flora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
flora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2024

Altın Otu

 
    Rahmetli Cingenömer/Ömer Salman'dan nakledilen efsaneye göre, İblak dağlarında bir çoban koyun köpeklerinin diyaloğuna şahit olunca şaşırır. Bu hayvanlar havlamıyor, hırlamıyor, çemkirmiyor; resmen insan gibi konuşuyorlar. Konuşmalarının da bir konusu var, meslekleriyle ilgili dedikodu ediyorlar... Sonra bir anda bu garip sohbet normale dönüverir; işittiklerinin konuşma değil köpek cerlemesi olduğunu anlar. Bu değişimin sebebini düşünürken, diş kurcalamak için ağzına aldığı bir ot çöpünü hatırlar. Bütün sır, ağzındayken hayvanların dilini anlamasını sağlayıp, attığında her şeyin normale döndüğü bu ottadır. Ne var ki, bütün çabasına rağmen bu otu bir daha bulamaz.

    Ne zaman yaşandığı anlaşılmayan efsane, Anıtkaya'da kıdemli çobanlar arasında hala bilinip anlatılıyor. Yalnız efsanedeki esrarengiz otun kimliği hala tespit edilememiş. Ömer Salman bu efsanenin hemen ardından bir yaşanmış olay nakleder. Dananın Hacı Çolak Mehmet Kurt'tan dinlediği bu olay, efsaneyi destekler niteliktedir. Kesilen bir kara koyun kellesi, köpekler tarafından ağılın en karanlık noktasına götürülmüş. Hacı'nın bizzat şahit olduğuna göre, hayvanın dişleri elmas gibi parlıyormuş. 

    Böbülerin Goca Hasan Kabadayı'dan da benzer bir nakil var. Buna göre Kelsalek Salih Azbay'ın bir koyun ölünce dişlerinin altın suyuna batırılmış gibi parladığını görmüşler. Gocahasan Emmi o sürünün yayıldığı Resulbaba-Zîret arasındaki bölgedeki ottan kaynaklandığına hükmetmiş. Onca arayıp taramasına rağmen otu teşhis edememiş. Bahsedilen bölgeye sadece bizim köye ait on onbeş sürü çıktığı için ot hemen tükenirmiş. Dediklerine göre hayvan, özellikle keçi, mevsiminde aşerer gibi otu ararmış. Dolayısıyla hayvan otu insanlara bırakmıyor, bu yüzden de nasıl bir ottur teşhis edilemiyor. Bilinmezlik ve gizem arttıkça olay efsaneye dönüşüyor.

    Sürülerden fırsat bulup da koparamadıkları efsanevi ota altın otu demelerinin sebebi, hayvan dişlerini altına dönüştürdüğüne inanmalarıymış. Bunu düşününce, onların ot aramasını biraz da definecilerin hazine aramasına benzetebiliriz...

    Koyun keçinin dişlerini parlatan altın otu hikayelerini başka bazı kaynaklardan da duydum. Hiç birinde en baştaki efsanedeki yaklaşım yoktu. Otun Hz. Süleyman gibi hayvan dilini anlayacak idrak kazandırdığını filan söylemiyorlardı; ama hepsinin ortak noktası İblak dağlarında yetişen bir ot var, yiyen hayvanın dişleri aşırı derecede parlıyor, yönünde...

    Bir noktadan sonra efsane ile gerçek birbirine karışıyor. Anlatılanların bir açısına göre, çok sevdiği için yiyip bitiren hayvanlar insanlara bu otu bırakmıyordu. Başka bir açıdan dinlediğime göre ise bu otun çayı da çok güzel olurmuş. Yörüğoğluların Musa Tüplek'in çayını çok demlediği otun adresi değişiveriyor; Guyuderesi'nde kayaların arasında çıkarmış ekseri...

    Bütün bunları birleştirdiğimizde, bir tek ottan bahsedilmediği sonucuna varabiliriz. Efsanedeki ot ile Zîret ve Guyuderesi civarında belirlenen otlar farklı olabilir. Aynı ot da olabilir; olayın kahramanlarının ağılları nereye yakınsa herkes oradakine vakıftır. Bir de her birinin ota dair algıladıkları farklı olabilir, çünkü herkesin bir ottan beklediği farklıdır. Kimi simyacı gibi dişi altına çevirmesini bekler, kimi lezzetli ve sıcak bir çay olmasını...

