deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Nisan 2025

Küçük Bir Dağ Yürüyüşü

     
    Dere Tepe Eğret yazılarında görmediğim, gezmediğim ve tanımadığım hiç bir yerden bahsetmedim. Sadece duyup işittiklerimizle, rivayetlerle olacak iş değil bu, öyle anlatırsan başarılı olmazsın çünkü... Bu yüzden çok iyi tanıdığım bir yer bile olsa, yazı için mutlaka yeniden bir inceleme yapmış, sormuş soruşturmuşumdur. İlbulak/İblak için de geçerli bu durum...

    Beş altı kilometrelik hafif yay biçiminde dizilmiş irili ufaklı tepelerden oluşan İlbulak dağlarının genel tanıtım yazısında bir çok kaynaktan yararlandım. Bazı bölümlerini iyi bilmeme rağmen, hiç bilmediğim, yarım yamalak tanıdığım, gezip dolaştığım halde adını bilmediğim çok değişik kısımlarını da sonra sonra keşfettim. Üzerine en çok konuşulan yerlerden biri Almalı idi ve benim Almalı hakkında bildiklerim sadece duyduklarımdan ibaretti. En çok yazı yazdığım bir yeri görmemiş olmam büyük eksiklikti, ilk fırsatta giderilmesi gereken bir ayıp... 

    O fırsat dün elime geçti. 16 Nisan Çarşamba günü Almalı'ya kadar uzanan bir geziye çıkacağımızı sabah hiç bilmiyorduk, öğleyin çapından habersizdik, ikindinde ise bu gezinin mutlu yorgunluğu üzerimizdeydi...

    Ayvaz ile Köroğlu başbaşa kahvaltı ediyoruz... Dedi ki 'Otura otura koflaşacağız, çıkıp şu Çapakçayırı'nda dolaşalım biraz...' Madem yürüyüş yapacağız gerçek bir doğa yürüyüşü olsun diye Dağ'a gitmeyi teklif ettim... Hemen sofrada kararlaştırıp yemeyi hızlandırdık, bir an önce yola çıkmalıydık...

    Çatkuyu yolu üzerinde, biraz içeriye park ettik. Tepelerin hemen eteğinde, çamlarla gılikler ve çalının harmanlanıp birleştiği hattan gidecek ve dönüş yolunu İblak zirvesinden yapacaktık. Aslında her zamanki güzergahımızdı bu ve akıllıcaydı. Zindeykenki yürüyüşü engebeli, zahmetli ve dolayısıyla yorucu bölgeye denk getirir, iyice tükendiğimiz dönüş yürüyüşünü nispeten düz bir satıhta yapardık.

    Bir kaç gün önceki bembeyaz karlı görüntüsünün etkisiyle olacak, toprak hala ıslak ve gölge hala serin; bununla beraber güneş olanca yakıcılığıyla sahnede... Bu geçiş dönemi iklimini tasvir gerekirse İblak'ın yakaza hali denilebilir. Uyku ile uyanıklık arasındaki bu haliyle yakaladığımız iyi oldu, yoksa uyandığında İblak'ın hızına yetişemiyoruz; bir de bakmışız sonbahar gelmiş...

    Şu halde torbaları poşetleri boşuna almışız. Toprak kızmadığı için mantar filan yok, kekikler de henüz uzamamış. Her taraf yeni filiz yakı otlarıyla dolu, ama onlarla da işimiz kalmadı.  Öyle avare avare yürüyoruz...

    Bödününçeşme dengini aştık, Resulbaba istikametine ilerliyoruz. Nerede bulunduğumuzu anlamak için sık sık solumuza dönüp Dağ'ın eteklerine bakıyoruz. İşte şu terk edilmiş taş ocağı, ötedeki ağıl, karşı yamaçta evveli sene falancanın kotra vardı, onun arkası Gayraklı, şimdi Şamlı hizasındayız...

    Süpürgelik'ten geri dönelim, diyorum. O kadar yürüyüş yeter bence... Oraya neden bu ad verildiğini anlatıyorum, biraz da ukalalık yaparak; eskilerden öğrendiğimi satma zamanı... O vakitler kullanılan çalı süpürgesinin malzemesi olan dikenimsi otlar burada bolca yetişiyor, tam süpürgelik yani... Bu süpürge otlarının bir adı da piren imiş, bu yüzden Süpürgelik'e Pirenliyer dedikleri de oluyor... Her neyse, burası aynı zamanda mantar ocağıdır; hedef belirlememin bir sebebi de bu... Mantara dair kalan azıcık umudumuzu da Süpürgelik'e vardığımızda kaybettik. Orası da bomboş...

    Mantar toplayıcısı olarak çıktığımız seferlerde yürüyüşü hep Süpürgelik'te bitirmiştik. Buradan bulacağımızı bularak, yahut hayal kırıklığını torbamıza koyarak dönerdik; daha öteye hiç geçmedik. Niyetimiz yine o yönde idi, ama hayret ikimizde de hiç yorgunluk emaresi yok... İşte o anda içime düştü Almalı ateşi... Yamaçtaki yolun oraya gittiğini duymuştum, o yola düşersek bizi Almalı'ya götürürdü. Doğuya yürüyüşümüzü sürdürdük...

    Daha Süpürgelik çukuruna inmeden karşı bayırda bir traktörü siperiyle rengiyle farketmiştik. Sözünü ettiğim yola varmadan yolumuzu hareketsiz traktöre düşürecek şekilde ilerledik. Maksadımız her kim ise sahibinden, bilmediğimiz bölge hakkında bilgi almak. Artık Dağ'ın eteklerinden de yüz çevirdik, hep doğuya bakıyoruz...

    Traktörlü bayıra varmadan önümüze bir çeşme çıktı. Sonuncusu hafif kıvrılmış üç ahar boş, çünkü akmıyor, kurumuş çeşme. İlk defa gördüğüm çeşmenin adını merak ederken cevabı son ahardaki yazılarda bulduk: "18 Mayıs 1999 Demirce Yeni Çeşme..." Demek ki Demirce burasıymış... Bayırda traktörün yanında yatan Resul Karakaya bu tepenin Demirce olduğunu teyit etti. Almalı'ya nasıl ulaşacağımızı da öğrendikten sonra Demirce'den ayrıldık...

    Resul'un adı Hacıiresil (Resul Tül) dedesine dayanıyor. Onunki de varıp Resul Baba'ya... Hatta Eğret'teki bütün Resul'lerin kadim kaynağı Resul Baba'dır. Resulbaba tepesi istikametinde yürürken bir yandan da bunlar geçiyordu aklımdan...

    Hemen aşağıda Halibanâ'nın çeşmeyi göreceğimizi söylediydi Resul. Rahmetli Halil İbrahim Kızılyel gerek gördüğü her yere çeşme yapmasıyla ünlü gariban bir hayırsever idi. Sayısı bilinmeyen çeşmelerden birisi de buradaymış, hep merak ederdim. Onu bulmamız zor olmadı, gerçekten küçük bayırı aşınca karşı yamaçta belirdi. Önünde her dalı ve gövdesiyle kurumuş kocaman bir söğüt var. Çeşme olmasa bile o söğüdün fark edilmemesi imkansız... Çir çir de olsa çeşmenin hala akıyor olması muhteşem. Dağ o kadar sessiz ki otur bu gariban çeşmenin şırıltısını dinle... Yarılmış bir aharı ve tahliye deliği tıkanmamış öteki aharı su tutmuyor, yine de akıyor olması bile canlılık kaynağı... Sadaka-i cariye nedir, sorusunun canlı cevabı bu çeşme olsa gerek. Buz gibi suyundan içerken, "Nurlar içinde yatarken önüne gelsin Halibanâ" diye dua ettik...

    Hani çeşmenin önünde koca bir söğüt ağacı var demiştim ya, her yanı kuru olan... İşte onun her yanı kuru değilmiş. Daha doğrusu her yanı kuruymuş da hemen her dalında canlılık alameti bir şeyler fark ettik: Ökse otu... TV'de sosyal medyada sürekli kendine yer bulan şifacıların her derde deva dediği bu otlarla çantanın birini doldurduk...

    Mantardan ve kekikten yana nasipsiz teselli kaynağımız ökse otundan ibaret kalmadı. Adı sukulent miymiş ne, bir kaç çeşidini görünce deli oldu. Onlardan kazdık köklü ve topraklı... Sonra bilmem kaçıncı İblak Kekiği Kültür Yetiştiriciliği Projesine temel olmak üzere köklü ve topraklı kekikler kazdık. Bunların hepsini de diğer çantaya koyduk, yükümüz ağırlaşmaya başladı...

    Henüz aşınca Almalı vadisiyle karşılaşacağımız söylenen bayıra varamadık. Orada uzaktan bir kale burcunun yıkıntısıymış gibi görünen taşlar var. Böyle olmadığını, doğal devasa kaya parçalarının bize öyle göründüğünü yanlarına varınca anladık. Üstüne çık, sırtını kuzeye ver; muazzam bir poz oluşturan koca kayalarda bol bol fotoğraf çektik. Bu arada buradan bakınca Eğret ne kadar yakında görünüyordu, havanın ne denli berrak olduğunu anla artık. En az 7-8 kilometre uzakta olan köy sanki yanıbaşındaymış gibi görünüyor. Elektirik hatları yokken, manyetik alan oluşturan hiç bir etkenin bulunmadığı dönemlerde insan sesiyle minareden okunan ezanı Dağ'dan işittiklerini dinlemiştim. Şu görüntüden sonra bu söylentiye daha da inanır oldum...

    Fotoğraf arasından sonra yürüyüşe devam ettik, muntazam kazılmış 2X2 metre ebadında bir çukur gördüm; derin değildi, ama üğünen toprakla dolmuş olabilir. Tahmin edileceği gibi definecilerin işidir... Sonra, daha başta Çatkuyu'ya doğru biraz daha ileriden ayrılan yolun uzantısıyla karşılaşıp kendimizi ona bıraktık. Bu bölüm oldukça kolay bir yürüyüş oldu...

    Nihayet bayırı aştığımızda Almalı vadisi olanca genişliğiyle karşımıza çıkıverdi. Bu manzarayı aniden beklemiyordum, Almalı nazlı bir gelin gibi birdenbire duvağını açmazdı. Yanlış hayal etmişim. Eğer meşeler göğermiş olsaydı 'Vadim O kadar Yeşildi'yi hatırlattı derdim. O kadar olmasa da şimdiye kadar dinlediğim Almalı hikayelerinin boş olmadığını bu ilk görüşte vadinin kendisi anlattı demek yanlış olmaz. 'Öküzüm Ahara Düştü', 'Almalı Suyu', 'Mantara Giden Çocuk', 'Aşiret Yörükleri', 'Kör Hoca'nın Saati', 'Sığırcı' ve benzer hikayelere mekan olmuş Almalı işte karşımdaydı ve her türlü övgüyü hak ediyordu. Sen bir de Mayıs ayındaki halini düşün...

    Önümüzdeki Almalı çanağı bir zamanlar bayram yeri gibi kalabalık olurmuş. Koyun sürüleri, köye ait sığır sürülerinden biri, öküz çobanları, her dönem karşı bayıra konan Aşiret Yörüklerinden Gara Ahmet... Hepsi burada yaylarmış, hayvan ve insan sesleri doldururmuş vadiyi... Oysa şimdi ne kadar sessiz, terk edilmiş bir doğal film setini andırıyor...

    Tepeden aşağı bakan gözlerim hemen çeşmeleri aradı ve buldu. İşte şu önümüzde duran yukarı, daha ileride aharları ve gövdesiyle beliren ağartı da aşağı çeşme olmalıydı. Fakat, bir dakika... O ileridekinin az yukarısında bir ağartı daha var, üstelik aharları da çok belirgin. Oysa bana Almalı'da iki çeşmeden bahsetmişlerdi, üçüncüsünü kimseden duymadım; yenilerde yapılmış olmalı, ama hangisi üçüncü ki?

