Beş altı kilometrelik hafif yay biçiminde dizilmiş irili ufaklı tepelerden oluşan İlbulak dağlarının genel tanıtım yazısında bir çok kaynaktan yararlandım. Bazı bölümlerini iyi bilmeme rağmen, hiç bilmediğim, yarım yamalak tanıdığım, gezip dolaştığım halde adını bilmediğim çok değişik kısımlarını da sonra sonra keşfettim. Üzerine en çok konuşulan yerlerden biri Almalı idi ve benim Almalı hakkında bildiklerim sadece duyduklarımdan ibaretti. En çok yazı yazdığım bir yeri görmemiş olmam büyük eksiklikti, ilk fırsatta giderilmesi gereken bir ayıp...
O fırsat dün elime geçti. 16 Nisan Çarşamba günü Almalı'ya kadar uzanan bir geziye çıkacağımızı sabah hiç bilmiyorduk, öğleyin çapından habersizdik, ikindinde ise bu gezinin mutlu yorgunluğu üzerimizdeydi...
Ayvaz ile Köroğlu başbaşa kahvaltı ediyoruz... Dedi ki 'Otura otura koflaşacağız, çıkıp şu Çapakçayırı'nda dolaşalım biraz...' Madem yürüyüş yapacağız gerçek bir doğa yürüyüşü olsun diye Dağ'a gitmeyi teklif ettim... Hemen sofrada kararlaştırıp yemeyi hızlandırdık, bir an önce yola çıkmalıydık...
Çatkuyu yolu üzerinde, biraz içeriye park ettik. Tepelerin hemen eteğinde, çamlarla gılikler ve çalının harmanlanıp birleştiği hattan gidecek ve dönüş yolunu İblak zirvesinden yapacaktık. Aslında her zamanki güzergahımızdı bu ve akıllıcaydı. Zindeykenki yürüyüşü engebeli, zahmetli ve dolayısıyla yorucu bölgeye denk getirir, iyice tükendiğimiz dönüş yürüyüşünü nispeten düz bir satıhta yapardık.
Bir kaç gün önceki bembeyaz karlı görüntüsünün etkisiyle olacak, toprak hala ıslak ve gölge hala serin; bununla beraber güneş olanca yakıcılığıyla sahnede... Bu geçiş dönemi iklimini tasvir gerekirse İblak'ın yakaza hali denilebilir. Uyku ile uyanıklık arasındaki bu haliyle yakaladığımız iyi oldu, yoksa uyandığında İblak'ın hızına yetişemiyoruz; bir de bakmışız sonbahar gelmiş...
Şu halde torbaları poşetleri boşuna almışız. Toprak kızmadığı için mantar filan yok, kekikler de henüz uzamamış. Her taraf yeni filiz yakı otlarıyla dolu, ama onlarla da işimiz kalmadı. Öyle avare avare yürüyoruz...
Bödününçeşme dengini aştık, Resulbaba istikametine ilerliyoruz. Nerede bulunduğumuzu anlamak için sık sık solumuza dönüp Dağ'ın eteklerine bakıyoruz. İşte şu terk edilmiş taş ocağı, ötedeki ağıl, karşı yamaçta evveli sene falancanın kotra vardı, onun arkası Gayraklı, şimdi Şamlı hizasındayız...
Süpürgelik'ten geri dönelim, diyorum. O kadar yürüyüş yeter bence... Oraya neden bu ad verildiğini anlatıyorum, biraz da ukalalık yaparak; eskilerden öğrendiğimi satma zamanı... O vakitler kullanılan çalı süpürgesinin malzemesi olan dikenimsi otlar burada bolca yetişiyor, tam süpürgelik yani... Bu süpürge otlarının bir adı da piren imiş, bu yüzden Süpürgelik'e Pirenliyer dedikleri de oluyor... Her neyse, burası aynı zamanda mantar ocağıdır; hedef belirlememin bir sebebi de bu... Mantara dair kalan azıcık umudumuzu da Süpürgelik'e vardığımızda kaybettik. Orası da bomboş...
Mantar toplayıcısı olarak çıktığımız seferlerde yürüyüşü hep Süpürgelik'te bitirmiştik. Buradan bulacağımızı bularak, yahut hayal kırıklığını torbamıza koyarak dönerdik; daha öteye hiç geçmedik. Niyetimiz yine o yönde idi, ama hayret ikimizde de hiç yorgunluk emaresi yok... İşte o anda içime düştü Almalı ateşi... Yamaçtaki yolun oraya gittiğini duymuştum, o yola düşersek bizi Almalı'ya götürürdü. Doğuya yürüyüşümüzü sürdürdük...
Daha Süpürgelik çukuruna inmeden karşı bayırda bir traktörü siperiyle rengiyle farketmiştik. Sözünü ettiğim yola varmadan yolumuzu hareketsiz traktöre düşürecek şekilde ilerledik. Maksadımız her kim ise sahibinden, bilmediğimiz bölge hakkında bilgi almak. Artık Dağ'ın eteklerinden de yüz çevirdik, hep doğuya bakıyoruz...
