırf bu yüzden de Aliye Hanım hikayesi ayrıca önemli...

    Aliye-Hasan evliliğinden üç kız dünyaya geliyor; Ayşe, Hatice ve Kezban... Kızlar daha küçükken babalarından yetim kalıyorlar. Afyonlu İdirizlerin üç erkek kardeşinden ilk vefat eden Hasan'dır... 

    Üç yetimiyle dul kalan Aliye Hanım Garapaçanın Hüseyin'e varıyor. Eyüpçetin, Körşükrü ve Bali'nin emmisi olan Hüseyin de o sırada dul kalmış. Fakat daha önemli husus, Aliye ile Hüseyin'in akrabalığıdır. Garapaçanın Hüseyin, Alicik dedenin yeğeni oluyor, yani O da bir Garamehmetoğlu... Galiba ayağında biraz aksaklık varmış, bu yüzden Topalüseyin diye lakaplanmış...

    Garapaçalarda Aliye Hanımın bir oğluyla bir kızı daha oldu, adları Şerife ile Mehmet... 1932 Yılına gelindiğinde ikinci kocası Garamehmetoğlu Toplaüseyin de vefat etti. Yok, elli yaşının üstünde olan Aliye Hanım bir daha evlenmedi, kah oğlunun kah kızlarının yanında dul yaşadı. 1960 Yılında vefat ettiğinde 82 yaşındaydı...

    Kendisi öldü, ama hikayesi çocuklarıyla devam etti Aliye Hanımın... Onlara tek tek bakacağız. Evvela İdirizlerin Hasan'dan olma büyük kızı Ayşe... 1897 Yılında doğdu. Söylemezoğlu Mehmet ile everdiler. Söylemezler bugün Özen soyadını kullanan sülale oluyor. Fakat evlendikten kısa bir süre sonra kocası Çanakkale'de şehit oldu. Harpten döndükten sonra karısı vefat eden İdirizlerin Gocaosman'a verdiler. Gocaosman'ın ölen eşi de Ayşe idi ve Söylemezlerdendi. Yani şehit kocasının sülalesindeki büyükler, taze dul Ayşe'yi, kendi kızlarından dul kalan Gocaosman eniştelerine verdiler.

    Aralarındaki yaş farkını önemseyecek durumda değildi Ayşe, başını sokacak bir ev bulduğuna şükretti. Gocaosman'da mı yoksa Söylemezlerdeyken mi tam belli değil, 'Zağarayşa' lakabı takılmış, bundan sonra kendisinden hep böyle söz ediliyor.

    Zağarayşa'nın Gülsüm ve Atike adlarını verdiği iki kızı dünyaya geldi. Gülsüm'ü Çakıriban İbrahim Ata ile everdiler. Damadı ile Zağarayşa'nın hala dayı çocukları olduğu hatırlansın; ayrıca Gasapüseyin, Dolakahmet ve Osman Ata Zağarayşa'nın torunları olduğu unutulmasın... Küçük kızı Atike ise Selimhoca'dan sonra Eselerin Hasan'a vardı. Hasan ile Atike de teyze çocuğu oluyorlar... Zağarayşa 1971 yılında vefat etti...

    Aliye hanımın İdirizlerden ortanca kızı Hatice 1900 yılında doğdu. Bir yanağında küçük bir tutam tüy bulunduğundan mıdır nedir, 'Yanalhatca' derlerdi. Tabi bu lakabın ne zaman takıldığı bilinmiyor. Aslen Emirdağlı Ese ile everdiler. Yusuf, Hasan, Hüseyin, İbrahim, Bayram Eminç ile Gülsüm Öztürk'ün analarıdır. 1986 Yılında vefat etti...

    Küçük kızı Kezban ise 1907 yılında doğdu. Babası öldüğünde tazeymiş. Zamanın şartları gereği iki ablası tam vaktinde gelin edilmiş, ama Kezban ilk kocaya verildiğinde çok küçük olduğunu söylüyorlar. Bundan sonra bir kaç evliliği daha oldu. Garaca (Süleyman Yavuz)dan olan Münevvere adındaki kızı, Demirci Salih Yakışır'a vardı... Ne zaman yakıştırıldığı bilinmeyen 'Gızılgız' lakabıyla anılan Kezban Hanım en son Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok ile evliydi. Yanalhatca ablası ile aynı yıl, 1986'da vefat etti.

    Aliye hanımın Topalüseyin'den olan iki çocuğuna geldik. Büyüğü Şerife 1910 yılında doğmuş. Patlağın İsmail ile everdiklerinden olsa gerek, hep 'Patlakşerfesi' diye bilinirdi. Hasan, Hüseyin, Ahmet ve Veysel Patlar ile Selime Yırgal, Kerime Kırdar ve Fadik Öncül'ün analarıdır. Patlakşerfesi de 1988 yılında, 78 yaşındayken vefat etti...

    En küçük çocuğu ve tek oğlu Mehmet 1912 yılında doğdu. Avgan lakabıyla bilinirdi; Süleyman, Mehmet, Adem ve Şükran Çetin ile Emsal Arslan'ın babaları oluyor. 1985 Yılında vefat etti.

    Fazla ayrıntıya boğmamak için Aliye Hanımın hikayesini onun torunlarında kestim. İsteyen benim bıraktığım yerden üç dört nesil daha uzatabilir. Yalnız Aliciklerin Aliye Hanım gibi tanıtılması gereken bir de küçük kardeşi Ümmühan Hanım var. Canalilerin ninesi olan Ümmühan Hanımın hikayesi için de başka bir fırsat bekleyeceğiz...



22 Haziran 2024

Büyük Gazi Ali Tül (Kel Ali)

 
    Türkmenoğlu Ali, 1888 yılında askerde birliğindeyken vefat ettiğinde çocuğu henüz ana karnındaydı. Bu durumdayken yetim kalan çocuk oğlan ise, doğduktan sonra babasının adını veriyorlardı. Eğret’teki bu yaygın adet doğrultusunda, Türkmenoğlu Ali’nin yetim oğlu doğduğunda adını hazır buldu.

    Babasını hiç görüp tanımayan küçük Ali’ye miras kalması gereken Türkmenoğlu lakabı da hiç kullanılmadı. Çünkü babasının vefatıyla Türkmenlerle alakası fiilen kesilmişti. O yıllarda kadınlar dul bırakılmıyor, yeniden kocaya varıyorlardı. Anası Fatma Hanım da Çiftçioğluların Himmet’e varıyor; tabi yanında oğlu küçük Ali’si tay olarak… Çiftçioğlu Himmet, sonradan Ümmetler denilecek sülaleye adını veren kişidir ve Çakalhasan’ın babasıdır.  Yani Ümmetlere vardıklarında küçük Ali, Çakalhasan’ın üvey kardeşi durumunda… Kezban adında bir ortak kız kardeşleri daha oluyor ve birkaç yıl sonra evin babası Himmet/Ümmet vefat ediyor. Yıl 1899…

    İkinci kocası da öldükten sonra artık iki yetimi bulunan Fatma Hanım tekrar evlenmeyip kardeşlerinin yanına döndü. Birisi kendinden büyük diğeri küçük iki erkek kardeşi vardı; Alemdaroğlu Mehmet ve Hüseyin… Çocukları Ali ve Kezban’ı da dayılarının yanına getirdi. İşte Ali’nin büyüyüp yetiştiği, asıl şahsiyetini bulduğu yer Dayılarının yanıdır; yani Alemdaroğluların/Kekliklerin ev… Neseben Türkmenoğlu Ali’ye hiçbir zaman böyle hitap edilmeyip ‘Kekliklerin Ali’ denilmesine sebep işte bu evdir.

    Büyük dayısı Alemdaroğlu Mehmet, Gındi Mehmet Kızılyel’in dedesi olur. Küçük dayısı Hüseyin Kızılyel ise ‘Tellal Dayı’ olarak bilinir, Tellal/Ayvaz Ahmet Uysal’ın babalığıdır, 1944’te vefat etti. Tellal’ı herkes böyle bilir ve ona böyle hitap ederken Ali ‘Tellal Dayı’ diyordu. Ali’nin biraz da sevimli söyleyişi adamın lakabının ‘Tellaldayı’ olarak yerleşmesine sebep olmuştu.

    Tellal Dayısının çocuğu yoktu, Mehmet Dayısı da Ali’yi kendi çocuklarından ayırmadı, böylece o evde mutlu mesut bir çocukluk geçirdi. Büyüyünce Kekliklerin Ali’yi aslen Bayatlı Dudu ile everdiler. Sonradan Anadudu diye anılacak bu hanımından İki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi; Resul, Ramazan ve Fatma… Temel askerlik döneminin sonunda vaziyet böyleydi.

    Redif askerlik sistemi sebebiyle dört yıllık temel askerlikten sonra sekiz yıl kadar daha uzayabiliyordu bu süre… 1912’de askerliği bittiğinde, devlet çoktan o günün insanına hiç bitmeyecekmiş gibi gelen savaşlar sürecine girmişti. Böylece kendini Cihan Harbinin içinde buldu. Çanakkale’deydi… Uzun savaş yıllarının en çetinini burada yaşadı. Şarapnel kaburgasını parçaladı, yüzlerce kez ölümden döndü; ama sağ salim köyüne varabildi. Şehitlerin bile kaydı çok sonraları ortaya çıkarılabilmişken Kekliklerin Ali’nin köyüne dönebilmesi belgeye şöyle yansımış: "...Eğret Köyünden Türkmenoğlu Ali bin Ali bin Ali; 6. Fırka, 17. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük, 1. Takım, 4. Manga eri iken malulen Çanakkale'den köyüne döndü..." 

    Belgede geçen 'malulen' ifadesini açıklayan olayı Torunundan naklen anlatayım; Sedyeyle sargı yerine getirdiklerinde kolu kopmak üzereymiş. Vücudunun diğer bölgelerindeki yaralar hariç... Tabi cephede anestezi filan hak getire, Ali her şeyi görüyor... Alman hemşire o kolu kesmeleri gerektiğini söylemiş. Buna şiddetle karşı çıkmış; 'Kesme dursuñ, tek elinen donumuñ ağını topleyemen' demiş. Böylelikle kurtardığı kolu sebebiyle köyüne dönünce 'Çolak Ali' ünvanını kazanacak... Yine torununa göre sırtı kesekli tarla gibiymiş, her tarafı yanmış; bu yüzden 'Yanık Ali' diyenler de olacak...

    Başka bir duyuma göre Arapların Mehmet (Gambırhüseyinin babası) ile görüştükten bir kaç dakika sonra Mehmet'in bulunduğu yer bombalanmış. Şehadetinden önce Mehmet'i son gören kişi de Kekliklerin Ali olmuş...

