Buna rağmen Bahçecik çeşmesi olduğunu düşündüğüm yere varıp dönmek 4,5 saatimizi aldı. Sadece ikindi namazı için çeşme başında mola verdik, o kadar. Çünkü tepeden de olsa yürüyüş kolay değil...
Almalı tarafındakinden farklı bir bitki örtüsüyle karşılaştığımızı belirtmek lazım. Farklı zamanlarda gözlemlemeye bağlı olabilir bu durum, ama arazi ve toprak yapısı da farklı geldi bana.
Lale ve sümbüller yoktu artık, onun yerine dağ veya ada çayı olduğunu düşündüğümüz öbek öbek ot ve çiçek ocakları keşfettik. Bunlar diğer tarafta yoktu... Belki vardı da zamanı değildi, orasını bilemem. Zirvede bol gördüğümüz bu çiçeklerden numune aldık, gerçekten adaçayı ise onlardan da toplamak için tekrar gitmeyi düşünebiliriz.
Tepedeki kekikler gıran kekiği türünden. Onun kokusu da keskin oluyor, ama yaprakları pek canlı değil. Diğer tülü kekik türlerinden de bol var, lakin çiçek açmalarına daha bir hafta on gün var. Bu kekik milletinin her hali güzel ve lazım olduğundan yine de yeter miktarda topladık.
Yakı otu da diğer mevkilere göre bu tarafta daha gür gibi geldi bize... Belki yağmur sonrası bahar vakti olduğu için öyle gelmiştir, öte taraflarda da şimdi böyle gür ve canlı olabilir, bilemeyiz. Hatırı sayılır miktar da ondan topladık, çünkü mide rahatsızlıklarına şifa olduğunu yakından gördük bu sene... Yakı otunun macerası çok ilginç, sadece bizim sülaledeki bilinirliğiyle günümüze geldiğini iki yıl önce bir yazıyla dile getirmiştim. Kocatepe Üniversitesi'nde bir bitirme tezine konu olduğunun, ayrıca Tübitak destekli bir proje ile araştırılıp literatüre sokulduğunun müjdesini vereyim.
Çeşmenin başındaki galgan dikenlerine ve çayır gibi otlara bakınca buralara neden Bahçecik denildiğini anlıyorsunuz. Oysa Almalı'da elma, Kirazlık'ta kiraz olmadığı gibi buralarda da bahçe bulunmayacağını düşünmüştüm. Başka yerde görmediğim böğürtlen ve badem ağaçlarını da belirtmek lazım. Gerçi bademlerdeki intizama bakılırsa ormaniye tarafından gerçekleştirilen ağaçlandırma sırasında dikildikleri anlaşılıyor. Bademlerde geçen yılki meyveler hala dallarda... Tabi içleri koflaşmış, yenecek durumda olmadıklarından acıbadem mi, yoksa yinsel mi olduğunu anlayamadık. Galiba soğuk vurmuş, bu yılın meyvesi yok, tadına bakabilmek için en az bir yıl daha beklemek gerekecek... Sonbaharda böğürtlen toplamak için de gelmek lazım bu bölgeye....
Gedik batısından başladığımız yürüyüşün ilk anından itibaren Altıntaş ovasının gözümüzün önüne nasıl seriliverdiğine şaşıyoruz. Benzer bir görüntü Almalı tarafındaki tepelerden de alınabiliyor, ama o daha çok İhsaniye-Döğer hattına hakimdi. Oysa buradan bütün kuzey bölgesi ayaklarınızın altında... Süvari Kolordu Kumandanı Fahrettin Paşa'nın 27 Ağustos 1922 gününe ait notlarını hatırladım: "İlbulak Dağına çıkan keşif kolları orada düşman bulunmadığını, Eğret bölgesinde büyükçe düşman ordugah çadırları görüldüğünü bildirdiler…" Paşa'nın keşif kolları gözlemini tam da buradan yapmış olmalılar, zira buradan köyün bütün arazisi görülebiliyor ve ayrıca başka keşiflerde Almalı tarafında tek tük düşman askeri görüldüğü belirtilmişti...