Yakınımızdakine çabuk ulaştık. Kurumuş... Üç aharı da muazzam mozaikten dökülmüş, gövdede 1981 tarihi okunuyor. Şimdi en aşağıdakine inip, diğerindeyse namaz kılarak dönüşe geçmeyi planladık.

    Aşağı çeşme daha önce fotoğraflarını gördüğüm Dıkma Mevlüt Özen ve eşi Münevvere Hanım hayratı olarak tamir edilmiş. Suyumuzu içtik, altına üstüne konuşlanıp fotoğraflar çektikten sonra çeşme gövdesinin de arkasına doğru geçip oturdum. Kuzeye, yani köye doğru baktığımda gözümün önündeki manzara tanıdık geldi. İlk defa geldiğim bir yerin manzarası nasıl tanıdık olabilir ki? Sonra sürekli tekrar eden rüyalarımdan birini daha hatırladım. İşte oradandı bu görüntü... Çok uzak olmasına rağmen köye baktığımda hemen şurada görünen, her zaman masalsı gerçekliğinde bulunmaktan huzur bulduğum bir rüya ülkesinin görüntüsüydü. Şimdi bunun benim Almalı'ya ilk gelişim olduğunu nasıl söylerim... Oturduğum yerden o görüntünün bir kaç fotoğrafını çektim...

    Son çeşmeye vardık. Bunun gövdesi yok, yalnız aharları yukarıda gördüğümüz kuru çeşmeninkilerle aynı tarzda ve zamanda dökülmüş gibi... Öğle namazını kılarken Hoca Dedemin seksen yıl önce teravih kıldırmak için Ramazan'ı buralarda geçirdiği aklıma geldi. O vakit Almalı'nın ne kadar şenlik ve kalabalık olduğunu hesap edin.

    Dönüş yürüyüşündeyiz. Domuzlar bir şeyler ekecek sanırsam, iyi sürmüşler her tarafı. Ne kökü arıyor bunlar, gavur pancarı mı, çiğdem mi, yoksa başka şeylerin soğanını mı?... Çiğdem deyince, eskilerin çiğdem (kardelen) kazmak için baharda kırlara çıktığından söz ettik. Kaç kere denediysem çiğdem soğanına ulaşamamıştım, domuz sürdüğü yerlerdeki çiğdemler o kadar kolay yolunuyor ki, çektiğin soğanıyla birlikte geliyor. Böylece ilk defa çiğdem kökü yedim. Tadını tarif edeyim; salatalık, kırmızı turp, havuç, marul, devetabanı... Bunların tadını bilirsiniz, karıştır hepsini, işte çiğdem tadı bütün bunların karışımı gibi bir şey...

    Tahmin ettiğimiz gibi dönüş daha kolay oluyor, yukarıdan ve düzlükten... Bir kaç gün önceki soğuğa maruz kalmış dağ lalesi ve yeni açmış sümbül aileleriyle karşılaştık. Her biriyle hatıra fotoğrafı olmazsa olmaz...

    Fotoğraf için duruşlar, namaz molası filan derken en fazla yarım saat ara vermişizdir, net olarak dört saat yürüdük. Keşiflerle dolu keyifli bir gezintiydi. 

    Sakın bu yazıyı Berber Emmime okutmayın, şuraya niye gitmedin, berikini niye yazmadın diye cahilliğimi yüzüme vurur da vurur... En iyisi onunla başka bir Dağ yürüyüşü yapmak...



06 Nisan 2025

Eğri Para


    Kötayolu (Kütahya Yolu) ile Örençayırlar arasındaki bölgeye Eğripara deniliyor. Karayolu yeni güzergahına çekildikten sonra da Eskiasfalt bölgesi yine Kötayollarına dahil edilip aynı adla anıldı. Bütün bu değişikliklerden Eğripara etkilenmedi, aynı yerinde adıyla sanıyla ekilip biçiliyor.

    Burası Eğret arazi ortalamasına göre verimli bir mevkidir, zaman zaman bahçe yapılmaya eşverişli sulak topraklar. Verimliliğin sebebi Çayırlar ve Örençayırlar ile Atmezarı havzalarının doğal uzantısı olması, iki havzanın kesişim noktasında bulunması olabilir. Böylece hem yeraltı hem de yeryüzü sularınca beslenebilecek konuma sahiptir. Gerçi günümüzde su kaynakları tükenmiş durumda, biz önceki dönemlerinden bahsediyoruz.

    Büyükler kendini bileli oraların bu isimle bilindiğini söylüyor. Eğripara... Ama mevkinin özellikleriyle ne alakası var bunun. Coğrafi olarak, zirai olarak, ekonomik olarak, tarihi değeri olarak hangi özelliğinden dolayı böyle isim verilir ki bir bölgeye?...

    Paranın eğrisi ne demek, bütün paralar düzgün de az görülen bazıları eğri olarak mı vasıflandırılmış. Mesela eski sikkeler tam daire biçiminde değil, uçlarında bir kertik mutlaka oluyordu acaba kastedilen bu mu? Gökdaşderesi'ni anlatırken para/altın imal edilen yerin oralarda bir yerde olduğuna dair söylentiye yer vermiştik. Dipdibe değiller, ama sonuçta Eğripara ile Gökdaşderesi aynı köyün mevkileri...

    Eğri para tamlamasındaki anlam işaretlerinden biri de sahte para kavramı olabilir. Yalnız o dönemlerde sahtecilik mevzuu var mıydı bilemeyiz.

    Şimdi bu iki hususu birleştirip düşünelim, bir zamanlar bu mevkide define/gömü bulunsun. Eğret'te defineden kastın para olduğunu biliyoruz, paradan kasıt da altındır; gümüş, tunç, bakır vb. başka madenlerden yapılmış sikkeleri paradan saymıyorlar. Parayı bulmuşsun, ama rengi çil değil, üstelik uçlarında kertikler var... Bu düzgün olmayan buluntuların hatırına o bölgeye Eğri Para dediler, böylece mevkinin adı doğmuş oldu... Bu teoriyi doğru kabul etsek buna dair bir söylenti, hikaye, rivayet gelmesi gerekmez miydi? Ama yok...

    O zaman başka bir senaryoya ihtiyacımız var... Bolu, Safranbolu, İnebolu, Hayrabolu, Gelibolu, Tirebolu... Bunların yerleşim yeri olduğu malumdur. Kelime sonlarındaki bolu kelimesi 'polis'in dönüşmüş biçimi, o da şehir demek. Konstantinapolis Konstantin'in şehri demek, İstanbul'un orijinal hali... Yani onun sonundaki -bul da aynı yerden gelme...

    Bir de kirebolu var, malum balarısının salgısı. Genelde onu kovanın, yuvanın yalıtımında kullanıyor bu hayvancıklar. Yalnız bu kelimenin aslı propolis, Türk halkı Türkçeleştirerek girebolu filan demiş, Eğret'te kirebolu deniyor. Polis kelimesinin burada da bolu'ya dönüştüğü görülüyor. Mantık aynı, arıların yaşadığı yer arı şehri olarak düşünülüp yalıtımda kullanılan madde böyle adlandırılmış.

    Lafı dolandırmayalım, ikinci teoriye göre Eğripara ismindeki para, polis>bolu dönüşümüne benzer bir olay sonucu ortaya çıkmış olamaz mı? Biliyorum bu da zayıf bir teori, ama düşünmeye devam edelim.

    Poros Yunanca'da geçit, derbent, geçit vergisi anlamlarına geliyormuş. Niğde'nin Bor ilçesi bununla ilgiliymiş, hatta 20. yy başında orada önemli oranda Rum nüfus bulunuyormuş. Zaten Anadolu'nun İslamiyet öncesi dönemde sırayla bir çok medeniyete evsahipliği yaptığı biliniyor. Önemli bir devrede Yunan hakimiyeti de yaşanmış. Eğret'in de böyle bir dönemi var. Eski yol güzergahlarında sık sık geçitler bulunurdu, Türk hakimiyeti yıllarında bu geçitlere boğaz veya derbent adı verildi. Önemli yol üstlerinde adı tam olarak 'derbent' olan 24 köy tespit ettim, birleşik kelimelerle yapılanlar hesaba katıldığında bu sayı elliye yaklaşıyor ve çoğu da Ege bölgesinde... Boğaz kelimesi de aynı şekilde ve yüz civarında geçit/boğaz kelimeleriyle anılan köy bulunuyor.

    Köyümüze dönelim. Bir dönem Eğret arazisi olan Cumalı'yı geçip Osmanköy'e yaklaştığınızda böyle bir geçit var ve oraya Süleymanboğazı deniliyor. Daha eski dönemde Sülümenli denilirmiş, bazı mahkeme kayıtlarında bu ibare görülüyor.

    Süleymanboğazı gibi geçitler eski dönemlerde Eğret civarlarında olabilir. Yüzey şekilleri deprem gibi olaylarla yüzlerce binlerce yıl önceden değişmiş olabilir. Şimdi ova gibi görünen Eğripara mevkisinde bir geçit neden olmasın. Madem Yunanca'da geçide poros>bor deniliyor, oradaki geçit de benzer bir şekilde adlandırılmıştır. Peki poros>para dönüşümüne ne dersiniz? 

    Başka bir husus, para kelimesi Farsça pâre kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Tam anlamı parça, bölüm, kısım demektir; yalnız bu anlamıyla dilde pek kullanılmaz, sadece 'paralamak' fiilinde parçalamak anlamıyla karşımıza çıkar. Bununla beraber para kelimesinin terimleşmiş tarihi bir anlamı daha var: 'Kıymetli parça, ayrılmış bölüm'... Bu anlamın arazi ile ilgili olduğu açıktır. Selçuklu, Germiyan hatta Osmanlı döneminde devlet tarafından özel bir maslahata binaen ayrılmış, tahsis edilmiş arazi parçasına bu ad veriliyor. Vakıf arazilerine benzer bir durum... Eğripara mevkiinin zirai, iktisadi ,ticari, siyasi öneminden dolayı özel olarak bir hizmete tahsis edilmiş bölge olduğuna dair tahmin yürütmek mantıksız olmaz...

    Eğripara'nın 'para'sını anlamlandırdığımıza göre 'eğri'ye yoğunlaşalım biraz da... Bunun düzgün karşıtı olan eğrilikle ilgisi olmadığını düşünüyorum. E be kardeşim eğri eğri değil, para para değilse Eğripara nedir? İşte oraya geldik...

    Ben eğri kelimesinin, köyün antik dönemdeki adına işaret ettiğini düşünüyorum. Eğri'ye veya ona yakın bir kelimeye ister polis/bolu, ister poros/bor ekleyin; ortaya Eğripara'ya benzer bir kelime çıkacaktır. Yani bu bölgede antik bir yerleşim vardı ve adı da böyle bir şeydi. Yakınlardaki Maldepesi ve Örençayırlar'da bulunan Üyük, bu teoriyi desteklemekte...

    Halk arasındaki söylentilerde ve sınırlı sayıdaki belgede 'Eski Eğret' veya 'Küçük Eğret' ibareleri var. Ayrıca 19. yüzyıl nüfus kayıtlarında reisi 'Eğretli Hüseyin' olan bir hane bulunmaktadır. Eğret köyünden birinin 'Eğretli' diye lakaplanması da gösteriyor ki yakınlarda bir Eğret daha var. Yaygın ve yanlış kanaate göre bu Eğret Örenler'deydi. Oranın yüz yıllık geçmişi olduğu öğrenilince bu kanaat zail oldu. Taşlıtarla/Akkaya civarına veya başka bir kaç mevkiye yönelik böyle görüşler de bulunuyor. Bunların arasına Eğripara'nın Eski Eğret olma ihtimali de eklenmelidir.

    Bütün bunlar, köyün adının geçici anlamına gelen eğreti ile ilişkilendirilip emaneten yerleşilen bir yerden şimdiki yerine taşınması ve yanında Eğret/Eğreti adını birlikte götürmesi söylentisini boşa çıkarmaktadır. Gerçi iki eski haritada keşfedilen 'Hayrat' ve 'Hayret' adları bu yerleşik kanaati zaten sarsmıştı. Şimdi düşünülmesi gereken Eğret'in, köyün antik dönemdeki ismiyle ilişkilendirilebilme ihtimalidir.