    Harpte yaşadığı bütün bu olaylar sebebiyle Onun için 'tam bir gâzi' diyorlar. İlerleyen yıllarda köyde büyük saygı duyuluyor kendisine. O kadar ki 'Kel Ali'nin önünden geçenin dinine zarardır.' diyorlardı… (Son zamanlarındaki durumundan dolayı adı 'Kel Ali'ye çıkmıştı.)

    O dönemin şehitleri sürekli yad edilip rahmetle anılır da, gazilerin fedakarlıkları pek gündeme getirilmez. Oysa bu vatan ve millet için canlarını feda eden şüheda, kendilerine biçilen manevi makama uçarak bir bakıma ödüllerini de aldılar. Ya şehit olamayanlar... Onlar da bedenlerinin bir çok kısmıyla gelecekteki hayatını bu ülke için feda etmiş olmuyorlar mı? Bunlar bizim sorularımız; gazilerin aklına böyle düşünceler hiç gelmemiş... Çok sıradan bir şeymiş gibi, gurbete gidip bir kaç yıl sonra köyüne dönmüşler gibi hayatlarına devam etmişler. Fedakarlığını başa kakacak kadar çiğleşmemişler... Kel Ali, sol yanındaki kaburgalarının bir çoğu olmadığı halde bu durumu hiç dert etmez, orada debirdek çalarak yanındakileri eğlendirirmiş...  

    Gelvelakin kahramanların bulunduğu yerde hain de eksik olmaz. Kekliklerin Kel Ali şu haliyle Eğret’e döndüğünde yuvasını dağıtılmış buldu. Dandırlı bir hanımla tekrar evlendi, bir kızı dünyaya geldi. İlk hanımından olan kızı kendisi askerdeyken ölmüştü, bu kızına da onun adını verdi; çünkü Fatma, anasının adıydı. Bu arada koyunculukla iştigal etmeye başladı, günlerinin çoğu ağılda geçiyordu. Orada karısından habersiz Macur Ayşe Hanım ile evlendi. (Ayşe Hanım ile kocası Biga’nın Akyaprak köyünden çıkıp önce Cumalı’ya gelmişler, orada işler iyi gitmeyince Bayramgazi’ye gelip ona buna çoban durmuşlar. Bir oğulları olmuş, bu arada kocası vefat edince dul kalmış. Kel Ali ile evlenmeyi kabul ettiğinde vaziyeti böyledir.) Bu durum ortaya çıkınca Dandırlı karısı Kelali’yi terk etti. Resul, Ramazan, Fatma olmak üzere üç çocuk ve bir taze karısı Ayşe Hanımla kalakaldı… Tabi bir de Ayşe Hanımın oğlu var…

    Küçük kızı Fatma ile Ayşe Hanımın oğlu vefat ettiler. O yıllarda çocuk ölümleri çoktu. Bu arada bir kızları oldu, adını Kezban koydular. Hatırlanacağı üzere bu ismin de Kelali’de bir hatırası var; Çiftçioğlu Himmet/Ümmet’ten olan kardeşinin adı idi…

    Karısı ve kızını memleket özlemini dindirsinler diye Çanakkale’ye ziyarete götürdüğünde ana babası, kızı ve torununu bırakmadılar; Kelali Eğret’e yalnız döndü. Birkaç kez ailesini almak için gittiyse de başarılı olamadı, evi tekrar dağıldı. Yine yaşları ilerlemiş iki oğlu ve anasıyla baş başa kaldı.

    Nikahlı karısından ümidi kesince tekrar evlenmenin yollarını aradı, henüz orta yaşlardaydı çünkü. İlyenli Feride Hanımla evlendi, bir oğulları oldu adını Seydi Ahmet koydular. Eşi kısa bir süre sonra vefat edince yine İlyenli Satı Hanım ile evlendi, ondan da bir kızı oldu; önceki eşinin adı olan Feride ismini verdiler. Sonra Satı Hanım da vefat etti… Bu arada bütün bunların arasında, anası Kekliklerin Fatma Hanım 1930 yılında, 75 yaşında vefat etmişti…

    Baş döndürücü olaylar zinciri burada bitti. Çocuklarına geçelim. Sondan başlarsak, hayatta kalan Eğret’teki tek kızı Feride, Kokulu Mehmet Dirlik’in eşi olacaktır. 2013’te İzmir’de vefat etti.

    Küçük oğlu Seydi Ahmet Tül, 1929 yılında doğmuştu. Anasına telmihen ‘Macurun Ahmet’ veya ‘Haro Ahmet’ derlerdi. Gödemehmet (Mehmet Aydın)ın kızıyla evlendi ve İzmir’e yerleşti. Orada 2007’de vefat etti.

    İlk hanımından küçük oğlu Ramazan ‘Kelırmızan’ diye bilinirdi. Hacemirlah (Emrullah Onay)ın kardeşi Gazcıgızı Ayşe Hanım ile evlendi. Celep İhsan Patlar’ın kayınpederidir, 1996’da vefat etti.

    Büyük oğlu 1911 doğumlu Resul ise ‘Hacıiresil’ diye lakaplandı. Ganigızı Fadime Hanım ile evlendi, Piriteşgiya Hüseyin Tül’ün babasıdır. 1985 Yılında vefat etti.

    Bigalı Ayşe Hanımdan olan büyük kızı Kezban’a gelince… Eğret’i bırakıp Biga’ya yerleşme şartını kabul etmediği için karısı ve kızını kendisine vermemişlerdi. Kelali Eğret’te tekrar evlenirken Ayşe Hanımı da Biga’da kocaya verdiler. Vakti gelince kızı Kezban’ı da yine orada gelin ettiler Sabri Kocausta’ya… Kezban ile Sabri resmi bir zorunluluktan dolayı Eğret’e gelince, misafirliği uzatıp Hacıiresil’in de teklifiyle oraya yerleştiler. Eğretlilerce ‘Bıgalılar’ diye bilinen ailenin aslı budur. Bigalı Sabri Kocausta Afyon’da 1992’de; Eğretli Kezban Kocausta ise, 2015’te Biga’da vefat etti. Bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek…

    Dönelim Türkmenoğlu Ali’ye… Kekliklerin Ali, Kel Ali, Çolak Ali, Yanık Ali… Bir sürü lakabı var. Berber Emmime göre O, Eğret’in en büyük gazisidir ve öyle anılmalıdır. Büyük Gazi Ali Tül, 1957 yılında yetmiş yaşında vefat etti. Duanızı esirgemeyin, hak ediyorlar çünkü…



10 Mart 2024

Hoca Emmi, Akbaşın Mehmet Hoca

     
    Derler ki Kur'an Mekke'de indi, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı. Meşhur okuyucuların çoğu Mısır'dan çıkması ve hat sanatının Türkiye'de zirveleşmesi bu sözü doğruluyor. Eskiler Kuran dinlemek için kısa dalgadan Kahire Radyosu'nu ararmış. En güzel mushaflar da İstanbul'da yazılır, sonradan basılır olmuş.

    Milliyetçilik yapmak gibi olmasın; ama Arap baskılarını okumakta hala zorlanırım. Göz ve zihin alışkanlığından olsa gerek, ille de bizim Kuran'ı ararım. Bu konuda biraz daha ileri gitmekten çekinmeyip söyleyeceğim, ben Arap tarzı tilavetten de haz alamıyorum. Her şeyin 'yerli ve milli' olanı revaçtayken bu konuda niye başkalarına öykünüyoruz, bu da ayrı bir konu.

    Literatüre girmemiş olsa da bir 'Türk tarzı' okuyuşun varlığını 2006 yılında fark ettim. Bir bahar akşamı Sultan Murat Camii'nde yatsı ezanını bekliyoruz. Bir rüyadaymış gibi etrafıma bakınıyorum. Çok eski belirsiz zamanların birindeyim, lakin tam olarak yeri ve zamanı kestiremiyorum; o kadar rüyamsı bir hal... Biraz daha düşünsem bulacağım, zihnimin ucunda; ama hayır, bu havayı nerede teneffüs ettiğimi bulamıyorum...

    Nihayet yatsı ezanı semâlanınca 'Aha' dedim 'Bu bizim ezan'...  Önce uğradığımız Üsküp camileri genelde Arnavutlara aitti, Arap ülkelerinde eğitim almış imamların okuyuşuna ise doğal olarak o ülkelerin esintisi hakimdi. Ama işte bu imam bizim ezanı, Türk ezanını okuyordu. Çocukluğumdan beri Anıtkaya'da işittiğimdi... Kulağımın aşina olduğu ezanla, kafamdaki bulanıklık dağılır gibi oldu; ama tam değil... Bu halde namaza durduk...

    Sünneti hangi duygular eşliğinde kıldığımı şimdi hatırlayamayacağım. Lakin müezzinin sesiyle ikinci defa irkildim. Bu, biraz önce bizim ezanı okuyan sesti ve aynı bizim tarz ve üslupla 'Gulfüye' başlamıştı. Bu sesle yine çok tanıdık ama neresi olduğu kestirilemeyen alemlere gittik. Üç İhlas'tan sonra kamet... Yine bizden... Safa yerleşirken içinde bulunduğum rüya alemi belirginleşmeye başladı; çizgiler netleşti, renkler ve görüntü canlandı...

    Allahüekber ile uyduk imama... Fatiha başlayınca ortalık aydınlanıverdi. İçeride bir rüyaya dalmış gibiydim ya, ezanla silkinip kametle ürpermiştim hani... İşte imamın sesi uyanışın finali oldu... O ne kendine has bir okuyuştur öyle... Yanlış anlaşılmasın, fazladan hiç bir özelliği yok, öylesine sade bir okuyuştu...

    Öncelikle sesi tiz ve yalabık değildi, aksine biraz pürüzlü hissi veriyordu. Yalnız bu pürüz kulağı rahatsız edecek keskinlikte değildi. Fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğin kabuğunda çıtır tırnaklar olur, görene kopar da ye beni der. Ağzına attığında fark edersin ama iş işten geçmiştir, tırnaklar avurdunu yırtar. Bilenler ekmeği iç dış yaparak çevirir, keskin tırnaklar içe doğru bohçalanınca avurda damağa değmez, kendi kendini öğütürler. O çıtır görüntülü ekmeği kendine zarar vermeden yemiş olursun. Hocanın pürüzlü sesi, dürülmüş çıtır ekmek gibi kulağı tahriş etmeden geçip gidiyor, beynin alıcı istasyonuna ulaşıyor gibiydi. Hem pürüzlü, hem kulağı yormayan bir ses...

    İkinci olarak, benim pürüzlü dediğim sesin çatallı olduğu sanılmasın. Hani öyle sesler vardır ki, iki ayrı kanaldan geliyormuş da ağızda birleşmeye çalışıyormuş hissi verir; ne kadar da olsa o ikilik gizlenemez, ahenksiz bir şey ortaya çıkar. Böyle seslere çatallı diyorlar, bizim imamın sesi böyle de değil. 

