hariç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hariç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Ağustos 2024

Deve


    Semud, Arap yarımadasında yaşamış Ad'dan sonraki en bilinen kavimlerden biri. Hüküm sürdüğü dönem olarak da Ad'dan sonrası gösteriliyor. Hz. Nuh'un oğullarından Sam'a isnat edilerek Semud diye adlandırıldığı söyleniyor. Hz. Salih, peygamber olarak gönderiliyor, diğer tüm peygamberlerde olduğu gibi ona inanan çok az. Toplum inkarcılığını artırarak sürdürüyor; putperest oluyor, azgınlaşıyor. Salih (as)dan dediklerinin doğruluğunu ispat etmesi için mucize istiyorlar, istedikleri mucize (deve) istedikleri gibi gelince yine uslanmayıp onu öldürüyorlar. Bunun üzerine Hz Salih onları gelmekte olan azap ile uyarıyor. Uyarıya da aldırmadan Salih ve ailesini öldürme planlarına girişiyorlar. Allah'ın bildirmesiyle onların planlarından haberdar olan Salih (as), yakınları ve müminleri de alarak oradan hicret ediyor. Sonrasında Semud kavmi helak ediliyor.

    Başta Kur'an-ı Kerim ve Hadisler olmak üzere bazı İsrailiyat ve Hıristiyan kaynaklarında ayrıntısına girilerek anlatılan bu olayla ilgili önemli noktaları nazara vermek istiyorum. Daha sonra bu hususları bugüne bakan yönleriyle tekrar incelemeye çalışacağız.

    Semud, Ad kavminin devamı olduğunu, aynı bölgede daha önce yaşayan bu kavmin başına gelenleri ince ayrıntısına kadar biliyordu. Hud (as)ın hak Peygamber, tebliğ ettiğinin de hak din İslam olduğunun da farkındaydılar. Dolayısıyla Ad kavminin helak oluş sürecini çok iyi biliyorlardı. Fakat yanlış yorumlama yahut şeytanın saptırmasıyla Ad kavminin helakini doğru yorumlayamadılar. Binalarını doğru yapmadıkları için helaktan kurtulamadıklarını düşündüler. Oysa şimdi kendileri zemini sağlam yerlere, sağlam binalar oturtmak suretiyle bu işin üstesinden geliyorlardı...

    Liderleri Cünda'dan, başka hiç bir toplumda olmayan güzel ve büyük bir put yapmasını istediler. O da bir kayayı yontarak şekil verdi. Ortaya ayakları, kafası, kuyruğu, kulakları vs. her bir organı ayrı bir hayvanınkine benzeyen tuhaf bir heykel çıktı. Ona çılgınca tapındılar. Yeterli görmeyip yeni putlar edindiler, bunları saklamak için kocaman puthane inşa ettiler.

    Bütün bunlar olurken Hz. Salih Semud'un içinde. Dürüst, güvenilir, ticaretle uğraşan, kırk yaşında, işinde gücünde birisi. Halk tarafından çok seviliyor. Hükümdarlık potansiyeli var. Hatta tam da kavmin başına yönetici olarak getirme planları yapılırken peygamberlik görevini alıyor.

    Salih Peygamber, ilk vazifesini Cünda'ya karşı veriyor. Akıllı bir lider olan Cünda, Hz. Salih'in anlattıklarını hemen kabul etmedi, halka danışmak istediğini söyledi. Böylece bütün Semud kavmine topluca bir tebliğ imkanı doğdu. Fakat duydukları karşısında halkın çok sevdikleri Salih'e karşı tavrı birden değişiverdi. Ondan yüz çevirdiler, çok az kişi iman edip müslüman oldu... 

    Vazifesine devam etti Salih (as)... Her fırsatta tevhidi, bir Allah'ı anlattı. Çeşitli bahaneler ileri sürerek daveti reddetiler. Bizim gibi bir insan olan Salih'e mi uyacağız dediler, atalarımızın dini dediler, büyülenmiş dediler, yalancı ve şımarık dediler; bir sürü isnatla geldiler...

    İslam'ı tebliğ etmekle sadece vazifesini yaptığını, karşılığında kendilerinden bir şey beklemediğini defalarca belirtmesine rağmen, asıl niyetinin toplumun başına geçmek olduğuna dair iftirada bulundular.

    Her şeye rağmen tebliğinden vazgeçmediğini görünce Salih'e (as) karşı taktik değiştirdiler. Onunla uğraşmak yerine az sayıdaki mümini kendilerine hedef seçtiler. Onları dinlerinden saptıracak, hiç olmazsa Salih'e (as) karşı kışkırtıp aralarını bozacaklardı. Bütün gayretlerine rağmen bunda da başarılı olamadılar.

    Salih (as) efendi efendi anlatırken, onlar kendisini sürekli bozgunculuk çıkarmakla suçladılar; toplumun huzurunu bozuyor, kafaları bulandırıyor, insanlar arasına fitne sokuyordu.

    Bir gün Cünda'nın önderliğinde herkesçe bilinen koca bir kayanın yanında toplandılar. Hz. Salih'ten inandığı Allah'ın bu kayadan bir deve çıkarmasını istediler. Eğer bu inanılmaz olay gerçekleşirse inkarı bırakıp anlattığı her şeye inanacaklardı. Yalnız bazı şartları vardı; deve doğurmak üzere fakat karnı aç; yavrusu da kendisi gibi kızıl tüylü; sütü yazın soğuk kışın ılık, içenin her hastalığına şifa olacak, hatta fakir içtiğinde zenginleşecek...

    Hz. Salih namaz kılıp dua etti. Kaya kımıldayıp genişlemeye başladı, derinden derine sancılı deve sesleri geliyordu. Birden yarılan kayanın içinden kızıl tüylü bir deve çıktı, ardında aynı renkte yavrusu vardı... 

    Deve mucizesi karşısında Cünda yanındaki yüz kişiyle birlikte müslüman oldu. Daha fazla kişi iman edecekti; ama inkarcılar kışkırtıcı ve tahrik edici sözlerle buna mani oldular. Cünda evindeki putları kırdı. Semud kavmi onun yerine kardeşini hükümdar yaparak başlarına geçirdiler...

    Söz verdikleri gibi iman etmediler, azgınlıklarına devam ettiler; ama deve mucizesinden sonra Salih (as) Semud kavmine bazı yeni düzenlemeler getirdi. Bunlar mucize deve ile Semud ilişkisini düzenleyen kurallardı. Buna göre belirli bir günde Salih'in devesi, sair günlerde diğer develer ve halk su içecekti. Devenin gününde su kaynaklarına müdahale edilmeyecek ve ayrıca deve gezip yayılması hususunda özgür bırakılacaktı. Bu şartlara uyulursa devenin sütünden yararlanma hakları bulunacaktı... Aksi takdirde başlarına gelecek çok büyük bir felaketle uyardı...

    Buna uygun olarak Salih'in (as) mucize devesi kırlarda özgürce yayılır, yavrusuyla birlikte istediği yere giderdi. Hem yayılıp hem de Allah'ı tesbih eden deveye Semud'dan kimse dokunmadı. Kavmin diğer hayvanları da rahatsız etmedi çünkü çok heybetli ve korkunç bir görüntüsü vardı, gördüklerinde hemen kaçarlardı... Nöbetleşe suyu kullanma kuralına da riayet ediliyordu. Ayrıca istedikleri zaman kaplarını sütle doldurur giderlerdi ve bu sütten şifa bulurlardı. İki taraf da halinden memnundu... Nasıl memnun olmasınlar ki, evet diğer bütün hayvanların içtiği kadar süt içiyordu; ama onların toplamından daha fazla süt veriyordu...

    Sıradan halkın durumu böyleyken, Semud'un azgın ileri gelenleri aslında gidişattan hiç de memnun değillerdi. Mucize deve karşısında aciz kalmışlar, halkın ona rağbetine engel olamamışlardı. Kıskançlıktan çatlayacak duruma geldiler. Gözleri dönüyor, deveyi katletmek istiyorlardı; ama ne kadar inkar etseler de Salih'in (as) sözünü ettiği felaketten korkuyorlardı...

    Bu endişelerden uzak iki kadının azap, felaket, afet vb. hiç bir şey umurunda değildi. Deve sürüleri vardı ve Salih'in (as) devesi onların tekerine çomak sokuyordu. Onun yüzünden otlakları dilediği gibi kullanamıyorlar, istedikleri zaman mallarını sulayamıyorlardı. İşlerinin yürümesinde bu mucize Deve'yi en büyük engel olarak gördüler. Onun öldürülmesi gerektiği hususunda kamuoyu oluşturmaya çalışıp halkı tahrik etmeye başladılar. Suyu nöbetleşe kullanmanın adaletsiz bir uygulama olduğunu yayıyorlardı...

    İki kadından yaşlı olanın adı Uneyze binti Ganem idi. Yaşlıydı, ama güzel kızları vardı. Diğeri Müheyya adlı kadın ise gayet zengin ve güzel bir kadındı. Sürüleri onun yüzünden zarar gördüğü gerekçesiyle devenin hemen öldürülmesini istiyorlardı.

