Yine efsane soluklu bir Nazan Bekiroğlu romanı
okuma niyetiyle Kehribar Geçidi’ne başladım. Her romanın başlangıç bölümü
sıkıcıdır; zira olay, kişiler, yer ve zaman tanıtımına ayrılacağı için bu
kaçınılmazdır. 600 Sayfalık bu yeni kitabın en az yüz sayfasını böyle bekliyordum.
Fakat 35. sayfaya geldiğimde faltaşı gibi açıldı gözlerim, öyle böyle değil
anlatılan, güncel ve çok yakınlarda yaşadığımız tanıdık olaylara benziyordu. Baktım,
iİlk baskısı 2021'de yapılmış, o halde bu durum yazarın bilinçli tercihi
olabilirdi. Altı çizile çizile okunması gereken ve sonunda bir değerlendirmeyi
hak eden bir kitabı elimde tuttuğumu anladım.
Tekrara düşmemek için kısa bir
araştırma yaptım, daha önce söylenmiş şeyleri dile getirmek istemem.
Şaşkınlığım iyice arttı, çünkü hemen herkes romanın ilk kısmı olan ilk 300
sayfayı çok sıkıcı bulmuştu. Oysa beni zıplatan paragraf 35. sayfada
bulunuyordu. İnsanlar nasıl kitap okuyordu böyle. Demek ki okuyucunun da
kendince bir bakış açısı var ve bu açıya göre okuyor, anlıyor, karşılaştırıyor,
neticeye varıyordu. Anlaşıldığına göre, Kehribar Geçidi bizim ruh
halimiz ve dünyamızla okunmamış veya değerlendirilmemişti. Bu yüzden romanı
farklı bir bakış açısıyla nasıl okuduğumu anlatmak istedim.
Kehribar Geçidi, Ashab-ı Kehf
yahut Yedi Uyurlar olarak bildiğimiz, Kehf suresine konu olan meşhur bir
hikayeyi işliyor. Yazar kendine has usta bir kurgulama ve anlatımla hikayeyi
adeta güncellemiş. Roman sanatı açısından değerlendirmek haddimizi aşar, zaten
ilgililer bunu gerekli mahfillerde yapmıştır/yaparlar. Benim yapmak istediğim
ise, ilgimi çeken bazı noktaları sizin de ilginize sunmaktır. Böylece romanın
bize ve günümüze bakan yönlerini gündeme getirmek istiyorum.
İmparator Deklatyanus zamanında,
303 yılında Roma Forum’unda tellal bir bildiri/ferman okur. ‘Hıristiyanlık suçu
sabit görüldüğü için ordunun çeşitli kademelerinden atılanların listesi’ni
duyuran bu bildiri, 90’lı yıllardan itibaren ‘irticai faaliyetler’ gerekçe gösterilerek
TSK’dan atılan subayları hatırlatıyor...
Bildirinin bir yerinde
listedekilerin affedilmesi için Roma’ya bağlılıklarını göstermesi şart
koşuluyor. Cezaevi Müdürünün yaptığı konuşmayı hatırladım. ‘Buradan çıkabilmeniz için örgütle bağınızı kestiğinize benim ikna
olmam lazım’ demişti. Kısaca etkin pişmanlık adı altında itirafçılık,
iftiracılık teşvik ediliyor...
Listede kendi adını gören Yüzbaşı
roman boyunca ‘barbar’ olarak anılıyor. O’nun Tuna nehrinin ötesinden geldiği
için böyle nitelendirildiği ileride açıklanacak. Burada önemli olan Romalıların
kendilerinden olmayanları böyle nitelendirmesidir. Hıristiyan olduğu için
ordudan atılan Yüzbaşının ihracına ikinci bir gerekçe de barbarlığı gibi
algılanıyor...
Bundan sonra yaklaşık yüz sayfada
not almamışım. Bunun sebebi karakter tanıtımları olabilir. Yedi kişilik kadro
(Barbar Yüzbaşı Gerat, Gezgin Almina, Azatlı köle Vitalis, Kandilci Feliks,
Efesli Linus, Yazıcı Köle Simonides, Çoban Fazelis) tanıtılırlarken her birinin
ayrı memleketten basit insanlar olduğu vurgulanıyor. Diğer insanlardan farkları
ise mesleğinin en iyisi ve Hıristiyan olmaları belirtiliyor…
Roma ve halkının ahlaksızlığı, vurdumduymazlığı,
bencilliği eleştirilir; bu konuda soylularla sıradan insanlar bir birinin suç
ortağıdır. Zulüm ve acımasızlığın en belirgin göstergesi Kolezyumdur ve orada
toplanmış hazza garkolan seyirciler Roma’ya gökten bela yağdığının farkında
değildir. Her dalda topyekun bir çöküş yaşanmaktadır. Gelir dağılımındaki
adaletsizlik ve ekonomik çöküntüden misal verilir. Forum’a asılan fiyat
listeleri sürekli hale gelen zamları gizleyemez. Bildiri/listenin sonunda
Dektanyanus ‘Bu fermandaki tavan
fiyatları aşarak ölüme veya sürgüne hazır olsun’ der...
Kitapçı raflarında bir anda
değişik kitaplar boy göstermeye başlamıştır. ‘Dinsizlere Karşı, Hıristiyan Düşüncenin Tutarsızlıkları Üzerine,
Kafirlerin Öğretilerini Çürütmenin Yolları, Hıristiyanların Gizli Yaşamı
Hakkında’ gibi adlara sahip bu kitaplar çok ucuz fiyata satılmaktadır... Kitapların içeriğine gelince, bu Hıristiyanların
ne kadar tehlikeli olduklarına yönelik basmakalıp şeyler: Tanrıtanımazlar,
sapkınlık içindeler, düpedüz azgınlar. Kimsenin bilmediği gizli güçleri var.
Büyü yapıp hastalık başlatıyorlar, gökyüzüne taş atıp dolu yağdırıyorlar.
Afetli fırtınalar çıkaranlar da onlar, sihirli sözcükler söyleyerek karıyı
kocadan ayıranlar da onlar…
Gezgin Almina’ya göre, Roma
muhteşem bir şehir, ama cinayetlerin en zalimi de burada işlenmektedir. Üstelik
bu zülüm ve cinayetlerin aynısı 300 yıl önce Hz. İsa zamanında da yaşanmış
olanlardır… Almina, ‘Çarşıda, pazarda, Forum’da bir taşın
üzerine çıkarak yaklaşan fırtınadan bahsetmek’ için Roma’ya gelmiştir...
İmparatorun önce Forum’da okunan sonra bütün sokakları dolduran buyrultusu çok ilginçtir:
‘1.Bugünden başlayarak kendilerine Hıristiyan diyen kafirlere ait bütün kiliseler istisnasız yıkılacaktır.’