    Son olarak, bu özellikte bir sesin sahibi olan hoca çok doğal okuyordu. Öyle elif miktarı hesabı filan anlaşılmıyor, karadüzen gidiyordu. Ayın çatlatma, gaf patlatma yok; seninle sohbet eder gibi okuyor, zihinleri dere tepe dolaştırmadan merama odaklı kıraat ediyordu...

    Türk tarzı dediğim okuyuş budur işte. Karabudun Türk'ü anadili olmadığı için Kur'an kıraatinin tekniğini tam bilemez. Bilse de bir Arap gibi uygulayamayacağının farkındadır. Bu yüzden kabuğa değil öze odaklanıp sesine bütün samimiyetini yükler de öyle okur. Dinleyenler ne denildiğini anlamaz; lakin o samimiyetin hatırına ihlasa erer. Çoğu zaman bu ses ve okuyuş, muhatabının gönlüne işler...

    Sultan Murat Camiinin imamı Türk tarzı okuyor, okuduğu kalbe dokunuyordu. Bununla beraber bir yandan da bu ses ve okuyuşu nereden hatırladığımı düşündüm durdum. Çok da uzun sürmeyen ilk rekat boyunca çok değişik duygular yaşadım. Ben namaz mı kıldım, o beni mi kıldı bilemem; ama o ses ve kıraatin sahibini hatırladım. Sonraki üç rekatı ne sen sor, ne ben söyleyeyim...

    Benim hafızamda Türk tarzının en mümtaz ve mütevazi temsilcisi Akbaş Mehmet Hocadır. Bunun böyle olduğunu 2006 yılının bir yatsı namazında Sultan Murat Camii'nde fark ettim...

    Akbaşın Mehmet Hoca Türk tarzının belki de son temsilcisiydi. Bunu tamamlayan dikkat çekici ve üzerinde durulması gereken bir başka özelliği de samimiyettir. Ya da samimiyet Türk tarzının ayrılmaz parçası olduğundan bizim dikkatimiz çekiyordu Hocanın samimiyeti. 

    Bazen sadelik ve yalınlık biçimine bürünen bu içtenlik duygusu onun kıraatine o kadar hakimdi ki kendini hiç bir zaman hissettirmeyecek kadar törpülenmişti. Onun Kur'anını dinlerken şunu anlardınız; sesi ağzından çıktığında muhatap kulakları aramaz, yolunu kaybetmiş divaneler gibi oraya buraya çarpmaz, kırıp dökmez; ama nereye varması gerekiyorsa oraya varır, müminlerin kalbindeki baş köşeye otururdu. İşin garibi bunu kimseye çaktırmazdı, ne oluyorsa bir anda olmuş bulur, manasını bilmeseniz de ayetullahı içinizde hissederdiniz...

    Mehmet Hoca'nın tilavetindeki bu sırrı eskiler hemen fark etmiş. Berberahmet (Ahmet Kabadayı)dan rivayet ediyor. Hacapdıramanların Mehmet Keleş Hoca dermiş: "Zevkli bir Kur'an tilaveti istersen abdest alıp alıp Akbaş Mehmet Hoca'yı dinleyeceksin."

    Hocanın samimiyeti yalnız sesine sinmiş değildi. Oturuşu, kalkışı, yürüyüşü, konuşması... hasılı bütün insan ilişkilerinde bu hali gözleyebilirdiniz. Yalnız zaman zaman bu içtenlik, tevazuya dönüşürdü. Haline baksanız iddiasız biri olduğunu hemen anlardınız. Belki de onu önemli kılan özelliği budur; insanlar arasında ne kadar küçülürseniz, o kadar büyüyorsunuz... O kendini hiç büyük görmedi, sıradan biri saydı, öyle yaşadı. Hafız idi, lakin bunu kimsenin gözüne sokmadı. Anıtkaya'nın beş camisinde imamlık yapan tek hoca olmasına rağmen, oğlu Ömer Karakaya demese bunu bilemezdim...

    Hoca Emmi meselesine gelince... Başkalarının ona nasıl hitap ettiğini bilmiyorum, ben böyle derdim. Bunda Körhoca Dedemin talebesi olmasının payı mutlaka vardır. Bizim ailede ona, dedemin yadigarı gibi bakılırdı. Bu yüzden 1979 yılındaki hatim duama "Git Hocaemmini de ünne" dedikleri günden beri benim Hoca Emmim idi...

    Doksanlı yıllarda çocuklar çığırdıkça, nazar diye Çerçilerin Eşe Nineye okuturlardı. Rahmetli bir gün demiş "Çok şiddetli nazar var okumakla geçecek gibi değil, gidin Mehmet Hoca bir şeyler yazıversin..."  Esasında Hoca Emmi böyle şeylerden rahatsızlık duyardı. "Dedenden öğrendiğim bir tılsım var, şimdi ben onu yazayım, sen daha okunaklı ve düzenli yazıp çoğaltır, ihtiyacı olana verirsin. Bir daha bana böyle şeyler için gelmeyin" demişti. Yazdığı şeyi hala saklıyorum...

    İçimizden biriydi... Formel eğitim almamış, alaturka/Türk tarzı bir Hafız idi. Hıfzettiği, ona vakar kazandırmış ama kibirlendirmemişti. Hafızlığına işaret edecek bir kisvesi yoktu. Zorluyorum hafızamı, ama dışarıda takkeyle dolaşır görüntüsünü hatırlamıyorum. Gözümün önüne hep sıradan Anıtkayalılar gibi kasketli haliyle geliyor...

    1937 Yılında doğan Mehmet Karakaya, namıdiğer Akbaşın Mehmet Hoca yahut benim Hoca Emmim 2009'da vefat etti...



03 Aralık 2023

Bobu Kezban

     
    Köyüne aşık Anıtkaya sevdalısı kim deseler, doğrudan Mehmet Ali Seçen'i gösteririm. İlgili bir kaç yazısını paylaşmıştı, oradan biliyorum. Bunun böyle olduğunu, yani köyüne olan tutkusunu saklamıyor; şiirsel anlatımlarla hep dile getiriyor.

    Kendisiyle fiziki ortamda görüşmedik, ancak dijital iletişim marifetiyle bazı çalışmalarından haberdarım. Benimle paylaştığı kadarıyla bu çalışmalardan çok yararlandım, hala da işimi kolaylaştıran başvuru kaynaklarımdan biridir. Sülale araştırmaları sırasında Çakırların Mustafa Erdem Abinin çok arzuladığı bir husus; unutulmuş, kaybolmuş sülalelerin ortaya çıkarılmasıydı. Bu arzusunu bir kaç kez dile getirmişti... İşte Mehmet Ali Seçen Beyin sözünü ettiğim çalışması, unutulmuş bir çok sülalenin aydınlatılmasını sağladı. 

    Onun araştırması yalnız sülaleleri anlamamızı sağlamadı, günümüze söylence olarak gelen bazı olayları da belgelendirmiş oldu. Hatta büyüklerimizden duyduğumuz bazı insanların yerini, sülale çalışmasında belirleyemiyorduk; onun sayesinde taşlar yerine oturdu, kim kimdir, şimdi daha iyi biliyoruz...

    Bobu Kezban, sadece efsane gibi bazı anlatımlarda kalmış, hafızalardan tamamen silinmek üzere olan bir karakter olarak karşıma çıktı. Dolaksızlardandı; ama kimin kızıydı, ana baba adı, doğum tarihi, hikayesi gibi hiç bir ayrıntının cevabını bulamıyordum. İşin garibi Dolaksızların kütüğünde de böyle birinin kaydı yoktu. Bacıdedenin defterinde 'Dolaksızın Topal Kızın ölümü'  ibaresi vardı; lakin onda da isim belirtilmiyordu, acaba 'Topal Kız' Bobukezban olabilir miydi?

    Durum bu kadar karışıkken Mehmet Ali Beyin çalışması, Bobu Kezban hikayesini belirginleştirdi. 

    Çolakosmanoğlu Salih, yani Dolaksız kızı Neslihan... Dolaksızın İsmail'in has kardeşi, Dolak Mehmet Kırım'ın baba bir kardeşi; sonuçta ikisinin de ablası... 1894 Yılında doğmuş... Kocalilerin Halil ile evleniyor... Bu Kocaliler, dipte Şekeralilerle akraba oluyor; malesef bunların hikayesi erken bittiği için, şimdi akrabalığı anlatmak güç...

    Neslihan ile Halil yeni evlilerken, Cihan Harbi başlıyor; Halil askerliğinin rediflik döneminde olduğu için teskereye az var... Gelvelakin bu savaş öyle bir patlayış patlıyor ki, her şey alt üst... Bir kızı dünyaya geliyor, Halil'in bundan haberi var mıydı, o sırada cephede miydi, bu ayrıntıları bilemiyoruz; fakat Halil'in rahmetli anasının adını veriyorlar: Kezban... Lafı uzatmayalım, Halil Anafartalar'da şehit oluyor... Köydekiler bundan nasıl haberdar oldular? Belki geri dönen bir arkadaşı sayesinde... 

    Kocalilerin Halil'in Çanakkale'den sağ döndüğü; fakat bu dönüşe tam sağ selamet denilemeyeceği, köye geldiğinde zaten 'ölü gibi' olduğu ve kısa zaman sonra vefat ettiğine yönelik bir bilgi de var... Neticede 1916 yılına gelindiğinde Halil vefat etmişti... Dolaksızın Neslihan dul, kızı Kezban yetim kaldılar...

    Aynı yıl içinde Toman Ahmet'in eşi de vefat etmişti... Neslihan Hanımın ona varması için şartlar oluştu. Gerçi o dönemde şehitlerden dul kalan çok sayıda kadın vardı Eğret'te. Her birinin başını sokacak, karnını doyuracak bir kapıya ihtiyacı vardı. Yani Tomanın eşi Ayşe Hanım vefat etmemiş olsa bile Neslihan, ikinci eş olarak ona gelebilirdi... 

    Aralarında en az 25 yaş farkı bulunan Tomanın evinde neler yaşandığını bilemiyoruz. Onun nazarından bakarsak; bir oğlu Çanakkale'de kalmış; biri delikanlı, diğeri diklenmiş iki oğlu ve biri Kezban'la yaşıt iki kızı var. Bunlar da Tomanın öksüzleri... Dolaksızın Neslihan işte böyle bir ortama geliyor... Dert değil tabi bunlar filan, başını sokacak bir yer bulmuş ya, ona bak sen... Fakat kendi yetimi Kezban büyüdükçe bir arızası belirmeye başlıyor. Kızcağızın belinde bir sıkıntısı var... Biraz daha büyüyünce omuzunda hafif bir kambur beliriyor... Ve konuşamıyor Kezban... Sağır dilsiz değil, ama konuşamıyor... Bugün olsa bütün bu sıkıntıların  çaresine bakılabilirdi, neylersin ki bir asır öncesinden söz ediyoruz...