    Müheyya, amcaoğlusu Mısta'yı çağırıp devenin öldürülmesi karşılığında malı mülkü ve her şeyiyle onun olabileceğini teklif etti. Güzel ve zengin bir kadından gelen bu teklife Mısta hayır diyemedi. Onun gibi putperest olan Kıtar adlı birini kendisine bu işte yardımcı olarak seçti, ona da Uneyze'nin kızları vaad edildi. Bu iki elebaşı yanlarına bir kaç kişi daha buldular, sayıları dokuza çıktı...

    Dokuz suikastçı planlarını yapıp pusuya yattılar. Hiç bir şeyden habersiz deve ve yavrusu görününce, Mısta okunu atıp deveyi bacağından vurdu. Yıkılan devenin üzerine  dokuzu birden çullandılar. Kalkamasın diye önce ayaklarını kestiler, sonra öldürdüler. Yavru deve korkup dağa kaçtı, bir rivayete göre onu da kesip yediler...

    Olanları duyan Salih (as) çok üzüldü, ölü devenin başında saatlerce göz yaşı döktü. Sonra kavminin hidayeti için Allah'a yalvardı... Bunca acının arasında onu izleyen kavmi çirkefleşti ve 'Gerçekten peygambersen tehdit edip durduğun azabı getir de görelim' diye edepsizce haddi aştı...

    Salih (as) her zamanki sükunetiyle 'Ben size Allah'ın emrettiği öğütleri verdim, ama siz doğru söyleyeni ve öğüt vereni sevmiyorsunuz' dedi. Buna karşılık Semud kavmi 'Senin ve arkadaşların yüzünden uğursuzluğa uğradık' diyerek hem suçlu hem güçlü pozisyonunu aldılar. Bütün davetlere rağmen azgınlıklarını sürdürdüler, iman etmeye niyetleri yoktu. Sonuçta ilahi azaba müstahak hale gelmişlerdi...

    Son edepsizlikleri karşısında Salih (as) mühletin dolduğunu bildirip azabı haber verdi. 'Üç gün daha yaşayın, sonra helak olacaksınız' dedi. Buna göre ilk gün yüzleri sararacak, ikinci gün kırmızıya dönüşecek ve üçüncü gün kapkara kesilecek ve ardından helak olacaklardı.

    Hemen o anda ilginç olaylar yaşanmaya başlanmıştı. Öldürdükleri mucize devenin bastığı yerlerden kan fışkırdı. Yemyeşil yapraklar sarıya döndü. Kuyunun suyu kan kırmızı kesildi...

    Rivayete göre deveyi çarşamba günü öldürdüler. Salih'in (as) azabı haber vermesi ve ilginç olayların yaşanması üzerine Semud'da panik ve korku başladı. Ne kadar inanmadıklarını söyleseler de içlerinde Hz. Salih'in dediklerinin gerçekleşebileceğine dair endişe belirdi. Dokuz kişilik katil heyet onu hemen öldürmeyi kararlaştırdılar. 'Salih doğru söylüyorsa elimizi çabuk tutmalıyız, yok yalan söylüyorsa onu da devesinin yanına gönderelim' diyorlardı. Çoluk çocuk hepsini öldürecekler, kim yaptı denildiğinde orada olmadıklarını söyleyeceklerdi...

    Planı yapıp tuzağı kurdular. Allah Salih'e (as) bu olanları bildirdi. O da ailesiyle şehri terk edip Mekke'ye hicret etti. Bundan önce müminlere de 'Ey kavmim, burası halkına Allah'ın gazap ettiği bir yerdir. Hemen buradan ayrılıp Allah'a sığınınız.' diye uyardı. Bu öneriye kulak veren müminler de ihrama girip yedeklerine develerini de alarak Mekke'ye yöneldiler... Plan yapan dokuzlu çete, başlarına taş düşerek can verdiler...

    Müminler oradan ayrıldıklarının ertesi günü bekleme günlerinin ilkiydi. Semud kavminin yüzleri sapsarı oldu. İkinci bekleme gününde kızaran yüzler son gün ise karardı. Olaylar Salih'in (as) haber verdiği gibi gelişiyordu. Helak kaçınılmazdı. Korku ve dehşet içinde beklemeye başladılar. Üçüncü bekleme gününden sonra gürültülü korkunç bir ses 'sayha' ve alttan gelen müthiş bir sarsıntıyla helak oldular. 

    Salih (as) ve devesinin başına gelenler ile Semud kavminin helakının bizimle ne alakası var? Evvela Kur'an'da anlatılan her kıssa bizi doğrudan ilgilendiriyor. Sonrasına bakalım...

    2 Eylül 2023



31 Temmuz 2024

Kehribar Geçidi'ni Böyle Okudum


    Yine efsane soluklu bir Nazan Bekiroğlu romanı okuma niyetiyle Kehribar Geçidi’ne başladım. Her romanın başlangıç bölümü sıkıcıdır; zira olay, kişiler, yer ve zaman tanıtımına ayrılacağı için bu kaçınılmazdır. 600 Sayfalık bu yeni kitabın en az yüz sayfasını böyle bekliyordum. Fakat 35. sayfaya geldiğimde faltaşı gibi açıldı gözlerim, öyle böyle değil anlatılan, güncel ve çok yakınlarda yaşadığımız tanıdık olaylara benziyordu. Baktım, iİlk baskısı 2021'de yapılmış, o halde bu durum yazarın bilinçli tercihi olabilirdi. Altı çizile çizile okunması gereken ve sonunda bir değerlendirmeyi hak eden bir kitabı elimde tuttuğumu anladım.

    Tekrara düşmemek için kısa bir araştırma yaptım, daha önce söylenmiş şeyleri dile getirmek istemem. Şaşkınlığım iyice arttı, çünkü hemen herkes romanın ilk kısmı olan ilk 300 sayfayı çok sıkıcı bulmuştu. Oysa beni zıplatan paragraf 35. sayfada bulunuyordu. İnsanlar nasıl kitap okuyordu böyle. Demek ki okuyucunun da kendince bir bakış açısı var ve bu açıya göre okuyor, anlıyor, karşılaştırıyor, neticeye varıyordu. Anlaşıldığına göre, Kehribar Geçidi bizim ruh halimiz ve dünyamızla okunmamış veya değerlendirilmemişti. Bu yüzden romanı farklı bir bakış açısıyla nasıl okuduğumu anlatmak istedim.

    Kehribar Geçidi, Ashab-ı Kehf yahut Yedi Uyurlar olarak bildiğimiz, Kehf suresine konu olan meşhur bir hikayeyi işliyor. Yazar kendine has usta bir kurgulama ve anlatımla hikayeyi adeta güncellemiş. Roman sanatı açısından değerlendirmek haddimizi aşar, zaten ilgililer bunu gerekli mahfillerde yapmıştır/yaparlar. Benim yapmak istediğim ise, ilgimi çeken bazı noktaları sizin de ilginize sunmaktır. Böylece romanın bize ve günümüze bakan yönlerini gündeme getirmek istiyorum.

    İmparator Deklatyanus zamanında, 303 yılında Roma Forum’unda tellal bir bildiri/ferman okur. ‘Hıristiyanlık suçu sabit görüldüğü için ordunun çeşitli kademelerinden atılanların listesi’ni duyuran bu bildiri, 90’lı yıllardan itibaren ‘irticai faaliyetler’ gerekçe gösterilerek TSK’dan atılan subayları hatırlatıyor...

    Bildirinin bir yerinde listedekilerin affedilmesi için Roma’ya bağlılıklarını göstermesi şart koşuluyor. Cezaevi Müdürünün yaptığı konuşmayı hatırladım. ‘Buradan çıkabilmeniz için örgütle bağınızı kestiğinize benim ikna olmam lazım’ demişti. Kısaca etkin pişmanlık adı altında itirafçılık, iftiracılık teşvik ediliyor...

    Listede kendi adını gören Yüzbaşı roman boyunca ‘barbar’ olarak anılıyor. O’nun Tuna nehrinin ötesinden geldiği için böyle nitelendirildiği ileride açıklanacak. Burada önemli olan Romalıların kendilerinden olmayanları böyle nitelendirmesidir. Hıristiyan olduğu için ordudan atılan Yüzbaşının ihracına ikinci bir gerekçe de barbarlığı gibi algılanıyor...

    Bundan sonra yaklaşık yüz sayfada not almamışım. Bunun sebebi karakter tanıtımları olabilir. Yedi kişilik kadro (Barbar Yüzbaşı Gerat, Gezgin Almina, Azatlı köle Vitalis, Kandilci Feliks, Efesli Linus, Yazıcı Köle Simonides, Çoban Fazelis) tanıtılırlarken her birinin ayrı memleketten basit insanlar olduğu vurgulanıyor. Diğer insanlardan farkları ise mesleğinin en iyisi ve Hıristiyan olmaları belirtiliyor…

    Roma ve halkının ahlaksızlığı, vurdumduymazlığı, bencilliği eleştirilir; bu konuda soylularla sıradan insanlar bir birinin suç ortağıdır. Zulüm ve acımasızlığın en belirgin göstergesi Kolezyumdur ve orada toplanmış hazza garkolan seyirciler Roma’ya gökten bela yağdığının farkında değildir. Her dalda topyekun bir çöküş yaşanmaktadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve ekonomik çöküntüden misal verilir. Forum’a asılan fiyat listeleri sürekli hale gelen zamları gizleyemez. Bildiri/listenin sonunda Dektanyanus ‘Bu fermandaki tavan fiyatları aşarak ölüme veya sürgüne hazır olsun’ der...

