deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2024

Maldepesi


    Resmi kayıtlarda, bağrında şehitliğin bulunduğu ve Eğretlilerin Üyük diye tanıdığı tepe Maltepe Tümülüsü olarak geçiyor. Kayıt tutulurken bir yanlışlık sonucu böyle adlandırıldığı düşünülebilir. Belki köylüye sordular ve yanlış bilgilendirme/anlama sonucunda bu durum oluştu. Yahut bilmediğimiz başka bir karışıklık eseridir, orasını bilemeyiz; ama Anıtkaya arazisinde aynı adla anılan bir mevki ve tepe var.

    Maldepeleri diye bilinen yerler Çayırlar mevkiine yakın bölgeler diye tarif ediliyor. Şimdi çayır kalmadığı için Maldepelerinin net sınırlarını çizmek çok zor, çünkü artık bu düzlük arazinin her yeri tarlaya dönüşmüş. Eskiden çayırların köye doğru güney kısmında ve Karacahmet'e doğru kuzey kısmında bulunan tarlalara hep Maldepeleri derlermiş. Belki kuzeydeki küçük bir bölüm öyle, sonrası Garcamatgırı oluyor; ama güneyi tamamen Maldepeleri imiş... Aradan çayırlar çekilip tarla olarak sürülünce o bölgedeki her yer bugün Maldepeleri...

    Ot orakları zamanında bir haftalığına bütün köylü oraya yığılırdı. Kısa bir süreliğine ot tarlası hükmündeki sulak havza ana baba gününe dönerdi. Bununla beraber kalabalıktan birilerinin çayırların ötesine geçtiğine pek şahit olmazdık. Ötesi Eğret toprağı değilmiş gibi gelirdi bize. Bir keresinde, yakında arpa oraklarının başlayacağını konuşan büyüklerden biri, karşı yamaçta ağarıp duran bir tarlayı göstererek 'Falanca on güne kalmaz orayı biçer' demişti de oranın da bize ait olduğuna şaşırmıştım.

    Yarım asır sonra bugün, Çayırların hemen kuzeyinde Cumalı'ya doğru yaklaşık 200 metre uzayan bir tepeye Maldepesi denildiğini öğrendiğimde de aynı derecede şaşırdım. Yılda bir kez de olsa burnunun dibine kadar yaklaştığımız bir tepenin adını bilmemek ne kadar ayıp. 

    Üzerimize arız olan şaşkınlık yerini hayranlığa bıraktı. Çünkü çoğu boşlukta kalan bazı bilgiler yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Her şeyden önce civar araziye Maldepeleri denilmesinin sebebi işte bu tepe idi. Ayrıca şehitlik anıtına evsahipliği yapan Üyük'e Maltepe yakıştırmasının asıl sebebi de anlaşılmış oldu.

    Bu tepeye neden Maldepesi denildiği, bunun 'mal' kelimesinin meta, mal mülk anlamıyla mı yoksa büyükbaş hayvan anlamıyla mı ilişkili olduğunu bilmiyoruz. Belki de bu iki anlamın dışında bir manaya işaret ediyordur. Bununla beraber Eğret'te mal deyince ilk akla gelenler; öküz, manda, inek, kele, dana ve benzer hayvanlardır.

    Adını bırakıp Maldepesi'ne geçelim. Burası Çayırlar düzlüğünün kuzeyinde, yakınlarında başka bir yükselti olmadığı için hemen fark edilen, doğudan batıya yaklaşık 200 metre uzanan bir tepedir. Asıl yükselme güneyden bakınca anlaşılabilir, kuzey tarafı ise tatlı bir meyille araziye bağlanır. O taraftan bakınca buranın bir tepe olduğu bile anlaşılmayabilir. Batı ucuna varınca, bir terasta olduğunuzu düşündürecek manzarayla karşılaşırsınız. Cumalı ayaklarınızın altındaymış gibi yakınlaşır, şaşırırsınız... Neticede Cumalı ve Susuzosmaniye Eğret arazisi üzerine kurulmuş macur köyleri... Bunun böyle olduğunu bilmemize rağmen bu kadar yakınlığa şaşırdık...

    Cumalı yakın... Anıtkaya ile mesafeyi zihinde karşılaştırmak için güneye yöneldiğinde daha da şaşırmamak elde değil. Zira İblak/İlbulak dağı mor bir siluet olarak o kadar uzaklaşmış ki, arada bizim köydeki bina, minare çizgilerini seçebilmek çok daha zor. 

    Tabi bu bakışı Maldepesi'nden yapıyoruz. Hazır çıkmışken biraz buradan bahsedelim. Baştan belirtmemiz gereken husus tepenin bir tümülüs olmadığıdır. Yani burası sonradan yığılmamış, insan yapısı değil. Altı kaba taş dediğimiz kayalardan oluşuyor, bazı bölgelerde kumtaşı oluşumları da göze çarpıyor. Tümülüslerde bu doğal taş tabakası oluşmaz, sırf yığma toprakla karşılaşırsınız.

    Bunu derken Maldepesi'nin hiç el değmemiş bir yer olduğu düşünülmesin. Çok eski zamanlarda mağara benzeri oyuklar açılmış, koridorlar inşa edilmiş. Kaba taşlar biçimlendirilerek direkler, kemerler oluşturulmuş. O taşlarda kazma çekiç izleri hala çok belirgin. Tepenin her yerinden, çok çeşitli renk ve boyutlarda pişmiş toprak malzeme kalıntıları toplamak mümkün. Bunların kaçak kazı sonucunda bütün olarak çıkarıldığı halde parçalanan testi, küp, kandil vb. malzemeler olduğu düşünülebilir.

    Yakınlara kadar eski çağlarda inşa edilen methal görünür vaziyetteymiş. Definecilerin kazıları talan boyutuna varınca durum bir şekilde yetkililere bildirilmiş. En sonunda Jandarma gözetiminde bütün çukurlar doldurulmuş. Böylece tarihi nitelikteki kalıntılar da görünmez hale gelmiş. En azından biz göremedik. Yalnız geride kalan bazı işlenmiş kaba taş malzemeleri orada burada görmek mümkün. Kapatma işleminden sonra Maldepesi üzerindeki verimsiz kayalık tarla, sahibi tarafından sürülmüş. Bu sırada kuzeydoğu ucundan başlayıp tepenin ortalarına kadar düzensiz kıvrımlarla uzanan bir taşlı hat dikkat çekiyor. Kaya damarı da olabilir, kul yapısı bir duvar izi de... 

    Sonuçta Maldepesi'ne Jandarma müdahalesi bir yönden insanı sevindiriyor. Hiç olmazsa bu kadarlık koruma yoluna gidilmiş. Gönül isterdi ki tarihi miras olarak tescillenerek koruma altına alınsın, fakat bunun için ciddi bir inceleme gerek. O da olur inşallah.

    Asıl Çayırlar'a doğru bakan taraftaki tarlalarda çok miktarda pişmiş topraktan küp gibi malzeme kalıntıları var. Ayrıca  bu tarlalar arasındaki anlara yığılmış koca koca taşlar var ki bunlar da temel taşı izlenimi veriyor. Bahsettiğim yerlerde birilerinin bir şeyler bulduğuna dair çok sayıda hikaye de dinledim. Az ötede 'Üyük' diye adlandırılan ve gerçekten tümülüs olduğu söylenen bir tepecik de çok kazılmış. 

    Bütün bunlar Maldepesi ve çevresinin çok eski zamanların yerleşim yeri olduğuna dair bir kanaat veriyor. Tümülüs geleneği Lidyalılar zamanında Anadolu'ya gelmiş, bulunan bir şeyler arasında para varsa parayı da Lidyalılar icat etmiş. Bu bilgiler  elbette bir şey ifade etmez. Ancak Maldepesi ve çevresindeki kaba taş oymalarına bakarak şunu söyleyebiliriz, bu kalıntılar Roma/Bizans döneminden önceye tarihlenmelidir. 

    Her yeni buluntu bu toprakların daha Eğret kurulmadan binlerce yıl önce önemli yerleşimlere sahne olduğunu gösteriyor. Belki Eğret adının bu antik dönemle bir ilişkisi vardı, kim bilebilir. Bilimsel tespitler yapılmadan bu konuda net bir şey söylenemez. Yalnız şurası kesin ki Anıtkaya Frig Vadisi turizm kuşağında yer almamış olmasına rağmen Frigya Salutaris/Şifalı Frigya ülkesinin içindedir.



15 Ekim 2024

Yörük Çeşmesi


    "Ey suyun sesinden anlayan bağlar,"
    "Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?"
                                Faruk Nafiz Çamlıbel

    'Bi dölüm tarla va, senede bi kere gidip geliyon, o bile yoruyo.' dedi. Haklı olabilir, belki kırk yıl aradan sonra Çayırlar tarafına ben de ilk defa gidiyorum. Nedense köyün kuzey tarafına pek ayaklarımız gitmiyor, diğer yönlere hareketlilik daha fazla. Oysa bir zamanlar Cumalı ve Susuz'un oturduğu arazi de Eğret'in imiş. İkisinin arasındaki Çayırlar mevki çayır olarak kullanıldığı zamanlar hiç olmazsa ot orakları için bir hafta on gün sürekli gelir gidilirdi. Çayırlar bozulup tarlaya dönüşünce oraya seferler de yılda bire düştü, o bile zahmetli geliyor.

    Alagır'ın ucunda başlayan bayırın son bulduğu noktadan Çayırlar'a kadar yaklaşık bir kilometrelik bölge ve çevresine Yörükçeşmesi deniliyor. Çünkü sözünü ettiğim yokuşun bittiği, yani Yörükçeşmesi mevkiinin başladığı yerde iki çeşme var. Bölgeye adını veren bu çeşmeler hala şırıl şırıl akıyorlar. O mevkinin kıraç Eğret toprakları ortalamasına göre verimli sayılmasının yegane sebebi bu çeşmeler olsa gerek.

    Aslında Çayırlar mevkiinin sulak olmasına asıl sebep taban suyu... Bununla beraber orayı batıdan besleyen Eğret Çayı ile doğudan besleyen Susuz köy çeşmesi ve Yörük Çeşmesini de saymak gerekir. Gerçi bu kaynaklar yaz mevsiminin şiddetlendiği dönemde neredeyse kururdu, ama yine de çayırlara bir canlılık bahşettiği kesindir.

    Yörükçeşmeleri, Çatalüyük batısından ta Çayırlar'a uzanan havzanın son noktasıdır denilebilir. Gobakguyusu, Gavasguyusu, Söğütcük kuyuları, Omarcık çeşmesi ve Yörük çeşmelerinin suları birbirine bağlandığı şüphelidir. Yine de onların sağladığı nemlilik, sıralandıkları vadiyi verimli ve yeşil kılmaya yetiyordu. 

    Kuyu olsun çeşme olsun, su kaynağına yakın yerlerde sürekli kurbağa yavruları zıplar, onları ve yılanları avlayan leylekler dolaşır dururdu. Ayrıca fes ördüğümüz küçük sazlar, kuzulara yedirmek üzere yolunan samıralar, taze gevrek gerdimeler türüm türüm tüterdi. Omarcık bitiminde oluşan küçük gölette dombeyler çamur banyosu bile yapardı.

    Köyden en uzak noktadaki Yörükçeşmesi de bu canlılıktan ayrı düşünülemez. Bir defa bölgedeki tek su kaynağı olduğundan çapacılar, yolmacılar, orakcılar yahut mal güdenler oraya uğramak zorundadırlar. Ot oraklarındaki beş on günlük sürede verilmesi gereken zorunlu mal sulama molalarını saymıyorum bile...

    Bu sulak ve canlı Yörükçeşmesi hareketliliğine bir örnek olması açısından bundan otuz yıl kadar önce yaşanan üzücü hadiseyi zikretmek isterim. Sonbaharda Afrika'ya dönen göçmen kuşlar, mola yeri olarak uygun sulak yerler arıyorlar. Yörükçeşmesi meydanına uygun bulup inmişler. İki çeşme aharları ve onlardan akan zayıf dereye aldanmış, yahut mecbur kalmış olmalılar... Turna olduğu düşünülen bu hayvancıklar, doğal dinlenme tesislerinde yaralarını sararken, acımasız avcıların tüfekli saldırısına maruz kalmış ve arkalarında epeyce bir zayiat bırakarak havalanmışlar. Eti yenilmeyeceğini bile bile bunlara ateş açanların durumunu bir yana bırakıp konuya dönersek, Yörükçeşmesi'nin doğal denge açısından ne kadar mühim olduğunu anlarız.

    Yüzey sularının kuruyup, yeraltı sularının çekildiği şu kurak dönemde Yörükçeşmelerinin hala şırıldırıyor olması bile başlı başına sevindirici bir durum. Ayrıca az da olsa çevresini yeşilliğe bürümesi de bir şeydir. O zamanlar her taraf su olduğu için midir nedir, küçüklüğümüzde değerini bilmiyormuşuz; ancak şimdi kafamız dank ediyor. Bugün Yörükçeşmesine bir başka gözle ve minnetle baktım, ne kadar güzel ve kıymetli olduğunu anladım.