    Toman 1929'da ölünce, Neslihan Hanım Kezban kızıyla yine ortada kalmış. Çocuğu olmadığı için bulunduğu evin yabancısı durumunda artık... Aliciklerin Kelçakıra vardı... Çakıriban (İbrahim Ata)nın babası olan Kelçakır ile de hemen ayrıldılar... Belki bir yerde tutunamayışının sebebi kızıydı... Çünkü artık 15-16 yaşına gelen kızının durumunda hiç bir düzelme olmadığı gibi gittikçe kötüleşiyordu. Büyüdükçe engelleri iyiden iyiye beliren Kezban'ın özel bakıma ve ilgiye ihtiyacı vardı. Anası bunları nasıl karşılasın, geçimlerini nasıl sağlasındı...

    Son çare, kızını alıp anasının evine döndü... Laf olsun diye öyle diyoruz, bir yere döndüğü yok; zira Aliciklerle Dolaksızların ev aynı yurtta... Anasının evindeki durum şöyle; iki abisi Cihan Harbi şehitleri arasında yerini almış, onlardan sonra babası Dolaksız ölmüş, annesi (Çolakfatının görümcesi) ve bir kız kardeşi aynı yıl içinde, 1931'de yenice vefat etmişler, küçük kardeşi İsmail askerden yeni gelmiş evlenmek üzere, en küçükleri Dolak Mehmet ise daha askere gitmemiş...

    Kardeşlerinin yanındayken Soyadı uygulamasında Neslihan Hanımı, önceki kocası Tomanın hanesine yazıyorlar. Kızı Kezban'ı da öyle... Yani Neslihan Köz ve Kezban Köz olarak kayıtlara geçiyorlar...

    Kezban ayağını sürüyerek zorlukla yürüyor. Konuşmak istediğinde derdini anlatacak kadar bile ağzından söz çıkmıyor. Ne olduğu anlaşılmayan bir takım sesler çıkarıyor. Kimsenin bir şey anladığı yok... Pek dışarı da salmıyor zaten kızını Neslihan Hanım, dışarıya güvenmiyor... Bir tek anası anlıyor onu ve bir tek anası bakıyor ona... Onun yanında sakin ve huzurlu görünüyor... Anası olmasa ne yapardı bu kızcağız!...

    1936 Yılında emrihak vuku buldu, Neslihan Hanım vefat etti... Yirmi yaşındaki Kezban kimsesiz sayılırdı. Gerçi dayıları vardı; ama büyük İsmail dayısı 1942'de öldü... Küçük dayısı ile neredeyse akrandılar, bununla beraber Dolak Mehmet'in durumu zaten malum... 

    Bundan böyle 'Bobu Kezban' olarak bilinecek. Bazıları 'Bıybıy' bazıları da 'Gıygı' derlermiş; ama yaygın lakabı Bobu olmuş... Bütün bu yakıştırmaların sebebi, malum konuşamama durumu. Her söylemek istediği şey, ağzından anlaşılmaz tuhaf sesler olarak çıkıyor. O sesi taklit ederek lakap yakıştırmışlar...

    Tanıyanlar, kesinlikle bir zihinsel özrünün bulunmadığını söylüyorlar. Tek derdi, derdini anlatamamakmış... Beli ve sırtındaki fiziksel engelini bir yana bırakırsak, konuşamaması insanlarla iletişim sorununu beraberinde getirmiş. Dışlanmış, yalnızlığa terk edilmiş... Durumu onun açısından düşündüğümüzde ne acılarla boğuştuğu az çok anlaşılabilir...

    Genellikle, kahvelerin önündeki kuyu civarında dolaşır; insanlara bir şeyler demeye çalışırmış. Bazıları eğlenir, alay eder, dalga geçerlermiş. Başka bazıları ağzını mezlenir, çıkardığı seslerle güya onu taklit edip gülüşürlermiş... Böyle duyarsız tiplere her toplumda ve her zaman rastlanabilir...

    Herkes duyarsız değil tabi, bazıları da karnını  doyurur, üstbaşını temizlermiş... Karnı acıktığı zaman Şemşilerin fırına varır, ekmek edenlerin bir parça pide yahut ekmek vermesini beklermiş... Allah var, fırında güzelce karnını doyururlarmış... Bir de Ramazanda, fitre zekat mevsiminde koruyup gözetirlermiş...

    Her şeye rağmen o civardan geçen çocuklar (şimdi büyüdüler tabi) Bobukezbanın o halinden çok korktuklarını söylüyorlar. Onlara bir hilkat garibesi gibi görünürmüş...

    Anasının ölümünden sonra, bu haliyle tam otuz yıl geçiriyor... 1966'da vefat ettiğinde elli yaşındaymış... Tam elli yıl, bu hayata katlanmış... 

    Elli yıl yaşadı mı, kocadı mı, süründü mü... Ne derseniz deyin...

    Böyledir; bazıları dünyanın yükünü sırtında taşır, bazıları hayatı yük diye sırtına alır...

    Böyledir; bazılarının yükü dünyadır, bazıları Dünya'nın sırtında yüktür...

    Kezban garip doğdu, garip yaşadı, garip öldü... Sessizce bu dünyadan çekip gitti... Ola ki hatırlanmak ister, ola ki bir Fatiha bekler...

    ***

    Mehmet Ali Seçen Bey'e kaç kere dedim; 'Sen farkında değilsin, ama yaptığın şey neleri ortaya çıkarıyor, bir bilsen.'



20 Temmuz 2023

Tamirci Kardesler


    Yetmişli yılların başlarıydı, babamın yanına takılıp onunla bir eve girdik. Ev sahibiyle babam dikiş makinesinin başına üşüştü, beni unuttular. Sekinin altına yığılmış bir sürü döngeli görünce ben de onları unuttum. Yumuşaklarından bir tane yedim, tatlıydı; ama sertleriyle oynamak daha tatlı geldi. Kah fırıldak gibi çeviriyor, kah bıyıklarından tutup sallıyordum. Cıldırın evde makine tamiri bitene kadar bu tuhaf görünümlü güz meyveleriyle oynadım. Babamın dikiş makinesi tamiriyle ilgili akılımda kalan en eski hatıra budur.

    Radyo tamiri konusunda da ustalığı varmış. Köyden ayrılıp gittikten sonra, ardında bıraktıkları arasında parçalanıp bohçalanmış bir kaç bozuk radyo da vardı. Kim bilir kim tamir etsin diye getirmişti... Bunlardan birinin sahibi Ömeronbaşı (Ömer Şen) olduğunu 1977 yılında öğrendik. Okulda, babama tamir için verdiği VEGA marka radyonun akıbeti hakkında sorular sordu. Bohçalara bakmak için eve geldi ve radyosunu buldu... Eski bir dostuna kavuşmuş gibi çok mutlu olmuştu...

    Dikiş makinesi ve radyo hususunda ustalığı tartışılmazdı. Sonradan öğrendik, Mevlüt Emmim de bu konuda iyiymiş. Hatta bu işlere birlikte merak sarmışlar, birlikte tamirci olmuşlar. Nasıl mı? Anlatayım...

    Babam Körhocanın üç oğlunun en küçüğü... En büyükleri Arif, halasının kızı Hatice ile evlenmiş. Küçüklerle de hala dayı çocuğu olduğu için yengelerine 'Aba' diyorlar... Abalarının bir dikiş makinası var, ortanca kardeş Mevlüt'ün ilgisini çekiyor. Elle çevrilen bu makinenin tıkırtısı, pratik dikiş teknikleri, kumaşların makasla hart hart kesilmesi vb. her şeye meraklanıyor. Bu yüzden Hatice Abasının yanından ayrılmıyor. 

    1940'larda makinelerin köye yeni girdiği yıllardan söz ediyoruz... Bu makineler kızların çeyiz hazırlığına büyük kolaylıklar getirmiş, Hatice Abalarının başı bu yüzden çok kalaba. Zaten Eğret'te toplam beş dikiş makinesi var; diğer dördü Kelsaleklerde, Hacızekeriyelerde, Çerçilerde ve Güdüğizzette... Kızların tercihi Hatice Hanım oluyor, belki güleryüzlülüğünden belki becerikliliğinden... Bu kadar rağbet olunca, Mevlüt de onun çırağı gibi oluyor. Zaten makineye ilgisi vardı, meraklı bakışlarla abasının yanında stajını tamamlıyor...

    Babasına varıp bir dikiş makinası almasını istiyor Mevlüt. Çeyizlerden, işlerin fazlalığından, iyi para kazanacağından filan da söz ediyor tabii... Körhocadan biraz yeşil ışık almış olacak ki küçük kardeşi Azam ile piyasa araştırmasına girişiyorlar. En sonunda Güdüğizzet satımkar olmuş 'Yüz demir arpaya veririm' demiş... Körhoca önce yanaşmamış, 'Ne len bu!' diye fiyatı yüksek bulmuş... 'Aman buba le! Aman buba le!' yalvar yakar kabul ettirmişler; almışlar makineyi yüz demir arpaya...

    Makine Mevlüt'e alındı, lakin küçük kardeşi ondan daha meraklı çıkmış. Burası neden dönüyor, iğnenin deliği neden başında değil de ucunda, çapıt kendisi nasıl yürüyor falan filan... Sinir edici bu sorular bir yana, abisine yalvarmış; şurayı açıp bakalım içinde ne var, diye... Mevlüt evvela karşı çıkmış, yanaşmamış açmaya. Sonra Azam'ın 'Aman ağa le!' diyen yalvarışlarına dayanamamış, yahut kendi içindeki merak duygusuna yenik düşmüş, 'Hadi açam.' demiş... 

    Singer marka, elle çevrilen ilk makinalarını açmışlar... Çekingen bir merakla ne var ne yok iyice bakmışlar... Kendilerini alamamışlar parçaları tek tek sökmüşler. Makine darmadağın olmuş... Fakat beklendiği gibi olmamış, başarıyla tekrar toplamışlar... Bu arada makinenin çalışma sistemini kavramışlar. Herhangi bir olumsuz durumda açıyor, arızayı giderip tekrar kapatıyorlar. Zamanla kendi makinelerinin tamircisi de oluyorlar... Hatta makineyi yetersiz görüp iyileştirme yolları arıyorlar. Misal; kullanımı zor, buna ayak yapalım, tabla yapalım; iki elimizi de dikişte kullanabilmek için ayakla döndürme yolunu bulalım, şuraya kasnak takalım filan derken...  Mevlüt, Afyon'da kaputçuda çalışmaya gidince orada hazır yapılmışını görüyor da pedallı makineyi icat etmekten vazgeçiyorlar...