    Kitapçı raflarında bir anda değişik kitaplar boy göstermeye başlamıştır. ‘Dinsizlere Karşı, Hıristiyan Düşüncenin Tutarsızlıkları Üzerine, Kafirlerin Öğretilerini Çürütmenin Yolları, Hıristiyanların Gizli Yaşamı Hakkında’ gibi adlara sahip bu kitaplar çok ucuz fiyata satılmaktadır... Kitapların içeriğine gelince, bu Hıristiyanların ne kadar tehlikeli olduklarına yönelik basmakalıp şeyler: Tanrıtanımazlar, sapkınlık içindeler, düpedüz azgınlar. Kimsenin bilmediği gizli güçleri var. Büyü yapıp hastalık başlatıyorlar, gökyüzüne taş atıp dolu yağdırıyorlar. Afetli fırtınalar çıkaranlar da onlar, sihirli sözcükler söyleyerek karıyı kocadan ayıranlar da onlar… 

    Gezgin Almina’ya göre, Roma muhteşem bir şehir, ama cinayetlerin en zalimi de burada işlenmektedir. Üstelik bu zülüm ve cinayetlerin aynısı 300 yıl önce Hz. İsa zamanında da yaşanmış olanlardır… Almina, ‘Çarşıda, pazarda, Forum’da bir taşın üzerine çıkarak yaklaşan fırtınadan bahsetmek’ için Roma’ya gelmiştir...

    İmparatorun önce Forum’da okunan sonra bütün sokakları dolduran buyrultusu çok ilginçtir:
    ‘1.Bugünden başlayarak kendilerine Hıristiyan diyen kafirlere ait bütün kiliseler istisnasız yıkılacaktır.’
    ‘2. Hıristiyanların toplandığı ve içinde sözde kutsal saydıkları yazmaları sakladıkları evler yıkılacaktır.’
    ‘3. Bütün kiliselerde bulunan ve sözde kutsiyet atfedilen metal eşyaya ve benzerlerine el konulacaktır. Kiliselere ve onlara ait mülklerle arazilere de el konulacaktır.’
    ‘4. Hıristiyanlar bir araya gelerek ibadet edemeyecektir.’
    ‘5. Hıristiyanlar Roma adına resmiyet taşıyan her türlü görevlerinden atılacak ve kilise önderleri tutuklanacaktır.’

    Yalnız Tellalın duyurduğu fermanın sonu da çok ilginçtir, aynen alıyorum: ‘Romalılar; asiller, yurttaşlar, köylüler, köleler. İmparatorun buyruğudur, o da Forum'da okunmuştur. Kafir ve dinsizlerce sözde kutsal sayılan bütün yazmalar, o yazmaların bütün kopyaları hiç kimsenin evinde, üzerinde çekmecesinde, sandığında, döşeğinin altında ve daha hiç bir yerinde bulundurulmayacaktır. Eğer bulunursa, bu yazmaların kendileri toplanacak, meydan ateşlerinde yakılacaktır, hem de gürül gürül. Saklandığı ev veya atölye veya işyeri yıkılacaktır. Bu yazmaları saklayan veya bulundurana gelince, hür vatandaş olanlar tutuklanıp yargılanacaktır. Kölelerin ve yabancıların yargılanmasına ise zaten gerek yoktur.’ Bu husus ikinci maddede kısaca geçiyordu, fermanın sonunda ayrıntıya girilmiş…

    Ferman yayınlandıktan sonra Hıristiyanlar şeytanlaştırıldı, şimdiye kadar işlenmiş bütün suçların faili olarak gösterildiler. ‘Geçen asrın krizi bu kafirler yüzünden çıkmış, fiyatlar onların yüzünden fırlamıştı. Şehir kapılarını barbarlara onlar açıyordu. Kaçan köle Hıristiyan’dı, cesedi bulunan efendiyi kafir kölesi katletmişti. Nero’yu, hatta Sezar’ı onlar öldürmüştü. İki asır önceki büyük deprem, bir asır önceki veba salgını, hatta Pompei’yi sonsuza kadar yok eden yanardağ püskürmesi bile onların başının altından çıkmıştı. Bir zamanlar ahlaksızlıkları Roma’ya dudak uçuklatan Bachus Bayramlarını da bunlar tertip etmişti.’ Bu bayram zamanında henüz Hz. İsa doğmamıştı, var gerisini sen düşün… 

    Kargaşa günlerin birinde Efesli Linus atölye/evinde telaşlı saatler geçirir. Komşusunun ihbarıyla evine baskın yapılacağını düşünerek fermanda belirtilen ‘sakıncalı’ şeyleri yok etmeye karar verir. Nehre atarak bornz balık heykelinden kurtulur, kutsal kitaptan sayfa ve ruloları da ocakta yakar…

    Roma’da o sırada İmparatora azıcık muhalefet edebilecek durumda tek kurum vardır, Senato… Lakin senatörlerin içinde ülkeyi ve onurunu düşünecek birkaç kişi dışında kimse bulunmuyor, çoğunluğu kişisel ikbal ve menfaatinin derdine düşmüş durumdaydı. Azatlı köle Vitalis’in efendisi Senatör Zosimos gibi birkaç kişinin de etkisi yoktu. Sonuçta senato olduğu gibi İmparatora teslim oldu…

    O senatoda, sırf İmparatora yüzlü görünerek bir şeyler elde etmek hesabıyla öyle tahrik edici konuşmalar yapılıyordu ki, Hıristiyanlara düşmanlığı İmparator terk edecek olsa bile bunlar karşı çıkarlardı. Mesela bir senatör ‘Forum’da malını mülkünü kiliseye hibe ederek çuvaldan giysilerle koşturan soylular görünür oldu, sizin de aranızda bunlardan var mı?’ diye hem soruyor hem de istediğimi böyle suçlarım mantığıyla tehdit ediyordu…

    Ordudan atılan barbar Yüzbaşı Gerat’ın hamam inşaatında işçi olarak çalıştığı anlatılıyor. Evine ekmek götürebilmek, hayatta kalabilmek için herkes her işi yaptı…

    Gerat’ın çalıştığı hamam inşaatı İmparator şerefine yapılmaktadır. Yakında ziyaret edeceği Roma’da her şey onun gelişine göre ayarlanmaktadır. Fakir halk ise iktidarın nimetlerinden hamam yoluyla azıcık yararlanır, ama beyni yıkanır orada. Bu beyin yıkama Hıristiyanları şeytanlaştırma merkezlidir…

    Bir yerde İmparatorun tam ismi zikrediliyor: İmparator Sezar Gayus Aurelyus Valeriyus Deklatyanus… Ünvanlarıyla birlikte dört beş isimli… Bir başka yerde de yıllar önce sadeliği ile belirginleşmiş İmparatorun bugünkü debdebe ve şatafatı karşılaştırılarak şu hali garipsenir…

    İmparatorun şu anki durumunda daha önemli bir gariplik anlatılır, onurlu Senatör Zosimos’un gözünden. Kendisine tanrılık izafe edilmiş ve buna İmparator hiç itiraz etmemiştir...

    ‘… İmparator sıkıldı… ve tırpanladığı Roma muhafız alayının değil kendi taşralı birliklerinin arasında…’ Bu cümleden anlaşıldığına göre İmparatorun hizmetinde Roma Muhafız alayı vardı onu dağıttı ve kendisi için yeni birlik oluşturdu…

    Gösterişli ve yapmacık karşılama töreninde gördüklerine İmparator inanmaz, ama Roma halkı öyle değil; ‘… bu zafer alayı kalabalıkları avutmaya fazlasıyla yetmişti. Çünkü ihtişamı taklit olsa da yaşattığı duygu gerçekti. Halk gönüllü aldanmaya dünden razıdır. Bir sihir içinde yaşadığını bilir ve kendisini uyandırmaya kalkışanın karşısına dikilir.’ Buna rağmen asıl hoşnutsuzluk sebebi halkın ahlaksızlığıdır. Çürüme tabandan mı başlamış yoksa tavandan tabana mı inmiştir. ‘Firavun kavmini aşağıladı, onlar da kendisine boyun eğdiler.’ (Zuhruf 54) Ayet her iki durumu da gayet güzel açıklamış…

    İmparator peş peşe fermanlar yayınlamaktadır. Bunların birisi dönüm noktası gibidir. Özet olarak Hıristiyanların kökünü kazıma emri denilebilecek bu fermanla adeta İmparator ‘Elinizden gelirse açıp kalplerine bakın. Gerekirse Roma’yı taş taş yıkar yeniden kurarım, her ferdi Hıristiyan çıksa hepsini yeniden kurar yeni bir Roma zürriyeti yaratırım.’ diyordu…

    Meşhur dördüncü ferman maddelerine biraz bakmak lazım: 1-İmparator tebasının tamamı tanrılar adına yemin ederek kurban kesecek ve o kurbanın etinden tadacaklardır. 2-Şüphelenilen herkes Hıristiyan olmadığını ispat etmek zorundadır. 3-Kurban kesmeyenler suçunu itiraf etmiş sayılacak ve sonu ölüm olan her türlü cezaya çarptırılacaktır. Anlaşılıyor ki Hiristiyan olma da ne olursan ol, anlayışındalar… Bu kararların özündeki caniliğe bakılırsa ‘Demek ki İmparator, erkanını ve filozoflarını başına toplayarak bir zümrenin kökünü nasıl kurutacağını, kendi halkını yok etmenin olurunu soğukkanlılıkla tartışmıştı.’