    Son olarak burada yazılanlar Eğret ve Eğripara isimlerinden yola çıkılarak geliştirilmiş bir deneme olduğu, belgesel dayanağı bulunmadığı gerçeği de unutulmamalıdır.



13 Ocak 2025

Bayramgucağı


    Çatalüyük’ten Maldepesi’ne kadar uzanan beş kilometreden fazla Antik Havzanın adı çok meşhur olan Bayram Gucağı mevkiindeyiz. Burası Omarcık ile Yörükçeşmesi mevkilerinin arasındaki bir bölgedir. Bazıları ara bölgenin Yörükçeşmesi’ne yakın kısmı olarak tarif eder, bazıları ise Macur (Susuzosmaniye)ye giderken yolun sağında kalan dere kısmı işaret eder. Diğer bazılarına göre ise  sınırlar çizerek Bayramgucağı’nı daraltmak doğru değildir. İki çeşme arasındaki vadimsi alanla birlikte doğuda İsgileyolu Macurgırı, batıda Alagır Guzuguyusu’na kadar genişletilmelidir. Bütün bu hafif engebeli alan Bayramgucağı olarak anılabilir.

    Antik Havzanın tam merkezinde olması sebebiyle öteden beri çeşitli kazı ve buluntu hikayelerine konu olmuş. Gökdaşderesi’nden bahsederken adını geçirdiğimiz Heykelcemal rahmetlinin gezi ve kazı alanlarından biri de Bayramgucağı imiş. Buralardan bulamadığı para/altının amortisi olarak eline geçen ıvır zıvırı (kendi tabiri, para dışındaki şeylere böyle dermiş)  Hökümete, yani Müze’ye teslim edip ciğara parasını çıkarırmış. Daha başka birilerinin bir şeyler bulduğuna dair hikayeler de hep anlatılır. Beş altı kiloluk külçe altın bulan, lakin ne olduğunu bilmeyip kül diye çöpe atan birinin hikayesi de buralarda geçiyor. Kendisinden dinlediğim dramatik olayı bir gün anlatırım.

    Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız Bayramgucağı mevkii, dediğimiz gibi tam antik bölgenin göbeğinde bulunuyor. Haliyle böyle şeylere meraklı kişilerin de ilgi odağı olmuş. Bir de ilgisiz kişilerin önüne nasip kısmet biçiminde çıkma durumu var. Nasıl? Şöyle; oralar zirai mevkidir, yani her taraf tarla. Ya pulluğun ucuna takılan bir şekilli taş, yahut cizinin ortasında görülen bir mezar kapağı biçiminde karşına çıkabilir. Bir şeyler bulmak için defineci olmaya gerek yok. Bayramgucağı’na dair bu tip olaylar da çok anlatılır.

    İleşber olduğu halde toprağı bir başka dikkatle inceleyen, arazi yapısından değişik anlamlar çıkaran Eğretliler de yok değil. Onlara göre İsgileyolu-Omarcık-Yörükçeşmesi üçgeninde, ki tam da Bayramgucağı bölgesi oluyor, irili ufaklı bir çok tümülüs var. Küle benzer toprak yapısından dolayı o tepeciklerin yığma olduğu sonucuna varmışlar. Ayrıyeten aynı yerlerde kul yapısı bir takım kalıntılara da rastlanıyormuş. Bütün bunlar Bayramgucağı hakkında Anıtkayalılarca anlatılagelen şeyler. Bilimsel bir çalışmaya dayanmıyor. Zaten ilk ve tek bilimsel çalışma 2020 yılında Yüzey Araştırmaları biçiminde yapılmış.

    Burada yapılan Yüzey Araştırmaları çalışmasının Türkiye geneli içindeki yeri, 2021 yılındaki e-sempozyum kitapçığında şu paragrafla özetlenmiş:

    “Bu bölgede Anıtkaya Köyü sınırlarında yer alan Bayram Bucağı yerleşmesi ise İTÇ buluntularının zenginliği açısından dikkat çekicidir. Burada farklı renk ve form repertuvarı sunan çok sayıda İTÇ çanak-çömlek parçası tespit edilmiştir. Kütahya yolu yakınlarında yer alan Bayram Bucağı yerleşmesi bu zenginliğinin yanı sıra konumu, büyüklüğü ve bilinen mezarlığı ile birlikte bölgenin önemli İTÇ yerleşmeleri arasında görülmektedir.”

    Bu özet paragrafında bize lazım olan her şey var. Çok çeşitli renk ve biçimde çanak çömlek buluntusuna Maldepesi’nde biz de rastlamıştık. Burada önemli husus, bölgede bulunan mezarlık ve buranın büyüklüğüyle birlikte stratejik konumu gibi özellikler birleşince Bayramgucağı’nın İTÇ döneminde önemli bir yerleşim yeri olduğu hükmüdür. 2022 Yılındaki yayında biraz daha ayrıntıya inilmiş:

    “Susuzosmaniye Köyü’nün güneyinde Terlemez Höyüğü Mevkiindeki bir tümülüs incelendi. Tümülüsün doğu yamaçlarında 8 m derinliğinde bir kaçak kazı tahribatı görüldü. Anıtkaya Köyü’nün 1 km kuzeydoğusunda ve Anıtkaya-Susuzosmaniye köy yolunun 100 m doğusundaki Bayram Bucağı Yerleşmesi ve Mezarlığı incelendi (Bayram Kucağı?). Burada GKÇ ve yoğun İTÇ seramiklerine rastlandı. Höyüğün kuzey ve batısındaki yamaçlarda İTÇ’ye tarihlenen bir mezarlık bulunmaktadır.”

    Görüldüğü üzere ikinci paragrafta da Bayramgucağı’nın önemi vurgulanırken, farklı olarak birkaç ince ayrıntıya değinilmiş. Her bir ayrıntı önemlidir ve her biri hakkında ayrıca yazılar yazılabilir. Şimdilik bahsedilen yerin isimlendirilmesi hususuna dikkat çekmek istiyorum.

    İki paragraf da aynı kişilerin elinden çıktığı için, ortak isimlendirmeyle ‘Bayram Bucağı’ adı verilmiş. Yalnız 2022 paragrafı bu adlandırmanın gelişimi ile ilgili bir ipucu barındırıyor. Parantez içinde verilen (Bayram Kucağı?) ifadesine bir anlam verilemediği anlaşılıyor. Muhtemelen bizim köylülere sormuşlar bu mevkinin adı ne diye. Bayramgucağı sözünü yanlış bulup, kendilerince doğrusunu Bayram Bucağı olarak yazmışlar. Bunu da parantez ifadesiyle belirtme gereği duymuşlar.

    Aslında ilk duyanlar veya benim gibi bir sözün gelmişini geçmişini araştıranlar için Bayramgucağı sözü gerçekten anlamsız görülebilir. Tam teşhis edilemeyen Bayram adında birinin kucağı… Yahut Bayram’dan Ramazan veya Kurban bayramı kastediliyor. Öyleyse kutlanılan bayramın kucağı ne? Nereden baksan anlamlandırmakta zorlanacağın bir tabir. Anıtkaya’nın yabancısı araştırmacıların kendilerine göre Bayram Bucağı yakıştırmasını bu yüzden mazur görebiliriz. Fakat Bayramgucağı’nın bir açıklaması olmalı değil mi, ona kafa yoralım…

    Tiyatro dersimiz vardı, modern tiyatronun gelişimiyle ilgili eski Yunanların Bağbozumu şenliklerinde ortaya çıktığı bilgisi aklımda kalmış. Tabi Anadolu, özellikle Ege bölgesi bu kültürün merkezi sayılır. Üzüm bağları Anadolu’nun hemen her yerinde çok yaygın yetiştiğine göre Bağbozumu şenlikleri de her yerde yapılıyormuştur. Oyuncular ellerinde maskelerle meydana çıkıyor, eğlence amaçlı oyunlar oynuyorlar. Tabi bunu seyircilere sunabilmek için açık hava tiyatroları inşa etmişler. Şimdi antik tiyatro denilen bu açık hava tiyatro alanlarına Ege ağırlıklı olmak üzere Orta ve Batı Anadolu’nun her yerinde rastlanabiliyor. Yunanlardan sonra Roma döneminde iyice yaygınlaşmış.

    Eski Anadolu medeniyetleri bir bir yıkılınca yüzyıllar içinde ona dair eserler de toprak altında kalıyor. Türklerle birlikte yeni gelen medeniyette bu sanatın yeri yok. Haliyle çoğu tamamen nisyana terk ediliyor. Ancak Osmanlı’nın son döneminde Batılı arkeologların öncülüğünde bir çoğu tekrar gün yüzüne çıkarılmaya başlanmış. Bunlardan en önemlisi ve meşhuru belki de Efes antik kentindeki tiyatrodur. Günümüzde bir çok yerde ortaya çıkarılan antik tiyatronun hala çeşitli etkinliklerde kullanıldığı malumdur.

    Binlerce yıl toprak altında kalmış her antik tiyatro Efes’teki gibi şanslı olmayabilir. Bir defa onun gibi büyük bir yerleşime ait olmadığı için daha küçük inşa edilen bir tiyatro toprak altında kalınca belli belirsiz olur, yeryüzünden fark edilemeyebilir. Geç de olsa fark edilen Roma Döneminden kalma bir tiyatro Konya’da bulunmuş. Açılmadan önceki fotoğrafını görseniz, oranın bir tiyatro olduğuna inanamazsınız. Normal bir yükselti gibi gelebilir insana. Konya bölgesi fazla engebeli olmadığı için göze çarpmıştır belki de… Bizim buralarda olsa, mesela Gocagır tepelerinin bir uzantısı zannedilebilir… Bir de çevresi ve hatta kendi üzeri sürekli ekilip biçiliyorsa, nereden bileceksin, yerin altında ne var…

    Sahi bizim buralar da Frigya, Lidya, Yunan, Roma dönemlerini görmüş geçirmiş… Bayramgucağı da önemli bir yerleşim olarak tespit edildiğine göre, bu yerleşimin büyüklüğü, stratejik konumu ve mezarlığı bulunduğuna göre, tiyatrosunun olması normal karşılanmalıdır. Çünkü buralarda da üzüm bağları vardı ve Bağbozumu şenlikleri illa ki yapılıyordu…

    Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, eski yerleşiklerin kültür ve medeniyetini bıçak gibi bir anda kesip atmadılar. Görüp tanıyacak kadar o kültürle bir süre birlikte yaşadılar. Muhtemelen antik tiyatrodaki şenlikleri gördüler, ancak bizim kültürümüzde şenliğe bayram deniliyor. Uzaktan dikkatle baktıklarında bağbozumu bayramını antik tiyatroda kutlandığını görenler, orayı bir insan kucağına benzettiler. Bundan sonra aralarında oradan bahsederken ‘Hana şu bayram etdikleri gucak va ya, Bayramgucağı, işde orası…’ dediler. Böylece o mevkinin adı Eğretlilerin ağzına Bayramgucağı olarak yerleşti…

    Yukarıda bahsettiğim geniş mevkiyi başka bir gözle incelerseniz, eminim Bayramgucağı’nı görürsünüz…             

 

10 Ocak 2025

Gökdaş Deresi

    
    Eğret'in güneybatısından kuzey eksenine doğru, Çatalüyük'ten Maldepesi'ne kadar uzanan büyük dere 'Antik Havza' diye adlandırılsa yeridir. Çatalüyük zaten malum, çevresiyle koruma altına alınmış bir çifte tümülüs. Omarcık ve Yörük çeşmelerinde kullanılan devşirme malzemelerin o bölgelerden toplandığı düşünülebilir. İkisinin arasında Bayramgucağı ve Terlemezin Üyük bulunuyor. Daha kuzeydeki Maldepesi ve hemen ötesindeki Örenyeri Üyüğü de herkesçe biliniyor. Konumuz, havzanın bunların dışında Söğütcük ile Omarcık arasında kalan bölümüdür, oraya Gökdaş Deresi deniliyor.