    Sonra Mevlüt askere gidiyor, geliyor. Yeni ve daha gelişmiş makineler alıyorlar. Yeni aldıkları her makinede ilk yaptıkları şey, mutlaka söküp dağıtmak oluyor. Parçaları tekrar birleştirirken makineyi tanıyor, bir arıza durumunda hemen teşhisi koyup meseleyi hallediyorlar... Tabi Eğret'te makine sayısı da artıyor. Makine bu, arıza verir; o zaman hemen bunları çağırıyorlar uzman olarak. Hemen hemen her tür ve marka makinenin ıncığını gıncığını biliyorlar... Her makinede bilgileri artıyor, becerileri gelişiyor; terziliklerinin yanında adları tamirciye çıkıyor...

    Dikiş makinesi tamirciliği böyle... Gelelim radyo meselesine...

    Bir dönem Patlaklarla Mevlüt Emmim arasında husumet olmuş, bu yüzden Dedem bir silah almış Ona... Gel zaman git zaman sulh olmuş ve 'Alman Cılbağı' dedikleri tabanca boşa çıkmış. Altıntaşlı birisiyle onu bir radyoyla değişiyor. Ama ne radyo... Heyula gibi bir şey... O zamanki radyolar öyle, bir kucak...

    Bir sorun var ki aşılması kolay değil. Babasını ikna etmeleri lazım. Körhoca dikiş makinesinin alımında az bir çabayla yola gelmişti; lakin bu radyo öyle değil... Adam hoca ve bu gavuricadında şarkı, türkü daha bilmem ne dolu... Neyse, bu kardeşlerin şeytanlığını hafife almamak lazım; Kahire Radyosundan dinlediği kısa bir Kur'an ziyafetiyle yola geliyor... Ancak bir daha dinleyemeyecek, radyo doğru dükkana...

    Dikiş makinesinin benzeri, radyonun başına da geliyor. Yok yok, onu söküp dağıtmıyorlar; ama Babam gizli saklı kapağını açıp orasını burasını kurcalıyor. Bu arada kömürlerini oynayarak sesin yükselip alçaldığını keşfediyor. Bir radyonun değeri, çok bağırmasıyla orantılı olduğu zamanlar... Bu keşfini Mevlüt Emmim ile paylaşıyor, istedikleri zaman bangırdatıyorlar...

    Radyo ile ilgili teknik terimler ve yeni gelişmelerden de haberleri oluyor; çünkü o günlerin son moda haber kaynağı ellerinin altında. Transistörlü radyonun daha güzel olduğunu öğreniyorlar. Afyon'da bir usta 250 liraya kömürlü radyoyu transistörlüye çeviriyormuş. Kafaya koyuyorlar, ama Körhocayı ikna etmek lazım... Yine bir iki 'ı-ıhh!', yine bir iki 'Aman buba le!' ile bu iş de hallediliyor. Şoförhalibram ve Takanori ikisi de tanıdık, yol parası vermeden 250 lira ile radyo modifiye ediliyor...

    Devran dönüyor, rüzgar ters esiyor; İzmir'e doğru akın başlayınca Mevlüt Emmim de buna katılyor... Babam dükkanda Aşşağılının Gambırmuhtar ile çalışıyor... Tabi Ahmet Öncül o vakitler kambur da değil, muhtar da değil; Babamın çırağı yahut kalfası, her neyse... Meşhur transistörlü radyo da orada... Hani şu yüksek sesiyle etrafa nam salan radyo... Ses ayarı düğmesindeki son noktanın ötesine çıkarmanın yolunu biliyorlar artık, istedikleri zaman ortalığı inletiyorlar...

    Radyo iyi güzel de... Çok büyük... Bir metreye yakın eni var, biraz da derinliği olsa yük sandığı gibi... Eli bu işlere yatkın diye, Hacariflerin Ahmet Emmisine götürüp radyonun kasasını kestiriyor. Küçülüp kibarlaşan kasaya, bütün aksamı ezberindeki haliyle tekrar yerleştiriyor... Hayal kırıklığı... Çalışmıyor radyo... Bir kaç denemeyle sebebi bulup radyonun yeni evinde çalmasını sağlıyor... Bu arada sesi daha da güzelleştirip yükseltmenin formülünü yakalıyor... Zaten çok bağıran radyo, daha gür/tiz/bas seslerle sahneye geri dönüyor. Tabi ününe ün katmış olarak...

    Burada Aşşağılının Ahmet faktörünü de göz ardı etmemek lazım. Bilenler Onun ne kadar yaygaracı olduğunu hatırlayacaktır. Bire bin katarak öyle bir anlatıyor ki radyoyu, sen sanırsın Conahmetin Devirdaim makinesi... Bir şey daha yapıyor, 'Benim Usda sıfırdan radyo yapıyo' diye bir yalan uyduruyor... Bütün bu hayhuyun arasında babam radyo tamircisi olup çıkıyor. Bir arıza halinde bütün radyolar onu buluyor. Hiç bir şey olmasa bile ses ayarı için radyosunu kucaklayan geliyor... 

    Şunu da belirtelim; sahibinin ustalığıyla birlikte, radyonun ünü etraf köylere kadar gittiği söyleniyor. Cumartesi günü mü, başka bir gün mü ne; Altıntaşlı biri gelmiş, 'Sizde bir radyo varmış, namını duydum' diye... Bakmış... bakmış; altını çevirmiş, yanını döndürmüş, düğmelerini çevirmiş filan... Sonra methiyeler düzerek çekip gitmiş... Günler sonra bu ziyaretin sırrı anlaşılmış: Meğerse Mevlüt Emmimin Alman Cıblağıyla değiştiği Star marka bu radyo çalıntıymış. Hırsızlar çaldıkları bu radyoyu Emmime kakalamışlar. Asıl vurgunu ise daha başka yoldan vurmuşlar. Radyonun sahibi, bu koca sandığın içine bir silah saklamışmış. Hırsızlar bunu biliyordu veya sonradan fark ettiler. Önce bu silahı okutmuşlar sonra radyo karşılığında bir silah sahibi daha olmuşlar... Şimdi Altıntaşlı gizemli radyo ziyaretçisi bu adam aslında radyonun asıl sahibiymiş. Anlatılanlardan yola çıkarak radyosunun izini bulduğunu düşünmüş, dükkandaki radyonun altını üstünü inceleme sebebi bu imiş. Tabi radyonun biçimi ve boyutu tamamen değiştiği için adam o radyonun bu radyo olduğunu anlayamamış...

    Böyle başlayan radyo ve makine tamirciliği Babamın İzmir'e gitmesiyle bitiyor. Fakat ara ara köye geldiğinde yine bunların tamiri için bazıları eve çağırdığını hatırlıyorum. Temelli Anıtkaya'ya döndükten sonra da hurda parçalardan kendine bir dikiş makinesi yaptı. İhtiyaç olsaydı belki bir radyo da yapabilir; eski kalfası Gambırmuhtarın ruhunu şad ederdi...

    Mevlüt Emmim de İzmir'e gidip iş ve ev sahibi olduktan sonra büsbütün terziliği ve tamirciliği bırakmış değildi. Kendi çapında bir dükkanı vardı. Emekli olduktan sonra evinin küçük balkonunda bir dikiş makinası yahut elektrikli süpürge bulundururdu. Onları tamir ettiğini gösteren bir tabela gibiydiler.  Bilmeyenlere evi, balkonundaki süpürge ve makine ile tarif edilirdi. 




29 Kasım 2022

Kırkalı Ahmet

    
    Onun simasını şimdi bile gayet net hatırlıyorum... Sürekli gülümseyen bir ifade... Bu ifadedeki sükunet arada bir şen ama ölçülü kahkahayla bölünüyor. Bazen de bakışlarla beraber ifadenin hedefi şaşıyor. Sen seyrettiğinde, o yüzün sahibinin ne düşündüğünü, içinden neler geçtiğini, neşesinin kaynağını katiyyen kestiremiyorsun.

    Kırkalı Ahmet öyle bir adamdı; herkesi tanır, her vardığı yere o neşesini de beraber götürürdü. Neşelenmek için özel bir gayreti yoktu, doğal hali buydu. Hüzünlüyken hiç görmedim, mahzun bile olsa mütebessimdi. Belki en acılı durumdayken ancak tebessüm edebiliyordu. Acaba diyorum, hüzün denilen şey bunlara haram mı kılındı...

    Birisi yan tarafta senin hakkında atıp tutsa, en aşağılayıcı sözlerle hakaretler yağdırsa, hakir görülsen... Taş olsan çatlarsın, kendini zor tutarsın. En azından şunun ağzının payını vereyim diye iki çift laf edersin. Kırkalının başına böyle bir şey geldiğini gördüm; o hadsizlere bırak cevap vermeyi, kulak bile kabartmadı. Dönüp bakmadı bile... Kahvenin önünde avucunda sıkı sıkı tuttuğu bardağı yudumladı... Değişik halleri vardı... Onu bizim dünyamızın kriterlerine göre değerlendirmek doğru değil...

    Peki kim bu Kırkalı Ahmet?..

    Kırkalı olduğunu biliyoruz, Sinanpaşa'nın o köyünden olduğu için 'Kırkalı Ahmet' derlerdi zaten. Anıtkaya ile ne alakası var derseniz, şöyle; Sağırların Ali Osman Hoca bunların köye hoca durmuş... Tahminen 1940'lı yıllardan bahsediyoruz. Hoca, orada özel durumu olan bu çocuğa ilgi göstermiş. Başkalarından görmediği ilgiyi Ondan görünce çocuk Ali Osman Hoca'ya yakılmış. Ev, oda, cami, kır bayır... nereye giderse peşini bırakmamış. Hoca da ondan rahatsız olmamış tabii... O kadar bağlanmış ki Ahmet Hocaya; bir kaç kere onunla Eğret'e gidip geldiği de olmuş... Neredeyse Hocanın oğlu Hilmi'nin küçüğü gibiymiş, o derece beraberler yani...

    Ali Osman Hoca Kırka'da vazifesini bitirip Eğret'e dönünce bağlar kopmuyor. Ahmet canı sıkıldıkça onu ziyarete geliyor. Zamanla bu geliş gidişler ziyaret olmaktan çıkıp uzunca kalışlara dönüşüyor. Belki Kırka'dan çok Eğret'te bulunuyor. Hayatının merkezinde hala Ali Osman Hoca var. Onun ailesinin bir ferdi gibi oluyor. Sağırlar sülalesi de Ahmet'in sülalesi oluyor. Eğret'te bulunduğu sıralarda Sağırların Odada yatıp kalkıyor; Allah var odada buna iyi bakıyorlar...

    Ali Osman Hoca'nın vefatından sonra sahipsiz kalmıyor. Bu sefer başta Ali Osman Hocanın yeğeni İbramhoca olmak üzere Sağırların diğer mensupları kol kanat geriyorlar. Bu arada Kırkalı Ahmet, tam  bir Anıtkayalı gibi davranmaya başlıyor. Öyle olunca Sağırlar dışındaki diğer Anıtkayalılar tarafından da benimseniyor. Kırkalının hikayesi özet olarak böyle...