    Dördüncü kararnameden bir ay kadar sonra Gezgin Almina felaket haberini vermeye başladı. Ona göre Hıristiyanlara yapılanlar yüzünden Roma’yı korkunç bir son bekliyordu: ‘Bu ferman bu sütunda çakılı durdukça ateşin Roma’yı kavurması yakındır.’ Bana göre Almina ‘Zulmedenlere taraftar olmayın, yoksa ateş size de dokunur.’ (Hud 113) ayetinin içeriğindeki uyarıyı yapıyor…

    Genelge Romalıları iyiden iyiye çılgınlaştırır. Önceden yediği içtiği ayrı gitmeyen insanlar Hıristiyanlara bir anda düşman kesilir, ihbarlar iftiralar sökün eder. Mesela Yontucu Linus’u komşusu ihbar ediyor, ‘İmparator şehrimizi şereflendirdiğinde kapısına bir kandil asmadı. Bunu Roma’ya ve onun tanrılarına sadık biri yapmaz. Bu da dinsizlerden, ben şahidim’ diye evini de göstermiş...

    Bu bölümde sıra sıra, kuyruk halinde zincire vurulmuş sorguya götürülen Hıristiyanların anlatıldığı paragraflar da tanıdık geldi. ‘Hüngür hüngür ağlayan dağ gibi delikanlılar, dağlar gibi dimdik duran ak saçlı ak sakallılarla yan yana yürüyor. Kendi zincirlerinin yanı sıra babasının zincirlerini de taşıyor zayıf bir delikanlı. Genç bir adam iki kişinin koluna asılmış, iki büklüm, çenesi yerleri yalayarak, ayaklarını sürümeye çalışıyor. Koluna girdikleri de adım atamayacak kadar bitap oysa… Şu üçü kardeşti, şunlar baba oğul. Şunlar ana kız, birini torunu diğerini dedesi ihbar etmiş. Şu, köleleriyle aynı elbiseyi giyen soylu bir hanımefendi. Yanında kocası yok ama, vefakar köleleri inancında da hanımefendilerini terk etmemiş… Gencecik bir kadın, kucağında paçavraya sarılmış el kadar bebeği…’ Bunları tek tek açıklamaya gerek yok...    

    Efesli Linus bütün bu gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, hakaretleri görünce o mazlumlar arasında bulunmadığına hayıflanır ve vicdan azabı yaşar… 

    Ortalık tamamen karışmıştır. Hıristiyanların bitirilmesi için herkes İmparatora destek verir ve onunla işbirliği yapar. Öldürmeden imana getirme, istediği ifadeyi almak için cellatlara, sorguculara Başhekimden kurs aldırılır. Sağlık tapınağı da böylece kitlesel kıyıma bulaştırılmış olur. Adeta anatomi dersi verilerek, işkencenin bin bir yolu, çarmıha çivileme teknikleri birer birer öğretilir…     

    Tanrılara kurban kesen keser, böylece Hıristiyan olmadığını ispat edenler kurtulur. Hıristiyan olduğu halde kurban keserek vaziyeti idare eden de çoktur; ama inancında direten, kurban kesmeyi reddeden, düzene boyun eğmeyen Hıristiyanlar az da olsa vardır ve onları çetin bir yargı safhası beklemektedir. Mahkeme heyetinde iki hakim, savcı ve avukat bulunmalıdır. Hiçbir avukat bu ‘kafirleri’ savunmak istemediği için heyetteki avukat sandalyesi boş kalır. İki hakimden yaşlı olan biraz dürüst ve vicdanlı görünmektedir, ama yeni atanan genç hakim adeta ikinci bir savcı gibi davranır… 

    Özel olarak dizayn edilmiş bu mahkemelerden adalet beklemek mümkün değildi, dolayısıyla duruşmalar acımasız ve bir o kadar da gülünç olaylara sahne oluyordu. Sanıklardan biri soylu bir yaşlı kadındı. Dediğine göre Roma’nın tanrılarına inanıyor, kurban kesmiş buna dair belgesi var, onun Hıristiyan olduğuna dair hiçbir işaret yok; ama sonuçta hakim karşısında. Meğer birinin şikayeti üzerine oraya getirilmiş. Şikayetçiye deniyor ki ‘Yahu bu kadın dinibütün biri, kurban bile kesmiş, niye şikayet ettin?’ Adamın verdiği cevap manidar; ‘Şikayet ettim çünkü o gizli bir Hıristiyan. Kendini gizlemek için kurban kesiyor, öyle davranıyor.’ Bu gülünç iddiayı ciddiye almayıp yaşlı kadını serbest bırakıyorlar… 

    Bir yargılamada okunan iddianamedeki suçlamalar şunlar: ‘İmparatorun onuruna övgü nutku için müracat etmemek, tanrılara kurban kesmemek, hiç değilse tütsü bile yakmamak, İsa’yı yüksek sesle lanetlememek…’ Sonuçta bunlar onun Hıristiyan olduğuna delil kabul ediliyor ve ‘Tanrılarla Roma’nın arasındaki barışı bozmaktan’ hüküm giyiyordu… 

    Yargılanan bir retor, genç hakimle tartıştıktan sonra aleyhine karar verilecekken söz ister: ‘Ben ömrümü Latin dilinin doğru ve güzel kullanılmasına adadım. Hakkımda vereceğiniz cezaya da hazırım. Ama mahkemenizi uyarayım. Daha iddianamenizi dinlerken işkence çektim. Öğrencilerin böyle metinlerini azarlayarak geri çeviriyoruz biz. Katiplerinize söyleyin biraz imla biraz cümle terbiyesi, kelime tertibi edinsinler…’ 

    Barbar Yüzbaşı Geta’nın duruşmasında çok kritik bir soru sorar genç hakim. ‘Dininin emrettiği ile İmparatorun emrettiği arasında zıtlık olursa ne yaparsın?’ Bu soru da bana çok tanıdık geldi...

    Geta Yüzbaşının duruşmasında yaşlı hakim ile yeni atanan genç hakim arasında da bir tartışma yaşanır. Bu tartışma genç hakimin şu kararı okuması üzerine gelişmiştir: ‘Bu şahsın Roma imparatorluğunun manevi şahsiyetine hakaretten suçlu bulunmasına, infazına, infazdan önce haysiyetsizlik lekesi ile ikinci kez damgalanmasına –biri ordudandı bu da devletten hatıra-, bu tatbikatın erkek evlatlarına da geçmesine, onların da bütün saygınlıklardan mahrum kalmasına; orduda görev yapmalarının, mahkemelerde tanık olmalarının, bir mirasın kendilerine kalmasının yasaklanmasına…’ Roma yasasına göre suç babadan oğula geçemezdi, yaşlı hakimin itirazı bunadır. Tartışmadan da anlaşılır ki genç hakimin hak, hukuk, yasa, adalet gibi bir derdi yoktur… 

    Avukat meselesi de işleniyor romanda. Malum sebeplerle Antakyalı Baraday’ı savunacak avukat bulunamaz. O zaman, doğuştan şanslı Efendi Naso’ya gün doğar. Soylu olmadığı, okuma bilmediği halde sahip olduğu muazzam serveti sayesinde emellerine bir bir ulaşmasıyla maruf olan Naso’nun uzun vadedeki emellerinden biri de mahkemede avukat olarak savunma yapmaktır. O günün yasalarına göre avukat olmasa bile hakimin onayıyla savunma hakkı verilebiliyormuş. Böylece Efendi Naso Baraday’ın avukatı olur. Lakin konuşmasında Baraday’ın haklarını savunmak yerine kendi nefsini tatmin peşindedir… 

    Efendi Naso’nun yetersiz avukatlık deneyimini görünce, duruşmayı izleyen azatlı köle Vitalis dayanamaz ve Baraday’ın savunmasını üstlenir. Avukatlığa zekice başlar ve neyle suçlandığını sorar. Şaşıran genç yargıç sanığın Hıristiyan olduğunu söyleyince Vitalis bir şey olmanın suç olamayacağını, ancak fiili olarak bir şey yapmanın suç teşkil edeceğini söyler. Hazırlıksız yakalanan Hakim kızıp Baraday’la birlikte Vitalis’i de mahkum eder… 