‘2. Hıristiyanların toplandığı ve içinde sözde kutsal saydıkları yazmaları sakladıkları evler yıkılacaktır.’
‘3. Bütün kiliselerde bulunan ve sözde kutsiyet atfedilen metal eşyaya ve benzerlerine el konulacaktır. Kiliselere ve onlara ait mülklerle arazilere de el konulacaktır.’
‘4. Hıristiyanlar bir araya gelerek ibadet edemeyecektir.’
‘5. Hıristiyanlar Roma adına resmiyet taşıyan her türlü görevlerinden atılacak ve kilise önderleri tutuklanacaktır.’
Yalnız Tellalın duyurduğu fermanın sonu da çok ilginçtir, aynen alıyorum: ‘Romalılar; asiller, yurttaşlar, köylüler, köleler. İmparatorun buyruğudur, o da Forum'da okunmuştur. Kafir ve dinsizlerce sözde kutsal sayılan bütün yazmalar, o yazmaların bütün kopyaları hiç kimsenin evinde, üzerinde çekmecesinde, sandığında, döşeğinin altında ve daha hiç bir yerinde bulundurulmayacaktır. Eğer bulunursa, bu yazmaların kendileri toplanacak, meydan ateşlerinde yakılacaktır, hem de gürül gürül. Saklandığı ev veya atölye veya işyeri yıkılacaktır. Bu yazmaları saklayan veya bulundurana gelince, hür vatandaş olanlar tutuklanıp yargılanacaktır. Kölelerin ve yabancıların yargılanmasına ise zaten gerek yoktur.’ Bu husus ikinci maddede kısaca geçiyordu, fermanın sonunda ayrıntıya girilmiş…
Ferman yayınlandıktan sonra Hıristiyanlar şeytanlaştırıldı,
şimdiye kadar işlenmiş bütün suçların faili olarak gösterildiler. ‘Geçen asrın
krizi bu kafirler yüzünden çıkmış, fiyatlar onların yüzünden fırlamıştı. Şehir
kapılarını barbarlara onlar açıyordu. Kaçan köle Hıristiyan’dı, cesedi bulunan
efendiyi kafir kölesi katletmişti. Nero’yu, hatta Sezar’ı onlar öldürmüştü. İki
asır önceki büyük deprem, bir asır önceki veba salgını, hatta Pompei’yi sonsuza
kadar yok eden yanardağ püskürmesi bile onların başının altından çıkmıştı. Bir
zamanlar ahlaksızlıkları Roma’ya dudak uçuklatan Bachus Bayramlarını da bunlar
tertip etmişti.’ Bu bayram zamanında henüz Hz. İsa doğmamıştı, var gerisini sen
düşün…
Kargaşa günlerin birinde Efesli Linus atölye/evinde telaşlı
saatler geçirir. Komşusunun ihbarıyla evine baskın yapılacağını düşünerek
fermanda belirtilen ‘sakıncalı’ şeyleri yok etmeye karar verir. Nehre atarak
bornz balık heykelinden kurtulur, kutsal kitaptan sayfa ve ruloları da ocakta
yakar…
Roma’da o sırada İmparatora azıcık muhalefet edebilecek
durumda tek kurum vardır, Senato… Lakin senatörlerin içinde ülkeyi ve onurunu
düşünecek birkaç kişi dışında kimse bulunmuyor, çoğunluğu kişisel ikbal ve
menfaatinin derdine düşmüş durumdaydı. Azatlı köle Vitalis’in efendisi Senatör
Zosimos gibi birkaç kişinin de etkisi yoktu. Sonuçta senato olduğu gibi
İmparatora teslim oldu…
O senatoda, sırf İmparatora yüzlü görünerek bir şeyler elde etmek hesabıyla öyle tahrik edici konuşmalar yapılıyordu ki, Hıristiyanlara
düşmanlığı İmparator terk edecek olsa bile bunlar karşı çıkarlardı. Mesela bir
senatör ‘Forum’da malını mülkünü kiliseye
hibe ederek çuvaldan giysilerle koşturan soylular görünür oldu, sizin de
aranızda bunlardan var mı?’ diye hem soruyor hem de istediğimi böyle
suçlarım mantığıyla tehdit ediyordu…
Ordudan atılan barbar Yüzbaşı Gerat’ın hamam inşaatında işçi
olarak çalıştığı anlatılıyor. Evine ekmek götürebilmek, hayatta kalabilmek için
herkes her işi yaptı…
Gerat’ın çalıştığı hamam inşaatı İmparator şerefine
yapılmaktadır. Yakında ziyaret edeceği Roma’da her şey onun gelişine göre
ayarlanmaktadır. Fakir halk ise iktidarın nimetlerinden hamam yoluyla azıcık
yararlanır, ama beyni yıkanır orada. Bu beyin yıkama Hıristiyanları
şeytanlaştırma merkezlidir…
Bir yerde İmparatorun tam ismi zikrediliyor: İmparator Sezar Gayus Aurelyus Valeriyus
Deklatyanus… Ünvanlarıyla birlikte dört beş isimli… Bir başka yerde de yıllar önce sadeliği ile belirginleşmiş
İmparatorun bugünkü debdebe ve şatafatı karşılaştırılarak şu hali garipsenir…
İmparatorun şu anki durumunda daha önemli bir gariplik
anlatılır, onurlu Senatör Zosimos’un gözünden. Kendisine tanrılık izafe edilmiş
ve buna İmparator hiç itiraz etmemiştir...
‘… İmparator sıkıldı…
ve tırpanladığı Roma muhafız alayının değil kendi taşralı birliklerinin
arasında…’ Bu cümleden anlaşıldığına göre İmparatorun hizmetinde Roma
Muhafız alayı vardı onu dağıttı ve kendisi için yeni birlik oluşturdu…
Gösterişli ve yapmacık karşılama töreninde gördüklerine
İmparator inanmaz, ama Roma halkı öyle değil; ‘… bu zafer alayı kalabalıkları avutmaya fazlasıyla yetmişti. Çünkü
ihtişamı taklit olsa da yaşattığı duygu gerçekti. Halk gönüllü aldanmaya dünden
razıdır. Bir sihir içinde yaşadığını bilir ve kendisini uyandırmaya kalkışanın
karşısına dikilir.’ Buna rağmen asıl hoşnutsuzluk sebebi halkın ahlaksızlığıdır.