Traktörlü bayıra varmadan önümüze bir çeşme çıktı. Sonuncusu hafif kıvrılmış üç ahar boş, çünkü akmıyor, kurumuş çeşme. İlk defa gördüğüm çeşmenin adını merak ederken cevabı son ahardaki yazılarda bulduk: "18 Mayıs 1999 Demirce Yeni Çeşme..." Demek ki Demirce burasıymış... Bayırda traktörün yanında yatan Resul Karakaya bu tepenin Demirce olduğunu teyit etti. Almalı'ya nasıl ulaşacağımızı da öğrendikten sonra Demirce'den ayrıldık...
Resul'un adı Hacıiresil (Resul Tül) dedesine dayanıyor. Onunki de varıp Resul Baba'ya... Hatta Eğret'teki bütün Resul'lerin kadim kaynağı Resul Baba'dır. Resulbaba tepesi istikametinde yürürken bir yandan da bunlar geçiyordu aklımdan...
Hemen aşağıda Halibanâ'nın çeşmeyi göreceğimizi söylediydi Resul. Rahmetli Halil İbrahim Kızılyel gerek gördüğü her yere çeşme yapmasıyla ünlü gariban bir hayırsever idi. Sayısı bilinmeyen çeşmelerden birisi de buradaymış, hep merak ederdim. Onu bulmamız zor olmadı, gerçekten küçük bayırı aşınca karşı yamaçta belirdi. Önünde her dalı ve gövdesiyle kurumuş kocaman bir söğüt var. Çeşme olmasa bile o söğüdün fark edilmemesi imkansız... Çir çir de olsa çeşmenin hala akıyor olması muhteşem. Dağ o kadar sessiz ki otur bu gariban çeşmenin şırıltısını dinle... Yarılmış bir aharı ve tahliye deliği tıkanmamış öteki aharı su tutmuyor, yine de akıyor olması bile canlılık kaynağı... Sadaka-i cariye nedir, sorusunun canlı cevabı bu çeşme olsa gerek. Buz gibi suyundan içerken, "Nurlar içinde yatarken önüne gelsin Halibanâ" diye dua ettik...
Hani çeşmenin önünde koca bir söğüt ağacı var demiştim ya, her yanı kuru olan... İşte onun her yanı kuru değilmiş. Daha doğrusu her yanı kuruymuş da hemen her dalında canlılık alameti bir şeyler fark ettik: Ökse otu... TV'de sosyal medyada sürekli kendine yer bulan şifacıların her derde deva dediği bu otlarla çantanın birini doldurduk...
Mantardan ve kekikten yana nasipsiz teselli kaynağımız ökse otundan ibaret kalmadı. Adı sukulent miymiş ne, bir kaç çeşidini görünce deli oldu. Onlardan kazdık köklü ve topraklı... Sonra bilmem kaçıncı İblak Kekiği Kültür Yetiştiriciliği Projesine temel olmak üzere köklü ve topraklı kekikler kazdık. Bunların hepsini de diğer çantaya koyduk, yükümüz ağırlaşmaya başladı...
Henüz aşınca Almalı vadisiyle karşılaşacağımız söylenen bayıra varamadık. Orada uzaktan bir kale burcunun yıkıntısıymış gibi görünen taşlar var. Böyle olmadığını, doğal devasa kaya parçalarının bize öyle göründüğünü yanlarına varınca anladık. Üstüne çık, sırtını kuzeye ver; muazzam bir poz oluşturan koca kayalarda bol bol fotoğraf çektik. Bu arada buradan bakınca Eğret ne kadar yakında görünüyordu, havanın ne denli berrak olduğunu anla artık. En az 7-8 kilometre uzakta olan köy sanki yanıbaşındaymış gibi görünüyor. Elektirik hatları yokken, manyetik alan oluşturan hiç bir etkenin bulunmadığı dönemlerde insan sesiyle minareden okunan ezanı Dağ'dan işittiklerini dinlemiştim. Şu görüntüden sonra bu söylentiye daha da inanır oldum...
Fotoğraf arasından sonra yürüyüşe devam ettik, muntazam kazılmış 2X2 metre ebadında bir çukur gördüm; derin değildi, ama üğünen toprakla dolmuş olabilir. Tahmin edileceği gibi definecilerin işidir... Sonra, daha başta Çatkuyu'ya doğru biraz daha ileriden ayrılan yolun uzantısıyla karşılaşıp kendimizi ona bıraktık. Bu bölüm oldukça kolay bir yürüyüş oldu...