    Vitalis’e ceza verilmiştir, ama bir gün süre verilerek ertesi gün kurban kesmek, tütsü tüttürmek ile cezası başlayacaktır. Yarına kadar efendisi senatör Zosimos’un evinde kalmasına izin verilir. Senatör bundan sonra rahat bırakılmayacağı için Vitalis’e Roma’yı terk etmesini önerir. Hatta önayak olarak kaçmasına yardım eder… 

    Roma’da böyle canavarlıklar yaşanırken, dağdaki çoban Fazelis ve köpeği Kehribar, öksüz kalmış dört canavar (kurt) eniğini yaşatmanın derdine düşmüştür. Parmaklarından damlattığı koyun sütüyle doyurup inlerinde bırakırken onlara şöyle seslenir: ‘İki üç hafta sonra gidersiniz, hiç birinizi bulamam burada. Nasıl avlanacağınızı nasıl hayatta kalacağınızı size öğretecek halim de bilgim de yok, ama nasıl olsa bir yolunu bulup, başınızın çaresine bakarsınız. Rızkınızı Tanrı verir, insandan uzak durun yeter.’ İleride sürüsüne musallat olacak kurt eniklerine şefkat gösteren Fazelis…

    Tekrar Roma’ya dönelim… Azatlı köle Vitalis kaçarken değişik duygular yaşamaktadır. Bunca kötülük yaşanıyorken Roma’nın ilahi bir gazapla neden helak edilmediğini anlayamaz. ‘Helak olmayı hak eden kavimler bundan daha fazla ne yapmışlardı?’ diye sorar kendi kendine… Vardığımız nokta ‘Allah imhal eder, ama ihmal etmez’...

    Vitalis’in savunması da Baraday’ı kurtarmaya yetmemişti. Yakılarak idam edilişini Gezgin Almina gözyaşları arasında izliyordu. Bu arada bir kadın eliyle işaret ederek, ‘Bu da onlardan!’ diye bağırdı. Bu ispiyonla yakalanacağını anlayan Almina kalabalığa karışıp şehri terk etti… 

    Efesli Linus, Yontucular sokağının en çalışkan, dürüst ve kabiliyetli beş ustasının infazına tanık olur. Kurban kesmemişler tütsü yakmamışlar, üstelik sipariş edilen Jüpiter heykelini yapmayı beşi birden reddetmişlerdi. Genç yaşta beş kişi küfürler arasında, itile katıla getirilmişler ve cellatlarının önüne yan yana dizilmişlerdi. Linus’un aklında beş şehidin en son bu görüntüsü kalmıştı. Atölyesine dönünce mavi hafızasına kazıdığı bu görüntüyü mermere işledi; beş ustanın yüzlerindeki güzelliği, masumiyeti ve cesareti de aynen taşa aktardı. Bu büyük suçu(!) anlaşıldığında kendisinin de yaşatılmayacağını bilen Linus, hemen o sabah şehirden ayrılacaktır…

    Tapınak kandilcisi Feliks için mahkeme duruşma filan yapılmaz, daha doğrusu buna gerek kalmaz. ‘Askerlerin emrine uymayarak ateşlerini harlamayan, ateşlerine odun taşımayan, ayrıca tapınağı yakmaya çalışan’ Feliks, her şeyi itiraf ederek Başrahip’e meydan okuyarak Hıristiyan olduğunu bildirir. Sonuçta zindana atılırsa da önceden kurduğu dostluklar sayesinde oradan da kurtulup kendini Roma’nın dışına atar… 

    Barbar Yüzbaşının cezası hepsinden farklı ve daha zalimcedir. Kolezyumda Buğday Başağı kardeşiyle savaşacak, kazanana kurtulma şansı verilecekti. Zayıf ve narin bedenli küçük kardeşi daha baştan intihar ederek bu oyunu bozdu. O anda çıkan bir kasırgadan yararlanarak Geta kaçtı… 

    Roma’daki melanetten dolayı altı Hıristiyan, şehirden çıkıp dağa kaçmak zorunda kaldı. Bu altı kişinin her birini karşılayan Kehribar, onlara kılavuzluk yaparak bir meşe ağacının altında topladı. Çoban Fazeliks ile yedi kişi olan kafile birlikte uzaklara kaçma fikriyle hareket edip akşama doğru daha önce hiç görmedikleri bir mağaraya vardılar… 

    Hayret, bunca yıldır dağlarda dolaşan Fazeliks bile mağarayı fark edememiş. “İnsan gözüyle fark edilebilecek bir şey değil bu. Başka bir bakış, başka bir görüş gerek bunu bulmak için.” Gezgin Almina’nın mağara için söylediği bu söz, aslında bu roman yani Kehribar Geçidi için de söz konusudur. Daha önce bahsetmiştim, okuyucular buraya kadar romanı beğenmediklerini, çok sıkıcı bulduklarını söylemişlerdi. Galiba önemini kavramak ve beğenmek için  ‘başka bir bakış, başka bir görüş gerek.’

    Mağarada ateşin başında tanışma faslına geçilir. Çoğu birbirini yeni görmüş bu yedi kişinin her birinin kendine göre bir hikayesi vardır, onlar dinlenir. Yalnız Yüzbaşı Geta pek konuşmak istemez… 

    Romanın burasından itibaren fazla not almamışım. Tanışma esnasında özellikle Almina’nın hikayesinde fazla ayrıntıya inilmiş, haliyle mevzu uzamış. İşin özü burada yedi müminin nasıl Hıristiyan olduklarının hikayesi var. Her biri farklı bir coğrafya ve farklı bir sosyal tabakadan gelen insanlar...

    309 Yıl sonra (tabi onlar bir gece uyuduğunu sanıyor) 612 yılında uyandıklarında tekrar hareketlilik başlıyor. Almina’yı yiyecek alması için şehre gönderiyorlar. Gördüklerini anlamlandırmaya çalışırken vicdanlı bir adam olan Kilise arşivcisi Sebastiyan ile karşılaşır da ikisi birlikte olayı çözerler. Olanları arkadaşlarına da anlatması için Sebastiyan’ı da arkadaşlarının yanına götürür. Sebastiyan olanı biteni anlatır. Bunlar uyuduktan iki yıl sonra 305 yılında zalim imparator çekilmiş, yerine adil bir imparator olan Konstantinos geçmiştir. Onun zamanında Hıristiyanlık serbest bırakılmış, önceden aşağılananlara itibarları iade edilmiştir. O günden beri, üç asırdır Roma Hıristiyandır.

    İlk özgürlük zamanlarında değişimin birdenbire gerçekleşmesini anlatırken araştırmacı Sebastiyan biraz ayrıntıya girer. ‘Onca kötülüğü içine sindiren ve daha yok mu diyen Romalılar; her taşın üzerinde uluyan hatipler, kışkırtıcılar, muhbirler; egemenlik Hıristiyanlığa geçtiğinde vaftiz olmaya koşmuşlardı. Daha birkaç yıl önce infaz alanlarında seyir sırasına girenler, kiliseleri doldurmuştu.’… Roma halkının ikiyüzlülüğünü anlatan bu sözler, rüzgar tersine döndüğünde insanların nasıl ikiyüzlü olduğuna işaret eder gibidir…

    Ertesi gün hep birlikte Roma’ya inerler. Gezip dolaştıktan sonra bu şehrin, ‘daha dün’ onların bıraktıkları şehir olmadığı anlaşılır. ‘Şimdi ne olacak? Ne bir evleri vardı ne bir işlikleri koca Roma’da, ne onları bir tanıyan ne de onların bir tanıdığı… Onların tanıdığı dünyadan sağ kalan yoktu. Hepsi ölmüştü… Bunun anlamı sevmedikleri gibi sevdiklerinin de hiçbiri yoktu bu Roma’da…’ Bu cümlelere yorum yapamıyorum.