Çürüme tabandan mı başlamış yoksa tavandan tabana mı inmiştir. ‘Firavun kavmini
aşağıladı, onlar da kendisine boyun eğdiler.’ (Zuhruf 54) Ayet her iki durumu
da gayet güzel açıklamış…
İmparator peş peşe fermanlar yayınlamaktadır. Bunların
birisi dönüm noktası gibidir. Özet olarak Hıristiyanların kökünü kazıma emri
denilebilecek bu fermanla adeta İmparator ‘Elinizden
gelirse açıp kalplerine bakın. Gerekirse Roma’yı taş taş yıkar yeniden kurarım,
her ferdi Hıristiyan çıksa hepsini yeniden kurar yeni bir Roma zürriyeti
yaratırım.’ diyordu…
Meşhur dördüncü ferman maddelerine biraz bakmak lazım: 1-İmparator
tebasının tamamı tanrılar adına yemin ederek kurban kesecek ve o kurbanın
etinden tadacaklardır. 2-Şüphelenilen herkes Hıristiyan olmadığını ispat etmek
zorundadır. 3-Kurban kesmeyenler suçunu itiraf etmiş sayılacak ve sonu ölüm
olan her türlü cezaya çarptırılacaktır. Anlaşılıyor ki Hiristiyan olma da ne
olursan ol, anlayışındalar… Bu kararların özündeki caniliğe bakılırsa ‘Demek ki İmparator, erkanını ve
filozoflarını başına toplayarak bir zümrenin kökünü nasıl kurutacağını, kendi
halkını yok etmenin olurunu soğukkanlılıkla tartışmıştı.’…
Dördüncü kararnameden bir ay kadar sonra Gezgin Almina
felaket haberini vermeye başladı. Ona göre Hıristiyanlara yapılanlar yüzünden
Roma’yı korkunç bir son bekliyordu: ‘Bu
ferman bu sütunda çakılı durdukça ateşin Roma’yı kavurması yakındır.’ Bana
göre Almina ‘Zulmedenlere taraftar olmayın, yoksa ateş size de dokunur.’ (Hud
113) ayetinin içeriğindeki uyarıyı yapıyor…
Genelge Romalıları iyiden iyiye çılgınlaştırır. Önceden yediği
içtiği ayrı gitmeyen insanlar Hıristiyanlara bir anda düşman kesilir, ihbarlar
iftiralar sökün eder. Mesela Yontucu Linus’u komşusu ihbar ediyor, ‘İmparator şehrimizi şereflendirdiğinde
kapısına bir kandil asmadı. Bunu Roma’ya ve onun tanrılarına sadık biri yapmaz.
Bu da dinsizlerden, ben şahidim’ diye evini de göstermiş...
Bu bölümde sıra sıra, kuyruk halinde zincire vurulmuş
sorguya götürülen Hıristiyanların anlatıldığı paragraflar da tanıdık geldi. ‘Hüngür hüngür ağlayan dağ gibi
delikanlılar, dağlar gibi dimdik duran ak saçlı ak sakallılarla yan yana
yürüyor. Kendi zincirlerinin yanı sıra babasının zincirlerini de taşıyor zayıf
bir delikanlı. Genç bir adam iki kişinin koluna asılmış, iki büklüm, çenesi
yerleri yalayarak, ayaklarını sürümeye çalışıyor. Koluna girdikleri de adım
atamayacak kadar bitap oysa… Şu üçü kardeşti, şunlar baba oğul. Şunlar ana kız,
birini torunu diğerini dedesi ihbar etmiş. Şu, köleleriyle aynı elbiseyi giyen
soylu bir hanımefendi. Yanında kocası yok ama, vefakar köleleri inancında da
hanımefendilerini terk etmemiş… Gencecik bir kadın, kucağında paçavraya
sarılmış el kadar bebeği…’ Bunları tek tek açıklamaya gerek yok...
Efesli Linus bütün bu gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler,
hakaretleri görünce o mazlumlar arasında bulunmadığına hayıflanır ve vicdan
azabı yaşar…
Ortalık tamamen karışmıştır. Hıristiyanların bitirilmesi
için herkes İmparatora destek verir ve onunla işbirliği yapar. Öldürmeden imana
getirme, istediği ifadeyi almak için cellatlara, sorguculara Başhekimden kurs
aldırılır. Sağlık tapınağı da böylece kitlesel kıyıma bulaştırılmış olur. Adeta
anatomi dersi verilerek, işkencenin bin bir yolu, çarmıha çivileme teknikleri
birer birer öğretilir…
Tanrılara kurban kesen keser, böylece Hıristiyan olmadığını
ispat edenler kurtulur. Hıristiyan olduğu halde kurban keserek vaziyeti idare
eden de çoktur; ama inancında direten, kurban kesmeyi reddeden, düzene boyun eğmeyen
Hıristiyanlar az da olsa vardır ve onları çetin bir yargı safhası
beklemektedir. Mahkeme heyetinde iki hakim, savcı ve avukat bulunmalıdır.
Hiçbir avukat bu ‘kafirleri’ savunmak istemediği için heyetteki avukat
sandalyesi boş kalır. İki hakimden yaşlı olan biraz dürüst ve vicdanlı
görünmektedir, ama yeni atanan genç hakim adeta ikinci bir savcı gibi davranır…
Özel olarak dizayn edilmiş bu mahkemelerden adalet beklemek
mümkün değildi, dolayısıyla duruşmalar acımasız ve bir o kadar da gülünç
olaylara sahne oluyordu. Sanıklardan biri soylu bir yaşlı kadındı. Dediğine
göre Roma’nın tanrılarına inanıyor, kurban kesmiş buna dair belgesi var, onun
Hıristiyan olduğuna dair hiçbir işaret yok; ama sonuçta hakim karşısında. Meğer
birinin şikayeti üzerine oraya getirilmiş. Şikayetçiye deniyor ki ‘Yahu bu kadın dinibütün biri, kurban bile
kesmiş, niye şikayet ettin?’ Adamın verdiği cevap manidar; ‘Şikayet ettim çünkü o gizli bir Hıristiyan.
Kendini gizlemek için kurban kesiyor, öyle davranıyor.’ Bu gülünç iddiayı
ciddiye almayıp yaşlı kadını serbest bırakıyorlar…
Bir yargılamada okunan iddianamedeki suçlamalar şunlar: ‘İmparatorun onuruna övgü nutku için müracat
etmemek, tanrılara kurban kesmemek, hiç değilse tütsü bile yakmamak, İsa’yı
yüksek sesle lanetlememek…’ Sonuçta bunlar onun Hıristiyan olduğuna delil
kabul ediliyor ve ‘Tanrılarla Roma’nın
arasındaki barışı bozmaktan’ hüküm giyiyordu…
Yargılanan bir retor, genç hakimle tartıştıktan sonra
aleyhine karar verilecekken söz ister: ‘Ben
ömrümü Latin dilinin doğru ve güzel kullanılmasına adadım. Hakkımda vereceğiniz
cezaya da hazırım. Ama mahkemenizi uyarayım. Daha iddianamenizi dinlerken
işkence çektim. Öğrencilerin böyle metinlerini azarlayarak geri çeviriyoruz
biz. Katiplerinize söyleyin biraz imla biraz cümle terbiyesi, kelime tertibi
edinsinler…’
Barbar Yüzbaşı Geta’nın duruşmasında çok kritik bir soru
sorar genç hakim. ‘Dininin emrettiği ile
İmparatorun emrettiği arasında zıtlık olursa ne yaparsın?’ Bu soru da bana çok tanıdık geldi...