    Ömer Salman Emminin anlattığı efsanede otun adına dair bir bilgi yok. Hacı Çolak Dedeye dayandırılan olayda da isim zikredilmiyor. Sonrakilerde bu altın otuna dönüşüyor. Goca Hasan Emmi zaten otu bulamadığını belirtmiş. Derken, Musa Emmi ile bolca vakit geçiren Necaip Omak, bahsedilen altın otunu kabaca tarif etti. Onun tarifine göre bir arama yaptığımda bir kaç resim buldum, hayret onlar da altın otu diye kaydedilmiş. Aslında altın otu diye kayıtlara geçen sarı çiçekli ayvadenesi-sarıpapatya benzeri her şeyiyle sarı bir ot idi. Araya sıkışmış iki üç tane, yeşil yapraklı altın otu Necaip Abinin tarif ettiği gibiydi.

    Otuz yıl kadar önce, aralarında bir biyologun da bulunduğu arkadaşlarla Bödününçeşme'deydik. Karşı yamaca doğru kısa ve zorlu gezinti esnasında biyolog arkadaş bir ot gösterip, bunun az bulunur bir eğrelti cinsi olduğunu söyledi. Ot üzerinde fazla durmadık, sonra Eğret ile eğrelti arasında bir münasebet olup olmayacağını filan konuşmuştuk. Necaip Abi'nin tarifinden yola çıkarak bulduğum fotoğrafı görünce, otuz yıl önce arkadaşımın kayaların arasında gösterdiği eğrelti cinsini hatırladım. Aynı ottu...

    Netice-i kelam, İblak dağlarının altın otu var... Ellinin üzerinde koyun sürüsünün olduğu dönemde, nadir yetişen bu otu bulmak zor olabilirdi. Şimdi onun için adeta aşeren hayvan kalmadığına göre, adı geçen yerlerde altın otunu bulmak kolay olsa gerektir.



07 Ağustos 2024

Kısacuk Mahmud

 
    17. Yüzyılda kaleme alınmış bir tıp kitabını incelemişler. Daha doğrusu orada yer verilmiş bitki adlarını listelemişler. Tabibnâme* adındaki elyazma kitabın orijinalinde bulunan bitkilerin Arapça, Farsça ve Latince karşılıklarını da vermişler. Bitkilerin o günkü adlarını öğrenmek açısından ilginç bir çalışma olmuş. Benim dikkatimi çeken tarafı, yer verilen isimlerin bazıları Anıtkaya'daki ot isimleriyle benzerlik göstermesiydi. Genel olarak başka bir isimle bilinen bir otun adı, 17. yüzyılda  şimdi Anıtkaya'da bilinen haliyle anılıyormuş. 

    Not aldıklarımı yazacağım. Ondan önce tıp kitabında otların ne işi varmış diyebilecekler için belirtelim, eskiden ilaç endüstrisi yoktu. Her hastalığın ilacı, doğadan toplanan otlardan yapılırdı. Bu işle uğraşan şifacılara, otlar ile hemhal olduğu için 'otacı' denilirdi. İlaç bilimi farmakolojinin aslı bu oluyor. Dolayısıyla bir tıp kitabında otlardan söz edilmesi çok normal... Şimdi düzensiz olarak aldığım notlara geçebiliriz.

    koca yemişi: Anıtkaya'da hocalâyemişi diye bilinen, olgunlaştığında küçük kırmızı taneleri yenebilen, alıca benzer yapraklı bodur bir ağacın meyvesidir. Türkçe'de ve Eğret'te kocanın nasıl hocaya dönüşüm sürecine dair en güzel örnek Hacıkocaoğlu/Ayanoğlular olduğundan daha önce bahsetmiştik. Bir örnek de burada karşımıza çıkmış oldu.

    semizlik kökü: Bizim köyde semiz otuna semizlik derlerdi de, ben temizlikle karıştırıyorlar diye düşünürdüm. Meğer orijinal adı öyleymiş. Tabi burada semizlik kökünün nasıl bir şey olduğu düşünülebilir. Bence toprağın altında kalan kısmı değil de, çabuk kalınlaşan köken/dalları kastediliyor.

    teke sakalı otu: Uzun ve seyrek saçaklı yaprakları yeşilken yenen bir ot olarak dedesakalı aklıma geldi. 