    Gündoğusuna bakan bu iki kardeşin daha güneyde olanının bir numarası yok, kendi halinde sessizce akıp zamana ayakdaş oluyor. Size anlatacağım Çayırlar'a daha yakın olan büyük kardeş ise pek haşmetli görünüyor. Son zamanlarda 'devşirme malzeme' üzerine çok düşündüğümüz için ayrıca dikkatimi çekmiş olabilir. Çünkü çeşme gövdesinin büyük bir bölümü bu tip taşlardan oluşuyor.

    Şimdi birisinin ağzına atlet tıkamak suretiyle akmaz etmişler, ama baksan eskiden iki lulanın varını yoğunu boca ettiği uzun yalak taşı hatırına bu çeşmeyi inşa ettiklerini düşünürsün. Antik çağdan kalma bu yekpare mermer taş, gerçi yalak görevini hakkıyla yerine getiriyor, ama başka bir alemde başka bir vazifeyle istihdam edildiği çok belli. Sol alt tarafında yalak haznesine bağlanmayan gizemli delik, sağ altta bir kama yuvasını andıran yarım kanal ve uçlarındaki kabartma halkalarla sütun görünümü verilmiş bu garip taş, sürekli ayakta durduğu gençlik günlerini özleyen yatalak bir ihtiyara benziyor. Ve 21. yüzyılda bu çeşme kaidesine o kadar yakışıyor ki...

    Nasıl yakışmasın, gariplik çekmesin diye yine devşirme malzeme olmak üzere bir kaç arkadaş daha getirmişler üzerine... Hemen yanlarına yerleştirilen iki dikey ve lulaların göbeğini deldiği bir düzlem mermer ile bu garip yalak çok güzel bir kompozisyon oluşturmuş. Diğer taşları, alttaki yaşlı mermerin boyutuna ayarlayıp yerleştirmişler. Bu yüzden, ortası oyuk havuz gibi bir blok bulunca onun boyutlarına uygun bir çeşme inşa etmeyi düşünmüşler. Bence yalaktan aharlara geçiş oluğu bile o mermerin üzerinde hazırdı. Aslı bir kapı girişi veya lahit gövdesi olan bu mermer, çeşme kaidesi için biçilmiş kaftandı, değerlendirmek istediler. 

    Tabi bütün malzeme devşirme olacak değil. En üste zamanın ve yörenin kültürüne uygun, kaba taş bloğu işleyerek kemer görüntüsü vermişler.  Zikzak kemerin iki yanına iki ayyıldız ve ortaya bir tekyıldız motifi yerleştirmişler. Kemerin altı ise kaba ve basit bir kitabe olarak düşünülmüş: 'Maşallah, sene 1135'... En üstteki bu kemer işlemeli yerel kaba taşın bir şapkası olduğu da düşünülmelidir, fakat zamanın hızında eriyip gitmiş olacak ki, günümüzün hastalığı olan betonla tamir yoluna gidilmiş. Bu cesur restoratörler kendini alamayıp gövdenin bir kısmını çimento harcıyla sıvamışlar. Bütün bu sakilliğe rağmen Yörükçeşmesi orijinal güzelliğini koruyor.

    Kitabedeki tarihten anlaşıldığına göre Yörükçeşmesi üç asır önce, 1720'li yıllarda yapılmış. Bu, şimdiye kadar Eğret'teki eserlere ait belge niteliğindeki en eski kayıt olduğu için önemlidir. Bununla beraber kitabeden kimin yaptırdığına yönelik işaret alınamıyor. Bunun cevabı çeşmenin adında olabilir.

    Son yüzyılda Aşiret Yörüklerinin İlbulak/İblak'ta yayladığının çok şahidi var. Hatta köy içinden yörüklerin geçit resmi gibi nasıl geçtiklerini ayrıntılı anlatıyorlar. Ayrıca 17. yüzyılda da aynı hareketliliğe dair kayıtlar var. Bütün bunlardan yola çıkarak 18. yüzyıl ilk yarısında İblak'a sürekli gelen yörüklerden biri, ihtiyaç hissedilen bu yere böyle bir çeşme inşa ettiğini düşünebiliriz. Yörükçeşmesi denilmesinin başka bir izahı olamaz. İsimlendirmedeki tekil kullanımın manası da önce bir çeşmenin yapıldığı, çok uzun zaman sonra da ikincisinin ilave edildiğidir. Zaten iki çeşme gövdesi arasındaki nitelik farkı da bunun böyle olduğunu doğrular tarzda...

    Etrafının şenlik olduğu zamanlarda çeşmeleri büyük ve küçük diye adlandırırlarmış. Ayrıntılı anlattığımız büyük, diğer güneydeki küçük oluyor. Boyutundan dolayı böyle diyorlarmış. 1990'lı yıllarda kunduz tıkanması sonucu tamir gerektiğinde anlaşılmış ki, iki çeşmenin asıl kaynağı Bayramgucağı'nda imiş. Yani ilk yapıldığında oradan bülken su, künklerle büyük çeşmenin bulunduğu yere getirilmiş. Sonra ikincisi aynı şekilde... Belediye ve Hayır Cemiyeti'nce yapılan tamir sırasında künkler parçalanınca hattın tamamı kunduz tıkamasına maruz kalmasın diye plastik borularla değiştirilmiş.

    Son bir bilgi daha; 1950-60'larda İhsaniye tarafından İblak'a gelen Yörük yayla göçü ve dünüşlerinde Yörükçeşmesi sulama ve dinlenme mola yeri olarak kullanılmış. Kervandaki develerden dolayı bunu unutamayan son şahitlerin anlatımından, Yörükçeşmesinin ilk günden bugüne, yapılış amacına uygun kullanıldığı anlaşılıyor...

    Günümüzde o tarafa gidiş gelişler seyrek olabilir. Biz uzun yıllar sonra bugün gittiğimizde kendisiyle biraz hasbihal ettik. Yörükçeşmesi'nin anlatacağı çok şey var, kulak verin yeter.




15 Eylül 2024

Çorbeciguyusu


    Susayoldan giderken Buñar'ın beş yüz metre kadar kıblesinde, yolun sağında sekaratta bir sereñli kuyu görürsün. Çorbeci guyusu denilen bu kuyunun çevresini teşkil eden mevki de aynı isimle bilinir. Veyislerin Haceller/Dedeler koluna mensup 'Çorbeci' lakaplı birinin hayratıymış. Kuyunun tarihi hakkındaki soruların cevabı, bu kişinin kimliğine bağlı. 

    Veyisoğlu Hüseyin'in çocuklarından günümüze ulaşabilen iki oğlan bir kız var, diğerleri hakkında bilgi yok. Rabia adlı kızı Gedikoğlu Halil'e vararak Hassönlerin ninesi oluyor. Küçük oğlu Hüseyin Dal/Daldal diye lakaplanıyor, geniş Daldallar sülalesinin atasıdır. Büyük oğlu Ali'den ise Haceller/Dedeler sülalesine geliniyor. Biz kuyunun izini işte bu Veyisoğlu Ali'den sürmeliyiz.

    Uzun boylu ve sarı sakallı bir olarak tanıtılan Veyisoğlu Ali 1805 yılında doğmuş, 1880 gibi vefat ettiği anlaşılıyor. 20. Yüzyıla uzanan Haceli (Hacı Ali) ve Aliguru (Ali Dadak)ın isimleri bu Veyisoğlu dedelerine dayanır, fakat onun 'çorbeci' diye lakaplandığına dair elde bir bilgi yok. Kısaca aradığımız Çorbeci, O olabilir de olmayabilir de... O ise, kuyu 1880 öncesine tarihlenmelidir...

    Çorbeci, Veyisoğlu Ali değilse oğullarına bakacağız. En küçük oğlunun adı Veyis, 'Deliveyis' diye biliniyor. Dedelerin atası olan Deliveyis'in başka bir lakabı da bilinmiyor. Sonrası ise malum; büyük oğlu Süleyman Hamdihoca ile Çapar'ın babası, küçük oğlu da Aliguru. Yani Dedeler tarafında Çorbeci yok... Ortanca oğlu Mustafa, Cuma Camisi'nin Delimam'dan önceki hatibiydi, Molla Mustafa derlerdi. Vefatından sonra doğan oğluna da aynı ismi verdiler. Küçük Mustafa da Çanakkale şehidi. Çorbeci bu dalda da bulunmuyor... Gelelim en büyük oğlu Ahmet'e... 1850 Yılından önce doğmuş, hakkında pek bilgi bulunmuyor, çünkü yirminci yüzyılı göremeden vefat ediyor. Çorbeci bu olabilir mi? Evet, olabilir. 1878'de doğan tek oğluna babasının adını vermiş, sonradan Hacıali diye bilinecek oğlunun da başka lakabı bilinmiyor... Çorbeci ister Veyisoğlu Ali olsun, ister onun oğlu Ahmet olsun; her iki ihtimalde de kuyu 19. yüzyıla tarihlenir... Evlatları onlar adına daha sonra kazdırmışsa orasını bilemeyiz...

    Tahmini kazdırılma zamanından sonra, Çorbeciguyusu'nun bilinen geçmişine göz atabiliriz. Bilinen derken, benim bildiğim dönemden söz ediyorum. Bu da aşağı yukarı yetmişli yılların başları eder...

    Kuyuyu bulmak için susayolunu takip etmek lazım. Köyün içinden geçen Afyon-Kütahya karayolu böyle adlandırılırdı, şimdi eski asfalt diyorlar. Şaval'ın fidanlıktan Bodoğlu'nun kavaklığa kadar yolun sol yanı boylu boyunca ağaçlıktı. Nasıl olmasın ki, ta Çayırözü'nden eğlene eğlene gelen bir su birikintisi bitkin bir halde Şaval'ın bahçeye varıp orada tükenirdi. Elbette geçtiği yerleri yeşerterek... 

    O zamanlar can sıkıntısından mıdır nedir, yeraltı suları pek mekanında durmayıp, sürekli yukarı çıkmanın yollarını arıyor. Yeryüzüne ulaşınca da toprağın yüzünde güller açıyor. Bu yüzden şimdi kıraç gördüğünüz yerlerin her biri yarım asır önce bereketli bahçeydi. Sırasıyla göbekte Yarımağaların, Olcaklısmeyilin (Genelde Potuk dururdu), Çöpçünün bahçeler diziliydi. Bunların tam karşısında da bizim bahçe bulunuyordu. Ağaçlar, sebzeler, meyveler her şey ekilirdi. O kadar iş vardı ki sahipleri adeta oraya yerleşmişlerdi, her bir bahçenin içinde bir ev bulunuyordu. Bizimki hariç, bizim bahçenin kayalara yakın kısmında yaz kış hiç bozulmayan bir cerge kuruluydu.

    Sözünü ettiğim yeraltı/yerüstü su kavramlarının nasıl birbirine karıştığına bizim bahçeyi örnek verebilirim. Saydığım diğer bahçelerle arada bulunan yol, sürekli sular altında bulunurdu. Bu suyun kaynağı Hacıarifinguyu taraflarıydı, çocuk aklıyla daha ötesini bilemiyorum; o taraftan akar gelirdi. Gerçekten küçük bir dere gibi akardı ve Bodoğlu taraflarına uzardı. Bizim bahçeden fazla uzaklaşmayalım, tam üç tane kuyu vardı. En küçüğü aşağıda yolun kıyısındaydı, ağzına kadar sürekli dolu bulunur, kovayı daldırıp su alırlardı. Ortanca kuyu biraz yukarıdadır, su seviyesi yarılarda bulunur; en büyük ve geniş olanı ise daha yukarıda, bahçenin ortasındaydı. Kuyunun dibinde bir metre seviyesinde su bulunurdu. Yaz ortasına doğru biraz çekilse de bu üç kuyu kesinlikle tamamen kurumazdı. 

    Yan tarafımızda Bilallerin tarlası vardı, onlar bahçe yapmazdı. Bununla beraber ikisinin arasına her yıl ark açılır ve o ark şiddetli yaz aylarına kadar suyunu tutardı. Hasan Kaynar ile senindi benimdi diye kavgaya tutuşup elimizdeki tırakayı o arka düşürmüştük de akşama kadar höykürmüştük. Elimize bir şey geçmedi tabi. Paslanıp biçimsizleşmiş tırakayı bulduğumda kim bilir Temmuz mu, Ağustos muydu... O vakte kadar arka girilmezdi...

    Susanın sol tarafı böyleyken, sağ taraf da farklı sayılmazdı. Aynı su birikintileri, bizden biraz daha büyüklerin şapka/fes ördükleri ince saz öbekleri, yeşil zeminin sarı benekli pambırpap çiçekleri, tarifsiz renge sahip acıgünek çiçekleri, güzel görünümlü ama çok sert tabiatlı bilmemne dikenleri... Bütün bu dar çayırlık meydanında oynaşan kuzu, kaz, beygir falan filan... Sulak olduğunda yer, her yanına neşe saçıyor. Bu gür otlu çimenliğin ucundaki Köselerin bahçeyi saymazsak manzara eksik kalır. Orada da yeni atılmış fidanlar, ortasında bir güzel ev ve içinde dolaşanlar bulunurdu. Kuyu yoktu, ama uzaktan yeni bir tulumbanın sesi işitilirdi... 