Geta Yüzbaşının duruşmasında yaşlı hakim ile yeni atanan
genç hakim arasında da bir tartışma yaşanır. Bu tartışma genç hakimin şu kararı
okuması üzerine gelişmiştir: ‘Bu şahsın
Roma imparatorluğunun manevi şahsiyetine hakaretten suçlu bulunmasına,
infazına, infazdan önce haysiyetsizlik lekesi ile ikinci kez damgalanmasına
–biri ordudandı bu da devletten hatıra-, bu tatbikatın erkek evlatlarına da
geçmesine, onların da bütün saygınlıklardan mahrum kalmasına; orduda görev
yapmalarının, mahkemelerde tanık olmalarının, bir mirasın kendilerine
kalmasının yasaklanmasına…’ Roma yasasına göre suç babadan oğula geçemezdi,
yaşlı hakimin itirazı bunadır. Tartışmadan da anlaşılır ki genç hakimin hak,
hukuk, yasa, adalet gibi bir derdi yoktur…
Avukat meselesi de işleniyor romanda. Malum sebeplerle
Antakyalı Baraday’ı savunacak avukat bulunamaz. O zaman, doğuştan şanslı Efendi
Naso’ya gün doğar. Soylu olmadığı, okuma bilmediği halde sahip olduğu muazzam
serveti sayesinde emellerine bir bir ulaşmasıyla maruf olan Naso’nun uzun
vadedeki emellerinden biri de mahkemede avukat olarak savunma yapmaktır. O
günün yasalarına göre avukat olmasa bile hakimin onayıyla savunma hakkı
verilebiliyormuş. Böylece Efendi Naso Baraday’ın avukatı olur. Lakin
konuşmasında Baraday’ın haklarını savunmak yerine kendi nefsini tatmin
peşindedir…
Efendi Naso’nun yetersiz avukatlık deneyimini görünce,
duruşmayı izleyen azatlı köle Vitalis dayanamaz ve Baraday’ın savunmasını
üstlenir. Avukatlığa zekice başlar ve neyle suçlandığını sorar. Şaşıran genç
yargıç sanığın Hıristiyan olduğunu söyleyince Vitalis bir şey olmanın suç
olamayacağını, ancak fiili olarak bir şey yapmanın suç teşkil edeceğini söyler.
Hazırlıksız yakalanan Hakim kızıp Baraday’la birlikte Vitalis’i de mahkum eder…
Vitalis’e ceza verilmiştir, ama bir gün süre verilerek
ertesi gün kurban kesmek, tütsü tüttürmek ile cezası başlayacaktır. Yarına
kadar efendisi senatör Zosimos’un evinde kalmasına izin verilir. Senatör bundan
sonra rahat bırakılmayacağı için Vitalis’e Roma’yı terk etmesini önerir. Hatta
önayak olarak kaçmasına yardım eder…
Roma’da böyle canavarlıklar yaşanırken, dağdaki çoban
Fazelis ve köpeği Kehribar, öksüz kalmış dört canavar (kurt) eniğini yaşatmanın
derdine düşmüştür. Parmaklarından damlattığı koyun sütüyle doyurup inlerinde
bırakırken onlara şöyle seslenir: ‘İki üç
hafta sonra gidersiniz, hiç birinizi bulamam burada. Nasıl avlanacağınızı nasıl
hayatta kalacağınızı size öğretecek halim de bilgim de yok, ama nasıl olsa bir
yolunu bulup, başınızın çaresine bakarsınız. Rızkınızı Tanrı verir, insandan
uzak durun yeter.’ İleride sürüsüne musallat olacak kurt eniklerine şefkat
gösteren Fazelis…
Tekrar Roma’ya dönelim… Azatlı köle Vitalis kaçarken değişik
duygular yaşamaktadır. Bunca kötülük yaşanıyorken Roma’nın ilahi bir gazapla
neden helak edilmediğini anlayamaz. ‘Helak olmayı hak eden kavimler bundan daha
fazla ne yapmışlardı?’ diye sorar kendi kendine… Vardığımız nokta ‘Allah imhal eder, ama ihmal etmez’...
Vitalis’in savunması da Baraday’ı kurtarmaya yetmemişti.
Yakılarak idam edilişini Gezgin Almina gözyaşları arasında izliyordu. Bu arada
bir kadın eliyle işaret ederek, ‘Bu da
onlardan!’ diye bağırdı. Bu ispiyonla yakalanacağını anlayan Almina
kalabalığa karışıp şehri terk etti…
Efesli Linus, Yontucular sokağının en çalışkan, dürüst ve
kabiliyetli beş ustasının infazına tanık olur. Kurban kesmemişler tütsü
yakmamışlar, üstelik sipariş edilen Jüpiter heykelini yapmayı beşi birden
reddetmişlerdi. Genç yaşta beş kişi küfürler arasında, itile katıla
getirilmişler ve cellatlarının önüne yan yana dizilmişlerdi. Linus’un aklında
beş şehidin en son bu görüntüsü kalmıştı. Atölyesine dönünce mavi hafızasına
kazıdığı bu görüntüyü mermere işledi; beş ustanın yüzlerindeki güzelliği,
masumiyeti ve cesareti de aynen taşa aktardı. Bu büyük suçu(!) anlaşıldığında
kendisinin de yaşatılmayacağını bilen Linus, hemen o sabah şehirden
ayrılacaktır…
Tapınak kandilcisi Feliks için mahkeme duruşma filan
yapılmaz, daha doğrusu buna gerek kalmaz. ‘Askerlerin
emrine uymayarak ateşlerini harlamayan, ateşlerine odun taşımayan, ayrıca tapınağı
yakmaya çalışan’ Feliks, her şeyi itiraf ederek Başrahip’e meydan okuyarak
Hıristiyan olduğunu bildirir. Sonuçta zindana atılırsa da önceden kurduğu
dostluklar sayesinde oradan da kurtulup kendini Roma’nın dışına atar…
Barbar Yüzbaşının cezası hepsinden farklı ve daha
zalimcedir. Kolezyumda Buğday Başağı kardeşiyle savaşacak, kazanana kurtulma
şansı verilecekti. Zayıf ve narin bedenli küçük kardeşi daha baştan intihar ederek
bu oyunu bozdu. O anda çıkan bir kasırgadan yararlanarak Geta kaçtı…
Roma’daki melanetten dolayı altı Hıristiyan, şehirden çıkıp
dağa kaçmak zorunda kaldı. Bu altı kişinin her birini karşılayan Kehribar,
onlara kılavuzluk yaparak bir meşe ağacının altında topladı. Çoban Fazeliks ile yedi kişi olan kafile birlikte uzaklara kaçma fikriyle hareket edip
akşama doğru daha önce hiç görmedikleri bir mağaraya vardılar…
Hayret, bunca yıldır dağlarda dolaşan Fazeliks bile mağarayı
fark edememiş. “İnsan gözüyle fark
edilebilecek bir şey değil bu. Başka bir bakış, başka bir görüş gerek bunu
bulmak için.” Gezgin Almina’nın mağara için söylediği bu söz, aslında bu
roman yani Kehribar Geçidi için de söz konusudur. Daha önce bahsetmiştim,
okuyucular buraya kadar romanı beğenmediklerini, çok sıkıcı bulduklarını
söylemişlerdi. Galiba önemini kavramak ve beğenmek için ‘başka bir bakış, başka bir görüş gerek.’