    Her biri şehrin bir yerinde hatıralarını aramaya koyulurlar. Barbar Yüzbaşı Kolezyum’a koşar, böylece üç asır önce orada yaşananların ayrıntısına ineriz. Kardeşiyle ölümüne kavgasını izlemek isteyen yetmiş bin canavar ruhlu Romalı oradaydı ve mucize yangın/kasırgayla helak olmuşlardı. “Şurada kahinlerden biri, saçları tutuşurken kehanette bulunuyor muydu acaba? O kahin iki adım atamadan Şifa Tapınağı Başrahibinin üzerine yığıldı. Yanında son nefesini veren de Başhekimden başkası değildi. Şu da galiba ispiyoncu tamirci komşu. Daha dün yağladığı, parlattığı Plüton heykelinin devasa ayaklarının altında kalmıştı ve cılız boynu kırılmış Vesta rahibesi de aynı ayakların altındaydı… Sivri, ağır bir tığ o mavi gözlerin önünde gladyatör eğitmeninin pörtleyen iki gözünün tam ortasını isabet aldı. Alnı çatlar, gözlerinin biri akarken olduğu yere, dizlerinin üstüne çöktü eğitmen, sonra devrildi; kalan gözü açık, yüzü imparator locasına dönüktü. Az ötede cellat Yanardağ, beline kadar moloza gömülmüş, vücudunun geri kalanıyla çırpınarak ölüyordu… İçi hiç sızlamadı Barbar Yüzbaşı’nın, hiç kimse için üzülmedi. Bu arenada seyirci olarak bulunan herkes suçluydu. Eşikti arenanın kapısı. Oradan içeriye özgür iradesiyle adımını atan hiç kimse temiz değildi. Kendisini de yargılayan genç yargıcı, şu parlak oğlan, ölü yüzünden tanıdı… Az ötede bileğinden kopmuş bir elin serçe parmağı hala kalkıktı. Ya ziyafetteki yeni zengine aitti, ya da Forum’un habercisine…” Çünkü herkes her şeyin farkındaydı ve herkes seçimini yapmış, duracağı yeri belirlemişti…

    Azatlı köle Vitalis Forum’a varır, duygulanır. “Dünkü kalabalıklar gözünün önüne geldi, mahkemeyi kuran vali, hükmeden yargıç; işkence tezgahını kuran, ateşin kıvamını tutturan, infaz kılıcını tutan cellatlar gibi olup biteni seyreden ve seve seve içine sindiren halk. Bugün bu Roma’da bu Forum’da onların hiçbiri yoktu. Yedi kişi sağdı ama tamirci komşunun kemikleri bile toz olmuştu… Kaldıysa geriye isimleri kalmıştı, onlar da hayırla yad edilir cinsten değildi.”...

    Vitalis daha dün (ya da üç asır önce) Roma’dan kaçarken ettiği duayı hatırladı. Bu şehrin göçüp çöktüğünü görmek için neler vermezdi. “Şimdi anlıyor ki insanoğlu sabırsızdı, tez canlıydı. Her şey bir anda olup bitsin istiyordu, hiçbir şey geriye, hiçbir hesap istikbale kalmasın. Oysa tarihin kılıcı çok keskindi eli ağır olsa da. Tarihin ayağı ağırdı ama onun da zamanı galiba Tanrı’nın zamanındandı.” … 

    Kilise arşivcisi Sebastiyan, geçmişten gelen bu yedi kişiyi dinledikçe değişik hissiyata bürünür. “Sadece bir an için bile olsa o günlere dönebilmek, bir pencereden bakar gibi şöyle bir bakıp geri dönüvermek uğruna yaşamımın geri kalanını verirdim.” Bu cümleyi özel olarak not almışım, zira bazen beni de iklimine alan büyülü bir hissiyatı ifade ediyor.

    Uyandıktan iki gün sonra tekrar Roma’ya inerler, bugünkü amaçları kilisedeki ayine katılmak. Kendi zamanlarıyla şimdiki zamanı karşılaştırdıkları için sürekli bir şaşkınlık hali içindedirler. “Tanrı’nın yolunda halis kalple yürürken gözleri yaş içinde kalan şu insanların daha dün Hıristiyanları avuç içlerinden ve yaralı bileklerinden mıhlayanların torunları olduğuna kim inanırdı?... Buhur kokusuyla kendinden geçmiş şu kadınlarsa sunakta tütsü yakmayı reddettiği için katledilenlerin torunlarıydı.” Bununla beraber kilisedeki Hıristiyanlık da kendi zamanlarındaki din değildir. Pagan sembolleriyle karışmış, yoldan çıkmış acayip bir şey karşısındadırlar. Resmedilen Hz. İsa ve Hz. Meryem’i tanıyamazlar. Başpiskopos ve ruhbanlardaki şatafat ve ihtişam, aradıkları maneviyattan fersah fersah uzaklaştırır onları. Başladıktan sonra ayinin de pagan unsurlarla karıştığını anlar, inkısar üstüne inkısar yaşarlar. “Din vara vara bu debdebeye mi varmıştı!”… 

    Gezgin Almina’da Baraday’ın ayrı bir yeri var; Antakya’da tanıyor, Roma’da sohbet ediyorlar ve nihayet mahkemesiyle infazına şahitlik ediyor. Bu sebepten ötürü onun türbesinin başucunda duygulanır, biraz da halkın zıvanadan çıkıp bu türbeden şifa dilenmesine içerlemiştir. Bu duygularla alnını taşa dayar. “Bir papaz tam o sırada yanında bitti gezginin. Çatık kaşlarıyla hayır anlamında başını sallayarak lahdi işaret etti. Gözleri göz değil birer keskiydi. Dokunma!”… 

    Yontucu Efesli Linus’un beş şehit ustayı mavi bir mermere yonttuğu hatırlanacaktır. O mermeri alıp kiliseye yerleştirmiş ve beş ustayı aziz ilan etmişler. Linus eserini görür de tanımaz mı, tanır da duygulanmaz mı… Alnını serin mermere dayayıp öylece kalakalır. Neden sonra “Bir rahibin sesiyle kendine geldi. Ses değil öfkeydi. Dokunma!”

    Kendilerini iyiden iyiye yabancı hissettikleri kilisedeki durumu en yetkili kişi, yani Başpiskoposla görüşmeye karar verirler. Sebastiyan randevu ayarlar. “Mor kaftan onun da sırtındaydı. Elindeki fildişi âsânın sapı haçlı olmasa, o da Roma imparatorlarındandı.”  Dinin hurafelerle doldurulduğunu anlattılar, mucize diye inanılanların basit gerçek yüzünü gösterdiler. Lakin dinin özü ve gerçekler Başpiskoposun umurunda değildi, kurdukları düzenin devamından yanaydı. “Siz yedi kişi, bu gibi düşüncelerle kendinizi yormayın, bildiklerinizi kendinize saklayın ve böyle şeyleri halkın huzurunda anlatmayın. Siz 309 yıl uyurken kilise bunları düşünmedi sanmayın. Bu gibi işleri dinin bilgilerine ermiş ilmi yüce kişiler düşünsün. Neticede din hakkında bir tartışma gerekirse onu da kilise yapar. Kilisenin asırlar içinde biriktirdikleri, sizin uluorta anlatacağınız gerçeklerden daha önemlidir.” Başpiskoposun bu tavrı yedi kaçak Hıristiyan mümini dehşete düşürdü; “Tahtında oturan piskoposun gözlerinde, daha dün idam kararlarını imzalayan genç yargıcın gözlerindeki ifadeyi görür gibi oldu azatlı köle.”

    Sebastiyan akşam yemeği hazırlarken durum değerlendirmesi yaparlar. “Onlar uyurken piskoposlar birbirine rakip, cemaatler ise düşman olmuştu.” Tefrika ve ayrılık o kadar artmış ki “kiliseler sadece köleliliğin gerekliliği ve kadının günahkarlığı konusunda ittifak etmişti. Oysa ilk dönem şehitleri arasında ne kadar çok kadın vardı.”

    Yazıcı köle Simonides, hayalen sevdiği kadın için yazdıklarını ‘Sabina’ya Övgüler’ adıyla toplamıştı. 309 Yıl sonra eserini başka bir adla sahiplenen biriyle karşılaşır. Bu münasebetle yozlaşmanın yalnız kilisede, toplumda olmadığını, dilde de muazzam bir bozulma yaşandığını tespit eder. “Bir dil nasıl unutulur? Dilin evi fiillerdir, fiillerden mi yıkılır? Bağlaçlarından mı kopar, edatlarından mı kırılır, sıfatlarından mı bozulur, isimlerinden mi ayrılır? Söz diziminden mi dağılır? Kelimeleri unutulunca mı bir dil unutulur? Bir gecede mi olur bu, zamana mı yayılır? Bir dil onu konuşan son kişi ölünce mi unutulur? Kavramlarına ihtiyaç kalmayınca mı çöker gider? Yoksa böyle kulak tırmalayan, melezleşmiş bir ara dil mi kalır?”

    Yakın gelecekte yaşanacak olan ‘cadı avı’ dönemleri iki rüyanın anlatımıyla verilir. Bu rüyaları ilginç bir şekilde yedi kişi aynı anda görmüşlerdir ve birbirini tamamlayarak anlatırlar. Savcının iddiasına göre “Bunlar şeytanla anlaşma imzalayan cadılardır... Açlık ve vebanın, savaş ve kıtlığın, sel ve yanardağ püskürmesinin, dolunun, fırtınanın, artan zinanın, almış başını giden fuhşiyatın, hala taşan Tiber nehrinin, sütü kesilen ineğin, iktidarı kesilen erkeğin, daha bir sürü şeyin, ayrı ayrı ve bira arada hepsinin sorumlusu işte bu cadılardı. Bunlar gece uçuyor, bebekleri beşikten çalıyor, kızartıyor, pişiriyor (haşlama veya buğulama da olabilir) ve yiyorlardı. İnsan kurban ediyor ve ahlaksızca, hayasızca birlikte oluyorlardı… Bu mücadele yeryüzünden son cadı kazınıncaya kadar sürmeliydi, iyi tohumların arasına karışmış delice otları gibi temizlenmeliydiler.”