     Ona 'deli' demeye dilim varmıyor, kimsenin de dediği yok zaten... Amma kendisine o sıfatı yakıştırmış bir keresinde... Daldalların Odadalar... Aşşağılıların Kelahmet, Sarasanın Ahmet bir de bizim ki, oldu üç Ahmet... ve bir kaç kişi daha var... Nasıl olduysa bunu oyuna kaldırıyorlar... Ha Ahmet, de Ahmet! Ha Ahmet, de Ahmet!... Ahmet kendinden geçmiş, kolları iki yanda coşkuyla oynarken... Birden olduğu yerde çakılakalıyor, mum gibi... Sanki bütün dünya duraklıyor o anda... 
    - 'N'oldu Ahmet?' diyorlar... Ahmet, kendinden beklenmeyen bir ciddiyetle:
    - 'Eee, Allah'ıñ takdiri işde... Benim gibi bir deli olmiyeydi sizi kim avutcedi!..  Bu hikmetli söz karşısında, akıllıların hepsi donup kalıyor, ne diyeceklerini bilemiyorlar...

    Bizim halkın ağzında çok yaygın galiz küfürler var ya... İşte Ahmet'ten böyle sözleri kimse duymamış. Bırak küfürü, alçaltıcı, aşağılayıcı, hakaretamiz sözü bile yakıştıramıyorlar Ona... Anlatanlar, katiyen kötü söz işitmediklerini söylüyorlar. Sadece söz olarak değil, kötülük kavramıyla ismini yanyana getiremiyor kimse. Demek ki bazıları kötülük kabiliyeti sıfır olarak yaratılıyor...

    Bir kusur olarak yüksek sesle konuşması söylenebilir. Fısıltı nedir bilmezdi Kırkalı, küçük harfi yoktu. Az konuşurdu ama konuşurken gürlerdi sanki. Bir de lafın sonuna ekseri bir kahkaha kondururdu. Bunun sebebi 'el ne der' kaygısı olmamasındandır. Hayatını başkalarına göre yaşamıyordu çünkü... Belki bu yüzden kılığına da dikkat etmezdi, yaka bağır açık gezerdi... Bütün kusurlar bu kadar olsa keşke...

    Kötülük değil; ama hesapsız/ölçüsüz diyebileceğimiz bazı hareketleri oluyormuş zaman zaman. Lakin bunlar hayatının merkezine koyduğu doğru insanlardan uzaklaştığı zamanlarda ortaya çıkıyormuş. Sinanpaşalı Deli Veli diye birisi varmış mesela, ara sıra onunla arkadaşlık edermiş... Bu Deliveli genellikle Çatalçeşme'de çoban duruyor. Orada bunaldığı zamanlarda kaçıp gelir, Anıtkaya'da ikili olurlarmış. İşte o vakitlerde Kırkalının da ayarı kaçarmış... Bayramgazi Kırını aşıp bizim köyün arazisine girdikleri yerde, şarampolde bir kuytuya çökmüşler. Arabalardan birini ürkütüp kendilerine eğlence çıkarmaya karar vermişler... Yaklaşan bir kamyonun önüne atlamış Deliveli ve 'Bööö!' diye kamyonu ürkütmüş... Kamyonu ürkütmüş, ama kötü yaralanmış doğal olarak... Bu olayı anlatan Kırkalının kendisi... Tamam, Deliveli delinin teki... Lakin Kırkalı da bu işin içinde... Demek ki delinin yanında...

    Ahmet'in değişik halleri vardı diyorlar... Bazı bazı gözlerini boşluğa diker, sanki orada birisi varmış gibi manidar bakar bakar gülümsermiş... Sanki sıradan insanların görmediği bir şeylerle meşguldü, diyorlar... Herkesin görmediğini görüyor olabilir. Bizim farketmediğimiz şeylerin farkında da olabilir... Bir keresinde Hafızın Çeşme yanındaki tekke başında görülmüş. Okuyup üfürdükten sonra 
    -'Siz bu mübarekleñ gıymatını bilmiyoñuz' deyesiymiş... Sahi, eskiden tekke başlarında Fatihalar okunurdu, biraz bıraktık mı bu işleri...

    Ali Osman Hoca sayesinde Eğretli olup Sağırlarla bütünleşince, artık kendini Sağırlardan sayıyormuş. Sülalenin akraba bağlantılarının tamamını bellemiş. Onlarla en küçük bağlantısı olan kişiyi bile bilirmiş. Öylelerinden bahsederken de hep 'Bizim falanca, bizim filanca' diye söz edermiş. Köy yerinde hemen herkes birbiriyle akraba zaten... Dolayısıyla neredeyse bütün Anıtkayalılar Kırkalı Ahmet'in akrabası oluyor... Bir gün Kapitalise 'Bizim Mehmet' deyince, Kapitalis;
    - 'Le Ahmet, heralda biz hısım değiliz' diye gülerek takılmış... Ahmet biraz duraklamış, bilinmeyen bir yerlerde bir şeyler arıyor gibi gözlerini havaya dikmiş... Nihayet, 'buldum' der gibi bir ses tonuyla;
    'Ha! Siziñ Mısdığınan bizim Sami sâdış ya!'  diye gürleyip o şen kahkahasıyla mevzuyu noktalamış.

    Tamam, Eğretli ve Sağırlardan; ama Kırkalı Ahmet'i Anıtkaya'ya hapsetmek ne mümkün. Adam derviş ruhlu, böylelerine eskiler 'kalendermeşrep' derlermiş; dünyaya ehemmiyet vermeyen manasında... Bir özellikleri özgür ruhlu olmaları, kendilerini hiç bir kayda tabi hissetmemeleri... Öyle olsa Kırka'da kalırdı, buralarda ne işi vardı, değil mi?... Bu yüzden Anıtkaya'da da kalıcı olmuyor. Kafasına estiğinde geliyor, bir kaç ay kalıyor; bir de bakıyorsunuz Ahmet yok... Yine de her yıl mutlaka geliyor... Sair zamanlarda nerede ne yaptığı bilinmiyor, ama tahmin etmek zor değil... Gakgidi Sandıklı'ya doğru gidiyormuş kamyonuyla. Yol kenarında bunu görmüş, el etmiş, durmamış. Yer mi yoktu neydi, yahut başka bir durum mu vardı, durmamış işte... Sandıklı'ya varınca bakmışlar, Ahmet orada... Her zamanki gibi gülerek ve yüksek sesle:
    - 'Siz almadıñız deye ben gelemicen mi sandıñız!' demiş.... Olayı nakleden Gakgidi yemin billah etmiş, Sandıklı'ya kadar kendilerini geçen bir araba olmadığına dair... Nasıl gitti bu adam Sandıklı'ya...

    Dedik ya, değişik halleri vardı Kırkalının... Değişik ve anlaşılmaz... Eğret'e döndüğü ilk zamanlarda Ali Osman Hoca Hacca gitmeye niyetleniyor... Evdekilerle vedalaşıp helalleşirken kat kat tembihliyor ki kendisi burada yokken Ahmet garip kalmasın, karnı doyurulsun, üstü başı yıkansın, kalbi kırılacak bir davranıştan sakınılsın... Öyle de yapıyorlar; Ahmet acıktım demeden aşını, susadım demeden suyunu yolluyorlar odaya. Bir dediğini iki etmiyor, ne isterse yapıyorlar...

    Hoca Hicaz'dan dönüşte bu hususu soruşturuyor, ona iyi bakıp bakmadıklarını soruyor. Gönlünü hoş tutmalarını istemişti ya...
    - 'Bakmaz olur muyuz' diyorlar 'Ne istediyse verdik, hep gönlünü hoş tuttuk. Katiyyen kendini garip hissettirmemeye çalıştık.' Bu cevap karşısında Hoca rahatlamış... Bu arada sözlerine devam etmişler:
    - 'Hatta zaman zaman evde pişenin dışına çıkarak, canı ne istediyse onu yaptık. Mesela bir keresinde 'Ağamıñ canı gatmer isdemiş' diye geldi. Biz de Ahmet'in kendi canı çektiği için seni bahane göstererek katmer istediğini anlayıp hemen yaptık. Başka bir gün de  'Ağamıñ canı hamıraşı isdemiş' bahanesiyle geldi. Canı ne istediyse pişirdik, önceğe çıkılayıp eline tutuşturduk, hiç garip kalmadı...' Anlatılanları muzip bir sükunetle dinleyen Ali Osman Hoca, o günün bagajı olan çuvalın dibini bir şey arar gibi karıştırmış. Elindeki iki önceği işaret ederek;
    - 'Al, onları sardığınız öncekler' demiş...

    Kırkalı Ahmet'e dair bu hikayenin Hicaz değil de Kırka versiyonunu bir başka kaynaktan dinledim. Daha başka, üçüncü bir kaynaktan da Sandıklılı bir Fırıncı ile yaşadığını işittim. Fırıncı Hacca gitmiş, Kırkalı Ahmet ona önceklerle yemek taşımış... Aynı hikayenin değişik versiyonları olabileceği gibi, Kırkalı Ahmet, bunların üçünü de yaşamış olabilir. Başta dediğimiz gibi, Kırkalının değişik halleri vardı ve bu tip insanları kendi kriterlerimize göre değerlendiremeyiz.

    Yine de Kırkalı'yı tek kelime ile tasvir etmem istenseydi 'Saf' derdim... Kırkalı Ahmet, kelimenin bütün anlam ağırlığıyla saf biriydi. Günlük anlamıyla saftı, kolayca kandırılabilirdi. Gerçek anlamıyla saftı; dupduruydu, tertemizdi. Alıgılı yoktu, manevi pislik bulaşamaz, özel korunaklı bir kişilikti...

    Galiba 1990 yılıydı... Takanın Kahve önündeki iğdenin altında içtiğimiz çaydan sonra Onu bir daha görmedim.