    tomalan: Bu kelimenin başka dillerdeki karşılığı verilmemiş. Domalan mantarı, yer altında yetişen, patatese benzer bir yumrudur. Bizim köyde böyle isimlendirilmesi, ara bozacak kadar ciddi durumlara yol açmış.

    yaban sarımsağı: Kartlaşınca soğan erkeğine benzer mor tohumlarından tanınan bu ota köpeksamırsağı diyoruz. Genelde anlarda hayatiyetini devam ettirip bahar sonunda kurur.

    acı marul: Acıgünek, pambırpap ve acımarılın hepsine birden resmiyette hindiba türü diyorlar. Tabibname kitabında da Farsça karşılığı hindiba-yı bûstaânî/bahçe hindibası olarak verilmiş. Yeşil ve tazeyken tuza banıp yenilen acımarıl kartlaşıp erkeklenince dikenlenir. 17. Yüzyılda da acı marul diye adlandırılması ilginçtir. Belki şifa acılığındadır.

    ahlat armudu: Esasında yaban armudu diye bilinen ahlatın bir türü var; ahlattan büyük, armuttan küçük. İşte ona armutalat diyorlar, bildiğim kadarıyla Anıtkaya arazsisinde üç adet armıtalat vardı. 

    ayvadene: Civan perçemi türlerine, beyaz olsun sarı olsun, bizde ayvadene/ayvadenesi deniliyor. Aynı isimlendirmeyle dört asır öncesinde karşılaşmak heyecan verici.

    dilki daşşağı kökü: Arapdaşşağı diye bilinen, genellikle yolma içinde ve göbülelerde çıkan bir ottur. 

    it taşağı otu: Yukarıdaki kök gibi bu otta da, meyvesinden dolayı arapdaşşağı akla geliyor. Yalnız birinde kök, diğerinde ot denildiğine göre farklı bitkilerden de bahsediliyor olabilir. 

    döngel: Muşmulaya Anıtkaya'da döngel deniliyor; hatta aynı şekilde isimlendirilen başka yerler de var. Önemli olan tarihte de Eğret'teki gibi adlandırılmış olması. Döngel denilmesine sebep, sertlerini küçükken fırıldak gibi döndürmemiz diye düşünürdüm.

    ebegümeci: Gömeç kelimesinin çörek demek olduğunu, ebegümeci tohumu da hamırsıza benzediği için bu isimlendirmenin ne kadar mantıklı olduğunu bir münasebetle anlatmıştık. Çocukken biz ebegümecine hamırsız otu derdik. Her yerde böyle adlandırılmasına rağmen ayrıca not etmemin sebebi budur.

    eşek turpu: Zannedersem hardala eşşekturpu denilen başka bir yer yok.

göğem eriği: Biz eriğini kaldırmışız yalnız göğem diyoruz. Göğemderesi'ne boşuna bu adı vermemişler, hala bir iki an yerde göğem bulunuyor. Bir de Bağlarınardı'nda vardı galiba...

    güneyik otu: Bu da bildiğimiz acıgünek. Hala özellikle acı köklerinin şifa olduğuna inanılır. Öyle bir acılık ki, tuzlayıp yedikçe daha yok mu dedirtir. Bir hindiba türü olduğunu söylemiştik.

    itburnu dikeni: Tansu Çiller'den beri kuşburnu diye adlandırılan bu çalısı dikenli, içi tüylü meyveye eskiden ipburnu denirdi. Çocuk aklımla aslının itburnu olduğuna kanaat getirmiş ve kelimeyi böyle izah etmiştim, çünkü sivri meyvenin ucundaki siyah benek köpek burnunu andırıyordu. Yanılmamışım...

    kısacuk mahmud: Arapça Farsçası verilmeyen ancak Yunanca'da 'kemadriyus' denildiği belirtilen bu kelimenin adı bodurmahmut. Aslında Anıtkaya'da çok bilinmeyen bu ota her yerde bodurmahmut deniliyor. Sindirim rahatsızlıkları ve özellikle basur ilacı diye biliniyor. Anıtkaya'da öteden beri bilinen sarı çiçekli basurotu daha çok kullanıldığından bodurmahmut biraz geri planda kalmış. İblak'ın yüksek kesimlerinde bolca bulunabiliyor. Buraya almamın ve başlığa çekmemin sebebi isimdeki güzellikten başka bir şey değil.

    Biliyorum biraz bıktırıcı olmaya başladı, ama bir kez daha söyleyeceğim. Türkçe'nin Eğret Ağzı çok derinlerde; bunu ispatlayan her bulgu heyecanlandırıyor, paylaşma gereği duyuyorum...