Mağarada ateşin
başında tanışma faslına geçilir. Çoğu birbirini yeni görmüş bu yedi kişinin her
birinin kendine göre bir hikayesi vardır, onlar dinlenir. Yalnız Yüzbaşı Geta
pek konuşmak istemez…
Romanın burasından itibaren fazla not almamışım. Tanışma
esnasında özellikle Almina’nın hikayesinde fazla ayrıntıya inilmiş, haliyle
mevzu uzamış. İşin özü burada yedi müminin nasıl Hıristiyan olduklarının
hikayesi var. Her biri farklı bir coğrafya ve farklı bir sosyal tabakadan gelen insanlar...
309 Yıl sonra (tabi onlar bir gece uyuduğunu sanıyor) 612
yılında uyandıklarında tekrar hareketlilik başlıyor. Almina’yı yiyecek alması
için şehre gönderiyorlar. Gördüklerini anlamlandırmaya çalışırken vicdanlı bir
adam olan Kilise arşivcisi Sebastiyan ile karşılaşır da ikisi birlikte olayı
çözerler. Olanları arkadaşlarına da anlatması için Sebastiyan’ı da
arkadaşlarının yanına götürür. Sebastiyan olanı biteni anlatır. Bunlar
uyuduktan iki yıl sonra 305 yılında zalim imparator çekilmiş, yerine adil bir
imparator olan Konstantinos geçmiştir. Onun zamanında Hıristiyanlık serbest
bırakılmış, önceden aşağılananlara itibarları iade edilmiştir. O günden beri,
üç asırdır Roma Hıristiyandır.
İlk özgürlük zamanlarında değişimin birdenbire gerçekleşmesini
anlatırken araştırmacı Sebastiyan biraz ayrıntıya girer. ‘Onca kötülüğü içine sindiren ve daha yok mu diyen Romalılar; her taşın
üzerinde uluyan hatipler, kışkırtıcılar, muhbirler; egemenlik Hıristiyanlığa
geçtiğinde vaftiz olmaya koşmuşlardı. Daha birkaç yıl önce infaz alanlarında
seyir sırasına girenler, kiliseleri doldurmuştu.’… Roma halkının ikiyüzlülüğünü
anlatan bu sözler, rüzgar tersine döndüğünde insanların nasıl ikiyüzlü olduğuna işaret
eder gibidir…
Ertesi gün hep birlikte Roma’ya inerler. Gezip dolaştıktan
sonra bu şehrin, ‘daha dün’ onların bıraktıkları şehir olmadığı anlaşılır. ‘Şimdi ne olacak? Ne bir evleri vardı ne bir
işlikleri koca Roma’da, ne onları bir tanıyan ne de onların bir tanıdığı…
Onların tanıdığı dünyadan sağ kalan yoktu. Hepsi ölmüştü… Bunun anlamı sevmedikleri
gibi sevdiklerinin de hiçbiri yoktu bu Roma’da…’ Bu cümlelere yorum
yapamıyorum.
Her biri şehrin bir yerinde hatıralarını aramaya koyulurlar.
Barbar Yüzbaşı Kolezyum’a koşar, böylece üç asır önce orada yaşananların
ayrıntısına ineriz. Kardeşiyle ölümüne kavgasını izlemek isteyen yetmiş bin canavar
ruhlu Romalı oradaydı ve mucize yangın/kasırgayla helak olmuşlardı. “Şurada kahinlerden biri, saçları tutuşurken
kehanette bulunuyor muydu acaba? O kahin iki adım atamadan Şifa Tapınağı
Başrahibinin üzerine yığıldı. Yanında son nefesini veren de Başhekimden başkası
değildi. Şu da galiba ispiyoncu tamirci komşu. Daha dün yağladığı, parlattığı
Plüton heykelinin devasa ayaklarının altında kalmıştı ve cılız boynu kırılmış
Vesta rahibesi de aynı ayakların altındaydı… Sivri, ağır bir tığ o mavi
gözlerin önünde gladyatör eğitmeninin pörtleyen iki gözünün tam ortasını isabet
aldı. Alnı çatlar, gözlerinin biri akarken olduğu yere, dizlerinin üstüne çöktü
eğitmen, sonra devrildi; kalan gözü açık, yüzü imparator locasına dönüktü. Az
ötede cellat Yanardağ, beline kadar moloza gömülmüş, vücudunun geri kalanıyla
çırpınarak ölüyordu… İçi hiç sızlamadı Barbar Yüzbaşı’nın, hiç kimse için
üzülmedi. Bu arenada seyirci olarak bulunan herkes suçluydu. Eşikti arenanın
kapısı. Oradan içeriye özgür iradesiyle adımını atan hiç kimse temiz değildi.
Kendisini de yargılayan genç yargıcı, şu parlak oğlan, ölü yüzünden tanıdı… Az
ötede bileğinden kopmuş bir elin serçe parmağı hala kalkıktı. Ya ziyafetteki
yeni zengine aitti, ya da Forum’un habercisine…” Çünkü herkes her şeyin
farkındaydı ve herkes seçimini yapmış, duracağı yeri
belirlemişti…
Azatlı köle Vitalis Forum’a varır, duygulanır. “Dünkü kalabalıklar gözünün önüne geldi,
mahkemeyi kuran vali, hükmeden yargıç; işkence tezgahını kuran, ateşin kıvamını
tutturan, infaz kılıcını tutan cellatlar gibi olup biteni seyreden ve seve seve
içine sindiren halk. Bugün bu Roma’da bu Forum’da onların hiçbiri yoktu. Yedi
kişi sağdı ama tamirci komşunun kemikleri bile toz olmuştu… Kaldıysa geriye
isimleri kalmıştı, onlar da hayırla yad edilir cinsten değildi.”...