    Gökdaşderesi, sözü edilen geniş derenin Söğütcük-Omarcık arasındaki bağlantı yolundan ibaret değil. Yolun Gocagır tarafındaki tepelerinden ta Arpalık'taki köy kenarına kadar olan mevkinin de adıdır. O Arpalığın bir yanında Ayanoğlunun Tarla denilen ve içinde Gobaklar, Galgancılar, Tokanoriler, Kölgeciler, Tırılların evlerin bulunduğu alan; diğer yanında ise Gıdiler ve Hacımahmutların evlerinin yer aldığı bölge bulunur. Kuzey- güneydoğu hattında bir yay çizen bu sınırlar daha sonra iki ucundan başka binalarla uzatıldı. İşte Arpalık kenarından doğudaki Gocagır tepelerine kadar uzanan, kuzey ve güney sınırları ise Omarcık-Söğütcük denginde ilerleyen mevkinin adı Gökdaşderesi oluyor.

    Gök kelimesi Eğret ağzında gri, boz, maviye çalan renk, gökyüzü rengini anlatmak için kullanılır. 'Gökgözlü' tabiri mavi gözlüleri tanımlar mesela. Gök taş ise, taşın rengiyle ilgili bir tamlamadır ve koyu renkli taşları ifade eder. Bir yer böyle adlandırılıyorsa o mevkinin gök renkli taşlarıyla meşhur olması beklenir. Ama arazi incelendiğinde başka bölgelerle farkı olmadığı görülecektir. Rengiyle öne çıkan gök taş filan bulamazsınız.

    Hal böyle iken Gökdaşderesi'ne neden böyle bir isim verildi ki? Acaba eskiden böyle taşlar mı vardı? Şimdi bizim göremediğimiz gök taşlar, zamanla toprak altında kalmış olabilirler mi? Bölgenin yukarıda tanımlamaya çalıştığımız Antik Havza içinde yer alması bu soruların cevaplanmasına ışık tutabilir mi?

    Derenin Söğütcük’e yakın tarafındaki Gocagır yamaçlarında iki mağara varmış. İlk çağlarda çeşitli amaçlarla kullanıldığı tahmin edilen bu mağaraların geçtiğimiz yüzyılda bulunduğu söyleniyor. Bir kazı sırasında ortaya çıkmış. Duvarlarının insan eliyle şekillendirildiği belliymiş, ancak bundan öte bir değeri olmadığını düşünüp halk fazla önemsememiş. Bununla beraber kaçak kazıcılar tarafından yanı yöresinde çok fazla kazıntı yapılmış ve hala yapılıyormuş.

    Mağaraların daha önceden Eğretlilere malum olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak o civarda öteden beri bir şeyler arayanlar hep varmış. Bunların en ünlüsü Heykelcemal olarak bilinen Cemal Öztürk gösteriliyor. Dediklerine göre elinde kazma kürekle sürekli Gökdaşderesi’ne gelip giderken görülürmüş. Ben o taraflardaki maceralarını bilmiyorum, ama son zamanlarında elinde kürek veya bel ile dolaştığı doğrudur. Sebebini sorduğumda ‘Hendek atıyon’ derdi rahmetli…

    Gökdaşderesi’nde kazma kürekle görülme sebebi hendek atma filan değilmiş. Dediklerine göre o taraftan hiç eli boş dönmezmiş, kandil gibi, çanak çömlek gibi şeyler bulurmuş; lakin bunları buluntudan saymazmış… Onun asıl aradığının para olduğunu söylüyorlar.

    Sadece Heykelcemal’e hakim değilmiş Gökdaşderesi’nden para bulma hayali, böyle şeylere ilgili olan Eğretlilerin çoğu oranın fi tarihinde para döküm merkezi olduğuna inanıyormuş. Onlara göre Gökdaşderesi eski halkların darphanesiymiş… Tabi paradan kasıt altın olduğunu söyleyelim, altın olmayan diğer madenlerden şeyleri para veya hazine kabul etmiyorlar. Düşünün; Lidyalılardan, Romalılardan kalma para buluyorsunuz, paslanmış, küflenmiş kara kara, gök gök bu şeylere burun kıvırıyorsunuz. Üzerinde kelleler veya başka bir takım şekiller var, lakin neylersin ki para değil, sarı sarı ışıldamıyor çünkü…

    Heykelcemal rahmetlinin de arayıp bulamadığı altın olsa gerektir. Bu arada bulduğu başka değersiz(!) şeyleri kim bilir ne yaptı… Kendisinden işitmiş birisi ne yaptığını bana anlattı. Yine bir kazı esnasında sütunlar bulmuş, bildiğiniz mermer sütunlar. Onlar mutlaka koca bir kalıntının parçalarıymıştır, çevresinde daha başka neler vardı kim bilir. Cemal Ağanın umurunda değil ki, algısı paradan, yani altından başka her şeye kapalı… O sütunları geri kapatıp öfkeyle köye dönmüş…

    Gökdaş deresine dair mutlaka başka hikayeler de vardır. Hepsi bir birine benzeyecek olan bu hikayelerdeki ortak nokta bulunan veya bulunmayan şeylerdir. İnsanın aklına gelmiyor değil, acaba bulunup da değersiz diye üzeri kapatılan gök gök taşlardan dolayı mı o bölge böyle adlandırıldı?

 


28 Ekim 2024

Maldepesi


    Resmi kayıtlarda, bağrında şehitliğin bulunduğu ve Eğretlilerin Üyük diye tanıdığı tepe Maltepe Tümülüsü olarak geçiyor. Kayıt tutulurken bir yanlışlık sonucu böyle adlandırıldığı düşünülebilir. Belki köylüye sordular ve yanlış bilgilendirme/anlama sonucunda bu durum oluştu. Yahut bilmediğimiz başka bir karışıklık eseridir, orasını bilemeyiz; ama Anıtkaya arazisinde aynı adla anılan bir mevki ve tepe var.

    Maldepeleri diye bilinen yerler Çayırlar mevkiine yakın bölgeler diye tarif ediliyor. Şimdi çayır kalmadığı için Maldepelerinin net sınırlarını çizmek çok zor, çünkü artık bu düzlük arazinin her yeri tarlaya dönüşmüş. Eskiden çayırların köye doğru güney kısmında ve Karacahmet'e doğru kuzey kısmında bulunan tarlalara hep Maldepeleri derlermiş. Belki kuzeydeki küçük bir bölüm öyle, sonrası Garcamatgırı oluyor; ama güneyi tamamen Maldepeleri imiş... Aradan çayırlar çekilip tarla olarak sürülünce o bölgedeki her yer bugün Maldepeleri...

    Ot orakları zamanında bir haftalığına bütün köylü oraya yığılırdı. Kısa bir süreliğine ot tarlası hükmündeki sulak havza ana baba gününe dönerdi. Bununla beraber kalabalıktan birilerinin çayırların ötesine geçtiğine pek şahit olmazdık. Ötesi Eğret toprağı değilmiş gibi gelirdi bize. Bir keresinde, yakında arpa oraklarının başlayacağını konuşan büyüklerden biri, karşı yamaçta ağarıp duran bir tarlayı göstererek 'Falanca on güne kalmaz orayı biçer' demişti de oranın da bize ait olduğuna şaşırmıştım.

    Yarım asır sonra bugün, Çayırların hemen kuzeyinde Cumalı'ya doğru yaklaşık 200 metre uzayan bir tepeye Maldepesi denildiğini öğrendiğimde de aynı derecede şaşırdım. Yılda bir kez de olsa burnunun dibine kadar yaklaştığımız bir tepenin adını bilmemek ne kadar ayıp. 

    Üzerimize arız olan şaşkınlık yerini hayranlığa bıraktı. Çünkü çoğu boşlukta kalan bazı bilgiler yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Her şeyden önce civar araziye Maldepeleri denilmesinin sebebi işte bu tepe idi. Ayrıca şehitlik anıtına evsahipliği yapan Üyük'e Maltepe yakıştırmasının asıl sebebi de anlaşılmış oldu.

    Bu tepeye neden Maldepesi denildiği, bunun 'mal' kelimesinin meta, mal mülk anlamıyla mı yoksa büyükbaş hayvan anlamıyla mı ilişkili olduğunu bilmiyoruz. Belki de bu iki anlamın dışında bir manaya işaret ediyordur. Bununla beraber Eğret'te mal deyince ilk akla gelenler; öküz, manda, inek, kele, dana ve benzer hayvanlardır.

    Adını bırakıp Maldepesi'ne geçelim. Burası Çayırlar düzlüğünün kuzeyinde, yakınlarında başka bir yükselti olmadığı için hemen fark edilen, doğudan batıya yaklaşık 200 metre uzanan bir tepedir. Asıl yükselme güneyden bakınca anlaşılabilir, kuzey tarafı ise tatlı bir meyille araziye bağlanır. O taraftan bakınca buranın bir tepe olduğu bile anlaşılmayabilir. Batı ucuna varınca, bir terasta olduğunuzu düşündürecek manzarayla karşılaşırsınız. Cumalı ayaklarınızın altındaymış gibi yakınlaşır, şaşırırsınız... Neticede Cumalı ve Susuzosmaniye Eğret arazisi üzerine kurulmuş macur köyleri... Bunun böyle olduğunu bilmemize rağmen bu kadar yakınlığa şaşırdık...

    Cumalı yakın... Anıtkaya ile mesafeyi zihinde karşılaştırmak için güneye yöneldiğinde daha da şaşırmamak elde değil. Zira İblak/İlbulak dağı mor bir siluet olarak o kadar uzaklaşmış ki, arada bizim köydeki bina, minare çizgilerini seçebilmek çok daha zor. 

    Tabi bu bakışı Maldepesi'nden yapıyoruz. Hazır çıkmışken biraz buradan bahsedelim. Baştan belirtmemiz gereken husus tepenin bir tümülüs olmadığıdır. Yani burası sonradan yığılmamış, insan yapısı değil. Altı kaba taş dediğimiz kayalardan oluşuyor, bazı bölgelerde kumtaşı oluşumları da göze çarpıyor. Tümülüslerde bu doğal taş tabakası oluşmaz, sırf yığma toprakla karşılaşırsınız.

    Bunu derken Maldepesi'nin hiç el değmemiş bir yer olduğu düşünülmesin. Çok eski zamanlarda mağara benzeri oyuklar açılmış, koridorlar inşa edilmiş. Kaba taşlar biçimlendirilerek direkler, kemerler oluşturulmuş. O taşlarda kazma çekiç izleri hala çok belirgin. Tepenin her yerinden, çok çeşitli renk ve boyutlarda pişmiş toprak malzeme kalıntıları toplamak mümkün. Bunların kaçak kazı sonucunda bütün olarak çıkarıldığı halde parçalanan testi, küp, kandil vb. malzemeler olduğu düşünülebilir.

    Yakınlara kadar eski çağlarda inşa edilen methal görünür vaziyetteymiş. Definecilerin kazıları talan boyutuna varınca durum bir şekilde yetkililere bildirilmiş. En sonunda Jandarma gözetiminde bütün çukurlar doldurulmuş. Böylece tarihi nitelikteki kalıntılar da görünmez hale gelmiş. En azından biz göremedik. Yalnız geride kalan bazı işlenmiş kaba taş malzemeleri orada burada görmek mümkün. Kapatma işleminden sonra Maldepesi üzerindeki verimsiz kayalık tarla, sahibi tarafından sürülmüş. Bu sırada kuzeydoğu ucundan başlayıp tepenin ortalarına kadar düzensiz kıvrımlarla uzanan bir taşlı hat dikkat çekiyor. Kaya damarı da olabilir, kul yapısı bir duvar izi de... 