    Çorbeciguyusu Köselerin bahçenin köşesi hizasındaydı. Bol sulu bir mekanın ortasında o bereketli ve mutlu coğrafyanın göstergesi olsun diye Çorbeci tarafından kazılmış gibi dururdu. O vakitler bizim küçük zihnimiz çorba ile kuyu arasında bağlantı kurmakta zorlanır, bazen yükselen kovada çorba çıkmasını beklerdik.

    Su seviyesinin gösterge ibresi gibi dururdu bu kuyu. Nasıl yani..? Bazıları bileziğinden su aktığını söylüyor, ben o kadarına şahit olmadım; ama su o kadar yakındaydı ki, büyükler bardağı daldırıp doldurabilirlerdi. Bir karışlık halkalardan oluşan kaba zincir ucuna bağlı lastik kovayı ise sadece aharı doldurmak için sallarlardı. Tam o anda sereñin arkasında taş bağlı ucuna kollarımızla tutunur, en fazla bir metre kadar yukarı kalkıp neşelenirdik. Bedava tahteravalli gibi bir şey...

    O kuyuda dikkatimi çeken bir şey de su içinde kıpırdayıp duran çıplak böceklerdi. Yânış adı verilen bu böcekler zararsızdı, ama bizim her şeyden ürkme zamanımıza denk geldiği için ister istemez içerken dikkat eder, sair zamanlarda ısırır diye elimizi suya sokmak istemezdik. Biraz büyüyünce tatlı su karidesi dendiğini yıllar sonra öğrenecektik...

    Çobanlar, hayvanlar, bahçe sahipleriyle canlı bir mekan olan Çorbeciguyusu'nun dönem sakinlerinden biri de cingenlerdi. Herhangi biri değil, mutlaka bizim cingenlerden biri veya bir kaçı arabalarını çekip çadır kurarlardı. Demek ki Buñar dolu olduğu zamanlar, orada yer kalmadığında bu Çorbeciguyusu çimenliğini tercih ediyorlardı. Tanıdık olduğuna şuradan hükmederdik, babam ve oralarda bulunan diğerleri söğüt dalı dilen, sepet ören, tef geren biriyle ateş başında oturup çay içerlerdi. Yaz boyunca orada cingen çadırı eksik olmazdı...

    Tabi bir de harmanlar... Nispeten köyden uzakta olsa da sair harmanyerleri gibi kalabalık olmazdı, ama seyrek de olsa sap döken olurdu. Şimdi aklıma geldi, acaba kuyu yakınlarına harman dökenler Haceller miydi? 

    E bu kadar hareketlilğin ortasından susayolu geçtiği anlaşılmıştır artık. Gerçi yarım asır önce yol trafiği şimdiki gibi değil, gayet rahattı. Hayvanlar, insanlar, at ve öküz arabaları için pek problem yoktu. İlgimizi çeken evli (karavan) arabalardı. Turist demek, arkasındaki tekerlekli evi çeken cip demekti. Bu çeşit araçların hepsine cip derdik. Hatta çok hızlı geçenleri tarif için 'cip gibi gitmek' deyimi hala kullanılır...

    Anlattığım manzara turistlere de ilginç geliyordu ki, Çorbeciguyusu civarında mutlaka durup fotoğraf çekerlerdi. Bir keresinde durup fotoğrafımı çektiklerini, sonra enterimin eteğini ciyirdekli şekerle doldurduklarını, akşama kadar şeker yediğimizi bir münasebetle anlatmıştım.

    Kuyunun bakımını son zamanlara kadar Hacellerin Mustafa Dadak yapmış. Hacı Ali'nin torunu olan Mustafa Dadak, bir keresinde düşen kovayı alması için kendisini salladığını torunu Mürsel Dadak anlatıyor. Böyle ufak tefek bakım işlerini yürüttüklerine bakılırsa Çorbeci dede hakkında yukarıdaki fikir yürütmelerin isabetli olduğu anlaşılır. Mustafa Dadak 2011'de vefat etmeden önce kuyu eski işlevini kaybetmişti galiba. Zaten çevresi kuruyup eski canlılığından da eser kalmamıştı.

    Böyle bir macera işte Çorbeciguysu'nunki... O günlerden bugünlere... Kuruyan coğrafyanın ortasında mazi ve istikbalini kaybetmiş bir kuyudan daha mahzun ne olabilir...



31 Ağustos 2024

Daştarla

     
    Köyün batı tarafında Gatçayır ile Hendekarası'nda Akkaya'ya kadar uzanan mevkiye eskiden beri Daştarla deniliyor. Hendekarası yolunun öbür tarafında kalan küçük bir uzantı da aynı mevkiye dahil edildiği olur. Oranın yukarısındaki Akkaya bile halk nazarında Daştarla'ya dahil edilmiş. Bu yüzden Daştarla'nın sınırlarını çizmek çok zordur.

    Günümüz açısından bakınca bu mevkiyi yolların belirlediğini söyleyebiliriz. Bir defa eskiden beri Eğret kenarından geçen Afyon-Kütahya şosesi (Susa), resmi karayolu olarak düzenlenince, bu yol Daştarla'nın doğu ucu olmuş. Sonradan DSİ tarafından açılan Eğret Çayı kanalı bu yola paralel seyretti.

    Güney tarafında ise Hendekarası yolu çok eskiden beri vardı. Her yıl alınan hendekler sayesinde tarlalar dağdan gelen sellerden korunuyordu, ama bu kez de orada bulunan yol sele maruz kalıyor, çamurdan geçilmiyordu. Hep Hendekarası diye anılan bu yolun kaderi bugün de aynıdır, sele bir çözüm bulunabilmiş değil. Sadece yol asfaltlandı, eski kronik dertler devam ediyor. 

    Yarım asır önce Afyon-Kütahya karayolu yeniden yapılırken güzergah da yenilendi ve yol Anıtkaya'nın dışına çekildi. Köy için iyi oldu, kötü oldu tartışmalarını bir kenara bırakırsak, bu yeni yol Daştarla'nın batı sınırı oluverdi. Ondan önce hangi adla anılırsa anılsın, artık yola kadar her yer Daştarla'ydı... Yol kenarına yapılan Güdüğizzetler'in evler sebebiyle o küçük kısım 'Üçevler' diye adlandırıldı, fakat orası da zaten Daştarla'nın içinde yer alıyordu.

    Gelelim Daştarla'nın kuzey tarafına... Buradan önceden beri geçen yol zaten Gatçayır ile Daştarla'yı birbirinden ayırıyordu. Bundan 15 yıl önce Remzi Kayır zamanında çift şeritli bir yola çevrildi. Galip Bey caddesinin devamı niteliğindeki bulvar görünümlü bu geniş yol, Anıtkaya'nın yeni girişi olacaktı. Siyasi inatlaşmalar veya başka sebepler yüzünden ana yola çıkış verilmediği için proje akim kaldı, ama Daştarla'nın kuzey sınırı olmayı başardı.

    Tarla denildiğine bakılmasın, köyün hemen dibindeki bu mevki ben kendimi bildim bileli hep bahçedir. Gerek Eğret Çayı onu yalayarak yoluna devam etmiş olmasından, gerekse taban suyunun kuvvetli olmasından dolayı ekilen ıvır zıvır pek susuzluk çekmez. Bir de köye yakın olmasıyla ulaşım kolaydır. Acil patates lazımsa gider kazarsın; fasulyeni, baklanı toplar yemeğini yaparsın; kokulu domates ve hıyarla salata malzemen elinin altındadır. Bir keresinde bükme edenlere yetiştirmek için gidip bir kese ıspanak kazmıştım. Daştarla böyle bir yer...

    Yüz yıl önce çekilen fotoğraflarda Daştarla'nın şimdiki gibi ağaçlık bir bölge olmadığı görülüyor. Eski belediyenin yanından çekilen bir fotoğraf var, Şeytanhasan'ın bahçe civarı çok net seçilebiliyor. Galiba ilk olarak dere kenarındaki söğütler filan dikilmiş. Sonradan söğüde kavak eklenmiş, 1960'larda vişne erik gibi meyve ağaçları dikilmiş. Dipte bir yerlerde, vişnelerin arasında büyük bir ceviz ağacı olduğunu hatırlıyorum, kimindi bilmem. 1980'li yıllarda Dayım Artvin'den fındık fidanı getirmiş, bahçeye dikmiştik. Sonradan çok yer kaplıyor diye Dedem hepsini bir araya toplamış. Her sene meyve veren o fındık ağaçları hala Dedemin topladığı yerde duruyorlar... Daştarla zerzevat kadar meyve yetiştiriciliğine de uygun...

    Bahçe deyince Şeytanhasan'ın bahçeye ayrı bir paragraf açmak lazım. Burası dört yanı yüksek duvarlarla çevrili kale gibi gizemli bir yerdi. Bize ürkütücü görünmesinin sebebi içinde ne olup bittiğini bilemememizdir. Diğer bütün bahçelere giriyor, yiyor içiyor, bozuyor çekip gidiyorsun. Sürekli beklediği halde İncemehmet'in bahçeye girer elma yiyebilirdik mesela. Yine içinde sürekli birilerinin bulunduğu Kumpirhasan'ın bahçeye de girerdik. Gelvelakin Şeytanhasan'ın bu korunaklı bahçeye hiç giremedik. Dediklerine göre sahibi çok zalımmış, içeride yakaladığını fena dövermiş. İkinci kuşaktan yeğeni olduğu halde birini nasıl bağıttırdığını kendisinden duydum... Hasılı kelam bize ancak dışardan bakmak düşerdi. Kahveci'nin Metin Yırgal ile dağdan kuru getiriyorduk. Yüksek duvardan sarkmış kızıl vişneler 'al beni ye' diyordu. Uzaktan dudaklarımızı yalamakla yetindiğimizi unutamam...

    O bahçenin dibindeki serenli kuyu da hep dikkatimi çekmiştir. İş kuyuda değil de bileziğindeydi sanki. Beş altı metrekarelik yekpare bir doğal taş... O kadar doğal ki şimdi parklarda filan dekor olarak kullanılıyor böyle delikli taşlar. Bir kuyu bileziği olarak kullanılmasını sağlayan ise ortasında bir metre çapında muntazam bir büyük delik bulunmasıydı. Bu harika daire tamamen doğal olabileceği gibi, bir kısmına insan eli değmiş olabilir. Kuyu kullanımdan düşünce, bu deliğe bir söğüt kökü tersine kapatılarak insan ve hayvanlar için emniyetli hale getirilmişti. O doğal bileziğe böyle doğal bir kapak da görülmeye değer ilginçlikteydi. Geçmiş zaman kipinde anlatmam kimseyi yanıltmasın, oradan geçerken başını çevirenler manzarayı hala görebilirler.

    Tam karşısındaki meydanda benzer bir serenli kuyu daha vardı. Bunlardan birine 'Gulizinguyu' derlerdi, fakat hangisine emin değilim. Belki ikisi de aynı kişinin hayratıydı. Bahsedilen kişi 'Gocaguliz' olarak bilinen Ali Osman Uysal'dır. İkinci kuyu kapatıldıktan sonra yerine torunu Kadir Haykır bir çeşme yaptırdığına göre orası Gulizinguyu olabilir. Ayrıyeten son zamanlara kadar o dar meydana Gocaguliz'in damadı Bödümehmet harman dökerdi...

    Kuyunun hemen ardında selyolağı başlar, burası ta dağa kadar köylünün kum ihtiyacını karşılardı. Kum deyince akla inşaat gelmesin, o vakitler bu kalın kum avlulardaki çamurun tek ilacı olarak görülür, hemen herkes vakit buldukça evine kum götürürdü; tabi bunun çoğunluğu Akkaya ile Daştarla arasındaki bu selyolağındandı...

    Veyislerin veya Hacıların bahçe olduğunu tahmin ettiğim dere kenarına yakın bir yerde, işgalci Yunanlar hendek kazarken çekilmiş bir fotoğraf var. Tuhaf google çevirisine göre mezar kazıyorlar. Köylüyü angareye getimeyip kendileri kazdığına göre bu bilgi doğru olabilir. Bir küçük araştırmayla oralarda mezar olup olmadığı açığa çıkarılır da... Bunun kimseye faydası yok...

    Gavur mezarlığını bilemem, yalnız bir keresinde çift sürerken pulluğun ucuna bir şey takıldıydı. Benim yaşım küçük, çift süren Arif Emmim... Bir sürü patlamamış mermi cizinin iki yanına dağıldı sonra demirin ucunda koyu kahverengi bir paçavra gördük. Meğer meşin mermi torbasıymış, çürüyüp köhnemiş haliyle pulluğun ucunda parçalanmış. Korktuk tabi, patlarsa filan diye... İlerideki karakoldan jandarmaları çağırdık, toplayıp gittilerdi... Emmim 'Ha köylüden gaspettikleri altınlar olaydı' filan diye hayıflandı. Sonra kanal açılırken atılan toprakla alt üst olmuş olabileceğine yorumladılar... Bütün bunları birleştirdiğimizde işgalcilerin Daştarla civarında da çadır kurmuş olabilecekleri akla geliyor...