    Abuk subuk suçlamalardan sonra en az onlar kadar geçerli deliller sunuluyor: “Hakkınızda hem şüphe ve duyumlar var, hem tanıklar ve muhbirlerin haberleri. Eğer suçluysanız sizden beklenen suçunuzu itiraf etmeniz ve nedamet getirmenizdir.” Hakkındaki şüphelerden, duyumlardan, muhbirden ve haberlerinden, şahitlerden habersiz zavallı kadın nasıl savunma yapsın. Üstelik “Bir avukat tutması, lehinde bir şahidi mahkemeye getirmesi kurallara aykırıydı. Onu savunmaya kendiliğinden de kimse kalkışamazdı. Çünkü bir kafiri savunmaya kalkan kişi bu kez kendini sanık olarak bulurdu ulu heyetin önünde. Cadıyı korumak bir yana, yeterince ateşli kınamamak da suçtu.”

    Devreye şikayetçi yani muhbir girer. Bu cadılıkla suçlanan zavallı kadının kapı bir komşusudur: “Benim ineğim hastalanıp süt veremezken, onun tereyağı peyniri nasıl böyle artabilir? Başka kim ü. gün boyunca dolu yağdırabilir, bitkilerde dona sebep olabilir?.. Çünkü şeytan öyle istiyor. Şeytandan istediklerini almanın ona da istediklerini vermek gibi bir karşılığı var… Bu kadın görünmeyen dünyaları görüyor, onun tekinsiz sakinleriyle irtibat kuruyor ve hayırsız işler için onlarla işbirliği yapıyor. Bu hem günahtır hem de yasalar önünde suçtur buna binaen hem devleti hem kilisenin mahkemelerini ilgilendirir.”

    Daha bir sürü beyan ve suçlamalardan sonra kadının uçup uçamayacağı tartışması başlar. Uzadıkça uzayan boş tartışmalara bir orta yol bulmak için başyargıç araya girer: “Bu kadın ya gerçekten uçmuştur ya da uçtuğunu sanmıştır. Biz şeytana yaratıcı bir güç atfetmemek adına, onun uçtuğuna inanmasak bile onun kendisi uçtuğuna inanmıştır. Öyleyse her iki halde de suçludur. Yani uçtuysa da suçludur, uçmadıysa da suçludur.” Suçsuz olduğunu söyleyen kadını kim dinler, başyargıç gürlemeye devam eder: “Bu kadın suçunu kabul etmiyor, oysa suçlu. Bunu kabul etmiyorsa ya yalan söylüyor, ya suçlu olduğunu bilmiyor. Her iki halde de suçlu ve iki kere daha suçlu.”

    İkinci bir muhbirin anlattıklarına bakalım: “Efendim, bir Pazar sabahı ayininde bu kadını ağlamaktan sarsıla sarsıla dua ederken gördüm. O kadar kendinden geçmişti ki uzun süre onu gözlediğim halde yerinden hiç kalkmadı, gözyaşları hiç durmadı. Fazla dua ediyor, o halde fazla günahı var. Gündüzleri hep uyuyor. Kaç kez pazaryerinde başını tombul, beyaz kollarının üzerine koyarak uyukladığına ben şahit oldum. Gündüzleri uyuyor ve o halde geceleri uyumuyor, bu durumda şeytanla gece ayini yapıyor demektir. Hem gece yarısından sonra tek başına kırlara çıkıyor hem de dolunayda. Dahası var, elleri yara bere içinde; demek ki cinlerle buluşuyor, onlarla sevişiyor. Bir de Efendim, bakın şu çehreye, şu endama, şu işveye. Fazla güzel. Beni aşkıyla büyülüyor. Oysa ben evli bir adamım, ona aşık olmak gibi bir niyetim yoktur. Cadı olduğu için o beni kendine aşık ediyor.”

    Kadın otacı hekim olduğu için geceleri ot toplamaya çıkmaktadır. Bu yüzden ifadelerinde çelişki tespit edilince tanık, beyanlarını geri çeker; ama başyargıç kadının emrindeki cini adamın kafasına sokarak onu ele geçirdi diye adamı da tutuklamaya kalkar. Biz yeni bir tanık ile davaya devam edelim. Bu, hekim diye bilinen ama işini iyi yapmayan bir başka otacıdır: “Kasabalı kadınlar, erkekler ve marazlı çocuklar şu kadına gidiyorlardı şifa aramak için. Oysa kimse kimsenin rızkını elinden almamalı, bu rızık zayıf bir tavuk, hastalıklı bir domuz olsa da. Öyleyse yazgıya saygısızca mücadele eden bu kadın olsa olsa cadıdır. Bunca tıp bilgisini de şeytandan almıştır.”

    Lafı uzatmayalım, benzer tanıklar, beyanlar, suçlamalarla iş ortaoyununa döner. Bütün bunların sonunda başyargıç kadından suçsuzluğunu ispat etmesini isteyince Vitalis dayanamaz ve “Bu nasıl bir yargılama, mahkemenin varsa bu kadının suçunu ispatlaması gerekirken, kendisinden suçsuzluğunu ispatlaması isteniyor. Anlaşılan dünden bugüne her şey değişmiş, ama mahkemeler değişmemiş. Deklatyanus’un mahkemelerinde ancak böyle olurdu.” der.

    Vitalis’i dinleyen kim… Bilirkişi filan devreye girer iş uzadıkça uzar. Karar mahkemeleri onbeş gün sonra kurulur ve hüküm açıklanır: “Zanlı kadının cadı ve büyücü olduğunun sabit görüldüğüne, yasa kitabının cadılık yapanların cezalandırılması bölümünün filan ve falan maddelerine göre infazına, hükmün kutsal Pazar günü öğle vakti ifasına; işkence ve infaz giderlerinin kadından alınmasına, suçlu suçunu itiraf ederse yakılmadan önce boğulmasına…”

    İşkenceyle kadının cadı olduğunu itiraf ettirirler. Ama bu da yetmez, isim isterler. Dayanacak gücü kalamayan zavallı kadın aklına ilk gelen isimleri söyler, bunlar yakınları ve komşularıdır. Sonra doktor müdahelesiyle ayakta sağlam duracak hale getirilir. Bütün bunlar ortaçağ Avrupa’sında yaşanacakların yedilerin rüyasına yansıması olarak algılanmasın…

    Duruşmanın bir yerinde “Azatlıya öyle geldi ki atlar efendilerini nallıyor, papağan sahibini kafeste gezdiriyor, Maymun hanımının şaklabanlıklarına gülüyor, kedi sahibinin tuttuğu farenin ödülü olarak onun başını okşuyor, sırtını sıvazlıyor. İnsanlarsa şaşılması gerekene şaşmaz olmuş, kusulması gerekeni afiyetle memnuniyetle sindiriyordu.”  Aynen hırsızın polis yakalaması gibi...

    İnfaz alanına gelelim, bakalım üç asır öncesinden farkı var mı: “İzleyiciler sadece mezar kazıcı, çanak boyayıcı, çömlekçi, kasap, değirmenci, kiremitçi, yün çırpıcı değildi. Uykusundan fedakarlık edip sabah ayinine katıldı diye saygı bekleyenler, Pazar yerini ayağa kaldırarak gösterişli biçimde sadaka dağıtanlar, ödüllerini feragat etmek istediği altın şeklinde düşleyenler, şeytanı olsa olsa kadın şeklinde tahayyül edenler, kafes arkasından dinlediği gölgeli günahı merakla irdeleyenler, kösnüllüğü kötülerken omurgası ürperenler, edepli bir mecaz dili kurmaya kalkıştıklarında bile kendi ateşini kaynatanlar; hepsi hazırdı. Geçtikleri yerde hiddetlerinden ot bitmeyecek karanlık bakışlı keşiler de oradaydı ve gözlerinin üzerine düşmüş kaşları da aynı renkteydi.” Hepsi zavallı bir kadının yakılışını görebilmek için oraya yığılmışlardı… Din adamları bir yana, sıradan insanlar da muhafazakar ve dinibütün kimselerdi. Hasılı... dindarı ateisti hepsi oradaydı; seyrimize geldiler…

    “Kömürleşmiş zemin, etrafa yayılmış odun artıkları, uçuşan küller. Yakma alanı. Her şehirde, her kasabada bundan bir tane vardı.” 

    Zanlı kadın da esasen Hıristiyan, hatta dindar birisi. Fakat bunu nasıl ispat etsin, cadı diye damgalanmış bir kere. Yargılayanlar da dindar ve hatta yargılama kilise adına yapılıyor. Cellat da öyle izleyenler de… Aynı din, aynı kitap ve aynı peygamber aynı anda her birine esin kaynağı oluyor…

   “Ama gel gör ki hastanede şifa, yetimhanede şefkat, aşhanede çorba dağıtan müminler şimdi bu ateşi harlıyor… Gökler şahit sadece başyargıç ve mahkeme heyeti değil, sadece ateş cellatları değil; yağlı dumandan ciğerleri sökülürcesine öksürürken bile bir adım geri çekilmeyen bu halk var oldukça bu ateş yanacaktı.” Halk arkalarında durmasa bu caniler bunca insana bu zülmü yapamazdı...