    Sonuçta Maldepesi'ne Jandarma müdahalesi bir yönden insanı sevindiriyor. Hiç olmazsa bu kadarlık koruma yoluna gidilmiş. Gönül isterdi ki tarihi miras olarak tescillenerek koruma altına alınsın, fakat bunun için ciddi bir inceleme gerek. O da olur inşallah.

    Asıl Çayırlar'a doğru bakan taraftaki tarlalarda çok miktarda pişmiş topraktan küp gibi malzeme kalıntıları var. Ayrıca  bu tarlalar arasındaki anlara yığılmış koca koca taşlar var ki bunlar da temel taşı izlenimi veriyor. Bahsettiğim yerlerde birilerinin bir şeyler bulduğuna dair çok sayıda hikaye de dinledim. Az ötede 'Üyük' diye adlandırılan ve gerçekten tümülüs olduğu söylenen bir tepecik de çok kazılmış. 

    Bütün bunlar Maldepesi ve çevresinin çok eski zamanların yerleşim yeri olduğuna dair bir kanaat veriyor. Tümülüs geleneği Lidyalılar zamanında Anadolu'ya gelmiş, bulunan bir şeyler arasında para varsa parayı da Lidyalılar icat etmiş. Bu bilgiler  elbette bir şey ifade etmez. Ancak Maldepesi ve çevresindeki kaba taş oymalarına bakarak şunu söyleyebiliriz, bu kalıntılar Roma/Bizans döneminden önceye tarihlenmelidir. 

    Her yeni buluntu bu toprakların daha Eğret kurulmadan binlerce yıl önce önemli yerleşimlere sahne olduğunu gösteriyor. Belki Eğret adının bu antik dönemle bir ilişkisi vardı, kim bilebilir. Bilimsel tespitler yapılmadan bu konuda net bir şey söylenemez. Yalnız şurası kesin ki Anıtkaya Frig Vadisi turizm kuşağında yer almamış olmasına rağmen Frigya Salutaris/Şifalı Frigya ülkesinin içindedir.



15 Ekim 2024

Yörük Çeşmesi


    "Ey suyun sesinden anlayan bağlar,"
    "Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?"
                                Faruk Nafiz Çamlıbel

    'Bi dölüm tarla va, senede bi kere gidip geliyon, o bile yoruyo.' dedi. Haklı olabilir, belki kırk yıl aradan sonra Çayırlar tarafına ben de ilk defa gidiyorum. Nedense köyün kuzey tarafına pek ayaklarımız gitmiyor, diğer yönlere hareketlilik daha fazla. Oysa bir zamanlar Cumalı ve Susuz'un oturduğu arazi de Eğret'in imiş. İkisinin arasındaki Çayırlar mevki çayır olarak kullanıldığı zamanlar hiç olmazsa ot orakları için bir hafta on gün sürekli gelir gidilirdi. Çayırlar bozulup tarlaya dönüşünce oraya seferler de yılda bire düştü, o bile zahmetli geliyor.

    Alagır'ın ucunda başlayan bayırın son bulduğu noktadan Çayırlar'a kadar yaklaşık bir kilometrelik bölge ve çevresine Yörükçeşmesi deniliyor. Çünkü sözünü ettiğim yokuşun bittiği, yani Yörükçeşmesi mevkiinin başladığı yerde iki çeşme var. Bölgeye adını veren bu çeşmeler hala şırıl şırıl akıyorlar. O mevkinin kıraç Eğret toprakları ortalamasına göre verimli sayılmasının yegane sebebi bu çeşmeler olsa gerek.

    Aslında Çayırlar mevkiinin sulak olmasına asıl sebep taban suyu... Bununla beraber orayı batıdan besleyen Eğret Çayı ile doğudan besleyen Susuz köy çeşmesi ve Yörük Çeşmesini de saymak gerekir. Gerçi bu kaynaklar yaz mevsiminin şiddetlendiği dönemde neredeyse kururdu, ama yine de çayırlara bir canlılık bahşettiği kesindir.

    Yörükçeşmeleri, Çatalüyük batısından ta Çayırlar'a uzanan havzanın son noktasıdır denilebilir. Gobakguyusu, Gavasguyusu, Söğütcük kuyuları, Omarcık çeşmesi ve Yörük çeşmelerinin suları birbirine bağlandığı şüphelidir. Yine de onların sağladığı nemlilik, sıralandıkları vadiyi verimli ve yeşil kılmaya yetiyordu. 

    Kuyu olsun çeşme olsun, su kaynağına yakın yerlerde sürekli kurbağa yavruları zıplar, onları ve yılanları avlayan leylekler dolaşır dururdu. Ayrıca fes ördüğümüz küçük sazlar, kuzulara yedirmek üzere yolunan samıralar, taze gevrek gerdimeler türüm türüm tüterdi. Omarcık bitiminde oluşan küçük gölette dombeyler çamur banyosu bile yapardı.

    Köyden en uzak noktadaki Yörükçeşmesi de bu canlılıktan ayrı düşünülemez. Bir defa bölgedeki tek su kaynağı olduğundan çapacılar, yolmacılar, orakcılar yahut mal güdenler oraya uğramak zorundadırlar. Ot oraklarındaki beş on günlük sürede verilmesi gereken zorunlu mal sulama molalarını saymıyorum bile...

    Bu sulak ve canlı Yörükçeşmesi hareketliliğine bir örnek olması açısından bundan otuz yıl kadar önce yaşanan üzücü hadiseyi zikretmek isterim. Sonbaharda Afrika'ya dönen göçmen kuşlar, mola yeri olarak uygun sulak yerler arıyorlar. Yörükçeşmesi meydanına uygun bulup inmişler. İki çeşme aharları ve onlardan akan zayıf dereye aldanmış, yahut mecbur kalmış olmalılar... Turna olduğu düşünülen bu hayvancıklar, doğal dinlenme tesislerinde yaralarını sararken, acımasız avcıların tüfekli saldırısına maruz kalmış ve arkalarında epeyce bir zayiat bırakarak havalanmışlar. Eti yenilmeyeceğini bile bile bunlara ateş açanların durumunu bir yana bırakıp konuya dönersek, Yörükçeşmesi'nin doğal denge açısından ne kadar mühim olduğunu anlarız.

    Yüzey sularının kuruyup, yeraltı sularının çekildiği şu kurak dönemde Yörükçeşmelerinin hala şırıldırıyor olması bile başlı başına sevindirici bir durum. Ayrıca az da olsa çevresini yeşilliğe bürümesi de bir şeydir. O zamanlar her taraf su olduğu için midir nedir, küçüklüğümüzde değerini bilmiyormuşuz; ancak şimdi kafamız dank ediyor. Bugün Yörükçeşmesine bir başka gözle ve minnetle baktım, ne kadar güzel ve kıymetli olduğunu anladım.

    Gündoğusuna bakan bu iki kardeşin daha güneyde olanının bir numarası yok, kendi halinde sessizce akıp zamana ayakdaş oluyor. Size anlatacağım Çayırlar'a daha yakın olan büyük kardeş ise pek haşmetli görünüyor. Son zamanlarda 'devşirme malzeme' üzerine çok düşündüğümüz için ayrıca dikkatimi çekmiş olabilir. Çünkü çeşme gövdesinin büyük bir bölümü bu tip taşlardan oluşuyor.

    Şimdi birisinin ağzına atlet tıkamak suretiyle akmaz etmişler, ama baksan eskiden iki lulanın varını yoğunu boca ettiği uzun yalak taşı hatırına bu çeşmeyi inşa ettiklerini düşünürsün. Antik çağdan kalma bu yekpare mermer taş, gerçi yalak görevini hakkıyla yerine getiriyor, ama başka bir alemde başka bir vazifeyle istihdam edildiği çok belli. Sol alt tarafında yalak haznesine bağlanmayan gizemli delik, sağ altta bir kama yuvasını andıran yarım kanal ve uçlarındaki kabartma halkalarla sütun görünümü verilmiş bu garip taş, sürekli ayakta durduğu gençlik günlerini özleyen yatalak bir ihtiyara benziyor. Ve 21. yüzyılda bu çeşme kaidesine o kadar yakışıyor ki...

    Nasıl yakışmasın, gariplik çekmesin diye yine devşirme malzeme olmak üzere bir kaç arkadaş daha getirmişler üzerine... Hemen yanlarına yerleştirilen iki dikey ve lulaların göbeğini deldiği bir düzlem mermer ile bu garip yalak çok güzel bir kompozisyon oluşturmuş. Diğer taşları, alttaki yaşlı mermerin boyutuna ayarlayıp yerleştirmişler. Bu yüzden, ortası oyuk havuz gibi bir blok bulunca onun boyutlarına uygun bir çeşme inşa etmeyi düşünmüşler. Bence yalaktan aharlara geçiş oluğu bile o mermerin üzerinde hazırdı. Aslı bir kapı girişi veya lahit gövdesi olan bu mermer, çeşme kaidesi için biçilmiş kaftandı, değerlendirmek istediler. 

    Tabi bütün malzeme devşirme olacak değil. En üste zamanın ve yörenin kültürüne uygun, kaba taş bloğu işleyerek kemer görüntüsü vermişler.  Zikzak kemerin iki yanına iki ayyıldız ve ortaya bir tekyıldız motifi yerleştirmişler. Kemerin altı ise kaba ve basit bir kitabe olarak düşünülmüş: 'Maşallah, sene 1135'... En üstteki bu kemer işlemeli yerel kaba taşın bir şapkası olduğu da düşünülmelidir, fakat zamanın hızında eriyip gitmiş olacak ki, günümüzün hastalığı olan betonla tamir yoluna gidilmiş. Bu cesur restoratörler kendini alamayıp gövdenin bir kısmını çimento harcıyla sıvamışlar. Bütün bu sakilliğe rağmen Yörükçeşmesi orijinal güzelliğini koruyor.

    Kitabedeki tarihten anlaşıldığına göre Yörükçeşmesi üç asır önce, 1720'li yıllarda yapılmış. Bu, şimdiye kadar Eğret'teki eserlere ait belge niteliğindeki en eski kayıt olduğu için önemlidir. Bununla beraber kitabeden kimin yaptırdığına yönelik işaret alınamıyor. Bunun cevabı çeşmenin adında olabilir.

    Son yüzyılda Aşiret Yörüklerinin İlbulak/İblak'ta yayladığının çok şahidi var. Hatta köy içinden yörüklerin geçit resmi gibi nasıl geçtiklerini ayrıntılı anlatıyorlar. Ayrıca 17. yüzyılda da aynı hareketliliğe dair kayıtlar var. Bütün bunlardan yola çıkarak 18. yüzyıl ilk yarısında İblak'a sürekli gelen yörüklerden biri, ihtiyaç hissedilen bu yere böyle bir çeşme inşa ettiğini düşünebiliriz. Yörükçeşmesi denilmesinin başka bir izahı olamaz. İsimlendirmedeki tekil kullanımın manası da önce bir çeşmenin yapıldığı, çok uzun zaman sonra da ikincisinin ilave edildiğidir. Zaten iki çeşme gövdesi arasındaki nitelik farkı da bunun böyle olduğunu doğrular tarzda...

    Etrafının şenlik olduğu zamanlarda çeşmeleri büyük ve küçük diye adlandırırlarmış. Ayrıntılı anlattığımız büyük, diğer güneydeki küçük oluyor. Boyutundan dolayı böyle diyorlarmış. 1990'lı yıllarda kunduz tıkanması sonucu tamir gerektiğinde anlaşılmış ki, iki çeşmenin asıl kaynağı Bayramgucağı'nda imiş. Yani ilk yapıldığında oradan bülken su, künklerle büyük çeşmenin bulunduğu yere getirilmiş. Sonra ikincisi aynı şekilde... Belediye ve Hayır Cemiyeti'nce yapılan tamir sırasında künkler parçalanınca hattın tamamı kunduz tıkamasına maruz kalmasın diye plastik borularla değiştirilmiş.