Vitalis daha dün (ya da üç asır önce) Roma’dan kaçarken
ettiği duayı hatırladı. Bu şehrin göçüp çöktüğünü görmek için neler vermezdi. “Şimdi anlıyor ki insanoğlu sabırsızdı, tez
canlıydı. Her şey bir anda olup bitsin istiyordu, hiçbir şey geriye, hiçbir hesap
istikbale kalmasın. Oysa tarihin kılıcı çok keskindi eli ağır olsa da. Tarihin
ayağı ağırdı ama onun da zamanı galiba Tanrı’nın zamanındandı.” …
Kilise arşivcisi Sebastiyan, geçmişten gelen bu yedi kişiyi
dinledikçe değişik hissiyata bürünür. “Sadece
bir an için bile olsa o günlere dönebilmek, bir pencereden bakar gibi şöyle bir
bakıp geri dönüvermek uğruna yaşamımın geri kalanını verirdim.” Bu cümleyi
özel olarak not almışım, zira bazen beni de iklimine alan büyülü bir hissiyatı
ifade ediyor.
Uyandıktan iki gün sonra tekrar Roma’ya inerler, bugünkü
amaçları kilisedeki ayine katılmak. Kendi zamanlarıyla şimdiki zamanı
karşılaştırdıkları için sürekli bir şaşkınlık hali içindedirler. “Tanrı’nın
yolunda halis kalple yürürken gözleri yaş içinde kalan şu insanların daha dün
Hıristiyanları avuç içlerinden ve yaralı bileklerinden mıhlayanların torunları olduğuna
kim inanırdı?... Buhur kokusuyla kendinden geçmiş şu kadınlarsa sunakta tütsü
yakmayı reddettiği için katledilenlerin torunlarıydı.” Bununla beraber kilisedeki
Hıristiyanlık da kendi zamanlarındaki din değildir. Pagan sembolleriyle
karışmış, yoldan çıkmış acayip bir şey karşısındadırlar. Resmedilen Hz. İsa ve Hz.
Meryem’i tanıyamazlar. Başpiskopos ve ruhbanlardaki şatafat ve ihtişam, aradıkları
maneviyattan fersah fersah uzaklaştırır onları. Başladıktan sonra ayinin de
pagan unsurlarla karıştığını anlar, inkısar üstüne inkısar yaşarlar. “Din vara vara bu debdebeye mi varmıştı!”…
Gezgin Almina’da Baraday’ın ayrı bir yeri var; Antakya’da
tanıyor, Roma’da sohbet ediyorlar ve nihayet mahkemesiyle infazına şahitlik
ediyor. Bu sebepten ötürü onun türbesinin başucunda duygulanır, biraz da halkın
zıvanadan çıkıp bu türbeden şifa dilenmesine içerlemiştir. Bu duygularla alnını
taşa dayar. “Bir papaz tam o sırada
yanında bitti gezginin. Çatık kaşlarıyla hayır anlamında başını sallayarak
lahdi işaret etti. Gözleri göz değil birer keskiydi. Dokunma!”…
Yontucu Efesli Linus’un beş şehit ustayı mavi bir mermere yonttuğu
hatırlanacaktır. O mermeri alıp kiliseye yerleştirmiş ve beş ustayı aziz ilan
etmişler. Linus eserini görür de tanımaz mı, tanır da duygulanmaz mı… Alnını
serin mermere dayayıp öylece kalakalır. Neden sonra “Bir rahibin sesiyle kendine geldi. Ses değil öfkeydi. Dokunma!”
Kendilerini iyiden iyiye yabancı hissettikleri kilisedeki
durumu en yetkili kişi, yani Başpiskoposla görüşmeye karar verirler. Sebastiyan
randevu ayarlar. “Mor kaftan onun da sırtındaydı.
Elindeki fildişi âsânın sapı haçlı olmasa, o da Roma imparatorlarındandı.” Dinin hurafelerle doldurulduğunu anlattılar,
mucize diye inanılanların basit gerçek yüzünü gösterdiler. Lakin dinin özü ve gerçekler
Başpiskoposun umurunda değildi, kurdukları düzenin devamından yanaydı. “Siz yedi kişi, bu gibi düşüncelerle
kendinizi yormayın, bildiklerinizi kendinize saklayın ve böyle şeyleri halkın
huzurunda anlatmayın. Siz 309 yıl uyurken kilise bunları düşünmedi sanmayın. Bu
gibi işleri dinin bilgilerine ermiş ilmi yüce kişiler düşünsün. Neticede din
hakkında bir tartışma gerekirse onu da kilise yapar. Kilisenin asırlar içinde
biriktirdikleri, sizin uluorta anlatacağınız gerçeklerden daha önemlidir.”
Başpiskoposun bu tavrı yedi kaçak Hıristiyan mümini dehşete düşürdü; “Tahtında oturan piskoposun gözlerinde, daha
dün idam kararlarını imzalayan genç yargıcın gözlerindeki ifadeyi görür gibi
oldu azatlı köle.”…
Sebastiyan akşam yemeği hazırlarken durum değerlendirmesi
yaparlar. “Onlar uyurken piskoposlar
birbirine rakip, cemaatler ise düşman olmuştu.” Tefrika ve ayrılık o kadar
artmış ki “kiliseler sadece köleliliğin
gerekliliği ve kadının günahkarlığı konusunda ittifak etmişti. Oysa ilk dönem
şehitleri arasında ne kadar çok kadın vardı.”
Yazıcı köle Simonides, hayalen sevdiği kadın için
yazdıklarını ‘Sabina’ya Övgüler’ adıyla toplamıştı. 309 Yıl sonra eserini başka
bir adla sahiplenen biriyle karşılaşır. Bu münasebetle yozlaşmanın yalnız
kilisede, toplumda olmadığını, dilde de muazzam bir bozulma yaşandığını tespit
eder. “Bir dil nasıl unutulur? Dilin evi
fiillerdir, fiillerden mi yıkılır? Bağlaçlarından mı kopar, edatlarından mı
kırılır, sıfatlarından mı bozulur, isimlerinden mi ayrılır? Söz diziminden mi
dağılır? Kelimeleri unutulunca mı bir dil unutulur? Bir gecede mi olur bu,
zamana mı yayılır? Bir dil onu konuşan son kişi ölünce mi unutulur?