    Gidip hep birlikte gördükleri rüyayı Başpiskoposa anlatmaya karar verdiler, hiç olmazsa tedbir alırdı. Anlattılar, konuştular, tartıştılar. Sonuçta uyarı, rüşvet, tehdit karışımı bir konuşma dinlediler: ”... Cezbeli kahinler gibi bilicilikte bulunuyor, gelecekte yaşanacak olayları mı anlatıyorsunuz… Nedamet getirin ve artık susun… Siz de o sapkın hizipten geliyor olmalısınız… Hepsinin başı ezildi. Ve siz, değil 309 yıl önceden… havarilerin devrinden gelseydiniz, ama yine böyle düşünseydiniz, sizin de başınızı ezerdik… Sizin dünün tanığı olarak bize gönderildiğinize, seçilmiş kutlu kişiler olduğunuza inandık… Buyurun, başımızın tacı olarak yaşayın. Ama… Söyledikleriniz hoşuma gitmedi. Böyle yalan yanlış yorumlarla halkın kiliseye duyduğu güveni incitecekseniz pazarlarda, meydanlarda dolaşmayın. İleri geri konuşarak halkın düşüncelerini bulandırmayın, saf inancını sarsmayın. Hayallerinizi, hezeyanlarınızı gerçek gibi anlatmayın. Kulağıma böyle bir şey gelmesin, sizi uyarmış olayım.”

    Anladılar ki 309 yıl önce ne ise Roma bugün de odur. Kendilerine yaşam hakkı tanınmıyor, üstelik bu kez mazlum yedi kişiye sekizinci olarak Sebastiyan da eklenmiştir. Şu halde geldikleri yere, mağaraya geri dönmeye karar verirler. Altı kişi yola düşerken Sebatiyan notlarını tamamlamak, Yüzbaşı Geta da Kolezyum’a son kez uğramak için geride kalır. Orada aklından şu geçer: “Bugün arena yeniden açılsa, aynı oyunlar al baştan oynansa şu tribünler yeniden dolar taşar.” Elhak doğrudur… 

    Burada düzensiz olarak aldığım notları yine düzensiz olarak yazdım. Okurken ne düşündüysem, bunlar onlardır. Yalnız bizim bu düşündüklerimizi yazar düşünmemiş olabilir. Hatta düşünmemiştir. Eğer böyle yorumlanacağını bilse belki de yazamazdı, bilemeyiz.  Hangi düşüncelerle yazmış olursa olsun, bence Kehribar Geçidi bir ‘süreç’ romanıdır…

    Bir de şu var, Ashab-ı Kehf'i kim nasıl anlatırsa anlatsın o anlatı neticede bizim hikayemiz olur. Çünkü Hz. Adem'den beri gelen tek bir hikaye var, yaşanılanlar onun varyasyonlarıdır. Bunu görmek için uygun açıdan bakmak yeterli... 31 Temmuz 2024

 


15 Mart 2024

Zekata Bakış


     Kuran’da genellikle namaz ile birlikte anılan zekat ibadeti hakkında, insanlardan pek nasihat duymazsınız. Neden acaba? Malum zekat mali bir ibadettir, tamamiyle cüzdanla alakalıdır; namaz gibi masrafsız(!) değildir. ‘Mal canın yongasıdır’ düşüncesinin hakim olduğu bir toplumda zekatın geri plana itilmesinin sebebi bu olabilir.

    Kelime kökü olarak temizlenme ile alakalı zekat adı verilmesinden anlaşılıyor ki bu ibadetin mal temizliği ile yakın ilişkisi var. Bir miktarını vermek/elden çıkarmakla geride kalanını temizlemiş oluyorsunuz.

    Malınız/paranız kirli mi ki onu temizlemek lazım olsun? Galiba bu kir bizim düşündüğümüz anlamda bir pislik değil. Omuzlarımıza yüklenen bir sorumluluk yükü var, o ağırlıktan kurtulma rahatlığı temizlenme/arınma rahatlığına benzetiliyor.

    Bir arkadaşın ifadesiyle zekat ve sadaka gibi ameller toplumda olması gereken bir döngüyü sağlar. Yani Kudret’ten size inmiş olan zenginliği siz vazifeniz olduğu üzere ihtiyaç sahiplerine dağıtmazsanız bu döngüyü kilitlemiş olursunuz. Çünkü bu zenginlik size ilahi bir torpil olarak değil döngünün sağlanması hikmetine binaen vazife olarak verilmiştir. “Hocam ben çalıştım ben kazandım…” Geçin bunları, kimse çalışarak zengin olmaz. Ayrıca neredeyse atasözü haline gelmiş; Allah ilmi isteyene, zenginliği ise istediğine verir.

    Şimdi sen bu döngüyü devam ettirmekle vazifeni yapmış, yükten kurtulmuş oluyorsun. Bir bakıma malın/paran temizlenmiş, arınmış oluyor.  Geride kalan kısmı bereketleniyor. Bereket mevzuunu başka zamana bırakalım…

    Peki döngü tıkanırsa, yani zekat vermezsen ne olur? O zaman büyük sistemi, işleyişi bozmanın bedelini ödersin. Bu sana musibet gibi, hastalık gibi, trafik cezası gibi şeylerle çok çabuk geri döner. Eğer zekat ve sadaka vermemek bütün toplumda yaygınlaşmışsa, neticesi genel bir musibet olarak görülür; savaş gibi, deprem gibi, ekonomik kriz gibi…

    Hasılı kelam sen zekatı vermezsen, Allah onu bir şekilde mutlaka elinden alıyor. Oysa güzellikle verseydin bu sana bereket olarak geri dönecekti. Allah zorla alınca musibet üstüne musibet oluyor, fakirleştikçe fakirleşiyorsun.

    Bu sebeple zekat Kuran'da sürekli dikkat çekilen amellerden biri olmuş ve ''Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.” diye dinin direği ile yan yana anılmıştır.

    Allah’ın bu kadar öne çıkardığı zekatı eskiler genellikle Ramazan ayı içinde fitre ile birlikte aradan çıkarırlardı. Tarıma dayalı bir toplum olarak gelir, harmanda yıllık olarak elde edildiğinden zekat da bir kerede verilir ve bu Ramazan ayına denk getirilirdi. Belki Ramazan’ın feyzinden yararlanma amaçlı ortaya çıkan bu durum, sonradan adet haline gelip yerleşmiş.

    Bugün ise durum farklı. Yine ziraatla uğraşsa da herkesin az veya çok aylık geliri var. O halde harmanı veya Ramazanı beklemeye gerek yok, zekat aylık verilebilir. Maaşın ne kadar, on bin lira; kırkta biri ne, 250 lira. Her ay başında ver ikiyüzelliyi, işine bak. Bu kadar cüz’i miktarı neye vermiyorsun ki. Hiç olmazsa paranı ve vicdanını temizle, rahatın keyfini yaşa. ‘Hocam köyde fakir kimse yok, kime verelim…’ Mutlaka senden daha kötü durumda birileri vardır, iyi bak görürsün…

    Hem senin birinci amacın paranı temizlemek değil mi? Vermek için can atman lazım. Galiba Hz. Ali’nin sözüydü: “Alanın sadakaya ihtiyacından daha çok, Senin verince kazanacağın sevaba ihtiyacın var.’

    Bir de kırkta bir, yani % 2,5 meselesi var. Bu zekatta verilmesi gereken en düşük orandır. Maalesef bizde kural haline getirilip bu oranda verilir olmuş. Oysa zekatın üst sınırı yok. Tamam kimseden Hz. Ebubekir gibi malının tamamını, Hz. Ömer gibi yarısını verme aliceneplığı beklenemez. Yalnız maaşının yüzde onunu verenleri biliyorum, hiç de hallerinden şikayetçi değiller.

    Malesef zekat, yahut genel olarak infak/verme kavramından alabildiğine uzaklaşmış toplumumuzda böyle fedakarca davrananlar hoş karşılanmıyor. Müslüman Müslümana ‘Neden bu kadar çok veriyorsun?’ diye sorup, bunun altında başka şeyler arıyor. Bunu diyenler kırkta biri bile vermek istemeyen tıynıyette…

    İnsan mal ve dünya sevgisi nedeniyle bile olsa zekat ve sadakayı isteyerek vermelidir. Mesela bir ağacı budayınca nasıl onun daha gürleşmesini sağlıyorsak, zekat ve sadaka vermek de böyledir. Belki açıklanamayan bereket kavramı burada ortaya çıkıyordur.

    İspat edilemeyen bir duyum ile noktalayalım: “Zekat gibi maddi vazifelerin ihmali insanda bazı hastalıklara neden olabilir. Zekatsızlığın özellikle böbrek rahatsızlıklarına yol açtığına dair bulgular var.”