    Ben baştan beri Daştarla diyorum da, bu kelimenin aslının 'taşlı tarla' olduğunu cümle alem bilir. Halk ağzında bu hale gelmiş. Söyleyiş kolaylığından Daştarla'ya dönüşümü açıklayabiliriz, lakin Taşlıtarla'nın izahı o kadar kolay değil. Zira sözünü ettiğimiz Daştarla mevki zannedildiği gibi taşlı bir arazi değil. Hatta yukarıda bahsettik, gayet verimli bahçe toprağına sahip. O halde bu isimlendirmenin sebebi ne ola ki?

    Dediklerine göre bu bölgede taş olarak göze batan sadece büyük temel taşları varmış. Onları alıp anlara yığmışlar, çoğunu da ayıklamışlar. Vaktizamanında bölgenin adı Taşlıtarla olarak kalmış, ama bugüne gelene kadar o taşlardan eser kalmamış. Şimdi sadece adında taş kelimesi var, o kadar. 

    Bu basit açıklama bizi daha önemli bir hususa götürür. Herkesçe bilinen Eğreti köyü hikayesine göre, önce bir dere yatağına yerleşen köylüler sel baskınlarından başını alamayınca daha yüksek olan bugünkü yerine taşınmışlar. Bu hikayedeki ilk yerleşim yeri Örenler mevki gösterilir, buna göre oradaki temel taşları da eski bina kalıntılarıdır. Örenler ile Anıtkaya arasında 5-6 kilometrelik uzun bir mesafe olmasa hikaye gayet akla yatkın. Yerleştiğin yeri sel basıyorsa yakınlardaki bir tepeye, mesela Çirçir civarına çıkarsın olur biter. Ta buralara gelmenin mantığı nedir?

    Buradaki olaylarda bir mantıksızlık yok, ayrı ayrı ele alındığında hepsi doğru kabul edilebilir. İlk yerleşilen yeri sel bastığı için bugünkü yere taşınıldığı doğrudur. Örenlere Eğretlilerin yerleştiği de doğrudur, fakat bunlar birbirinden farklı olaylar. Örenler yerleşimi 20. yüzyıl başlarında gerçekleşmiş, belli bir maksada binaen yirmi otuz yıllık geçici bir süreçtir. 1930'lu yıllarda maksat hasıl olunca tekrar Eğret'e dönülmüş.

    Peki sel baskınlarına maruz kalınan yer neresi? Neresi olacak, Daşlıtarla... Evlerini damlarını yapıp yerleşmişler. Bir iki baskın derken, bu böyle olmayacak şu karşı bayıra çıkalım demişler. Yeni evlerini oraya yapmışlar, zamanla eski köylerini de zirai amaçlı kullanmak istemişler. O kadar taşı ayıklamak kolay olmamıştır. Neticede eski köye yeni bir ad bulup Daşlıtarla demişler.

    Daştarla'nın eski Eğret olduğuna dair yeni öğrendiğim bu hikaye bana Örenler hikayesinden daha mantıklı geldi. 



09 Temmuz 2024

Alagır


    Yirminci yüzyıl başlarında Eğret köyü yerleşimi, aşağı yukarı şimdiki gibi kuzey-güney ekseninde yayılmış. Yalnız bugünkünden biraz daha kısa. Kuzey tarafı Yeşilcami yerine varmadan biter, Selimlerin evler son noktada bulunurmuş. 1922 Yılında çekilen fotoğraflarda açıkça görülen bu durum, canlı şahitliklerle de doğrulanıyor. Buradan ötesi ise Alagır...

    Köyün ucundan başlayıp Añıdini'ne kadar devam eden Alagır, doğuda Macuryolu, batıda Atmezeri ile çevreleniyordu. Hafif engebeli bu geniş alan, Eğret'te gırañ olarak adlandırılan  ekilip biçilemeyecek arazi kategorisinde değerlendirilebilir. Fakat tarım arazisi arasında kalan gırañlardan farklılık gösterdiği de bir gerçek. Gırañlar çok engebeli ve kayalık yerlerdir. Alagır nispeten düzlüktür, kayalık kısmı yalnız Atmezarı boyudur.

    Alagır o kadar düzgün ve geniş bir yer ki uzun süre harmanyeri olarak da kullanılmış. Bununla beraber diğer harmanyerleri gibi çimenlik değildir, öbek öbek sert kır dikenleriyle kaplı hali harman yayılması, dene ve saman toplanmasına engel görülür. Harman yeri olarak kullanılan kısmı, bu dikenlerden nispeten arınmış köye daha yakın yerlerdi. Yer konusunda sıkıntı varsa, yine bu dikenli yerlere de harman döken olurdu.

    Alagır'ın dikenli, sert otlu geniş düzlükten oluşması aslında İç Anadolu'nun tipik bitki örtüsü olan bozkırı andırıyor. Bozkırda hakim renk, toprağa çalan, keskin olmayan yumuşak bir yeşil-beyaz-sarı-gök karışımı özel bir renktir. Dediğimiz gibi yumuşak, tülü, kabarık bir renk. Zaten bu yüzden boz-kır denilmiş; aynı şekilde gök-kır, alaca-kır da denilebilirdi. Nitekim Eğret'te ala-kır denilmesine sebep, boz-kır denilmesiyle aynı. Hasılı kelam Alagır dediğimizde tipik bir bozkır anlaşılmalıdır.

    Çimenlik olamasa; uzamayan, sert kır otlarıyla kaplı bitki örtüsüne sahip olsa bile bu geniş düzlük Eğretlilerin hep gözdesi olmuş. Daha harman dökülmediği bahar aylarında hayvanlar orada yayılırmış. Özellikle öküzlerin çoğunlukla Alagır'da güdüldüğü söyleniyor. 

    1940'lı yıllarda Çakırosman'ın bir kaç aylık kısa dönem Muhtarlığı olmuş. O günlerde köylü arasından bir fikir ortaya atılmış; 

    - "Yav bu öküzleri nerde olsa yayarız, Dağ'a da gider kıra da. Alagır'da köyün buzağısı eğlensin, öküzleri çekelim buradan..." demişler. Fikir benimsenmiş, ama kimsenin oralı olduğu yok. Bunun üzerine Çakırosman hem kendininkileri hem de abisi Çakırmehmet'in öküzleri sürmüş çıkarmış Alagır'dan. Muhtar öküzlerini çıkarınca başkaları duracak değil, böylece Alagır öküzden arındırılıp, buzağıya terkedilmiş...

    Yunan gittikten sonra Eğret her yöne doğru genişlemeye başladı. Bu yapılaşma daha çok kuzey ve güneye doğru yoğunluk kazandı. Güneyde Buñar semti, Mumaklık ve ardındaki tepeye doğru yayılırken; kuzeydeki istikamet Alagır oldu. 1940'larda Guyuderesi ve ötesi, ihtiyacı olanlara yurtyeri olarak gösterilmeye başlandı. 1950'lerde buralardaki yerleşim tamamlanmış gibiydi. Aynı yıllarda Aygırhane yapıldı. 1963 Yılında Alagır'ın artık bir cami ihtiyacı iyice belirginleşti ve böylece Yeşilcami yapıldı. 

    Bundan elli yıl önce Anıtkaya yerleşiminin kuzey ucu aşağı yukarı belirginleşmişti. Ona göre bazı seromonileri orada yerine getirmek adet haline geldi. Mesela 19 Mayıs Spor Bayramı orada, Bekçirofi ile Kumpirhasan'ın ev önündeki düzlükte yapılır oldu. Yarışlar ve diğer etkinlikleri için en uygun yerdi. At yarışlarının startı da Yörükçeşmesi'nden verilir ve orada tamamlanırdı. 

    Bu etkinliklerle, aslında merkezden uzak gibi görülen Alagır hep gündemde kalmış oluyordu. 1980'li yıllarda Ziraat Teknisyenliği binası tam da oraya yapılınca Alagır da merkezleşmeye başladı. Gerçi Ziraat'in ömrü çok uzun olmadı, Teknisyenlik kapatıldı. Bundan sonra Alagır'ın yapılaşmasında hızlı bir süreç yaşandı. Bugüne geldiğimizde, bozkır bitki örtüsüyle sözünü ettiğimiz Alagır'ın sadece yarısı kalmış durumda.




12 Haziran 2024

İblak Etekleri


    Sekiz dokuz yaşında filanmış, bu da bizi 1950'li yılların sonuna götürür. O yıllarda daha berber olmayan Böbülerin Ahmet Kabadayı, aşağıda anlatacağı gezi için küçük yaşta olduğu kabul edilebilir. Bununla beraber yol arkadaşı Yeşilömerlerin Ali Osman Fidan kendisinden üç dört yaş daha büyüktür, belki bu yüzden korkusuzca Dağ'ın her tarafını dolaşırlar...

    Oraya ne münasebetle gittiklerinin bir önemi yok, hikaye Çirçir'den başlıyor. Çadırayak'tan iniyorlar. Buranın böyle adlandırılması, çok eski zamanlarda civarda konaklayan Yörüklerle ilgiliymiş. Çadırların bazı kazıklarına, direklerine böyle derlermiş; ne olduysa bir konaklama sırasında verilen Çadırayak adı öylece kalmış.

    Çadırayak'tan inince Doñuzbuñarı karşılarına çıkıyor. Zannedileceği gibi burası bir pınar değil çeşmedir. Belki ilk zamanlarda doğal haliyle oradan bülken bir su birikintisiymiştir. İnsanlar bildiğimiz Buñar ile karıştırmamak için Doñuzbuñarı demiş olmalılar. Ya da gerçekten pınar başında sık sık domuzlar görülüyordu... Her neyse, pınarı çeşmeye çevirmişler; ama adı değişmemiş, hala Doñuzbuñarı deniliyor. Çirçir'den yeni ayrıldılar, henüz susayası değiller; yine de içmişler suyu...

    Bir müddet yürüyüp İnneñüsdü'ne varıyorlar. Sosyal konut gibi sıralanmış, esasında vahşi hayvanların barınağı olan in, mağara karışımı oyukların tepesinde bulunan bir tarladan mısır koparıp bir güzel kavurmuşlar. Oralarda odun, tezek eksik olmaz; tezek közünde kavrulan mısırın da tadına doyum olmaz...

    Günbatısına doğru ilerlemeye devam etmişler. Önce Gocagızıldere, ardından Güçcükgızıldere... Verimli dağ toprağının kızıl renginden dolayı bu derelerin böyle adlandırıldığı sanılıyor. Güçcükgızıldere'de bir kuş yuvasına rastlamışlar. Kınalı kekliklere ait olduğunu sonradan öğrendikleri yuvada yumurtalar varmış. Ağılda yeriz diye almışlar yumurtaları...

    Hedeflerindeki ağıl, Güdükçat'ı aşınca karşılarını çıkıyor. Orada Güdüğizzet (İzzet Sağlam)ın ağılda oğlu Emin ile Böbülerin Veli bulunuyor. Veli Kabadayı, Berber'in emmisidir; ama o bilgi şöyle durakoysun, biz Güdükçat'ta biraz eğlenelim. Çatalın küçüklüğü, güdüklüğü sebebiyle burası öyle adlandırılmış, yani Güdüğizzet ile alakası yok... Ağıldaki büyükler bunlara demiş 'Siz o keklik yımırtalâna yazık etmeñ,  alıñ bunu oynañ!..' Yakaladıkları bir tavşan yavrusu, yani göceni önlerine koymuşlar. İki kafadar hayvanla oynuyoruz derken kaçırmışlar, bu korkuyla görünmeden oradan uzaklaşmışlar...

    Soluğu Yeşilömerlerin ağılda almışlar. Ali Osman'ın abisi Ömer Fidan, o sıralarda yirmisinin üzerinde delikanlı... Helva yapıyormuş... Yemek kadar doyurucu garahelva, ilaç gibi gelmiş bunlara... Karınları doyunca  tekrar yola düzülmüşler...

    Atlamışlar Derinçat'a... Sonra kendilerini Hanyeri'nde bulmuşlar. Eski zamanlara ait bazı belgelere de adı böyle işlenen Hanyeri'nin, Eğret'teki meşhur Han/Kervansaray ile ilgisi var gibi görünüyor; ama nasıl, açıklığa kavuşturulabilmiş değil... Buradaki su ihtiyacı ta o zamanlardan fark edilmiş. Çevrede bir sürü kuyu, çeşme varken Hanyeri'nde bir tane bile yok... Macurali (Ali Öncül) bir kuyu kazmaya girişmiş. Onbeş yirmi metre kadar indiyse de su çıkmadığı için girişim yarım kalmış. Yine de Hanyeri'nin o noktasına Macuraliniñguyu adını vermişler. Bu olaydan yıllar sonra Belediyece o noktaya gölet yapılarak bir su kaynağı oluşturulduğu söyleniyor...