07 Eylül 2022

Şaşdımoğlu Hüseyin

    Kocatepe Gazetesi *

    Gazetecilikle ne zaman tanıştınız?
    Eskiden Ferah Kahvesi vardı. Memurlar, o kahveye gider sohbet ederlerdi. Ben de Köy Enstitüsü’nden sonra Fethibey’de öğretmen olarak çalışmaya başladım. Ferah Kahvesi’nde ilköğretim müfettişlerinden Süleyman Çalışkan’la tanıştım. Tanıştıktan sonra ailece görüşmeye de devam ettik. Görüş alışverişi yaptık. Atatürk İlkeleri’ne o zaman da sahip çıkıyorduk. Bu siyasi tavırlarımız var. Uzun Çarşı’da Halk Partisi İl Binası vardı. Oraya Hasan Akkuş başkan yardımcısı, Asım Yılmaz İl Başkanı dışında kimse girip çıkamazdı. Tahkikat Komisyonu var. Tahkikat Komisyonu terör estiriyor. Bana da arkadaşlar ‘Sakın konuşma, durum çok kötü’ diyenler oldu. Süleyman Çalışkan ile çalışmalarımız devam etti, 27 Mayıs oldu. 27 Mayıs olduğunda ben Öğretmenler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi’ydim. Milli Birlik Komitesi Üyeleri geldi Afyonkarahisar’a. Mehmet Özgüneş ve iki kişi daha geldi. ‘Öğretmenler Lokali’nde bir konuşma yapacaklar’ dediler. Öğretmenler Lokali, şimdiki Kızılay Binası’nın üst katı. Toplantı başladı, ‘söz almak isteyen var mı’ dediler. O anda bana ‘buyrun’ dediler. Sonra biz konuşma yapmaya başladık. Türkiye’de bir kalkınma hamlesi yapılması gerekir. Biz bunu gerekli görüyoruz. Bunun için de tasfiye edilen subayların bu alanda yararlanılması gerekir. Köy-Kentler gibi bir proje anlattım. Tasfiye edilen subaylar, 5 bin kişiydi. Türkiye’de 5 bin merkez olmak üzere köylerden kalkınma hamlesinin başlaması yönünde bir konuşma yaptım. Köylerin, çevrelerindeki köylerle birlikte her türlü sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak merkezler kurulmasını önerdim. İyi dediler. Bana bir broşür hazırlama görevi verdiler. Bir broşür hazırlamaya başladım. Dönemin valisine ‘Hüseyin broşür hazırlıyor’ demişler. Vali de ‘gelsin görelim’ demiş. Vali’nin yanına gittim. 8-10 sayfa bir şey yaptım. Biraz daha geliştirmemi istedi. Onun dediği gibi gözden geçirdim. O dönemde 24 saat olarak çalıştım. Bir taraftan öğretmenlik yaptım, bir taraftan broşür var. Bu nedenle o tarihte bronşit hastalığına yakalandım. 1961’de ağır bir bronşit geçirdim. İstanbul’da Validebağı Provantoryumu’na gönderdiler. Beslenme programı uygulandı. Askerlik uygulaması var, 80 bin kişi askerlik yapamamış. Birikmiş. Bir ay daha kalmam gerekiyor Provartoryum’da, o zaman da askerliğe geç kalacağım. Bronşit kalıcı oldu, geçmedi. İki yıldır yine tedavi altındayım. Çok kuvvetli ilaçlarım var.


    Broşür çalışması devam etti bir yandan…
    Çarşıda görülen ilan panoları var. Postane’nin önünde, Oruçoğlu Çarşısı’nın önünde, Anıtpark’ın önünde Süleyman ile ben pano yaptırdık. Buralarda Devrim ile ilgili çıkmış yazıları asıyorduk. Gazete ve dergilerde çıkan yazıları asıyorduk. Yazıları panolara asarken Süleyman Çalışkan ‘Biz kendimiz de yazabiliriz’ dedi.


    Sizin başka görevleriniz de var mıydı?
    Kurucu Meclis toplanacak, bir açık hava toplantısı yapılacak, bir de kapalı salon toplantısı yapılacak. Sene 1961’de, ben miting yapmak üzere görevlendirildim. 7 yıllık öğretmenim. O miting, buranın tarihinde öyle bir miting olmadı. Meydan doldu, Uzun Çarşı, İstasyon Caddesi her taraf tıklım tıklım oldu. Afyonkarahisar’da böyle bir miting görmedim. O mitingin tek konuşmacısı benim. 27 Mayıs’ı anlatacağım. İyi kötü bir şeyler anlattım. Süleyman da Şafak Sineması’nda konuştu. Anlaşıldı ki biz 27 Mayıs’ın koordinatörü durumundayız. Her şey bize bırakılmış, Valilik’e gelir genelgeler, biz de gereken neyse yaparız. Köy ekipleri oluşturduk. Diyanetten bir kişi, öğretmen ve muhtar yer aldı bu ekiplerde. Süleyman Konya’ya, memleketine gitti, ben tek burada kaldım. Halkevi Başkanıyım, Öğretmenler Derneği Başkanıyım, 27 Mayıs’ın koordine ediyorum ve yazarlık yapıyorum. Yazarlık, o panolardan başladı.


    İlk olarak hangi gazetede yazdınız?
    Gazete olarak Gençliğin Sesi vardı, orada yazmaya başladım. Günlük gazeteydi. Gençliğin Sesi’nde bir köşe yazmaya başladım. Rifat Seloğlu ve Muammer Yalvaç’ın gazetesiydi. Devrim’i destekler nitelikte bir gazeteydi. O süreçte gazeteciliğe ve köşe yazarlığına başlamış olduk. Yazılarım dolayısıyla Belediye ile anlaşmazlığa düştüm. Belediye Başkanı, Vali. Hem Devrim ile ilgili çalışmalar yapıyoruz, hem de şehirdeki özellikle kabzımallarla uğraşıyordum. Ben kendimi saklamak için mahlas kullanmaya başladım. O zaman Belediye binası olarak kullanılan binada toplantı düzenledi. Baktım orada 22 gazeteci var. Belediye tenkitlerini anlatıyor. Biraz laf etti. Ben bir şey demedim, sustum. Nusret Koçoğlu söz aldı. O söz aldıktan sonra ortam değişti. İl yönetimi ile ilgili eleştirilerde bulundu. Rahmetli Koçoğlu’nun görüşleri hakim oldu. Eleştiri daha genişledi. Diğer gazete Afyon Haber’di. Onlar Demokrat Partiliydi. Gençliğin Sesi 4 sayfaydı. Gazete olarak ne zaman kapandı bilmiyorum ama bizim gazeteciliğimiz devam etti. Bir taraftan çalışmalarımız da devam ediyor.


    Gençliğin Sesi adı gibi miydi?
    Sempatik bir gazeteydi, Gençliğin Sesi. Temiz bir gazeteydi. O devirde Jop diye bir gazete de vardı. O gazetede de yazdım. Jopçu’yu herkes tanır. Jopçu’nun hiçbir işi yok. Asıl adı Mehmet Tokman. Jopçu, 1 yaprak haftalık gazete çıkarır. Kimlerden kendisine yardım gelebileceğini hesaplar. Onlara atıflar yapar. Şiirlerini bırakır, geri kalan bölümleri ben doldururum. Orada yazdım. Ali Türk, Birlik gazetesini çıkarırdı. Birlik gazetesi, bazen yetiştiremezdi, ben Kadınana’ya gelmiştim, bana rica ederdi. Ben yazardım. Benim ismim geçmezdi.


    İbrahim Küçükkurt’la tanıştınız sonra… İbrahim Küçükkurt’la tanışmamız nasıl oldu?
    İbrahim ile tanışmamız YÜNTAŞ üzerinden oldu. Eskişehir’de matbaalarını sel basmıştı. Afyonkarahisar’a gelmişti. Orada (harfler) çamurlar içinde. Onları yıkayıp dizgiye veriyorlar. Her taraf çamur içinde. Şimdiki sistem yok, elle diziyorlar. İbrahim, Afyonkarahisar’a geldi. YÜNTAŞ toplantısı yapıldı ama sendika başkanı Emin Dikmen’i kimse deviremiyor. Buraya Balıkesir’den geldi. Kimse onu yıkamıyor. Kooperatif kuruyor, bir kooperatif toplantısında İbrahim, konuşma yaptı. Köylülüğe hakaret etti gibi anladım. Gençliğin Sesi gazetesinde iç sayfa hariç tam sayfa buna ayırdım. Birinci sayfadan sonda 4’e de aktarmışımdır.


    Bu yazıdan sonra karşılaştınız mı İbrahim Küçükkurt’la?
    Yabuz Apartmanı’nın hisse senedi gelmişti. Karşılıklı iki daire YÜNTAŞ’ın. Ben götürdüm verdim. ‘Hoş geldin’ dedi. Çay kahve söyledi. Ondan sonra ayrılmadık bir daha. 1960’lı yıllarda. O konuşmadan sonra dargınlık yaşamadık hiç. Zaman zaman onunla da işbirliği yaptık. O entellektüel bir çevrenin adamıdır. Ben hiçbir zaman görev istiyorum dememişimdir. Sümer’den Kadınana’ya tayinim Atatürk Anıtı Yaptırma Derneği’nin faaliyetine yetişemediğim içindi. Üçüncü adam bendim. ‘Rahatlasın, bize zaman ayırsın’ düşüncesiyle çift öğretim olan okula tayinim çıkarılmıştı.


    Dargınlık olmadığı gibi dostluk devam etti değil mi?
    Matbaadaki harflerin o şekilde dizilmesi beni çok üzmüştü. Ben o sırada Halkevleri adına Taşpınar dergisini çıkarıyorum. Taşpınar dergisini Küçükkurt’ların matbaasına bastırdım. Çevre’yi çıkarmaya başladık.


    Çevre, nasıl bir dergiydi?
    Çevre Dergisi çıkardık. Acar Matbaası’na verdik. Yazıları verdik, yetişmedi onların dediği saatte. Nöbeti bana bıraktılar. Sabaha kadar matbaacı ve ben. Çevre çıktı. Açık bir siyasi görüşü yoktu. Tarafsız bir dergiydi. Kendi çevremiz ve kalkınma ile ilgili bir dergiydi. O derginin orta sayfasını ben yapıyorum. H.Şen’dir oradaki yazılarımdaki imza. O zaman askeri Vali yönetiyor Afyonkarahisar’ı. Çevre’deki yazımı askeri Vali’ye şikayet etmişler. Vali topluyor hepimizi. Matbaada da derginin bazı yerlerini boşaltıyorlar. Şikayete konu yerleri çıkarıyorlar. Gazetecileri çağırıyor. Vali köpürüyor. Oysa ben vilayetin nasıl kalkınması gerektiğini söylüyorum.
    Çevre Dergisi, bir müddet çıktı. ‘Günlük yapalım’ dedi İbrahim. İsim bulmaya çalışıyorlar. ‘Kocatepe var’ dedim. Telif hakkı var dediler, telif hakkının olmadığını söyledim. O zaman benim teklifim kabul edildi. 27 Ağustos’ta çıkacak, bunun duyurusu yapıldı. Bir gecikme oldu, 30 Ağustos’a kaldı. Hedef, Afyon’un kurtuluşu yaş günü olmak üzere Kocatepe’yi yayın hayatına sokmaktı. 3 günlük bir erteleme oldu. O günden bugüne Kocatepeli olduk.
    Kocatepe’deki çalışmalarımda genel bir özetleme yapardım. 3-4 gazete alırdık. 3-4 gazeteyi okuduktan sonra kendim bir metin yazardım. Özenle çalışırdım.