Kavramlarına ihtiyaç kalmayınca mı çöker gider? Yoksa böyle kulak tırmalayan,
melezleşmiş bir ara dil mi kalır?”…
Yakın gelecekte yaşanacak olan ‘cadı avı’ dönemleri iki rüyanın
anlatımıyla verilir. Bu rüyaları ilginç bir şekilde yedi kişi aynı anda
görmüşlerdir ve birbirini tamamlayarak anlatırlar. Savcının iddiasına göre “Bunlar şeytanla anlaşma imzalayan
cadılardır... Açlık ve vebanın, savaş ve kıtlığın, sel ve yanardağ
püskürmesinin, dolunun, fırtınanın, artan zinanın, almış başını giden
fuhşiyatın, hala taşan Tiber nehrinin, sütü kesilen ineğin, iktidarı kesilen
erkeğin, daha bir sürü şeyin, ayrı ayrı ve bira arada hepsinin sorumlusu işte
bu cadılardı. Bunlar gece uçuyor, bebekleri beşikten çalıyor, kızartıyor,
pişiriyor (haşlama veya buğulama da olabilir) ve yiyorlardı. İnsan kurban
ediyor ve ahlaksızca, hayasızca birlikte oluyorlardı… Bu mücadele yeryüzünden
son cadı kazınıncaya kadar sürmeliydi, iyi tohumların arasına karışmış delice
otları gibi temizlenmeliydiler.”
Abuk subuk suçlamalardan sonra en az onlar kadar geçerli
deliller sunuluyor: “Hakkınızda hem şüphe
ve duyumlar var, hem tanıklar ve muhbirlerin haberleri. Eğer suçluysanız sizden
beklenen suçunuzu itiraf etmeniz ve nedamet getirmenizdir.” Hakkındaki şüphelerden,
duyumlardan, muhbirden ve haberlerinden, şahitlerden habersiz zavallı kadın
nasıl savunma yapsın. Üstelik “Bir avukat
tutması, lehinde bir şahidi mahkemeye getirmesi kurallara aykırıydı. Onu
savunmaya kendiliğinden de kimse kalkışamazdı. Çünkü bir kafiri savunmaya
kalkan kişi bu kez kendini sanık olarak bulurdu ulu heyetin önünde. Cadıyı
korumak bir yana, yeterince ateşli kınamamak da suçtu.”
Devreye şikayetçi yani muhbir girer. Bu cadılıkla suçlanan
zavallı kadının kapı bir komşusudur: “Benim
ineğim hastalanıp süt veremezken, onun tereyağı peyniri nasıl böyle artabilir?
Başka kim ü. gün boyunca dolu yağdırabilir, bitkilerde dona sebep olabilir?..
Çünkü şeytan öyle istiyor. Şeytandan istediklerini almanın ona da istediklerini
vermek gibi bir karşılığı var… Bu kadın görünmeyen dünyaları görüyor, onun
tekinsiz sakinleriyle irtibat kuruyor ve hayırsız işler için onlarla işbirliği
yapıyor. Bu hem günahtır hem de yasalar önünde suçtur buna binaen hem devleti
hem kilisenin mahkemelerini ilgilendirir.”
Daha bir sürü beyan ve suçlamalardan sonra kadının uçup
uçamayacağı tartışması başlar. Uzadıkça uzayan boş tartışmalara bir orta yol
bulmak için başyargıç araya girer: “Bu
kadın ya gerçekten uçmuştur ya da uçtuğunu sanmıştır. Biz şeytana yaratıcı bir
güç atfetmemek adına, onun uçtuğuna inanmasak bile onun kendisi uçtuğuna inanmıştır.
Öyleyse her iki halde de suçludur. Yani uçtuysa da suçludur, uçmadıysa da
suçludur.” Suçsuz olduğunu söyleyen kadını kim dinler, başyargıç gürlemeye
devam eder: “Bu kadın suçunu kabul
etmiyor, oysa suçlu. Bunu kabul etmiyorsa ya yalan söylüyor, ya suçlu olduğunu
bilmiyor. Her iki halde de suçlu ve iki kere daha suçlu.”
İkinci bir muhbirin anlattıklarına bakalım: “Efendim, bir Pazar sabahı ayininde bu
kadını ağlamaktan sarsıla sarsıla dua ederken gördüm. O kadar kendinden
geçmişti ki uzun süre onu gözlediğim halde yerinden hiç kalkmadı, gözyaşları
hiç durmadı. Fazla dua ediyor, o halde fazla günahı var. Gündüzleri hep uyuyor.
Kaç kez pazaryerinde başını tombul, beyaz kollarının üzerine koyarak
uyukladığına ben şahit oldum. Gündüzleri uyuyor ve o halde geceleri uyumuyor,
bu durumda şeytanla gece ayini yapıyor demektir. Hem gece yarısından sonra tek
başına kırlara çıkıyor hem de dolunayda. Dahası var, elleri yara bere içinde;
demek ki cinlerle buluşuyor, onlarla sevişiyor. Bir de Efendim, bakın şu
çehreye, şu endama, şu işveye. Fazla güzel. Beni aşkıyla büyülüyor. Oysa ben
evli bir adamım, ona aşık olmak gibi bir niyetim yoktur. Cadı olduğu için o
beni kendine aşık ediyor.”
Kadın otacı hekim olduğu için geceleri ot toplamaya çıkmaktadır.
Bu yüzden ifadelerinde çelişki tespit edilince tanık, beyanlarını geri çeker;
ama başyargıç kadının emrindeki cini adamın kafasına sokarak onu ele geçirdi
diye adamı da tutuklamaya kalkar. Biz yeni bir tanık ile davaya devam edelim.
Bu, hekim diye bilinen ama işini iyi yapmayan bir başka otacıdır: “Kasabalı kadınlar, erkekler ve marazlı
çocuklar şu kadına gidiyorlardı şifa aramak için. Oysa kimse kimsenin rızkını elinden
almamalı, bu rızık zayıf bir tavuk, hastalıklı bir domuz olsa da. Öyleyse
yazgıya saygısızca mücadele eden bu kadın olsa olsa cadıdır. Bunca tıp
bilgisini de şeytandan almıştır.”
Lafı uzatmayalım, benzer tanıklar, beyanlar, suçlamalarla iş
ortaoyununa döner. Bütün bunların sonunda başyargıç kadından suçsuzluğunu ispat
etmesini isteyince Vitalis dayanamaz ve “Bu
nasıl bir yargılama, mahkemenin varsa bu kadının suçunu ispatlaması gerekirken,
kendisinden suçsuzluğunu ispatlaması isteniyor. Anlaşılan dünden bugüne her şey
değişmiş, ama mahkemeler değişmemiş. Deklatyanus’un mahkemelerinde ancak böyle
olurdu.” der.