    Son bir bilgi daha; 1950-60'larda İhsaniye tarafından İblak'a gelen Yörük yayla göçü ve dünüşlerinde Yörükçeşmesi sulama ve dinlenme mola yeri olarak kullanılmış. Kervandaki develerden dolayı bunu unutamayan son şahitlerin anlatımından, Yörükçeşmesinin ilk günden bugüne, yapılış amacına uygun kullanıldığı anlaşılıyor...

    Günümüzde o tarafa gidiş gelişler seyrek olabilir. Biz uzun yıllar sonra bugün gittiğimizde kendisiyle biraz hasbihal ettik. Yörükçeşmesi'nin anlatacağı çok şey var, kulak verin yeter.




15 Eylül 2024

Çorbeciguyusu


    Susayoldan giderken Buñar'ın beş yüz metre kadar kıblesinde, yolun sağında sekaratta bir sereñli kuyu görürsün. Çorbeci guyusu denilen bu kuyunun çevresini teşkil eden mevki de aynı isimle bilinir. Veyislerin Haceller/Dedeler koluna mensup 'Çorbeci' lakaplı birinin hayratıymış. Kuyunun tarihi hakkındaki soruların cevabı, bu kişinin kimliğine bağlı. 

    Veyisoğlu Hüseyin'in çocuklarından günümüze ulaşabilen iki oğlan bir kız var, diğerleri hakkında bilgi yok. Rabia adlı kızı Gedikoğlu Halil'e vararak Hassönlerin ninesi oluyor. Küçük oğlu Hüseyin Dal/Daldal diye lakaplanıyor, geniş Daldallar sülalesinin atasıdır. Büyük oğlu Ali'den ise Haceller/Dedeler sülalesine geliniyor. Biz kuyunun izini işte bu Veyisoğlu Ali'den sürmeliyiz.

    Uzun boylu ve sarı sakallı bir olarak tanıtılan Veyisoğlu Ali 1805 yılında doğmuş, 1880 gibi vefat ettiği anlaşılıyor. 20. Yüzyıla uzanan Haceli (Hacı Ali) ve Aliguru (Ali Dadak)ın isimleri bu Veyisoğlu dedelerine dayanır, fakat onun 'çorbeci' diye lakaplandığına dair elde bir bilgi yok. Kısaca aradığımız Çorbeci, O olabilir de olmayabilir de... O ise, kuyu 1880 öncesine tarihlenmelidir...

    Çorbeci, Veyisoğlu Ali değilse oğullarına bakacağız. En küçük oğlunun adı Veyis, 'Deliveyis' diye biliniyor. Dedelerin atası olan Deliveyis'in başka bir lakabı da bilinmiyor. Sonrası ise malum; büyük oğlu Süleyman Hamdihoca ile Çapar'ın babası, küçük oğlu da Aliguru. Yani Dedeler tarafında Çorbeci yok... Ortanca oğlu Mustafa, Cuma Camisi'nin Delimam'dan önceki hatibiydi, Molla Mustafa derlerdi. Vefatından sonra doğan oğluna da aynı ismi verdiler. Küçük Mustafa da Çanakkale şehidi. Çorbeci bu dalda da bulunmuyor... Gelelim en büyük oğlu Ahmet'e... 1850 Yılından önce doğmuş, hakkında pek bilgi bulunmuyor, çünkü yirminci yüzyılı göremeden vefat ediyor. Çorbeci bu olabilir mi? Evet, olabilir. 1878'de doğan tek oğluna babasının adını vermiş, sonradan Hacıali diye bilinecek oğlunun da başka lakabı bilinmiyor... Çorbeci ister Veyisoğlu Ali olsun, ister onun oğlu Ahmet olsun; her iki ihtimalde de kuyu 19. yüzyıla tarihlenir... Evlatları onlar adına daha sonra kazdırmışsa orasını bilemeyiz...

    Tahmini kazdırılma zamanından sonra, Çorbeciguyusu'nun bilinen geçmişine göz atabiliriz. Bilinen derken, benim bildiğim dönemden söz ediyorum. Bu da aşağı yukarı yetmişli yılların başları eder...

    Kuyuyu bulmak için susayolunu takip etmek lazım. Köyün içinden geçen Afyon-Kütahya karayolu böyle adlandırılırdı, şimdi eski asfalt diyorlar. Şaval'ın fidanlıktan Bodoğlu'nun kavaklığa kadar yolun sol yanı boylu boyunca ağaçlıktı. Nasıl olmasın ki, ta Çayırözü'nden eğlene eğlene gelen bir su birikintisi bitkin bir halde Şaval'ın bahçeye varıp orada tükenirdi. Elbette geçtiği yerleri yeşerterek... 

    O zamanlar can sıkıntısından mıdır nedir, yeraltı suları pek mekanında durmayıp, sürekli yukarı çıkmanın yollarını arıyor. Yeryüzüne ulaşınca da toprağın yüzünde güller açıyor. Bu yüzden şimdi kıraç gördüğünüz yerlerin her biri yarım asır önce bereketli bahçeydi. Sırasıyla göbekte Yarımağaların, Olcaklısmeyilin (Genelde Potuk dururdu), Çöpçünün bahçeler diziliydi. Bunların tam karşısında da bizim bahçe bulunuyordu. Ağaçlar, sebzeler, meyveler her şey ekilirdi. O kadar iş vardı ki sahipleri adeta oraya yerleşmişlerdi, her bir bahçenin içinde bir ev bulunuyordu. Bizimki hariç, bizim bahçenin kayalara yakın kısmında yaz kış hiç bozulmayan bir cerge kuruluydu.

    Sözünü ettiğim yeraltı/yerüstü su kavramlarının nasıl birbirine karıştığına bizim bahçeyi örnek verebilirim. Saydığım diğer bahçelerle arada bulunan yol, sürekli sular altında bulunurdu. Bu suyun kaynağı Hacıarifinguyu taraflarıydı, çocuk aklıyla daha ötesini bilemiyorum; o taraftan akar gelirdi. Gerçekten küçük bir dere gibi akardı ve Bodoğlu taraflarına uzardı. Bizim bahçeden fazla uzaklaşmayalım, tam üç tane kuyu vardı. En küçüğü aşağıda yolun kıyısındaydı, ağzına kadar sürekli dolu bulunur, kovayı daldırıp su alırlardı. Ortanca kuyu biraz yukarıdadır, su seviyesi yarılarda bulunur; en büyük ve geniş olanı ise daha yukarıda, bahçenin ortasındaydı. Kuyunun dibinde bir metre seviyesinde su bulunurdu. Yaz ortasına doğru biraz çekilse de bu üç kuyu kesinlikle tamamen kurumazdı. 

    Yan tarafımızda Bilallerin tarlası vardı, onlar bahçe yapmazdı. Bununla beraber ikisinin arasına her yıl ark açılır ve o ark şiddetli yaz aylarına kadar suyunu tutardı. Hasan Kaynar ile senindi benimdi diye kavgaya tutuşup elimizdeki tırakayı o arka düşürmüştük de akşama kadar höykürmüştük. Elimize bir şey geçmedi tabi. Paslanıp biçimsizleşmiş tırakayı bulduğumda kim bilir Temmuz mu, Ağustos muydu... O vakte kadar arka girilmezdi...

    Susanın sol tarafı böyleyken, sağ taraf da farklı sayılmazdı. Aynı su birikintileri, bizden biraz daha büyüklerin şapka/fes ördükleri ince saz öbekleri, yeşil zeminin sarı benekli pambırpap çiçekleri, tarifsiz renge sahip acıgünek çiçekleri, güzel görünümlü ama çok sert tabiatlı bilmemne dikenleri... Bütün bu dar çayırlık meydanında oynaşan kuzu, kaz, beygir falan filan... Sulak olduğunda yer, her yanına neşe saçıyor. Bu gür otlu çimenliğin ucundaki Köselerin bahçeyi saymazsak manzara eksik kalır. Orada da yeni atılmış fidanlar, ortasında bir güzel ev ve içinde dolaşanlar bulunurdu. Kuyu yoktu, ama uzaktan yeni bir tulumbanın sesi işitilirdi... 

    Çorbeciguyusu Köselerin bahçenin köşesi hizasındaydı. Bol sulu bir mekanın ortasında o bereketli ve mutlu coğrafyanın göstergesi olsun diye Çorbeci tarafından kazılmış gibi dururdu. O vakitler bizim küçük zihnimiz çorba ile kuyu arasında bağlantı kurmakta zorlanır, bazen yükselen kovada çorba çıkmasını beklerdik.

    Su seviyesinin gösterge ibresi gibi dururdu bu kuyu. Nasıl yani..? Bazıları bileziğinden su aktığını söylüyor, ben o kadarına şahit olmadım; ama su o kadar yakındaydı ki, büyükler bardağı daldırıp doldurabilirlerdi. Bir karışlık halkalardan oluşan kaba zincir ucuna bağlı lastik kovayı ise sadece aharı doldurmak için sallarlardı. Tam o anda sereñin arkasında taş bağlı ucuna kollarımızla tutunur, en fazla bir metre kadar yukarı kalkıp neşelenirdik. Bedava tahteravalli gibi bir şey...

    O kuyuda dikkatimi çeken bir şey de su içinde kıpırdayıp duran çıplak böceklerdi. Yânış adı verilen bu böcekler zararsızdı, ama bizim her şeyden ürkme zamanımıza denk geldiği için ister istemez içerken dikkat eder, sair zamanlarda ısırır diye elimizi suya sokmak istemezdik. Biraz büyüyünce tatlı su karidesi dendiğini yıllar sonra öğrenecektik...

    Çobanlar, hayvanlar, bahçe sahipleriyle canlı bir mekan olan Çorbeciguyusu'nun dönem sakinlerinden biri de cingenlerdi. Herhangi biri değil, mutlaka bizim cingenlerden biri veya bir kaçı arabalarını çekip çadır kurarlardı. Demek ki Buñar dolu olduğu zamanlar, orada yer kalmadığında bu Çorbeciguyusu çimenliğini tercih ediyorlardı. Tanıdık olduğuna şuradan hükmederdik, babam ve oralarda bulunan diğerleri söğüt dalı dilen, sepet ören, tef geren biriyle ateş başında oturup çay içerlerdi. Yaz boyunca orada cingen çadırı eksik olmazdı...

    Tabi bir de harmanlar... Nispeten köyden uzakta olsa da sair harmanyerleri gibi kalabalık olmazdı, ama seyrek de olsa sap döken olurdu. Şimdi aklıma geldi, acaba kuyu yakınlarına harman dökenler Haceller miydi? 

    E bu kadar hareketlilğin ortasından susayolu geçtiği anlaşılmıştır artık. Gerçi yarım asır önce yol trafiği şimdiki gibi değil, gayet rahattı. Hayvanlar, insanlar, at ve öküz arabaları için pek problem yoktu. İlgimizi çeken evli (karavan) arabalardı. Turist demek, arkasındaki tekerlekli evi çeken cip demekti. Bu çeşit araçların hepsine cip derdik. Hatta çok hızlı geçenleri tarif için 'cip gibi gitmek' deyimi hala kullanılır...

    Anlattığım manzara turistlere de ilginç geliyordu ki, Çorbeciguyusu civarında mutlaka durup fotoğraf çekerlerdi. Bir keresinde durup fotoğrafımı çektiklerini, sonra enterimin eteğini ciyirdekli şekerle doldurduklarını, akşama kadar şeker yediğimizi bir münasebetle anlatmıştım.

    Kuyunun bakımını son zamanlara kadar Hacellerin Mustafa Dadak yapmış. Hacı Ali'nin torunu olan Mustafa Dadak, bir keresinde düşen kovayı alması için kendisini salladığını torunu Mürsel Dadak anlatıyor. Böyle ufak tefek bakım işlerini yürüttüklerine bakılırsa Çorbeci dede hakkında yukarıdaki fikir yürütmelerin isabetli olduğu anlaşılır. Mustafa Dadak 2011'de vefat etmeden önce kuyu eski işlevini kaybetmişti galiba. Zaten çevresi kuruyup eski canlılığından da eser kalmamıştı.