    Her gün köşe yazısı yazar mıydınız?
    Her gün yazıyordum. Hiç aksatmadım. 12 Eylül 1980 darbesine kadar yazdım. 1981’e kadar. Bir gün Nurettin Ersin, komutanlık yaptı. Takışık durumdaydık. O da İbrahim’e çok güvenirdi. Ama Ersin ile ben anlaşamayız, onlar 27 Mayıs’a karşıdır.
Nurettin Ersin, Afyonkarahisar’dan giderken gazeteye uğramış. Şükrü Küçükkurt aradı beni, ‘ağabey bir şey diyeceğim, ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum’ dedi. ‘Ne olacak, söyle’ dedim. Meğer Nurettin Ersin, ‘Arkadaşlık falan dinlemem, gazeteyi kapatırım’ demiş. Musa Seyirci ile benim yazmamamı istemiş. Arkasından da ben gözaltına alındım. Bir hafta karakolda nezarette kaldım. Sonra oradan Ankara Emniyeti’ne gönderdiler. Oradan en erken koğuşa gidenlerden biri oluyorum. Sendikal çalışmalarım nedeniyle hakkımda dava açıldı. 5 ay kaldım Mamak’ta. Vali, Milli Eğitim’e ‘çağırın ve hemen emekli edin’ demiş. Sıkıyönetim benim işime son verdi. Çalıştırması sakıncalıdır dedi, 1402 diye bilinen uygulamayla işime son verdi. Sonra mesleğe dönüş hakkı tanındı. Ben dönmedim göreve. Emekli oldum. Zaman zaman emekli olduktan sonra da yazdım.


    Tutuklanma gerekçeniz neydi?
    Genel Kongre’de doğaçlama olarak konuşmalarım var. 4 konuşma yapmışım. Marksist-Leninist propaganda yapmak, TÖB-DER. Onu kitap haline getiriyor TÖB-DER. O kitaptan bakıyorlar, 4 tane konuşma var. İddianame hâlâ vardır bende. Askeri Yargıtay bozdu. İkinci kez suçlu bulundum. Askeri Yargıtay kesin bozma yaptı. Beraat ettim. İşimi de kaybettim. Oysa benim konuşmalarım, vatanseverlik üzerineydi. Ben memleketimin Sevr anlaşmasına doğru sürüklendiğini fark ederek buna karşı çıktım.


    Kocatepe Gazetesi’nde hangi konuları gündeme getirmiştiniz?
    Genelde ideallerimi, güncel olayları yazdım. Bir dizi yazı hazırladım. Uygarlığa Doğru dizisini yaptım. Zaman zaman da arkadaşlarıma anlatırım. Birçok araştırma yaptım. Kocatepe Parkı’nın yapılması, yukarıdaki tepelerin Milli Park olması, Hıdırlık’ın iyileştirilmesi gibi konuları gündeme getirdim. Kocatepe’de sabaha karşı 5’te program yapılmasını önerdim.


    Kitap yazmayı düşündünüz mü?
    Kitap yazmayı düşünmedim. Hâlâ düşünmem.


    Soyadınızın “Şenşaştımoğlu” olmasının da ilginç bir hikâyesi var. Nedir bu hikâye?
    1960 İhtilali’nden sonra Belediye Başkanlığı’nı eleştirirken ‘Şaştımoğlu’ mahlasını kullandım. Benim babama Şaştım Halil derler. Ben de ‘Şaştım’ın oğlu’ olurum. Babamın lakabını mahlas olarak kullanıyorum. O toplantıda Vali, bana ‘Kendini saklama, senin yazın belli olmaz mı’ dedi. Benim mahlasım çok benimsendi. Memur, esnaf beni Şaştımoğlu olarak biliyor. Rahmetli Hukuk Doktoru Ahmet Şensoy, beni tanırdı. ‘Senin soyadını değiştirelim’dedi. Mahkemeye gittik. 1964-1965’ti. Soyadı tahsisi için gittik. Şen mi olacak, Şaştımoğlu mu? ‘Şenşaştımoğlu’ olsun dediler. Benim soyadımın mahkeme kararına göre Şen Şaştımoğlu yazılması gerekir. ‘Dil bakımından soyadı ayrı yazılmaz’ dediler. Şen olan soyadım Şenşaştımoğlu olarak değişti. 1960 İhtilali’nden sonra yapılacak mitingde ‘Hüseyin Şen’ görevlidir denildi. O zaman soyadım Şen’di.


    Hüseyin Şenşaştımoğlu, ne zaman doğdu?
    Nüfus cüzdanımda 5 Mart 1934, Afyon yazılı. Oysa ben Anıtkayalı, o gün için Eğretli’yim. Babam o köyün tek okumuş-yazmış insanı. Ayrıntılara önem verir, gelişigüzel davranmaz.
    7 yaş zorunluluğu vardı. Biz 6 yaş grubu olarak 3 arkadaş fahri olarak okuma yazma öğrendik ama yaşımız tutmadığı için kaydedilmedik. O sene bir yaş gitti. Bir yaş da evlenme muamelesine gittiğim zaman, burada bir nüfus müdürü vardı, çok incelerdi. Bakıyor orada doğum 1934. O zamana kadar 1935 doğumluyum. 1934 doğumlu olsam kaydım olacak, bir sene önce mezun olacağım. Bir sene önce Köy Enstitüsü’ne girip Köy Enstitüsü olarak mezun olacağım. Ben 1935 doğumlu olarak mezun oluyorum, 1955’te evlenme muamelesine başladığım zaman 1934 oluyor.


    Köy Enstitüsü’ne nasıl başladınız?
    Eğret’de ilkokula başladım. Köy Enstitüsü’ne 1948’de girdim. Ben okumak istiyordum. Fakat babam, ağabeyim okumama karşıydı. Bir 27 Ağustos günü, Afyon’un kurtuluşuna gidiyorum diye yola çıktım. Trenle Akşehir’e, Akşehir’den de Yalvaç’a gittim, öğretmenimi buldum. Okumak istiyorum dedim. Babama mektup yazmış, gelsin okutacağım demiş. Geldik, Konya Sarayönü’ne Pratik Ziraat Okulu’na vermek istediler. Olmadı. Sanat Okulu’na vermek istediler. Buraya okumaya geleceğim, geri çevirdiler beni. Köyde kaldık. Susuz Osmaniye’ye mal satardık. Orada Emin Çavuş diye bir tanıdığımız var. Emin Çavuş’un yanına Salih Hoca diye bir eğitmen gelmiş. Salih Hoca’ya Çifteler Köy Enstitüsü’nden Sekterer geliyor. Onu ziyarete geliyor. ‘Buralarda kimse yok mu’ diyor Salih Hoca’ya. Emin Çavuş, babam köyden dönerken durduruyor ve durumu anlatıyor. Babam geldi, ‘seni göndereceğiz’ dediler. Babam Eskişehir’e götürdü. Hamidiye’ye gittik bulduk okulu. Banyo yaptırdılar. İmtihan yaptılar. 1948’de birinci sınıfa başladım. Bizim Hamidiye’de 800 dolaylarında öğrenci var. Mahmudiye resmen ilçe olunca orası kapatıldı. Bizim köylerde olmamız gerekiyordu. Mahmudiye kapatılınca oradan bizim okula gelenler oldu. Bizim okulda da dağıtım oldu. Ben o arada, yaz tatilinde beni çağırdılar. Böyle bir tayin olmayınca Yalvaç’a gittim. Bayrama rastg eldi. Bayram sonu okula geldi. Arefe günü Arifiye grubuna verilmişim, benim yerime orada olan bir kişiyi göndermişler. Ben Çifteler’de kaldım.


    İvriz’e gittiniz sonra…
    Sonra Konya İvriz’e tayinim çıktı. Konya Ereğlisi’nin Toroslar yamacında, yanında herhangi bir köy olmayan bir köy bu. Ertesi gün işe başladım. 1952’de oldu. 5’inci sınıfa başlamış oluyorum. Son sınıf olarak oraya gidiyorum, ancak mezun olmuyorum. Şubat ayında bir kanun çıkıyor, Köy Enstitüleri’nin kaldırılmasıyla ilgili. Köy Enstitüleri kapatılıyor. Adı ilköğretim okulu oldu. İlköğretim okulları 6 yıl. Bir sene de oradan gitti. İki sene boyunca son sınıf olduk. Konya’dan 1954’te doğrudan ikmale kalmadan mezun oldum.
Afyonkarahisar’a geldim. Bütün buradaki memur kadrosu Ferah Kahvehanesi’ne çıktı. Benim tayinim geldi. Benim tayinim Recep Yaşacak’ın da çalıştığı Fethibey’e çıkmış. Öğrenci kaydı yapalım. Recep’in yazısıyla 18 Ağustos’ta göreve başladım. Recep Bey oranın müdürü. Benim göreve başladığım yazıyı Milli Eğitim’e bildirdi. Fethibey’de stajyerliğimiz kalktı. O sene ben merkeze geldim. Kazım Bozkurt diye bir arkadaşım vardı, Köy Enstitüsü’nde bizden büyüktü. Kalp hastasıydı, ağır hastalığı dolayısıyla yanında birisi olması gerek. Yanına bir destek arıyor. Sen gelirsen ben de gelirim dedi. Tayinimizin yapılmasını istedim. İkimizi birden Namık Kemal İlköğretim Okulu’na verdiler. İki sene orada çalıştıktan sonra Sümer’e gittik. Sümer’i de açan kadro içindeyim, o da benim yanıma geldi. Nereye gitsek beraber oluyoruz. O hastalanınca Ankara’ya, İstanbul’a götürdüm.


    Kadrolu başyazarlık da yaptınız, değil mi?
    İkaz gazetesi, Afyon Haber, Gençliğin Sesi, Birlik birleşti. Gazeteler, Birlik adıyla birleşti. O Birlik gazetesinin başyazarlığına beni getirdiler. Birleşilen gazetede Birlik adıyla çıkan bütün yazılar bana aittir. Birlik gazetesinin altında Birlik gazetesinin imzası olan bütün yazılar benim görüşlerimi yansıtır. Patronlar kendi aralarında anlaşamadılar, ilanları kim tutarsa o aldı. Dolayısıyla Birlik yürümedi. Diğer ortaklar alamıyor. Tahmin ediyorum bir sene sonra Birlik dağıldı. 4 ortak var, resmi ilanları birlikte paylaşmaları lazım. Ama kim ağır basıyorsa o ay ilanı o aldı. Benim 150 lira aylığım var. O zamana göre bayağı iyi para. Ancak tahakkuk etmedi. Ücretimi almadığım halde çalışmaya devam ediyorum. Bir gazetede ilk kez ayrı bir ücret var. Tahakkuk etmemiş, ama bu önemli bir ayrıntı. Başyazarlık ücreti bağladılar, oldu ya da olmadı ayrı bir şey. Kendi aralarında güvensizlik nedeniyle bu iş yürümedi.


    * Bu Mülakat ilk kez Kocatepe Gazetesinin 3 Ocak 2013 tarihli nüshasında yayınlanmış olup, vefatının haber verildiği 25 Nisan 2021 tarihli nüshada tekrar yer verilmiştir.