    Macuraliniñguyu yerinden geçip Yergöçüğü'ne varmışlar. Burası da çok eski zamanlardaki bir coğrafi hareket sonrası bu adı almış görünüyor. Hala göçüğün izleri belli olabilir. Sonra Gaklık'a geliyorlar. Eski zamanlarda, su kaynağının olmadığı yerlerde gerek vahşi hayvanlar gerekse sürüler, ihtiyacını gaklardan giderirmiş. Yüzeydeki kaya oyuklarında yağmur ve kar suları birikip doğal yalak vazifesi görüyorlar. Köylünün gak dediği bu oyuklar en fazla bu yörede görüldüğü için, mevkinin adı Gaklık olarak yerleşiyor. Aslında her yerde bulunabilecek gaklar, başka su kaynağı olmadığı için kıymete bindiğinden sadece ö bölgede dikkat çektiği ve oranın adı olduğu da düşünülebilir.

    Bilenler bilir, Gaklık girişinde ormanın ucunda üçüzler gibi duran üç erik ağacı vardır. Oradan bir heybe erik toplamışlar. Sonra düşmüşler Gaklık yoluna... Dikilidaş, Buñar, Gayalar derken eve varıyorlar... Berber'in Ninesi eriği kaynatıp pestil çıkarmış...

    Çolömerlerin rahmetli Ömer Salman'ın İblak'ı anlattığı yazısını okuyunca, Berber Emmim bir an için maziye gitmiş ve Dağ'da yaşadıkları birer birer gözünün önüne gelmiş. Sonra Merhumun, İblak'ın sadece üst kısımlarını anlattığı, etekleri ve alt kısımlarına hiç değinmediğini fark etmiş. Eksik kalan yerleri, Ali Osman Fidan ile Ellili yılların sonunda yaşadığı bir günlük macera ile anlatabileceğini düşünerek bu notları yazmış. 

    Ahmet Kabadayı ve Emmisi Veli Kabadayı dışında, bu macerada adı geçenlerin tamamı öte dünyaya göçtü. Allah rahmet etsin...



12 Mayıs 2024

Hacıalinin Kavak


    Eğret Çayı'nın deli zamanlarında Buñar'dan Çay/Esbaplık'a kadar belli geçiş noktaları dışında bir yerden karşıya geçilemezdi. Çay'ın hemen ardındaki bir set ile birinci ve ikinci barajlar dediğimiz küçük sulama kanallarına su ayrılan yerler doğal köprülerimizdi. Herkes dereyi oralardan geçer, yoksa hangi taraftaysa orada kalırdı.

    Baraj dediğimiz yerler küçük de olsa gerçekten baraj vazifesi görürdü. Henüz Buñar havuzuna inip çıkamayacak kadar küçük yaşlardayken bu baraj gölcüklerinde yıkanırdık. Birinci baraj ile Çay arasında karşıya geçilecek yer olmadığını da o zamanlarda farketmiş olmalıyız. 

    Yıkanır, suya atlar zıplar yorulurduk. Söğütler arasındaki oyunlardan sonra takatimiz kalmaz, dönüş yoluna geçerdik. Yine öyle bir ikindi sonrası Çay'a doğru giderken bir de baktık ki, tam olması gereken yere bir gecede köprü kondurulmuş. Hacaliniñgavak olanca kuruluğuyla derenin üzerine boylu boyunca uzanmıştı.

    Uzun zamandır gözlere pirifani gibi görülen bu koca kavağı herkes bilirdi. Halkın içinde son günlerini yaşayan biri gibi kabul edilir, 'Hacaliniñgavak' denildiğinde kendisine bir şahsiyet giydirilmiş oluyordu. Kimdi bu Hacaliniñgavak?

    Çorbecilerin Ahmet oğlu Ali Dadak, 1878 yılında doğdu; Deliveyis'in yeğenidir. Hacca gidip geldikten sonra Hacı Ali diye bilindi. İşte malum kavak ona nispetle 'Hacı Ali'nin Kavak' diye adlandırılıyor. Böyle adlandırılmasının iki sebebi olabilir, ya Hacı Ali tarafından dikilmiş olması; ya da mülkiyeti ona ait bulunmasıdır. İlk sebep geçerli olduğunda, kavağın 20. yüzyıl başlarında dikildiği düşünülebilir. Yok öyle değil de onların çayırında bulunduğundan böyle adlandırıldıysa belki Hacı Ali'den de büyüktür...  Kavağın yaşıyla ilgili bir fikir oluştu sanırım...

    Kavağın özel isimle anılması Hacı Ali'nin 1952 yılında vefat edişiyle mi oldu, yoksa daha önceden mi böyle deniliyordu, bu husus karanlıkta... Bununla beraber bu seneden sonra yaygınlaştığı da bir gerçek. Ayrıca kavak o kadar meşhurlaşmış ki, bulunduğu mevkiye de onun adı verilmiş. Hacaliniñgavak denilince yalnızca bir ağaç değil, çevresiyle birlikte o bölge anlaşılırdı.

    DSİ tarafından kanal açılmadan önce de Eğret Çayı'nın kendine göre bir dereyatağı varmış, ama bu kadar derin ve sınırlı değilmiş. Çay, geniş geniş, yayıla yayıla, özgürce akar gidermiş. Bu yüzden güzergahı, etraflıca sulak çayırlardan oluşuyormuş. Bunları Hacaliniñgavak nasıl bir ortamda yetiştiğini merak edenler için söylüyorum. Zira ne zaman dikildiyse, tam da dere yatağının ağzına, ayakaltına dikilmiş. Belki de söğütlerin arasında yalnız bir kavaktı. 

    Suyu çok seven kavak, hemen serpilmiş, uzamış, büyümüş... Hacı Ali hayattayken çoktan kesilebilecek durumdaymış, ama kesmemişler. Böylece sahibinden sonra kendisi de yaşlılık dönemini doyasıya yaşamış. Aslında kavak ağaçlarının ihtiyarlamasına pek izin verilmez, en geç kırk yaşında kesilirler. Nasıl olduysa Hacaliniñgavak'a ayrıcalık tanınmış...

    Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın bütün ağaçlar bir gün ölür, tıpkı insanlar gibi. Hacaliniñgavak da ayakta öldü; kurudu, kofladı ve devrildi. Dallarının bazılarında canlılık emaresi yeşil yaprak bulunduğunu hiç hatırlamıyorum, hep kuru halini biliriz... Ölü, ama ayakta bir ağaçtan daha acınası var mıdır bilmem. Sen bir asra yakın şen şakrak bir hayat sür; dallarının arasında bülbüller şakısın, onların şarkısı rüzgarın vınıltısına karışsın, bu besteye ritim tutarak sağa sola salın dur... Gelvelakin ömrünün sonunda terkedilmiş bir viraneye dön. Kuru dallarına kargalar, kara bağrına baykuşlar yuvalansın... Gelen geçen sana ürkerek, çekinerek baksın...

    Bu haliyle gerçekten korkunç görünürdü. Köke yakın gövdesi kocaman oyulmuş, bir mağara girişini andırıyordu. İçine sokup başını kaldırırsan tepede bir yerlerden gökyüzünü görürdün, fakat bizim yaşımızdakiler için bu cesaret isterdi. O yıllarda Hakim (İbrahim Patlar) kovukta bir tilki leşi görmüş de korkusundan yaklaşamamış. Yaşça daha büyük Erol Kızılyel çıkarmış kovuktan... Yaban hayvanlarının sığınağı durumundaki kavağa, dediğim gibi, bizler bakar geçerdik...

    1960'lı yıllarda da o kovuk yine varmış. Belki bizim şahit olduğumuz dönemdeki kadar geniş bir oyuk değilmiş, ama gözden kaçacak gibi de değilmiş. Mesela derede yıkanan gençler, Hacaliniñgavak gövdesini soyunma giyinme kabini gibi kullanırlarmış. Sen bundan kovuk genişliğini hesap et. Berberahmet (Ahmet Kabadayı) bu konuda ayrıntı veriyor, dirsekleri açık dört kişinin sığabildiğini söylüyor. Galiba giyinme kabini hususunda işi abartmışlar, belli yerlerine çiviler filan da çakılmış...

    Ayrıca Aziz Sargın'ın dediğine göre, avcılar da gizlenme kulübesi gibi orada avlarını beklerlermiş. Hacellerin Ahmet Dadak, kendi bahçeleri olduğu için, ekseri elinde tüfeği ile oraya gizlenirmiş...

    Bazı acı hatıralar var onunla ilgili... Bilallerin Salim Kaynar, tırmanmaya çalışırken düşmüş. Kırılan ayağını o günün şartlarında tedavi ettirememişler. Böylece lakabı 'Topal Salim' kalmış...

    Böğründeki kocaman kovuktan dolayı Eğretliler arasında bazı mesellere konu olmuş. Büyükler 'Hacaliniñgavak gibi içi boş adam' benzeri tasvirler yapar; kavağa kişilik kazandırdıkları gibi, bazı kişilere o kavağın özelliğini verirlermiş. Yani halkın hafızasıyla birlikte diline de yerleşmiş...

    Can çekişirken ve öldüğü halde 'yıkılmadım ayaktayım' dercesine inatla devrilmediği yıllarda bile çok işe yaramış. Bir ikindi sonrası dere üzerine boylu boyunca uzanmış gördüğümüzde de, köprü vazifesiyle yine işe yarıyordu. Tamamen boşalmış içinden tüpgeçit gibi ve üzerinden asma köprü gibi defalarca bir o yana bir bu yana geçtik durduk. Yarım kalmış oyunumuzun devamı gibi bir şeydi ve artık korkacak bir şey de kalmamıştı...

    İçi tamamen pofuldamış ve boşalmış kavak gövdesi, bir kaç yıl dere özerinde öylece kaldı. Sonra işe yarayacağından değil de, bahçe temizlensin diye cesedini sürüyüp götürdüler... Yalan yok, vefasızlık konusunda biz de az değildik; çocukluğumuzun diğer hatıraları gibi onu da nisyana terk ettik...

    Yıllar sonra Diksiyon dersinde çalıştığımız bir tekerleme, Hacaliniñgavak'ı nisyan çukurundan çekip çıkardı;
    Ey ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavak!
    Sen evvelden mi, ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavaktın;
    Yoksa sonradan mı, ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavak oldun?

    Gerçi bizim bildiğimiz haliyle ne dalı suluydu, ne de kara kavaktı; ama tekerlemeyi her söylediğimizde gözümün önüne hep Hacaliniñgavak geldi.

    Bugüne gelecek olursak; Söğüdaltı denilen o bölgedeki bütün ağaçlar, Hacaliniñgavak ile aynı kaderi paylaşma tehlikesini yaşıyor. Üstelik hiç birine onun yaşadığı kadar ömür biçmek mümkün değil. Çünkü dere boyunu besleyen Eğret Çayı tarih oldu. Bununla beraber büsbütün de karamsar olmamalı. Bakarsın Allah bize acır da Buñar'ımızı geri verir; böylece gürül gürül Buñarlı, çağıl çağıl dereli, üfül üfül kavaklı günleri bir daha görürürüz...



03 Mayıs 2024

Yollar


    Anıtkaya'da mevki adlandırmalarında 'yol' kelimesine de çok yer verildiği gözlemlenir. Bu adlandırmalardaki mantık incelendiğinde iki farklı tekniğe başvurulduğu anlaşılıyor. Her birindeki örnekler ayrı ayrı ele alınacak.

    İçinde yol kelimesi bulunan mevki adlarından ilk gruptakilerdeki mantık çok basit. Çevredeki yerleşim yerleriyle bağlantıyı sağlayan yol merkeze alınıyor. O yolun etrafı zamanla mevkinin de adı oluyor. O kadar kalıplaşıyor ki yıllar geçtikten sonra yeni birleşik sözcük söylendiğinde akıllara yerleşim yeri veya onun yolu değil de bir mevki geliyor. Eğret'e komşu çok fazla yerleşim yeri bulunduğu için bu teknikle yapılmış mevki adı da çok fazla...

    Eskiden beri önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan Eğret, Karahisar ile Kütahya arasındaki bir kervansaray etrafında şekillendi. İlk dönemlerde Kütahya'daki Germiyanoğlu Beyliği'ne bağlı imiş. Bu yüzden her ne kadar uzak da olsa Kütahya'ya karşı bir meyli hala vardır. Malum yolun kuzey tarafı Kütahya'ya çıkıyordu, haliyle ona Kütahya Yolu dediler. Halk arasında isim Kötâyolu olarak yerleşti. Osmanköy'e kadar yol boyu ve çevresi de Kötayolları olarak anılmaya başlandı. Bugün Cumalı bayırına kadarki bölge hala böyle bilinir.

    Tabi Kütahya Yolu'nun bir ucu da güneyde Afyon'a varıyordu. Eğret ağzında Karahisar şehri sonradan sonraya 'Şeher' biçiminde telaffuz edildiği için yolun güney kısmı 'Şeheryolu'na dönüştü. Artık Buñar'dan ötesi Bayramgazi'ye kadar 'Şeheryolu' olarak anılacaktı...

    Nihayetinde İstanbul'a varan büyük yolun bu bölümünde iki şehir arasındaki Eğret'in, doğal olarak etrafında bir çok köy vardı. O köyleri Eğret'e bağlayan yollar köyün adına bağlandı, o istikametteki bölgeler de zamanla yolun adını aldı.