Bulunduğumuz tepeden aşağılara kadar uzanıp giden küçük vadiye Kuyuderesi diyorlar. Vaktüzamanında dere boyunda bir çok kuyu bulunduğu anlaşılıyor, yoksa neden bu isim verilsin. Yine bulunduğumuz noktanın aşağılarında bir yere Gavuryatağı diyorlarmış. Galiba işgal döneminde bir müddet orası Yunan ordugahı olarak kullanılmış. O dönemde İlbulak'ın düşman tarafından nasıl yuvalanıldığı ve meşe çalısının nasıl yağmalandığına dair çok hatıra dinledim. Almalı ve Resulbaba sırtlarına angare yoluyla kazdırdıkları mevzilerin izleri bugün hala belli... Bu tarafta öyle mevzi ve siperler yok, ama işte çöktükleri mevkinin adını köylümüz Gavuryatağı olarak belirlemiş. Elbette bütün bunlar büyük Türk taarruzu başlamadan önceki döneme ait hususlar. Yoksa Süvari Keşif Kolu bizim şimdi bulunduğumuz tepeden aşağılara baktığında Gavur yatağını çoktan boşaltmıştı...
Biraz daha batıya doğru ilerleyince seyir terası gibi bir çıkıntı var, fotoğraf çekmek ve poz vermek için çok uygun. Oradaki bir fotoğrafı gören Mahmut Omak 'Tahminime göre İncegeriş üzerindesiniz' dedi. Mehmet Ali Kalkan beyin bir yazısından daha yeni öğrendim, geriş ak toprak demekmiş. İncegeriş denilen mevki her neresiyse toprağını incelemek üzere tekrar gideceğim. Bu yüzden dağı iyi bilen biriyle gezmek önemli...
Aracımızı arkadaki taş ocağının hemen üstüne bırakmıştık. Dağın kuzey yamacında da büyükçe deşilmiş bir taş ocağı bulunuyor. Belki 30 yıla yakın oldu Almalı tarafındaki ocak açılalı. Gerçi şimdilerde bunların hepsi terkedildi, ama bıraktıkları enkaz koca dağın bağrında kapanmaz yaralar gibi görünüyor. Bitki örtüsüyle kapanması, dünyanın varsa o kadar ömrü, bir kaç yüzyılı bulur...
Koskoca bir yara da Amerikan şirketinin kurduğu göstermelik çiftlik. Devlet desteğini alana kadar biraz hayvan bağlamış olabilirler, sonra defolup gittiler. Geride bıraktıkları çıplak boşluk, uğruna heba edilen onlarca ağılın sessiz ağıdını yakıyor. Vatan insanın nefes alabildiği yerdir, biz bu hazin manzaraya bakarken soluğumuz kesiliyorsa, ortadaki ihanet öyle böyle değil... Öncekiler gibi bizim ömrümüz de kaybettiğimiz nimetlere buğulu gözlerle bakmakla geçecek...
Ağılların tapusu alınsaydı veya ağaçlandırma yapılsaydı bu yağmanın önüne geçilebilir miydi, zannetmiyorum. Ne yapar eder, orası olmaz da belki başka bir varlığımızı heba etmenin yolunu bulurduk. Öbür taraftaki ağaçlandırmayı kendi ellerimizle durdurmadık mı... Allah'tan Bahçecik bölgesinde daha sistemli bir ağaçlandırma yapılmış.
Aslında mevkileri çok bilmiyorum, fakat daha önce bir kaç kere çıktığım bir düzlük vardı, Tunanın Tarla diyorlar. Gavur gittikten sonra uzun müddet kıtlık olmuş. Bu kurak dönemde köye yağmur da yağmamış, kuraklık var. Ne de olsa dağdır, buralara yağdığı için uygun yerleri sürüp haşhaş ekmişler. Patlağıntarla, Tunanıntarla gibi isimlendirmeler o günlerden yadigar... Yalnız burada kastedilen bildiğimiz Tuna Hüseyin değil, daha eski ve başka bir Tuna imiş, kim olduğu bilinmiyor... Neyse, daha önce hep aşağıdan çıktığım Tunanıntarla alanlığı baştan aşağı mantar ocaklarıyla kaplıydı. Bu yüzden orayı gözetleyerek ilerledik, gel gör ki tam yerini katiyyen çıkaramadım. Yukarıdan bakınca ne nerededir bilemiyorsun. Önemli değil, zaten mantarı yemeyi değil toplamayı severim diyerek kendi kendimi teselli edip yola devam ettik...