    Böyle bir macera işte Çorbeciguysu'nunki... O günlerden bugünlere... Kuruyan coğrafyanın ortasında mazi ve istikbalini kaybetmiş bir kuyudan daha mahzun ne olabilir...



31 Ağustos 2024

Daştarla

     
    Köyün batı tarafında Gatçayır ile Hendekarası'nda Akkaya'ya kadar uzanan mevkiye eskiden beri Daştarla deniliyor. Hendekarası yolunun öbür tarafında kalan küçük bir uzantı da aynı mevkiye dahil edildiği olur. Oranın yukarısındaki Akkaya bile halk nazarında Daştarla'ya dahil edilmiş. Bu yüzden Daştarla'nın sınırlarını çizmek çok zordur.

    Günümüz açısından bakınca bu mevkiyi yolların belirlediğini söyleyebiliriz. Bir defa eskiden beri Eğret kenarından geçen Afyon-Kütahya şosesi (Susa), resmi karayolu olarak düzenlenince, bu yol Daştarla'nın doğu ucu olmuş. Sonradan DSİ tarafından açılan Eğret Çayı kanalı bu yola paralel seyretti.

    Güney tarafında ise Hendekarası yolu çok eskiden beri vardı. Her yıl alınan hendekler sayesinde tarlalar dağdan gelen sellerden korunuyordu, ama bu kez de orada bulunan yol sele maruz kalıyor, çamurdan geçilmiyordu. Hep Hendekarası diye anılan bu yolun kaderi bugün de aynıdır, sele bir çözüm bulunabilmiş değil. Sadece yol asfaltlandı, eski kronik dertler devam ediyor. 

    Yarım asır önce Afyon-Kütahya karayolu yeniden yapılırken güzergah da yenilendi ve yol Anıtkaya'nın dışına çekildi. Köy için iyi oldu, kötü oldu tartışmalarını bir kenara bırakırsak, bu yeni yol Daştarla'nın batı sınırı oluverdi. Ondan önce hangi adla anılırsa anılsın, artık yola kadar her yer Daştarla'ydı... Yol kenarına yapılan Güdüğizzetler'in evler sebebiyle o küçük kısım 'Üçevler' diye adlandırıldı, fakat orası da zaten Daştarla'nın içinde yer alıyordu.

    Gelelim Daştarla'nın kuzey tarafına... Buradan önceden beri geçen yol zaten Gatçayır ile Daştarla'yı birbirinden ayırıyordu. Bundan 15 yıl önce Remzi Kayır zamanında çift şeritli bir yola çevrildi. Galip Bey caddesinin devamı niteliğindeki bulvar görünümlü bu geniş yol, Anıtkaya'nın yeni girişi olacaktı. Siyasi inatlaşmalar veya başka sebepler yüzünden ana yola çıkış verilmediği için proje akim kaldı, ama Daştarla'nın kuzey sınırı olmayı başardı.

    Tarla denildiğine bakılmasın, köyün hemen dibindeki bu mevki ben kendimi bildim bileli hep bahçedir. Gerek Eğret Çayı onu yalayarak yoluna devam etmiş olmasından, gerekse taban suyunun kuvvetli olmasından dolayı ekilen ıvır zıvır pek susuzluk çekmez. Bir de köye yakın olmasıyla ulaşım kolaydır. Acil patates lazımsa gider kazarsın; fasulyeni, baklanı toplar yemeğini yaparsın; kokulu domates ve hıyarla salata malzemen elinin altındadır. Bir keresinde bükme edenlere yetiştirmek için gidip bir kese ıspanak kazmıştım. Daştarla böyle bir yer...

    Yüz yıl önce çekilen fotoğraflarda Daştarla'nın şimdiki gibi ağaçlık bir bölge olmadığı görülüyor. Eski belediyenin yanından çekilen bir fotoğraf var, Şeytanhasan'ın bahçe civarı çok net seçilebiliyor. Galiba ilk olarak dere kenarındaki söğütler filan dikilmiş. Sonradan söğüde kavak eklenmiş, 1960'larda vişne erik gibi meyve ağaçları dikilmiş. Dipte bir yerlerde, vişnelerin arasında büyük bir ceviz ağacı olduğunu hatırlıyorum, kimindi bilmem. 1980'li yıllarda Dayım Artvin'den fındık fidanı getirmiş, bahçeye dikmiştik. Sonradan çok yer kaplıyor diye Dedem hepsini bir araya toplamış. Her sene meyve veren o fındık ağaçları hala Dedemin topladığı yerde duruyorlar... Daştarla zerzevat kadar meyve yetiştiriciliğine de uygun...

    Bahçe deyince Şeytanhasan'ın bahçeye ayrı bir paragraf açmak lazım. Burası dört yanı yüksek duvarlarla çevrili kale gibi gizemli bir yerdi. Bize ürkütücü görünmesinin sebebi içinde ne olup bittiğini bilemememizdir. Diğer bütün bahçelere giriyor, yiyor içiyor, bozuyor çekip gidiyorsun. Sürekli beklediği halde İncemehmet'in bahçeye girer elma yiyebilirdik mesela. Yine içinde sürekli birilerinin bulunduğu Kumpirhasan'ın bahçeye de girerdik. Gelvelakin Şeytanhasan'ın bu korunaklı bahçeye hiç giremedik. Dediklerine göre sahibi çok zalımmış, içeride yakaladığını fena dövermiş. İkinci kuşaktan yeğeni olduğu halde birini nasıl bağıttırdığını kendisinden duydum... Hasılı kelam bize ancak dışardan bakmak düşerdi. Kahveci'nin Metin Yırgal ile dağdan kuru getiriyorduk. Yüksek duvardan sarkmış kızıl vişneler 'al beni ye' diyordu. Uzaktan dudaklarımızı yalamakla yetindiğimizi unutamam...

    O bahçenin dibindeki serenli kuyu da hep dikkatimi çekmiştir. İş kuyuda değil de bileziğindeydi sanki. Beş altı metrekarelik yekpare bir doğal taş... O kadar doğal ki şimdi parklarda filan dekor olarak kullanılıyor böyle delikli taşlar. Bir kuyu bileziği olarak kullanılmasını sağlayan ise ortasında bir metre çapında muntazam bir büyük delik bulunmasıydı. Bu harika daire tamamen doğal olabileceği gibi, bir kısmına insan eli değmiş olabilir. Kuyu kullanımdan düşünce, bu deliğe bir söğüt kökü tersine kapatılarak insan ve hayvanlar için emniyetli hale getirilmişti. O doğal bileziğe böyle doğal bir kapak da görülmeye değer ilginçlikteydi. Geçmiş zaman kipinde anlatmam kimseyi yanıltmasın, oradan geçerken başını çevirenler manzarayı hala görebilirler.

    Tam karşısındaki meydanda benzer bir serenli kuyu daha vardı. Bunlardan birine 'Gulizinguyu' derlerdi, fakat hangisine emin değilim. Belki ikisi de aynı kişinin hayratıydı. Bahsedilen kişi 'Gocaguliz' olarak bilinen Ali Osman Uysal'dır. İkinci kuyu kapatıldıktan sonra yerine torunu Kadir Haykır bir çeşme yaptırdığına göre orası Gulizinguyu olabilir. Ayrıyeten son zamanlara kadar o dar meydana Gocaguliz'in damadı Bödümehmet harman dökerdi...

    Kuyunun hemen ardında selyolağı başlar, burası ta dağa kadar köylünün kum ihtiyacını karşılardı. Kum deyince akla inşaat gelmesin, o vakitler bu kalın kum avlulardaki çamurun tek ilacı olarak görülür, hemen herkes vakit buldukça evine kum götürürdü; tabi bunun çoğunluğu Akkaya ile Daştarla arasındaki bu selyolağındandı...

    Veyislerin veya Hacıların bahçe olduğunu tahmin ettiğim dere kenarına yakın bir yerde, işgalci Yunanlar hendek kazarken çekilmiş bir fotoğraf var. Tuhaf google çevirisine göre mezar kazıyorlar. Köylüyü angareye getimeyip kendileri kazdığına göre bu bilgi doğru olabilir. Bir küçük araştırmayla oralarda mezar olup olmadığı açığa çıkarılır da... Bunun kimseye faydası yok...

    Gavur mezarlığını bilemem, yalnız bir keresinde çift sürerken pulluğun ucuna bir şey takıldıydı. Benim yaşım küçük, çift süren Arif Emmim... Bir sürü patlamamış mermi cizinin iki yanına dağıldı sonra demirin ucunda koyu kahverengi bir paçavra gördük. Meğer meşin mermi torbasıymış, çürüyüp köhnemiş haliyle pulluğun ucunda parçalanmış. Korktuk tabi, patlarsa filan diye... İlerideki karakoldan jandarmaları çağırdık, toplayıp gittilerdi... Emmim 'Ha köylüden gaspettikleri altınlar olaydı' filan diye hayıflandı. Sonra kanal açılırken atılan toprakla alt üst olmuş olabileceğine yorumladılar... Bütün bunları birleştirdiğimizde işgalcilerin Daştarla civarında da çadır kurmuş olabilecekleri akla geliyor...

    Ben baştan beri Daştarla diyorum da, bu kelimenin aslının 'taşlı tarla' olduğunu cümle alem bilir. Halk ağzında bu hale gelmiş. Söyleyiş kolaylığından Daştarla'ya dönüşümü açıklayabiliriz, lakin Taşlıtarla'nın izahı o kadar kolay değil. Zira sözünü ettiğimiz Daştarla mevki zannedildiği gibi taşlı bir arazi değil. Hatta yukarıda bahsettik, gayet verimli bahçe toprağına sahip. O halde bu isimlendirmenin sebebi ne ola ki?

    Dediklerine göre bu bölgede taş olarak göze batan sadece büyük temel taşları varmış. Onları alıp anlara yığmışlar, çoğunu da ayıklamışlar. Vaktizamanında bölgenin adı Taşlıtarla olarak kalmış, ama bugüne gelene kadar o taşlardan eser kalmamış. Şimdi sadece adında taş kelimesi var, o kadar. 

    Bu basit açıklama bizi daha önemli bir hususa götürür. Herkesçe bilinen Eğreti köyü hikayesine göre, önce bir dere yatağına yerleşen köylüler sel baskınlarından başını alamayınca daha yüksek olan bugünkü yerine taşınmışlar. Bu hikayedeki ilk yerleşim yeri Örenler mevki gösterilir, buna göre oradaki temel taşları da eski bina kalıntılarıdır. Örenler ile Anıtkaya arasında 5-6 kilometrelik uzun bir mesafe olmasa hikaye gayet akla yatkın. Yerleştiğin yeri sel basıyorsa yakınlardaki bir tepeye, mesela Çirçir civarına çıkarsın olur biter. Ta buralara gelmenin mantığı nedir?

    Buradaki olaylarda bir mantıksızlık yok, ayrı ayrı ele alındığında hepsi doğru kabul edilebilir. İlk yerleşilen yeri sel bastığı için bugünkü yere taşınıldığı doğrudur. Örenlere Eğretlilerin yerleştiği de doğrudur, fakat bunlar birbirinden farklı olaylar. Örenler yerleşimi 20. yüzyıl başlarında gerçekleşmiş, belli bir maksada binaen yirmi otuz yıllık geçici bir süreçtir. 1930'lu yıllarda maksat hasıl olunca tekrar Eğret'e dönülmüş.

    Peki sel baskınlarına maruz kalınan yer neresi? Neresi olacak, Daşlıtarla... Evlerini damlarını yapıp yerleşmişler. Bir iki baskın derken, bu böyle olmayacak şu karşı bayıra çıkalım demişler. Yeni evlerini oraya yapmışlar, zamanla eski köylerini de zirai amaçlı kullanmak istemişler. O kadar taşı ayıklamak kolay olmamıştır. Neticede eski köye yeni bir ad bulup Daşlıtarla demişler.