    Bu köy yollarının en ilginci Beşkarış tarafına gidendir. Köyün resmi ve tam adı Beşkarışhöyük idi, ama Eğretliler kısaca Beşkarış ve daha çok Höyük/Üyük diyorlardı. Kuzeybatı istikametinde o tarafa doğru uzayıp giden yolun adı halk arasında Üyük Yolu idi. Zamanla bölge de bu isimle anıldı ve Üyükyolu oldu. Şimdilerde bu mevkideki tarlalarını ekip biçenler, Beşkarış yolundan haberdarlar mı, bak orası şüpheli...

    Üyükyolu'na yakın iki köy yolu daha var, Olucak ve Yenice... Onlar da Olcakyolu ve Çerkezyolu olarak bilindiler ve belli mevkilere de ad oldular... Daha güneyde İlbulak'ın ters sırtındaki Mılıklar/Çatkuyu köyüne varan yola da Yörükyolu denildi, çünkü halkından dolayı Eğretliler bu köye Yörük diyorlar...

    Bir de ters istikamete, Eğret'in doğu yanına bakalım. O taraftaki Aşağı ve Yukarı Dandır köylerine giden iki yol da Dandıryolu olarak adlandırıldı. Kuzeydoğudaki Susuzosmaniye köyünden geçen yolun adı da Macuryolu idi.

    Köy adlarıyla birleşip önce yolun adı, sonra ise belli bir mevkinin özel adı olan bütün bu isimler son çağda da kullanılmasına rağmen, ilginç bir şey yaşandı. Yol kelimesinin yerine 'kır' sözü eklendi ve yeni mevki adları ortaya çıktı. Çerkezgırı, Olcakgırı, Dandırgırı, Macurgırı'nın oluşum hikayesi de böyledir...

    Dikkatle bakıldığında Omarcık Çeşmesi, düzensiz bir beşyol kavşağında kaldığı görülecektir. Bu yollardan biri Kuzeydoğu istikametinde Susuzosmaniye köyüne kestirimden gider gibidir. Şimdi Macurgırı'nda belli belirsiz izlerle kayboluyor, ama bir zamanlar bu yol çok işlekmiş. Çünkü İhsaniye yakınlarındaki bir küçük tren istasyonuna gidiyor. Bu yüzden özel olarak İskele Yolu diye adlandırılmış. Zamanla bu işlevini başka bir yola devretse de ismi baki kalmış, o mevki halen 'İsgileyolu' olarak anılıyor...

    Bir de işittiğimi zannettiğim 'Yayla Yolu' var... Var, ama onun varlığından çok emin değilim, bu yüzden nereye işaret ettiğini de bilemeyeceğim...

    Şimdiye kadar ele aldığımız içinde/n yol geçen mevki adları, yolun nereye gittiğine işaret ediyor. Dolayısıyla bir yer adıyla birleşerek yeni bir isim yapılmışlar. Anıtkaya'da daha az kullanılmakta olan yollu sözlerin ikinci grubuna bakalım. Burada yerden ziyade yolun niteliğiyle ilgili isimlendirme yapılmış.

İlk örnek Uluyol... Karayolunun Körguyu civarındaki bölümü ve o çevredeki küçük bir mevkiye verilen bu adın, yukarıda açıklanan 'Şeheryolu' ile ilgisi olduğunu sanıyorum. Yolun büyüklüğü ve önemi ulu kelimesiyle nitelendirilmiş. Eğret'te kelimenin bundan başka hiç bir kullanımı bulunmaması ayrıca ilginç bir husustur.

    İkinci örnek ise 'garayol'dur. Bugün kullandığımız karayolu ile alakası olmayan bu kelime, doğrudan ilkel toprak yola işaret ediyordu ve özel isim değildi...

    Añyol, añdan bozma yol anlamına geliyordu. Diğerlerine göre tali yol da diyebiliriz. İki tarla arasındaki añ, yol olarak kullanılıyor. O vakitler añların geniş tutulduğu unutulmamalıdır. Yine de añyollar tam olarak bir yola asla dönüşmüyorlar. Belki bunun istisnası Emirlahçeşmesi'nin ötesinden Aliyeniñguyu'ya uzanan añyoldur ki, günümüzde adamakıllı bir yol olduğu halde hala Añyol diye anılıyor.

    İkinci grup yol isimlerini susa yolu ile kapatalım. Bizim çocukluğumuzda asfalt karayoluna böyle derlerdi. Aslı yabancı bir sözcük olan 'şose' kelimesidir ve asfalt ile alakası yoktur. Eğretliler 1920'li yıllardaki haline şose dendiğini duymuşlar ve bunu böyle Türkçeleştirmişler. Sonraları susayolunun 'yol'unu da atıp sadece 'susa' dendiğinde bile köyün içinden geçen karayolu anlaşılırdı. Susayolu'na gelmişken, bir Eğret türküsü olan 'Su yolu, susa yolu'nu da burada zikretmek lazım...

    Konumuz Anıtkaya'ya özgü içinde 'yol' bulunan mevki adlarıydı, onlar bitti. Konuyu dağıttığımın farkındayım, ama bir iki husus daha var; az daha sabır...

    Selyolağı sözünde gizlenmiş bir yol kelimesi bulunduğuna dikkat çekmek isterim. İblak'tan gelen şiddetli seller kendilerine göre bir yol yapmış, biz de koca hendek gibi o derelere selyolağı demişiz...

    Grayderin adını beğenmeyen Anıtkayalılar ona harika bir Türkçe karşılık bulmuş; 'yolgazıyan' sözcüğünü bizim köyden başka bir yerde duyamaz, başka hiç bir sözlükte bulamazsınız...

    Yine Anıtkaya'da hala çok kullanılan bir edat buyol/biyol sözcüğüdür; bu-yol, bir-yol birleşik kelimelerinin oluşumunda yol sözcüğü apaçık meydanda...

    Eskiden hac ibadetine 'uzunyol' derlerdi. 'Falanca uzunyola gitmiş' dendiğinde onun kutsal yolculuğa çıktığı anlaşılırdı. Hac yolculuğunun altı ay sürdüğü zamanlardan kalma güzel bir yakıştırma olduğu anlaşılıyor...



05 Nisan 2024

Gocagulağıñguyu

    
    Dün gece teravih ile sahur arası suya gittik. Bagaj aldığı kadar içme suyunu belli aralıklarla Kışlacık köyünden getiriyoruz. Bir Ramazan gecesindeki bu su yolculuğu beni yarım asır evveline götürdü. Anlatayım...

    Çocukluk Ramazanlarının bir kısmı yaz günlerine denk gelmeyenler, anlatacaklarımda aynı heyecanı bulamayabilirler. O talihsizlere iftarda soğuk su gerekmiyordu çünkü. Daha doğrusu bir kupa soğuk suyla oruç açma zevkinden mahrum kaldıklarından talihsizdiler...

    Özellikle 1977 yılından itibaren oruç böyle bunaltıcı günlerde tutulmaya başlandı. Gündüzler geceye göre biraz daha uzun, ama gündüz gece sıcaklık farkı çok fazla olduğu dönemlerdi. Çoğu insan hala harmanyerinde, bazıları da günaşık kesmeyle meşguldü. Harmandan kalkamayanlar saman çeker, eşer, deperdi. Samanlıkta saman tozu yutanlar işlerin ne denli cavcavlı olduğunu anlayacaktır. Beride günaşık kesenlerin veya kök yolanların durumunu da çekenler bilir. O mevsimde artık güneş fazla yükselmediği için ışıkları Ağustos'tan daha yakıcıdır. Bu şartlarda oruç tutuyorsun, anladın mı iç yangınını?..

    İleşberliğin bittiği, tarımın ise tamamen tekniğe döndüğü bugün, olmaz da hadi o yıllardaki kadar işten bunaldın diyelim; iftarda buz gibi bir ayran, serin bir bardak su içme imkanın var. Zira her evde bir değil bir kaç tane soğutucu görmek sıradan bir durum. Oysa elli yıl önce öyle miydi, köydeki bir kaç buzdolabı bakkal ve kahvelerdeydi. Hatta onlar da karpuzu, gazozu kovaya koyup kuyulara sallarlardı...

    İşte o dönemde gün boyu içi yanan garibanların iftar sofrasında bir bardak soğuk suyu canı çekmesini çok görmemeli. Bir bardak soğuk suyu anlatacağım size...

    Söğütcük mevkisi, çaprazlama hatla üç kuyunun sıralandığı bir çizgi çevresinde oluşmuş. Aşağı kısımdaki ikisi sereñli, yukarıdaki ise dolaplı bu kuyuların iki ucundakiler Gocagulağıñguyu diye anılıyor. Ortadaki sereñli olan Hacıarif Dedemin hayratı imiş; konumuz o değil, diğerleri...

    Gocagulağıñ aşağıdaki sereñli kuyusunun suyu gür olur, eğilsen tası daldırıp doldurabilirsin. Bununla beraber içmek için pek tercih edilmezdi, çünkü içinde yânış denilen karides benzeri küçük böcekler yüzerdi... 

    Yukarıdaki dolaplı kuyu çok derindi... Derin ve suyu çok soğuk... Dere bölgesine göre daha yüksekte bulunan bu kuyu suyunun sebebine, aharın ucunda yeşeren bir kaç genç söğüt ağacı, orayı mevkinin ismiyle müsemma hale getirmişti... 

    Sair zamanlarda malları sulamak için uğranılan, hatta onun için bile diğerlerinin tercih edildiği Gocagulağıñ dolaplı kuyu, Ramazanlarda kıymete binmeye başladı. İkindiden sonra güğümlerini sırtına alan kızlar; sineği, güğümü eşeğe çatan çocuklar; mahallenin güğümlerini beygir arabasına dolduran adamlar buraya akın ederlerdi. Biz ikincisinde, eşekle suya giden çocuklar gurubundaydık. 

    Akşama doğru çevresinde telaşlı ve sinirli bir kalabalık bulunan kuyu, ilk zamanlarda çok sakindir. İftar saatine daha çok vakit bulunduğundan kimse suyu erken götürüp de ısınsın istemez. Yoksa Gocagulağıñguyuya gelmeye ne gerek var... Bu yüzden herkes iftara en yakın saatte kabını doldurmak ister. Elbette bu mümkün değil; nöbet kapmaların, sırayı bozmaların, sinirlenmelerin, tartışmaların sebebi budur... Yine de herkes sofrasına top patlarken de olsa suyunu yetiştirir...

    Evi Söğütcük'e yakın olanlar, Gocagulağıñguyunun soğuk suyunu beş altı yıl boyunca iftar sofralarına yetiştirdiler. Sonra Ramazan aylarını köyde geçirmemek üzere biz Anıtkaya'dan ayrıldık. Zannederdik ki geride bıraktıklarımız suya gitmeyi sürdürüyorlar. Meğer yitip giden o günler gibi, alışkanlıklar da değişmiş. Her eve olmasa bile her sokağa bir kaç buzdolabı girmiş; insanlar kuyudan getirdiği suyu değil, dolaptaki buzunu paylaşarak serinler olmuşlar...

    Bir Ramazan gecesi suya gitmek kime ne çağrıştırır bilemem... Benim aklıma yaklaşık yarım asır önce yaşadığım Gocagulağıñguyu maceralarını getirdi...

 


06 Ocak 2024

Örenler

    
    Geniş Eğret arazisi 19. yüzyıl sonlarında küçülmeye başladı. 1885 Yılında Kafkas kökenli olup Suriye’de yapamayan  bir grup Çerkes, kuzeydoğuda Süleymanboğazı mevkiinin ağzına yerleştirildi.  Woçapşiye/Yenice Köyü böyle kuruldu.

    Ardından 1887 yılında, Bulgaristan’ın  Eskicuma kazasından gelen bir grup muhacir  de Yenice’ye yakın bir yerde iskan edildi. Bu köyün adı da Cumalı olarak belirlendi.

    Beş yıl sonra 1892’de yine Bulgaristan’ın Osmanpazarı/Tırnova kazalarından gelen 166 kişilik bir grup da Eğret Susuz’u diye bilinen kuzeydoğudaki bölgeye yerleştirildiler. Bu yeni köyün adı da Susuzosmaniye oldu…

    Yedi yıl içinde köyün kuzey hattının tamamen kapandığını görünce Eğretliler paniklediler. Devletin muhacir iskan politikasına karşı yapacak bir şey yoktu, ama bir yandan da koca koca tarlaları bir anda ellerinden uçup gitmişti.

    Diğer yandan Balkanlardaki bozgun ve bunun sonucu tersine göç bitecek gibi değildi. Türkler akın akın Anadolu’ya gelmeye devam ediyordu. Eğret kuzeyinin tamamı iskan edilmişti, aynı durum güneyde de yaşanma ihtimali vardı; paniğin sebebi bu…

    “Eğer biz kendimiz güneyde bir yere küçük köy kondurursak, arazi incelemesine gelen memurlar o civarda macur iskanına uygun yer bulunmadığına karar verirler, böylece arazinin geri kalanını kurtarmış oluruz”  diye düşündüler.