Bu arada aşağılarda sessiz heyulanın yakınlarında, her nasılsa ayakta kalabilmiş bir kaç ağıla bakarken Keçi yataklarını hemen fark ediyoruz. Keçi sürüleri yatarlarmış burada... Bu geniş düzlükte yatarken boş durmayıp gübreliyorlar, dolayısıyla Keçiyatakları hep mantar ocağı... 30 yıl önce oralarda mantar aramalarımız, yağmurda ıslanmalarımız, Kemiklerin ağıla sığınmalarımız, Ayşe Teyzenin hazırladığı sofrada gıdalanmalarımız aklıma geldi... Bir de buralarda Aşiret yörüklerinin yaylaması... Oysa şimdi koca dağ ne kadar sessiz ve ıssız görünüyor...
Böyle böyle Bahçecik bölgesine gelmişiz. Bunu, önümüzde aniden muntazam sedirler belirince anladık. Manzara doyumsuz... Nere neresidir, hatta burası Bahçecik midir emin değiliz; ama bir Bahçecik varsa işte burası olmalıdır...
Büyük bir vadinin ilerledikçe genişleyen havzası burası. Bazı bölümleri, orada burada imam ardında saf tutmuş cemaat gibi sedirlerle ağaçlandırılmış; ama büyük bölümü yine çıplak... Burada bilinçli ağaçlandırmanın ne denli mühim olduğu ortaya çıkıyor. Keşke her taraf yemyeşil olsa...
Buna rağmen geniş düzlük, adını hak edercesine canlılık saçıyor. Ortalıkta in cin top oynasa da bu canlılığı sırf manzaradan hissedebiliyorsunuz. Eskiden daha canlıymış buralar, pikniğe gelirlermiş insanlar. 1970'lerde Aliefe, gösterdikleri başarıdan dolayı öğrencileri buraya getirerek ödüllendirmiş. Aynı yıllarda Bahçecik'te Hıdrellez karşılama fotoğrafları bulunuyor...
Bir de çobanlar var... Çobanlar ve sürüler... Asıl canlılığı sağlayan, dağa hayat veren de onlarmış sanki... Ağıllar ve koyun keçi sürüleri malum... Bunun yanında Yörük çadırları ve sürüleri var... Hatta Aliefe'nin beygir sürüsü bile var... Buralarda Metin Tüplek Abi çok beygir gütmüş...
Yeraltı ve yerüstü sularının da çağladığı zamanlarda Bahçecik'te suları ağzından taşan tam sekiz kuyu varmış. Şimdi bu kuyuların yerini tespit etmek mümkün mü bilmem. Meşhur çeşmeye doğru ilerlerken küçük bir derede nemlilik fark ettik. Mutlaka yukarılarda bir yerde kaynak olmalı. Nitekim az ileride nemlilik damla damla suya dönüştü. Daha gitsek bir kuyu veya minik pınar bulacağız, ama çok yorgunuz, aramaktan vazgeçip tekrar çeşmeye yöneldik.
Çeşme çirçir aksa da çevresini yeşertmeye yetiyor. Eski aharlarının dikine yenileri eklenerek galiba gövdenin yeri değiştirilmiş. Altı tane mozaik aharlı yeni çeşmenin ucunda gövdesi çatallaşmış bir söğüt dikkat çekiyor. Bir hayırseverin aharları yosundan temizlemesi gerekiyor. Vaktimiz olsaydı yapardık, ama çok yorulduk ve geç oldu. Biraz moladan sonra tekrar yola düştük ve akşama doğru varacağımız yere ancak vardık...
Hangi bölgesi olursa olsun, İlbulak'ı gezecekseniz oraları bilen biriyle gezin. Bahçecik'e tekrar gidersek biz öyle yapacağız...