    *Ahsen Ayan-Hacı Ömer Karpuz, Eski Bir Tıp El Yazması “Tabibnâme”de Bitki Adları, Belleten Haziran 2020



05 Kasım 2022

Gavur Pancarı

 

    Gavur Pancarı diyorlar, kavanuzun içinde bir şeyin ezmesi gibi duruyor. İşin doğrusu pek de güzel görünmüyor. Getiren kadın nineme diyor ki 'Sabah akşam bir kaşık ye, sakın fazla kaçırma! Ağı gibi, çok yiyemezsin zaten...' 

    Beş altı yaşlarındaydım galiba, gavur pancarının adını ilk duyduğumda. Kökünü ezip bal ile karıştırmışlar, kötü bir ezme gibi görünüyor dediğim bu... Bal katmalarının sebebi onu yenebilir hale getirmekmiş. Ağı gibi değil, ağının kendisiymiş aslında... Acılığının şifa olduğunu düşündüler demek ki. Yalnız ninemin hangi rahatsızlığına binaen yediğini bilemiyorum şimdi...

    Dağa 'guruya' gittiğimizde gösterdi bunu... Dağdan odun getirmek izne tabiydi; ama kurumuş dalları getirirsen kimse bir şey demezdi. Öyle nizami odun için dağa gitmenin adı 'guruya gitmek'ti... Odun toplarken orman içinde gösterişli koca koca yaprakları sorduğumda Ninem onların gavur pancarı olduğunu söylemişti. Adını daha önce duyduğum Hazreti mekanında da görmüş olduk.

    Hemen hemen her orman içinde mutlaka onlardan vardı. Tek tük değil, kalabalık bir aile gibiydiler. Bazılarının dibi eşelenmiş, sanki çapayla kazılmış gibi görünüyordu. 'Domuzlar...' dedi Ninem... Çok severmiş domuzlar bunları. Toprak içindeki yumrusunu, asıl pancar kısmını almak için de böyle eşer dururmuş... O kadar yemesine rağmen daha bir sürü pancar vardı... 'Sen sakın yeme' dedi Ninem, 'Çok acıdır.'... Bu uyarıyı dikkate aldım, daha yaprağını ısırmışlığım yok...

    Kim niye ısırsın ki öyle acı otu... Öyle demeyin, bırak ısırmayı belki de yiyen bile vardır... Kelırmızan (Ramazan Tül) ile Terlemezin Şaban Hoca mal güdüyorlar. Şaban Terlemez'in benim gibi dikkatini çekmiş, sormuş. Kelırmızan muzip adam tabi,
    - 'Nasıl da büyümüş guzugulakları' deyince, Şaban iştahla yemeye başlamış. Bir müddet yedikten sonra işkillenmiş.
    - 'Le Irmızanâ, bu heç guzugulağına benzemiyo' deyip elindekileri bırakmış ama, çoktan ağzı yüzü kabarmış...

    Gavur pancarı denmesinin sebebi acılığı olabilir. Nasıl zehir gibi acı bibere Firenk biberi deniliyorsa, buna da sırf o sebeple gavur yakıştırması yapılmıştır... Firenk biberi değilmiş; ama acılığıyla onu aratmayan biberi burnunu çeke çeke hem yer hem söylenirmiş rahmetli İresil Hoca: 'Vay gavur büber vay!'...  Çok acı oldu mu gavur oluyor... Şaka bir yana, sadece bizim köyde bu isimle anılıyor. Ufak bir araştırma yaptım, bizimkine en yakın adlandırma 'dağ pancarı' biçiminde. En yaygın olan 'yılan yastığı' ve 'yılan pancarı'  demeleri... Bu yılan vurgusunun sebebi de acı oluşu herhalde. Yılanın zehiri ile bununki bir tutulmuş neredeyse... Bununla karşılaştırılırsa bizim 'gavur pancarı' dememiz hafif bile kalıyor...

    Biz ısırmaya bile korkarken elin adamları çorbasını yapıyormuş. Hangi köyde nasıl yapıyorlar, ayrıntı yok. Yapraklarını bir kaç işlemden geçirdikten sonra bir çeşit ot aşı yapıyorlardır herhalde. Oysa duyduğumuza göre bunun yaprağını hayvanlar bile yemiyor, sırf acısından dolayı... Yani domuz bile kökünü yiyorken... Olsa olsa şifa aramak maksadıyla yenen bir yemek olur o...