    Birkaç hanenin taşınması fikri bu düşünceyle oluştu. Taşınanlar arasında Omarcıkoğlu Mehmet ‘i yani; Altındiş, Arap ve Güdük İzzet’in babasını biliyoruz. Bir de Kürt Osman (lakabı buydu, Türkmendir)…  Kürt Osman da Demirci Salih Yakışır ile Kel Yusuf Yakışır’ın dedesi oluyor… Belki daha başkaları da varmıştır, bunlar bir güzel yerleşiyorlar o bölgeye. Ev, dam, samanlık şu bu… her şey yapıyorlar… Hatta Kürt Osman’ın elinden geldiği için bir demirci dükkanı bile varmış orada…

    Bu arada Devlet yeni muhacir/macur köyleri oluşturmaya devam ediyor. Arazi incelemesinde yakınlarında yerleşim olduğu için o bölgeye yeni iskan izni vermiyorlar. Eğretlilerin taktiği işe yarıyor ve yeni macur köyü Kurtluoğlan Kapısı denilen bölgeye kaydırılıyor. Saadet Köyü bu şekilde doğal yollardan daha güneye itilmiş oluyor.

    Araya Cihan Harbi giriyor; aileler, köyler hatta koca devlet darmaduman oluyor. Oğullarının üçü şehit olan Kürt Osman galiba Eğret’e geri dönüyor. Omarcıkoğlu Mehmet’in küçük oğulları da olduğu için yahut başka sebeplerle bu yeni ve geçici köyünde yaşamaya devam ediyor. Bu arada Yunan işgali yaşanıyor. Ağırlık merkezi Eğret olmak üzere Yunan Yedinci Tümeni bazen Yenice, Cumalı ve Susuzosmaniye köylerine bazı küçük birliklerini gönderiyor.

    Birbuçuk yıl böyle geçiyor… 1922 Yılı baharında Yunanlar, kaçınılmaz Türk Taarruzu için önlemleri alıyorlar. Yeni savunma hatları oluşturuyorlar. Bu hatlardan biri de tam olarak Eğretlilerin geçici oluşturduğu köycükten geçip İlbulak tepelerine uzanıyor. Hasılı 28 Ağustos 1922 günü o civarda da çok büyük çarpışmalar yaşanıyor.

    Yunan gittikten sonra da Omarcıkoğlu Mehmet bu yeni Eğret’te yaşamaya devam etmiş. Büyük oğlanları bilmiyoruz, ama ikizler Şükrü ile İzzet de yanlarında… Otuz kırk tane dombey varmış. Bir gün onları güderken, erkeklenmiş ilibada köklerini yolup yığmışlar.  Dombey güderken oynayıp eğlenirlermiş böyle… Yığdıklarını ateşlemişler, bu arada olan olmuş… Birkaç yıl önceki savaşlardan kalan patlamamış bir bomba gümlemiş…

    Gürültüyü duyan ana babaları koşmaya başlamış, ama çok uzaktalar...  Feryat figan gelirlerken çocukları boyluboyunca yere kapaklanmış görüp iyice korkmuşlar. O sırada birisi sersemleyerek doğrulmaktaymış, elinden de adeta kan fışkırıyor…

    ‘Şükrü kalkmıyor ana’  demiş İzzet… Şükrü bir daha hiç kalkmamış, orada vefat etmiş. İzzet’in elinden kan fışkırmasına sebep ise uçları kopan iki parmağıymış. Bilenler, Güdüğizzetin iki parmağında taşıdığı o patlamanın izini gördüklerini söylüyor…

    Patlama tahminen 1926/27’de oluyor.  O sırada ikizler ondört onbeş yaşındalar… Arap Halil İbrahim emmisi 1941’de doğan oğluna Şükrü adını verirken mutlaka onbeş yıl önce ölen yeğenini düşünmüştür. Berber Şükrü’nün isim hikayesi budur…

    Bu olaydan sonra Omarcıkoğlu Mehmet tamamen Eğret’e taşınıyor. Zamanla geçici Eğret’teki evler, damlar, ağıllar yıkılıp harabeye dönüyor; ören oluyor…  O mevkinin adı Örenler kalıyor…



18 Eylül 2023

Gobak Kuyuları

 
    Salih amel, insanların yararına yapılan her işin genel adı olarak çok kullanılan bir söz. Yol üstündeki bir taşı alıp kenara koymak, salih amele en basit bir örnek gösterilir. Eski adamların böyle yol temizliği yapmalarına çok şahit oldum. Şimdilerde ise, bir arabanın lastiğini patlatır diye çivi, vida gibi şeyleri yoldan alıp kenara koyanlara rastlayabilirsiniz. Bu da salih amelin en küçük göstergesiymiş...

    Bir de sadaka-i cariye denilen bir kavram var. İnsanlığın hayrına bir iş yapıyorsun, o işin sonucundan yararlanıldığı sürece senin sevap defterine gelir kaydediliyor. Ölsen de fark etmiyor, o hayırlı işten birileri yararlanıyorsa sana sevap olarak geri dönüyor. Bu yararlanma insanlarla sınırlı değil tabi; hayvan haşerat, kurt kuş da yararlansa sevap kazanıyorsun. Diyelim bir dere üstüne köprü yaptırdın. O köprü sağlam kalıp üstünden insanlar, hayvanlar gelip geçtikçe hesabına sevap yatırılıyor... Sevap hesabı sürekli aktığı için de bu hayırlı işe sadaka-i cariye (devamlı akan sadaka) denilmiş... Siz buna ucu açık salih amel diyebilirsiniz...

    Kim istemez ki hiç kapanmayan bir hesabı olsun ve bu hesaba durmadan gelir kaydedilsin... Bu yüzden insanlar yaptıkları hayırlı işin kendi ölümlerinden sonra da sürüp gitmesi için bunu bir sisteme bağlamak istemişler, böylece ortaya vakıf eserler çıkmış... Adam köprüyü yaptırdıktan sonra öylece bırakmamış; köprünün bakımı, sağlamlaştırılması, gerektiğinde ek kemer yapımı, düşen taşların yerine konulması vs. durumlarda kullanılmak üzere mesela bir dükkanını vakfetmiş. Onun kirası köprüye kullanılsın demiş. Köprü hep ayakta kalsın ki, adama manevi gelir kaydı sürsün. Mantık bu...

    Mesele ebedi hayat olunca, insanlar ona yatırımı ciddiye almışlar. Bu yüzden Osmanlı'da müthiş bir vakıf ciddiyeti var... Öyle vakıflar kurmuşlar ki şaşırmamak elde değil: Yaralanıp yolda kalan göçmen kuş vakfı, Fakirlikten evlenemeyen gençler vakfı, Fakir kızlara çeyiz vakfı, Parasını düşüren çocuk vakfı, İlkokul çocuklarına piknik vakfı vs... Bütün bunlar güzel bir davranışı ölümsüzleştirmeye yönelik şeyler... 

    Amacım kafa ütülemek değil, mevzuya geliyorum...

    Eğret'in bilinen üç vakfı var: İlki Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı, Tekkeyeri mevkkinde vakfa ait tarlalar varmış... İkincisi Kervansaray Vakfı, Dağ'da Hanyeri denilen mevkinin bu vakfa ait olduğu sanılıyor... Bilinen üçüncü vakıf ise Cami-i Şerif Vakfı ki Cuma Camisinin vakfıdır. Gazlıgöl taraflarında bu vakfın arazileri varmış. Vakıflar kapatıldıktan sonra Cami-i Şerif Vakfının Hayır Cemiyeti'ne dönüştürüldüğü anlaşılıyor...

    Eğret gibi eski bir yerleşim yerinde sadece üç vakıf bulunması düşündürücü. Bizim insanımızın iyi, güzel, yararlı, hayırlı işlere (salih amel) uzak olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız bu işten? Elbette hayır... Eğret tarihinde çok sayıda vakıf var, bunların en güzel örneği Kır Çeşme ve Kuyuları adıyla listelendi... Burada adı geçen yüze yakın kuyunun, çeşmenin her biri ayrı bir vakıftır ve adıyla anıldığı zat için açık hesaptır... Çünkü bunlar susuzluk çeken insan, hayvan bütün mahlukatın emrine sunulmuş. E bunun ne kadar saygıdeğer bir davranış olduğu malumumuz...

    Eğret Kuyularından dördü Gobak Guyusu, Gobağın Guyu yahut Gobakların Guyu diye anılıyor. Bunların biri köy içinde, Gobakların evin bulunduğu meydanda, şimdi Apak (Mevlüt Kopan)ın evin tam karşısında idi. İkincisi Üçgözköprüye yakın susa kenarında, üçüncüsü Çatalüyük-Gocagedik mevkiindeki derede, sonuncusu ise yeni Mezarlığın ardındaki derede bulunuyordu...

    Güneydeki susa kıyısındaki kuyunun Zeliha Ninenin hayratı olduğu söyleniyor. Bu doğruysa onun kazdırılması Gobak Dede sonrasına rastlar; çünkü Zeliha Nine, Gobak Dedenin gelini oluyor... Köy içindekinin ise ne zaman ve kim tarafından kazdırıldığı bilinmiyor, çok daha eski bir tarih olmalıdır... 

    Çatalüyük ve Bağlar tarafındaki iki kuyunun bizzat Gobak Dede (Hatiboğlu Hasan) tarafından kazdırıldığını öğrendim. Şu durumda yaklaşık 150 yıl öncesinden söz ediyoruz demektir. 1830 doğumlu Gobak Dede bu hayrını orta yaş döneminde yaptıysa, 1870 gibi bir tarih biçilebilir...  

    Gocagedik'teki iki dönüm tarlayı kuyu için ayırmış. Kazılmış, su bulunmuş, taşları örülmüş, bileziği konulmuş, aharlar yapılmış. Kovasıydı zinciriydi, dolabıydı sereniydi tam tekmil bir kuyu olmuş... İki dönüm tarla da kuyunun çevresine güzel bir avlu olmuş; mal maşat, at araba rahat yanaşsın diye... Aynı o şekilde diğer taraftakini de eksiksiz tamamlayıp insanlığın hizmetine sunmuş. Sağlığında bu kuyuların eksiğini gediğini tamamlamış, vakti geldiğinde taşını gübürünü temizlettirmiş. Bu hizmetin önemini bildiği için de kendinden sonrasında kuyularda kullanılmak üzere Çalıyayla mevkkindeki 12 dönüm tarlasını vakfetmiş... Buna dair vakfiye filan var mıydı bilinmiyor; ama 'bu tarlayı ekenler, kuyuların bakımını yaptırıp diğer ihtiyaçlarını karşılasınlar' diye vasiyet etmiş. Belki de yazılı bir belge de bırakmıştır...

    Kuyuların ihtiyaçları neler olabilir? Ahar bozulur, tamiri gerekir; seren kırılır, yenilenir; zincir kopar, tamir edilir; kova düşer, yenisi alınıp takılır... Bunun gibi şeyler yani... Gobak Dede akıllı adam; maksadı namı yürüsün değil, sevap defterine sürekli bir şeyler yazılsın... Gobak Dededen pay biçilsin, diğer bütün çeşme ve kuyu vakıfları da böyle...

    Böyle mübarek bir hizmet vesilesi olduğu için vakıf malları her zaman kutsal ve  dokunulmaz bilinmiş. Fakat bir dönemden sonra toplumdaki bu hassasiyet körelmiş... 

    Sonra bir de baktık ki ne vakıf kalmış ne kuyu... Kuyu cenazesine benzer bir kaç koflamış ağaç parçası, bir iki ahar kırığı yere serilmiş. Çevresindeki açık alan sürüle sürüle kuyu bileziğinin burnuna dayanmış; neredeyse kuyunun cenazesi oradan sürgün edilecek...

    Eskilerin salih amel, sadaka-i cariye anlayışı nerede, biz neredeyiz. Öyle bir savruluş savrulmuşuz ki...

    Neyse ki insandan ümit kesilmeyeceğini gösteren güzel örnekler de var. Körelen kuyuların dibine artezyen kuyusu açtıran duyarlı bir kaç kişiyi duydum. Güneş enerjisiyle su pompalayan çeşmeler yaptıranları zaten biliyoruz. Bir salih amelle dünya güzelleşiyor...



03 Temmuz 2022

Kuyular

    1- Gadem Guyu/Kadem Kuyusu: Gademler Sülalesince kazdırıldığı düşünülüyor. Hamzaların Ali Kaya'nın şimdiki evinin hemen altında, kaya çıkıntılarının dibinde, eski asfaltın solunda kalıyor. Serenli bir kuyu idi. Son dönemlerinde sağlam kalan bileziğinden aşağıya gübür atılıyordu. Zamanla doldurulup kapatıldı.

    2- Çerçilerin Kuyu: Çerçilerin Şükrü Kupan'ın ev ile eski asfalt arasındaki bölgede serenli bir kuyu idi. 1990'lı yıllarda hala sağlam ve kullanılır durumdaydı. Suyu biraz kekremsi olduğundan içilmezdi. Zamanla kot yükselmesi sebebiyle bileziği yerle neredeyse aynı hizaya geldi. Bu yüzden varlığı çocuklar için tehlike arz ediyordu.

    3- Hacı Mahmut Kuyusu: Hafızın Çeşmenin altında bulunuyordu. Yakınındaki çeşmeler daha kullanışlı olduğundan kapanan bu kuyuyu Hacımahmutların atasının yaptırdığı düşünülüyor.