    Daştarla'nın eski Eğret olduğuna dair yeni öğrendiğim bu hikaye bana Örenler hikayesinden daha mantıklı geldi. 



09 Temmuz 2024

Alagır


    Yirminci yüzyıl başlarında Eğret köyü yerleşimi, aşağı yukarı şimdiki gibi kuzey-güney ekseninde yayılmış. Yalnız bugünkünden biraz daha kısa. Kuzey tarafı Yeşilcami yerine varmadan biter, Selimlerin evler son noktada bulunurmuş. 1922 Yılında çekilen fotoğraflarda açıkça görülen bu durum, canlı şahitliklerle de doğrulanıyor. Buradan ötesi ise Alagır...

    Köyün ucundan başlayıp Añıdini'ne kadar devam eden Alagır, doğuda Macuryolu, batıda Atmezeri ile çevreleniyordu. Hafif engebeli bu geniş alan, Eğret'te gırañ olarak adlandırılan  ekilip biçilemeyecek arazi kategorisinde değerlendirilebilir. Fakat tarım arazisi arasında kalan gırañlardan farklılık gösterdiği de bir gerçek. Gırañlar çok engebeli ve kayalık yerlerdir. Alagır nispeten düzlüktür, kayalık kısmı yalnız Atmezarı boyudur.

    Alagır o kadar düzgün ve geniş bir yer ki uzun süre harmanyeri olarak da kullanılmış. Bununla beraber diğer harmanyerleri gibi çimenlik değildir, öbek öbek sert kır dikenleriyle kaplı hali harman yayılması, dene ve saman toplanmasına engel görülür. Harman yeri olarak kullanılan kısmı, bu dikenlerden nispeten arınmış köye daha yakın yerlerdi. Yer konusunda sıkıntı varsa, yine bu dikenli yerlere de harman döken olurdu.

    Alagır'ın dikenli, sert otlu geniş düzlükten oluşması aslında İç Anadolu'nun tipik bitki örtüsü olan bozkırı andırıyor. Bozkırda hakim renk, toprağa çalan, keskin olmayan yumuşak bir yeşil-beyaz-sarı-gök karışımı özel bir renktir. Dediğimiz gibi yumuşak, tülü, kabarık bir renk. Zaten bu yüzden boz-kır denilmiş; aynı şekilde gök-kır, alaca-kır da denilebilirdi. Nitekim Eğret'te ala-kır denilmesine sebep, boz-kır denilmesiyle aynı. Hasılı kelam Alagır dediğimizde tipik bir bozkır anlaşılmalıdır.

    Çimenlik olamasa; uzamayan, sert kır otlarıyla kaplı bitki örtüsüne sahip olsa bile bu geniş düzlük Eğretlilerin hep gözdesi olmuş. Daha harman dökülmediği bahar aylarında hayvanlar orada yayılırmış. Özellikle öküzlerin çoğunlukla Alagır'da güdüldüğü söyleniyor. 

    1940'lı yıllarda Çakırosman'ın bir kaç aylık kısa dönem Muhtarlığı olmuş. O günlerde köylü arasından bir fikir ortaya atılmış; 

    - "Yav bu öküzleri nerde olsa yayarız, Dağ'a da gider kıra da. Alagır'da köyün buzağısı eğlensin, öküzleri çekelim buradan..." demişler. Fikir benimsenmiş, ama kimsenin oralı olduğu yok. Bunun üzerine Çakırosman hem kendininkileri hem de abisi Çakırmehmet'in öküzleri sürmüş çıkarmış Alagır'dan. Muhtar öküzlerini çıkarınca başkaları duracak değil, böylece Alagır öküzden arındırılıp, buzağıya terkedilmiş...

    Yunan gittikten sonra Eğret her yöne doğru genişlemeye başladı. Bu yapılaşma daha çok kuzey ve güneye doğru yoğunluk kazandı. Güneyde Buñar semti, Mumaklık ve ardındaki tepeye doğru yayılırken; kuzeydeki istikamet Alagır oldu. 1940'larda Guyuderesi ve ötesi, ihtiyacı olanlara yurtyeri olarak gösterilmeye başlandı. 1950'lerde buralardaki yerleşim tamamlanmış gibiydi. Aynı yıllarda Aygırhane yapıldı. 1963 Yılında Alagır'ın artık bir cami ihtiyacı iyice belirginleşti ve böylece Yeşilcami yapıldı. 

    Bundan elli yıl önce Anıtkaya yerleşiminin kuzey ucu aşağı yukarı belirginleşmişti. Ona göre bazı seromonileri orada yerine getirmek adet haline geldi. Mesela 19 Mayıs Spor Bayramı orada, Bekçirofi ile Kumpirhasan'ın ev önündeki düzlükte yapılır oldu. Yarışlar ve diğer etkinlikleri için en uygun yerdi. At yarışlarının startı da Yörükçeşmesi'nden verilir ve orada tamamlanırdı. 

    Bu etkinliklerle, aslında merkezden uzak gibi görülen Alagır hep gündemde kalmış oluyordu. 1980'li yıllarda Ziraat Teknisyenliği binası tam da oraya yapılınca Alagır da merkezleşmeye başladı. Gerçi Ziraat'in ömrü çok uzun olmadı, Teknisyenlik kapatıldı. Bundan sonra Alagır'ın yapılaşmasında hızlı bir süreç yaşandı. Bugüne geldiğimizde, bozkır bitki örtüsüyle sözünü ettiğimiz Alagır'ın sadece yarısı kalmış durumda.




12 Haziran 2024

İblak Etekleri


    Sekiz dokuz yaşında filanmış, bu da bizi 1950'li yılların sonuna götürür. O yıllarda daha berber olmayan Böbülerin Ahmet Kabadayı, aşağıda anlatacağı gezi için küçük yaşta olduğu kabul edilebilir. Bununla beraber yol arkadaşı Yeşilömerlerin Ali Osman Fidan kendisinden üç dört yaş daha büyüktür, belki bu yüzden korkusuzca Dağ'ın her tarafını dolaşırlar...

    Oraya ne münasebetle gittiklerinin bir önemi yok, hikaye Çirçir'den başlıyor. Çadırayak'tan iniyorlar. Buranın böyle adlandırılması, çok eski zamanlarda civarda konaklayan Yörüklerle ilgiliymiş. Çadırların bazı kazıklarına, direklerine böyle derlermiş; ne olduysa bir konaklama sırasında verilen Çadırayak adı öylece kalmış.

    Çadırayak'tan inince Doñuzbuñarı karşılarına çıkıyor. Zannedileceği gibi burası bir pınar değil çeşmedir. Belki ilk zamanlarda doğal haliyle oradan bülken bir su birikintisiymiştir. İnsanlar bildiğimiz Buñar ile karıştırmamak için Doñuzbuñarı demiş olmalılar. Ya da gerçekten pınar başında sık sık domuzlar görülüyordu... Her neyse, pınarı çeşmeye çevirmişler; ama adı değişmemiş, hala Doñuzbuñarı deniliyor. Çirçir'den yeni ayrıldılar, henüz susayası değiller; yine de içmişler suyu...

    Bir müddet yürüyüp İnneñüsdü'ne varıyorlar. Sosyal konut gibi sıralanmış, esasında vahşi hayvanların barınağı olan in, mağara karışımı oyukların tepesinde bulunan bir tarladan mısır koparıp bir güzel kavurmuşlar. Oralarda odun, tezek eksik olmaz; tezek közünde kavrulan mısırın da tadına doyum olmaz...

    Günbatısına doğru ilerlemeye devam etmişler. Önce Gocagızıldere, ardından Güçcükgızıldere... Verimli dağ toprağının kızıl renginden dolayı bu derelerin böyle adlandırıldığı sanılıyor. Güçcükgızıldere'de bir kuş yuvasına rastlamışlar. Kınalı kekliklere ait olduğunu sonradan öğrendikleri yuvada yumurtalar varmış. Ağılda yeriz diye almışlar yumurtaları...

    Hedeflerindeki ağıl, Güdükçat'ı aşınca karşılarını çıkıyor. Orada Güdüğizzet (İzzet Sağlam)ın ağılda oğlu Emin ile Böbülerin Veli bulunuyor. Veli Kabadayı, Berber'in emmisidir; ama o bilgi şöyle durakoysun, biz Güdükçat'ta biraz eğlenelim. Çatalın küçüklüğü, güdüklüğü sebebiyle burası öyle adlandırılmış, yani Güdüğizzet ile alakası yok... Ağıldaki büyükler bunlara demiş 'Siz o keklik yımırtalâna yazık etmeñ,  alıñ bunu oynañ!..' Yakaladıkları bir tavşan yavrusu, yani göceni önlerine koymuşlar. İki kafadar hayvanla oynuyoruz derken kaçırmışlar, bu korkuyla görünmeden oradan uzaklaşmışlar...

    Soluğu Yeşilömerlerin ağılda almışlar. Ali Osman'ın abisi Ömer Fidan, o sıralarda yirmisinin üzerinde delikanlı... Helva yapıyormuş... Yemek kadar doyurucu garahelva, ilaç gibi gelmiş bunlara... Karınları doyunca  tekrar yola düzülmüşler...

    Atlamışlar Derinçat'a... Sonra kendilerini Hanyeri'nde bulmuşlar. Eski zamanlara ait bazı belgelere de adı böyle işlenen Hanyeri'nin, Eğret'teki meşhur Han/Kervansaray ile ilgisi var gibi görünüyor; ama nasıl, açıklığa kavuşturulabilmiş değil... Buradaki su ihtiyacı ta o zamanlardan fark edilmiş. Çevrede bir sürü kuyu, çeşme varken Hanyeri'nde bir tane bile yok... Macurali (Ali Öncül) bir kuyu kazmaya girişmiş. Onbeş yirmi metre kadar indiyse de su çıkmadığı için girişim yarım kalmış. Yine de Hanyeri'nin o noktasına Macuraliniñguyu adını vermişler. Bu olaydan yıllar sonra Belediyece o noktaya gölet yapılarak bir su kaynağı oluşturulduğu söyleniyor...

    Macuraliniñguyu yerinden geçip Yergöçüğü'ne varmışlar. Burası da çok eski zamanlardaki bir coğrafi hareket sonrası bu adı almış görünüyor. Hala göçüğün izleri belli olabilir. Sonra Gaklık'a geliyorlar. Eski zamanlarda, su kaynağının olmadığı yerlerde gerek vahşi hayvanlar gerekse sürüler, ihtiyacını gaklardan giderirmiş. Yüzeydeki kaya oyuklarında yağmur ve kar suları birikip doğal yalak vazifesi görüyorlar. Köylünün gak dediği bu oyuklar en fazla bu yörede görüldüğü için, mevkinin adı Gaklık olarak yerleşiyor. Aslında her yerde bulunabilecek gaklar, başka su kaynağı olmadığı için kıymete bindiğinden sadece ö bölgede dikkat çektiği ve oranın adı olduğu da düşünülebilir.

    Bilenler bilir, Gaklık girişinde ormanın ucunda üçüzler gibi duran üç erik ağacı vardır. Oradan bir heybe erik toplamışlar. Sonra düşmüşler Gaklık yoluna... Dikilidaş, Buñar, Gayalar derken eve varıyorlar... Berber'in Ninesi eriği kaynatıp pestil çıkarmış...

    Çolömerlerin rahmetli Ömer Salman'ın İblak'ı anlattığı yazısını okuyunca, Berber Emmim bir an için maziye gitmiş ve Dağ'da yaşadıkları birer birer gözünün önüne gelmiş. Sonra Merhumun, İblak'ın sadece üst kısımlarını anlattığı, etekleri ve alt kısımlarına hiç değinmediğini fark etmiş. Eksik kalan yerleri, Ali Osman Fidan ile Ellili yılların sonunda yaşadığı bir günlük macera ile anlatabileceğini düşünerek bu notları yazmış. 

    Ahmet Kabadayı ve Emmisi Veli Kabadayı dışında, bu macerada adı geçenlerin tamamı öte dünyaya göçtü. Allah rahmet etsin...