    Karakışın en şiddetli kısa bir dönemi hariç tutulursa gavur pancarı sürekli koca yapraklarıyla arzı endam ediyor. Onun hep bol miktarda görünmesinin bir sebebi de hayvanların yemek için pek itibar etmemesiymiş. Onca güzel görüntüsüne rağmen onlar da biliyor tabi ne menem şey olduğunu. Yalnız bir keresinde olgun adımlarla çıtır çıtır ilerleyen bir tosbağının, zehirli yaprağı iştahla yediğini görmüşler... Kim? Güdüğizzetin Nuri ile herhalde Böbülerin Veli... Şaşırıyorlar tabi, hiç duyulmamış, görülmemiş bir şey... Hayvanı ürkütmeden takip etmek için uzakta kalıyorlar... Tosbağı güzelce karnını doyurduktan sonra, gazellerin arasından ilerlemiş, varıp başka bir otu yemeye başlamış. Ondan da yeteri kadar yedikten sonra işine bakmış... Bizimkiler varıp yanaştığı o ikinci ota varmışlar hemen, ne bu diye... Sütleğen otu... Merak edenler fotoğrafına baksın, ondan da çok olur bizim Dağda... Anlamışlar ki gavurpancarının panzehiri sütleğendir... Yine de test etmek istemişler... Ertesi gün veya daha ertesi gün... Kaplumbağa yemeğe başlayınca, yakınlardaki bütün sütleğenleri yolup almışlar... Karnı doyan tosbağa aranmaya başlamış, tabi beyhude... Zavallı hayvan panzehiri alamayınca 15 dakika kadar sonra ölmüş...

    Hasılı kelam bizde yaprağının yüzüne bakan pek olmuyor. O kadar zehirliyse değmez... Yalnız 'Allah hiç bir şeyi boşuna yaratmaz, vardır onun da işe yaradığı bir yer' derseniz, o ayrı... Şifa için tüketilecekse de dikkatli olunmalı... Mutlaka faydalı olduğu hususlar vardır, zararını da ölçüp biçmeli...

    Bugün Dağa gidenler, orman içlerinde eskisi kadar gavurpancarı göremediklerini söylüyor. Buna sebep olarak yabandomuzları gösteriliyor. Dediklerine göre, otun kökünü yiyen domuzların sayısı eski yıllara göre çok artmış. Kırlara inince mahsule zarar veriyor, Dağda ise pancar kökü kazıyormuş... Duyduğum başka önemli bir husus var. Yaban domuzunun çekindiği tek hayvan canavar (kurt) imiş... Canavar azalınca, domuzun saltanatı başlamış... Sürek avları filan, çabuk ve çok üreyen domuza derman getirmemiş...

    Bu doğal denge dedikleri acayip bir şey... Bozulduğunda olacaklar tahmin edilemez... En azından sonuçları itibariyle... Az düşünelim; koyunculuk bitti, canavarlar işsiz kaldı, ortalıktan elini çektiler; onların yokluğunda domuza gün doğdu; domuzun zararı saymakla bitmez; bununla beraber gavurpancarının da köküne gıran guydu...

    

17 Eylül 2022

Çay Otu

 

    Aslında ben dağ çayı olarak kekikten başkasını tanımam. Ihlamur, adaçayı ve bilumum çiçek çayları onun yanında solda sıfırdır. Hele bir de İblak kekiği olursa... Böyle düşünmeme gerekçe çok ve bunları yeteri kadar anlatmışımdır...

    Kekik baştacım olsa da diğer çaylara fırsat tanınmasından yanayım. Mesela ben kekiğe medhiyeler düzdüğüm sırada biri dedi; 
-'Bizim Dağ'da bir çay otu var, görsen fikrin değişir.' 
- 'Görelim o zaman' dedim...

    Orada sözleştik. Ağustosun sonunda çiçekleri en canlı ve etkili halini alıyormuş. Tam hasat vaktinde koparıp deneyecektik... Planladığımız gibi olmadı, bir hafta kadar sonra gidebildik... Çok da geç değilmiş, oldukça güzel görünüyorlardı...