Nihayet bayırı aştığımızda Almalı vadisi olanca genişliğiyle karşımıza çıkıverdi. Bu manzarayı aniden beklemiyordum, Almalı nazlı bir gelin gibi birdenbire duvağını açmazdı. Yanlış hayal etmişim. Eğer meşeler göğermiş olsaydı 'Vadim O kadar Yeşildi'yi hatırlattı derdim. O kadar olmasa da şimdiye kadar dinlediğim Almalı hikayelerinin boş olmadığını bu ilk görüşte vadinin kendisi anlattı demek yanlış olmaz. 'Öküzüm Ahara Düştü', 'Almalı Suyu', 'Mantara Giden Çocuk', 'Aşiret Yörükleri', 'Kör Hoca'nın Saati', 'Sığırcı' ve benzer hikayelere mekan olmuş Almalı işte karşımdaydı ve her türlü övgüyü hak ediyordu. Sen bir de Mayıs ayındaki halini düşün...
Önümüzdeki Almalı çanağı bir zamanlar bayram yeri gibi kalabalık olurmuş. Koyun sürüleri, köye ait sığır sürülerinden biri, öküz çobanları, her dönem karşı bayıra konan Aşiret Yörüklerinden Gara Ahmet... Hepsi burada yaylarmış, hayvan ve insan sesleri doldururmuş vadiyi... Oysa şimdi ne kadar sessiz, terk edilmiş bir doğal film setini andırıyor...
Tepeden aşağı bakan gözlerim hemen çeşmeleri aradı ve buldu. İşte şu önümüzde duran yukarı, daha ileride aharları ve gövdesiyle beliren ağartı da aşağı çeşme olmalıydı. Fakat, bir dakika... O ileridekinin az yukarısında bir ağartı daha var, üstelik aharları da çok belirgin. Oysa bana Almalı'da iki çeşmeden bahsetmişlerdi, üçüncüsünü kimseden duymadım; yenilerde yapılmış olmalı, ama hangisi üçüncü ki?
Yakınımızdakine çabuk ulaştık. Kurumuş... Üç aharı da muazzam mozaikten dökülmüş, gövdede 1981 tarihi okunuyor. Şimdi en aşağıdakine inip, diğerindeyse namaz kılarak dönüşe geçmeyi planladık.
Aşağı çeşme daha önce fotoğraflarını gördüğüm Dıkma Mevlüt Özen ve eşi Münevvere Hanım hayratı olarak tamir edilmiş. Suyumuzu içtik, altına üstüne konuşlanıp fotoğraflar çektikten sonra çeşme gövdesinin de arkasına doğru geçip oturdum. Kuzeye, yani köye doğru baktığımda gözümün önündeki manzara tanıdık geldi. İlk defa geldiğim bir yerin manzarası nasıl tanıdık olabilir ki? Sonra sürekli tekrar eden rüyalarımdan birini daha hatırladım. İşte oradandı bu görüntü... Çok uzak olmasına rağmen köye baktığımda hemen şurada görünen, her zaman masalsı gerçekliğinde bulunmaktan huzur bulduğum bir rüya ülkesinin görüntüsüydü. Şimdi bunun benim Almalı'ya ilk gelişim olduğunu nasıl söylerim... Oturduğum yerden o görüntünün bir kaç fotoğrafını çektim...
Son çeşmeye vardık. Bunun gövdesi yok, yalnız aharları yukarıda gördüğümüz kuru çeşmeninkilerle aynı tarzda ve zamanda dökülmüş gibi... Öğle namazını kılarken Hoca Dedemin seksen yıl önce teravih kıldırmak için Ramazan'ı buralarda geçirdiği aklıma geldi. O vakit Almalı'nın ne kadar şenlik ve kalabalık olduğunu hesap edin.
Dönüş yürüyüşündeyiz. Domuzlar bir şeyler ekecek sanırsam, iyi sürmüşler her tarafı. Ne kökü arıyor bunlar, gavur pancarı mı, çiğdem mi, yoksa başka şeylerin soğanını mı?... Çiğdem deyince, eskilerin çiğdem (kardelen) kazmak için baharda kırlara çıktığından söz ettik. Kaç kere denediysem çiğdem soğanına ulaşamamıştım, domuz sürdüğü yerlerdeki çiğdemler o kadar kolay yolunuyor ki, çektiğin soğanıyla birlikte geliyor. Böylece ilk defa çiğdem kökü yedim. Tadını tarif edeyim; salatalık, kırmızı turp, havuç, marul, devetabanı... Bunların tadını bilirsiniz, karıştır hepsini, işte çiğdem tadı bütün bunların karışımı gibi bir şey...
Tahmin ettiğimiz gibi dönüş daha kolay oluyor, yukarıdan ve düzlükten... Bir kaç gün önceki soğuğa maruz kalmış dağ lalesi ve yeni açmış sümbül aileleriyle karşılaştık. Her biriyle hatıra fotoğrafı olmazsa olmaz...
Fotoğraf için duruşlar, namaz molası filan derken en fazla yarım saat ara vermişizdir, net olarak dört saat yürüdük. Keşiflerle dolu keyifli bir gezintiydi.
Sakın bu yazıyı Berber Emmime okutmayın, şuraya niye gitmedin, berikini niye yazmadın diye cahilliğimi yüzüme vurur da vurur... En iyisi onunla başka bir Dağ yürüyüşü yapmak...