Vitalis’i dinleyen kim… Bilirkişi filan devreye girer iş
uzadıkça uzar. Karar mahkemeleri onbeş gün sonra kurulur ve hüküm açıklanır: “Zanlı kadının cadı ve büyücü olduğunun
sabit görüldüğüne, yasa kitabının cadılık yapanların cezalandırılması bölümünün
filan ve falan maddelerine göre infazına, hükmün kutsal Pazar günü öğle vakti
ifasına; işkence ve infaz giderlerinin kadından alınmasına, suçlu suçunu itiraf
ederse yakılmadan önce boğulmasına…”
İşkenceyle kadının cadı olduğunu itiraf ettirirler. Ama bu
da yetmez, isim isterler. Dayanacak gücü kalamayan zavallı kadın aklına ilk
gelen isimleri söyler, bunlar yakınları ve komşularıdır. Sonra doktor
müdahelesiyle ayakta sağlam duracak hale getirilir. Bütün bunlar ortaçağ Avrupa’sında
yaşanacakların yedilerin rüyasına yansıması olarak algılanmasın…
Duruşmanın bir yerinde “Azatlıya
öyle geldi ki atlar efendilerini nallıyor, papağan sahibini kafeste gezdiriyor,
Maymun hanımının şaklabanlıklarına gülüyor, kedi sahibinin tuttuğu farenin
ödülü olarak onun başını okşuyor, sırtını sıvazlıyor. İnsanlarsa şaşılması
gerekene şaşmaz olmuş, kusulması gerekeni afiyetle memnuniyetle sindiriyordu.”
Aynen hırsızın polis yakalaması gibi...
İnfaz alanına gelelim, bakalım üç asır öncesinden farkı var
mı: “İzleyiciler sadece mezar kazıcı,
çanak boyayıcı, çömlekçi, kasap, değirmenci, kiremitçi, yün çırpıcı değildi.
Uykusundan fedakarlık edip sabah ayinine katıldı diye saygı bekleyenler, Pazar yerini
ayağa kaldırarak gösterişli biçimde sadaka dağıtanlar, ödüllerini feragat etmek
istediği altın şeklinde düşleyenler, şeytanı olsa olsa kadın şeklinde tahayyül
edenler, kafes arkasından dinlediği gölgeli günahı merakla irdeleyenler,
kösnüllüğü kötülerken omurgası ürperenler, edepli bir mecaz dili kurmaya
kalkıştıklarında bile kendi ateşini kaynatanlar; hepsi hazırdı. Geçtikleri
yerde hiddetlerinden ot bitmeyecek karanlık bakışlı keşiler de oradaydı ve
gözlerinin üzerine düşmüş kaşları da aynı renkteydi.” Hepsi zavallı bir
kadının yakılışını görebilmek için oraya yığılmışlardı… Din adamları bir yana,
sıradan insanlar da muhafazakar ve dinibütün kimselerdi. Hasılı... dindarı ateisti hepsi oradaydı; seyrimize
geldiler…
“Kömürleşmiş zemin,
etrafa yayılmış odun artıkları, uçuşan küller. Yakma alanı. Her şehirde, her
kasabada bundan bir tane vardı.”
Zanlı kadın da esasen Hıristiyan, hatta dindar birisi. Fakat
bunu nasıl ispat etsin, cadı diye damgalanmış bir kere. Yargılayanlar da dindar
ve hatta yargılama kilise adına yapılıyor. Cellat da öyle izleyenler de… Aynı
din, aynı kitap ve aynı peygamber aynı anda her birine esin kaynağı oluyor…
“Ama gel gör ki hastanede şifa, yetimhanede şefkat, aşhanede çorba
dağıtan müminler şimdi bu ateşi harlıyor… Gökler şahit sadece başyargıç ve
mahkeme heyeti değil, sadece ateş cellatları değil; yağlı dumandan ciğerleri
sökülürcesine öksürürken bile bir adım geri çekilmeyen bu halk var oldukça bu
ateş yanacaktı.” Halk arkalarında durmasa bu
caniler bunca insana bu zülmü yapamazdı...
Gidip hep birlikte gördükleri rüyayı Başpiskoposa anlatmaya
karar verdiler, hiç olmazsa tedbir alırdı. Anlattılar, konuştular, tartıştılar.
Sonuçta uyarı, rüşvet, tehdit karışımı bir konuşma dinlediler: ”... Cezbeli kahinler gibi bilicilikte
bulunuyor, gelecekte yaşanacak olayları mı anlatıyorsunuz… Nedamet getirin ve
artık susun… Siz de o sapkın hizipten geliyor olmalısınız… Hepsinin başı
ezildi. Ve siz, değil 309 yıl önceden… havarilerin devrinden gelseydiniz, ama
yine böyle düşünseydiniz, sizin de başınızı ezerdik… Sizin dünün tanığı olarak
bize gönderildiğinize, seçilmiş kutlu kişiler olduğunuza inandık… Buyurun,
başımızın tacı olarak yaşayın. Ama… Söyledikleriniz hoşuma gitmedi. Böyle yalan
yanlış yorumlarla halkın kiliseye duyduğu güveni incitecekseniz pazarlarda,
meydanlarda dolaşmayın. İleri geri konuşarak halkın düşüncelerini
bulandırmayın, saf inancını sarsmayın. Hayallerinizi, hezeyanlarınızı gerçek
gibi anlatmayın. Kulağıma böyle bir şey gelmesin, sizi uyarmış olayım.”
Anladılar ki 309 yıl önce ne ise Roma bugün de odur.
Kendilerine yaşam hakkı tanınmıyor, üstelik bu kez mazlum yedi kişiye sekizinci
olarak Sebastiyan da eklenmiştir. Şu halde geldikleri yere, mağaraya geri
dönmeye karar verirler. Altı kişi yola düşerken Sebatiyan notlarını tamamlamak,
Yüzbaşı Geta da Kolezyum’a son kez uğramak için geride kalır. Orada aklından şu
geçer: “Bugün arena yeniden açılsa, aynı
oyunlar al baştan oynansa şu tribünler yeniden dolar taşar.” Elhak doğrudur…
Burada düzensiz olarak aldığım notları yine düzensiz olarak
yazdım. Okurken ne düşündüysem, bunlar onlardır. Yalnız bizim bu düşündüklerimizi
yazar düşünmemiş olabilir. Hatta düşünmemiştir. Eğer böyle
yorumlanacağını bilse belki de yazamazdı, bilemeyiz. Hangi düşüncelerle yazmış olursa olsun, bence
Kehribar Geçidi bir ‘süreç’ romanıdır…
Bir de şu var, Ashab-ı Kehf'i kim nasıl anlatırsa anlatsın o anlatı neticede bizim hikayemiz olur. Çünkü Hz. Adem'den beri gelen tek bir hikaye var, yaşanılanlar onun varyasyonlarıdır. Bunu görmek için uygun açıdan bakmak yeterli... 31 Temmuz 2024