    Eski çobanlar 'çay otu' diyormuş buna ve o vakitler çok bilinirmiş. Gösterişli çiçeklerinden dolayı ben olsam 'çay çiçeği' derdim. Bu çiçekleri tarif etmek için en uygun benzetme yulaf olurdu herhalde... Açık mor renkli yulaf düşünün...

    Biçim ve arzettiği görüntüyü biraz daha anlatayım. Birisi top top hali ve çiçeklerinin rengi sebebiyle 'efek gibi' dedi. Bence efekte baskın renk, yapraklarından dolayı yeşildir, çiçeği az olur efeğin... Oysa çay otunda hakim renk mor, yeşili hiç kalmamış gibi... Bana göre bunlar Isparta taraflarında çok ekilen lavantaya benziyor. 

    Hasat vakti olduğu için çiçek sapları sertleşmiş, koparırken öyle kolay kırılıyor ki kuru sanırsın. Bu arada hiç kokmadıklarını fark edince, 
    -'Yav seninkiler de türüm türüm tütüyor maşallah' diye takıldım. Öyle demeseymişim iyiymiş...
    - 'Hele iki çiçeği ez bakalım, noluyor.' dedi. Dediğini yaptım... Ortalığı öyle bir koku aldı, bilmem ki nasıl anlatsam... İğde kadar baygın, lavanta gibi etkin; gül gibi yumuşak, nane kadar keskin... Her bir çiçekten bir dımık ödünç esans alıp kendince harika bir rayiha çıkarmış... O derece yani..

    Bir tutam alacaktım, bir de baktım kucağım dolmuş. Bir daha bulamayız bunları diye ha babam de babam yolmuşuz. Her yerde çıkmıyormuş çay otu. Dağın yükseklerini severmiş, ama her tarafta değil; Almalı, Kirazlık ile Çatkuyu ve Çatalçeşme yüzünde açarmış. Çokyıllık bir bitki olduğu için ertesi yıl aynı yerden yine fışkırıyor. Amarsızlığımız boşuna yani, yerini öğrendik seneye yine alabiliriz..

    Arada güme gitmesin, çay otu özel bir bitki; tekrarlamak gerekirse... Bizim Dağın nadir yerlerinde görülüyor, yani endemik... Hasat vakti Ağustos sonu, o zamanı kollamalı... Koku sunma konusunda kıskanç bir çiçek, parmaklar arasında da olsa işkence görmeden kimseye zırnık koklatmıyor... Çokyıllık, adres değiştirmiyor, hangi yıl gitsen aynı yerde bulursun... 

    Kılavuzumuz bize çay otunu böyle anlatırken fotoğrafını da çekmiştim. O fotoğrafla internette biraz araştırdım. Aklımda kalanlar;
- Funda... Dağ Çayı da denir.
- Akdeniz İkliminde yetişir.
- Son yıllarda kültür bitkisi olarak da yetiştirilmektedir.
- Yaprakları ve çiçeklerinden yapılan çay bütün rahatsızlık ve hastalıklara iyi gelir.... (Aynen böyle; o hastalıklar tek tek sıralanamayacak kadar çok yazılmış.)

    Meğer bizim eskilerin çay otu dedikleri funda imiş. Bu ismi de duyardık; ama ne olduğunu bilmezdik. Aslı varsa, bu çay otu her derdin devası... İyi de Akdeniz İklimi nere, İblak Dağı nere!.. 

    Acaba Bizim Dağda bilmediğimiz, bilip de farkında olmadığımız daha ne hazineler var?..

    Çay hususunda kekik ile başa çıkamasa da ıhlamurla yarışırmış. İddia, önce kekiğe kafa tutacağı yönündeydi, şimdi oklar ıhlamura döndü. İçmeden bir şey diyemeyeceğim, kuruması için bir saçak altına bağlamıştım, orada öylece duruyor. Gölgede kurutulmuş çiçeklerini demliyormuşsun... Anlatıldığı kadar güzel mi çayı, içtikten sonra bakacağız...



04 Ekim 2021

Kekik

     Kekikle tanıştığımda Rize çayı henüz hayatımızda saltanatını kurmuş değildi. Kahve ondan daha yaygındı ve zaten bir süre sonra tüpgaz, margarin, gazyağı kuyruğu gibi çay kuyrukları da oluşmaya başlayacaktı. 100 gramlık paket çayları beklerken çuvaldan kesekağıdana konulmuş çayla dükkandan çıktığında mutlu oluyordu insanlar. Kahvelerde içiliyordu; ama evlerdeki hayata kendini yerleştiremeden böyle bir sıkıntı oluşmuştu. Onun yerine bizde kekik içilirdi.