    4- Eski Hamam Kuyusu: Hamamın içinde, oranın suyunu temin amacıyla eski zamanlarda kazıldığı sanılıyor. Kullanım amacı sadece hamam ile sınırlı idi.

    5- Akbaşların Evin altındaki kuyu: Hangi  adla anılırmış, kim tarafından ne zaman kazdırılmış, bilgi edinemedik. Suyu biraz tuzlu gibi, serenli bir kuyu idi. Şimdi yerinde bir çeşme var galiba. Ayrıca bu kuyu sebebiyle o civar Guyuderesi diye adlandırılmış.

    6- Kumpir Hasanın Kuyu: Alagırda, Kinislerin Kumpir Hasanın evin denginde dolaplı bir kuyu idi. Kumpir Hasan Saya tarafından kazdırılmış. Şimdi yerinde Ziraat Teknisyenliği var.

    7- Yeşil Cami Kuyusu: Cami avlusunda, abdest ve genel temizlik ihtiyacına binaen kazılmıştı. Şebeke suyundan sonra ihtiyaç kalmadı.

    8- Goca Cami Kuyusu: 20. Yüzyıl başlarında yapılan caminin avlusuna kazılmış.

    9- Yeni Cami Kuyusu: Caminin yanında, yolun kenarında dolaplı bir kuyu. Kelsaleğin Kuyu da derlerdi. Aharlarla kuyu arasında iki ak kavak dikkat çekerdi.

    10- Arap Hüseyinin Kuyu: Kasapların Arap Hüseyin Eser'in evinin altında dolaplı bir kuyu idi. Adıyla anılan kişi tarafından kazdırılmış.

    11- Böbülerin Kuyu: Böbülerin evin tam karşısındaki meydana, onların öncülüğünde mahalleli tarafından kazdırılan dolaplı kuyu. Şebeke suyundan önce her türlü ihtiyaç için kullanıldı. Dolap bilezik ve direkleri hala duruyor.

    12- Hacımahmutların Kuyu: Söğütçükte Hacımahmutların yurtlarının tam ortasındaki meydanda; basit duvarla çevrelenmiş dolaplı bir kuyu idi. Doldurulup kapatılmamış; yeri, yenilenen fırının dibinde belirlenmiş vaziyette.

    13- Gobakların Kuyu: Apak Mevlüt Kupan'ın evin tam karşısındaki meydanda dolaplı bir kuyu idi. Hatiplere de nispet ediliyor, malum Gobaklar da Hatiboğlu; ayrıca Hatiplerin eski evleri de orada...

    14- Hacıların Kuyu: Hacıların Odanın önünde, şimdi Kuran Kursu bahçesinin tam köşesinde dolaplı bir kuyu idi. Delinorilerin Kuyu diye de anılırmış.

    15- Daldalların Kuyu: Pazaryerindeki eski Belediye dükkanları ile Terzi Topalın dükkan arasında dolaplı kuyu. Daldallar tarafından kazdırılmış. Eyüpçetinin dükkan varken, kovayla meşrubat sallarmış.


    16- Hacı Abdil Kuyusu: Hacapdıramanlar tarafından kazdırılan bir kuyu. Cıldırın dedesi adını taşıyor. Şimdilerde Cıldırın İbrahim Keleş'te, dedeleri ve babası sevabına kuyuyu çeşme olarak canlandırma tasarısı var...

    17- Zencirliguyu: Son dönemde bütün kuyular zincirli imiş; ama demek ki bu kuyunun zinciri diğerlerinden farklı bir şeye sahipmiş. Keflinin Petrolü aştıktan sonra yolun solunda kalıyor. Tam burada Omarcıkların Şoför Halibramın arabası devrilmiş, 1966 yılında. Ölü yok; ama araç çok kalaba olduğundan yaralı sayısı fazlaymış.

    18- Çadırayak Kuyusu: Keflioğlu Petrolün tam karşısındaki derede.

    19- Hatiplerin Ağıl Kuyusu: Örenlerde Hatiplerin Ağıl yanında.

    20- Gobak Kuyusu: Gobaklar adıyla anılan üç kuyudan birisi, Üçgöz Köprü civarındakidir. Zeliha Ninenin hayratı olduğu söyleniyor.

    21- Körguyu: Suyu çekilmiş, kurumuş kuyulara körelmiş anlamında kör kuyu deniliyor. Kimin kazdırdığına dair bilgi yok. Yalnız, daha körelmeden önce suyunun Kelsaleğin kuyudan geldiği, yanlışlıkla düşürülen bir elma deneyiyle anlaşılmış...

    22- Davılcı Arifin Kuyu: Hacıların Davılcı Arif Azbay adına kendisi öldükten sonra oğlu Süleyman Azbay tarafından kazdırılmış, Bağların altında serenli bir kuyu.

    23- Çorbeciguyusu: Hacellerin atalarının kazdırdığına dair bir rivayet var. Direği, sereni, zinciri ile ayakta kalabilen ender kuyulardan biridir.

    24- Alimenin Kuyu: Kayalarla Şavalın Fidanlık arasında, eski asfalt kenarında serenli bir kuyu... Harman zamanında çok işlevsel olurdu... Kazdıran hayır sahibi bilinmiyor; ancak Alime adlı bu kadının Mollahmetlerden biri olduğu tahmin ediliyor...

    25- Beygirlinin Kuyu:

    26- Tekelinin Kuyu:

    27- Büzük Halilin Kuyu:

    28- İdirizlerin Kuyu:

    29- Gobak Kuyusu: Gocagedikte, Fasılhüyüğü ardındaki Gobakların kuyu, dolaplı. Gobak kuyularının ilkidir. Hatiboğlu Gobak Hasan Dede burayı kazdırırken oğlu İbrahim'i aşağı sallarmış. Urgan kopması sonucu bir kaza yaşanınca Bükürlerden aldığı gösterişli bir öküzü kurban kesmiş. Koca tarlanın ortasına kazdırdığı kuyunun çevresini böylece kuyu merası olarak vakfetmiş. Ayrıca bu kuyunun bakımı amacıyla 9-10 dönümlük bir tarlasını vakfettiği anlatılıyor.

    30- Gavas Guyusu: Söğütcük ilerisinde, Dandır yolu üzerinde solda. Direği yıkılmış, sereni yere serilmiş. Onun yerine Gavasın Ismeyil (İsmail Sargın) adına artezyen kuyusu açılmış.

    31- Gocagulağın Guyu: Söğütcük girişinde derin bir dolaplı kuyu idi. Suyu soğuk olduğu için; henüz buzdolapsız Ramazanların iftarına yetiştirmek üzere millet eşek sırtında su kuyruğuna girerdi.

    32- Hacıarifin Guyu; Söğütcük merasının ortasındaki serenli kuyu. Veyislerin Hacı Arif tarafından kazdırılmış. Kuyunun yerine, Hacı Arif'in oğlu Ahmet Varlı çeşme yaptırmıştı.

    33- Goca Guyu: Söğütcük zemin seviyesinin en düşük yerindeki serenli kuyu. Su seviyesi en yüksek kuyu idi. Baharda elini uzatsan tası doldururdun.

    34- Çolak Ömerin Kuyu: Selimlerin Çolak Ömerin hayratıdır. İskeleyolu ile Gocagır arasında, Gocagıra yakın noktada, serenli...

    35- Haytanın Kuyu: Şimdi Anıtkaya sınırları dışında kalmış kuyulardan biri. Bir vakitler Eğret hudutları dahilinde bulunan Susuz Osmaniye'nin hemen ötesinde İhsaniye yolundadır. Hala kullanılan serenli bir kuyudur. Haytanın babası veya dedesi tarafından kazdırıldığı düşünülüyor.

    36- Aliyenin Kuyu: Veyisler/Garmenler kızı, Emirhanlar gelini Aliye Ninenin hayratıdır. Üyüğü geçtikten sonra eski asfaltın sağında bulunan serenli bir kuyu idi.

    37- Gulizin Kuyu: Gocaguliz Ali Osman Uysal tarafından yaptırılmış. Ortası delik koca bir doğal taş bilezik olarak kullanılmış serenli kuyudur. Akkaya/Daştarla'da Şeytanhasan'ın bahçe önündedir. Bileziği doğal bir tapa gibi ağaç köküyle kapatılmış. Tam karşısında yolun öbür yanında torunu Kadir Haykır tarafından yaptırılan bir çeşme şu anda köyün içme suyunun büyük bir bölümünü karşılıyor.

    38- Bödünün Kuyu: Gocagulizin kuyu karşısında onun damadı Bödü Mehmet Sağlam tarafından yaptırılan serenli kuyu. Şu anda kalıntısı bile yok, ama kullanıldığı zamanlarda yakınlarına Bödümehmet harman dökerdi. İki kuyunun birbiriyle karıştırıldığı da söyleniyor.

    39- Hassönlerin Kuyu:

    40- Kelsaleğin Guyu: Hacıların Ağıl yanında olduğu için bu kuyuya da Hacıların Guyu dedikleri olur. Ne zaman kazdırıldığı bilinmiyor, Kelsalekden daha eski olabilir. Çok derin, dolaplı bir kuyu. Diğer kuyular gibi su tabanından çıkmaz; bileziğin 3-4 metre aşağısındaki duvardan bir şelale gibi aşağı akar. Bir zaman tabandaki deliği hasırla tıkamışlar, su bileziğine kadar dolmuş diye duydum. Ayrıca bazı gözükaralar, kova olmadığını görünce şelaleye kadar inip su alırlarmış. Mesela Gambırtevfik oradan bardakları doldurmuş; Patırın Hasan da yemenilerle su almış. Tabanı hasırla yahut yapağılarla tıkayan kişi de Hasan'ın babası Patır (Ahmet Yırgal) imiş...

    Tabanı çok derinlerde bu kuyuya dair anlatılan daha ilginç bir husus ise onun suyunun başka bir kuyuya kaynaklık ettiğiyle ilgilidir. Ne zaman yaşandıysa, bir gün biri herhalde su alırken elma düşürmüş. Nasıl olduysa oradan Körguyuya geçmiş, düşürdüğü elmayı çektiği kovanın içinde görünce Körguyunun suyu, Kelsaleğin kuyudan geldiği anlaşılmış...

    41- İmranguyusu: Yeni mezarlık yanından giden Dağ yolunun solunda kalır. O mevki de bu kuyunun adıyla biliniyor. İşoflar sülalesi ataları tarafından kazdırılmış dolaplı bir kuyudur.

    42- Daldalların Kuyu: İmranguyusu yakınlarında serenli kuyu. Daldalların hangisinin hayratı olduğu bilinmiyor, tamamen kapalı durumda.

    43- Iraziyenin Guyu:

    44- Böbülerin Guyu: Göğemderede Böbülerce kazılmış serenli kuyu.

    45- Çatalın Guyu: O mevki de bu isimle biliniyor. Hatta yanındaki höyük Çatalınkuyuhöyük olarak kayıtlara geçmiş. Çatalların atası tarafından yaptırıldığı düşünülüyor. Seren düşmüş, geriye direğin bir kısmı kalmış. Kuyu yerinde şimdi artezyen var.

    46- Gobak Guyusu: Gobak Hasan Dede tarafından vakfedilen üç kuyudan biri de Bağlar mevkiinde. Çevresi bir zamanlar çok geniş olan bu kuyu daha çalışırken torunları tarafından daraltılmış. Şimdi kullanılmayan kuyunun yalnız direk ve sereni kalmış.

    47- Hacamedin Guyu: Emiralanoğlu Hacı Ahmet'in hayratıdır, zamanla bulunduğu mevki de aynı isimle anılır olmuş. Hayır sahibi Hacı Ahmet, Aliye Ninenin kayınpederidir.

    48- Gambırarifin Guyu: Gambır Arif Öztürk bu kuyuyu kendi tarlasına kazdırıp çevresini vakfetmiş. Yolun çatallaştığı noktada şimdi artezyen kuyusu bulunuyor.

    49- Tüfekçi Kuyusu:

    50- Ardıçlıguyu: Mandıra mevkiindeki serenli bir kuyu. Adını, üzerine seren yerleştirilen ağaçtan almış. Rivayete göre kazılan kuyu yakınında büyük, çatal bir ardıç ağacı varmış. Seren direği olarak o ağacı kullanmayı uygun görmüşler. Hem ağaç sağ kalmış hem de hazır bir direk kolaylarına gelmiş. 

    51- Gulizin Guyu: Gatçayır'da Gocaguliz Ali Osman Uysal tarafından kazdırılan serenli kuyu.

    52- Daldalların Guyu: Gatçayır'daki üç kuyudan biri olan bu serenli kuyuyu da Daldalların hangi bireyi hayratı olduğu bilinmiyor.

    53- Beylik Bahçesi Kuyusu:

    54- Terlemezin Kuyu:

    55- Zelihanın Kuyu: Atmezarından Çayırlara, bir yanında gıran diğer yanında tarlalar olduğu halde ilerleyen yol üstündeki dört kuyunun üçüncüsüdür. Hacizekeriye eşi Zeliha Hanımın hayratı olan bu kuyu serenlidir.