    Kekik çayını içiyorduk ama canlı bir bitki olarak onu hiç düşünmemiştim. Tanışma dediğim olay onu ilk defa ot olarak görmemdir. Herhalde 7-8 yaşlarındaydım, Söğütcük tepesine malları çevirmeye çıkmıştım. Gırañda, dikenler arasında sürünen bir ot dikkatimi çekti. Koparıp koklaya koklaya malları çevirdim, sonra cebime soktum ve unuttum. Evde çıkardığımda "hemen bugudacık mı getdiñ" deyip çaydanlığa atıp kaynattılar. Severek içtiğim kekikmiş meğer kopardığım. 

    Bundan sonra her fırsatta Söğütcükten kekik getirecektim. Yaşım ilerledikçe başka gırañlarda da yetiştiğini farkettim. Gördüğüm yerde kekik toplayıp cebime doldurmak merak haline gelmişti. Gırañ kekikleri güneşin annecinde fazla büyümez, en fazla dalları yere yapışık bir şekilde 8-10 santim kadar uzarlar. Yaprakları da pek küçük olur. Küçük, hep tozluymuş gibi görünen sert yapraklar. Ağzına kılığına bakmadan bir de çiçek açar gırañ kekiği. Yaprağı gibi çiçeği de solgundur. Kayaların arasından o suya nasıl erişiyor, o canlılığı yaprağına çiçeğine nasıl ulaştırıyor, bir muamma. Hepsinden önemlisi şu gösterişsiz haliyle o keskin ve güzel kokuyu neresinde barındırıyor? Çiçekte desem, daha çiçek açmadan türüm türüm tütüyor. Yaprağın içinde desem, yaprağı ezmeden kokuyu alıyorsun. Zaten yaprak dediğin de yaprağa benzese bari...

    Gırañ kekikleri orda beklesin, ben asıl anlatacağıma geleyim. Bundan 10 yıl kadar önce Afyon'dan binlerce kilometre uzakta 75 yaşında biriyle karşılaşmıştım. Turgutlulu idi. "Nerelisin?" dediğinde, "Afyonluyum" diye kısa künye okudum. "Neresinden?", diye devam etti. "Bilmezsin, merkez bir köy" dedim. "Yav ben oraları iyi bilirim, sen söyle" diye ısrar edince; "Anıtkaya, eski adı Eğret" cevabını verdim. "Bak" dedi, "Sizin dağın kekiğini yiyen hayvanın etindeki lezzet, başka hiçbir hayvanda olmaz." Meğer adam 50-60'lı yıllarda yapağı, deri ticaretiyle uğraşmış, bizim buraları da karış karış biliyor. 

    O gün orada hem şişindim hem de elin adamı kadar memleketimi tanımadığımdan utandım. Uğrak yerimiz olan Dağımızdaki kekiklere daha bir dikkatle bakmaya başladım. Ormanla birlikte aşağılardan başlamak üzere hemen her yerde kekik vardı. Tepelere çıktıkça daha bir gürleşiyorlardı. Yaprakları gırañdakilerden daha canlı ve ferli, dalları daha bir uzun görünüyordu. Burada her yerde olduklarından daha fazla toplanabiliyordu. Artık her fırsatta poşetlerce yolabiliyorduk. Bu bollukta artık ayrımını da yapıyorduk. Çiçekler çay için, yapraklar ise baharat olarak yemekler için kullanılıyordu. 

    Çiçek deyince, kekik çiçeğindeki çeşitliliği de İlbulak kekiğinde gözlemledim. Kirli beyazla mor arasında ne kadar renk tonu varsa o kadar da kekik çiçeği çeşidi var. Gri, bej, boz, lila, eflatun... daha adını bilmediğim bir sürü renk. Çiçekler farklıysa kekiğin türü de farklıdır, farklı türdeki kekikleri de burada görmüş olduk.

Nisan-Mayıs gibi yapraklarıyla neşelenmeye başlayan kekiklerin çiçeğini arıyorsanız Temmuzu bekleyeceksiniz. Vakti geldiğinde, sürüngen kekik dallarından yukarıya dağru 5-6 santimlik çiçek dalları yükselir. Yalnız çiçek dallarını koparmak akıl karı değildir, sürüngen ana kekik kökenini bulup onu koparmak en iyisidir. Yapraklarını tarhanaya katar, çiçekleriyle çay demlersin. Dağdan bunları toplamak değil de, asıl iş ayıtlamaktadır. Sürüngen bir otu yerden avuçlayıp torbaya atıyorsun, çer çöp ne varsa beraber oluyor; elbet bunları ayırmak gerek.

    Başka yerlerdeki kekik çeşitlerini de gördük. Koca koca uzuyorlar, yapraklar nane yaprağı gibi. Yolması kolay, ayıtlama derdi yok. Fakat bir eksiği var işte, bizimkinin kokusunu onlarda bulamıyorsun. Eğret dağ kekiğini dikenlerin arasından elini kanata kanata yoluyorsun; ama buna değiyor. İlbulak tepesine çıkarsan hayvanların da ağzının tadını bildiğini görürsün; onlar da kekik arıyor.

    Covidle geçen şu son iki yılda kekiğin bilinirliği arttı. İnsanlar can havliyle her şeyi denemeye başladılar. Ben onlardan değildim. Değildim, çünkü kendisiyle yıllar önce dost olmuş ve bunca vakittir bu dostluğa halel getirecek bir şey yapmamıştım. Covidin en şiddetli safhasında ona biraz daha eğildim. Hiç bir şey yiyemediğim günlerde iki posta kekik çayı içmeyi ihmal etmedim. Bir de yeni keşfettiğim kekik suyundan günlük bir yudum içtim. Bu sene geçti ama; gelecek yıl damıtarak kekik suyu elde etmeyi deneyeceğim. Bunun için fazla kekik lazım; ama çokyıllık odunsu bir köke sahip olduğu için kopardığın yerden tekrar uzuyor. Kökünü kuruturum diye korkmaya gerek yok.

   Turgutlulu yaşlı amca haklıymış, bizim dağın kekiği gibisi yok.


25 Eylül 2021

Yakı Otu

     Henüz çocukluktan delikanlılığa adım atamamış Hasan, et yiyememekten şikayet edince büyükleri bunu ciddiye alıyor. Kendileri de bunun farkında. Evde kaz-tavuk piştiğinde, koyun kesildiğinde Hasan ete sunmuyor. Zamanla geçer diye düşünüyorlar; ama geçtiği filan yok. Çocuk kocaman oldu, koyun-kuzu güdüyor, kıra gidiyor, yakında evlenme çağına gelecek; lakin aynı durum devam ediyor. 

    Bir gün ninesinin aklına "yakı otu" geliyor. Uzun yıllar önce o da büyükleri vasıtasıyla tanımış; ama gerek duyulmadığı için unutmuş otu. Şimdi torununda benzer bir rahatsızlık ortaya çıkınca hatırlıyor. "Ağıla gittiğim bir gün arar bulurum" diyor. Öyle de yapıyor Hasan'a otun yaprağını çiğnetiyor. O günden sonra Hasan bırak etten uzaklaşmayı, bir oturuşta koyunu götüren cinsten bir yiyici oluyor. Bu kez de çok yemekten bizar oluyor. Hayır çok yediği için değil rahatsızlığı; aşırı yediğinde mide fesadı geçiriyor, o yüzden bizar. Ninesi diyor ki "Tamam yavrım, o ot yakı otudur zaten, yakıleştiğin zaman iki yaprak çiğne bişeyin kalmaz." Bütün mide rahatsızlıklarının ilacı "yakı otu"nu keşfeden Hasan'ı kimse durduramaz artık. Sadece et değil, her şeyin oburu olur çıkar. Sıkıntı olduğunda cebinde taşıdığı ottan azıcık çiğner, işine bakarmış. Yazın topladıklarından kurutup kışlık stok da yapar olmuş. Yakınlarına da öğretmiş bu otu. Acı da olsa kimi çiğnemiş, kimi kaynatıp suyunu içmiş. 

    Yıllar geçmiş Hasan büyümüş, askere gitmiş, evlenip çoluk çocuğa karışmış. Bu arada ilacını yanından hiç ayırmamış. Zaten hayatının büyük kısmı otun yanıbaşında, Dağ'da geçiyormuş. Bu arada Dedesi, Ninesi, Anası, Babası sırayla göçüp gitmişler. Evlerinin düzeni bozulmuş, koyunculuğu bırakmışlar. Kader Hasan'ı, köyünden dağından uzak bir şehre atmış. İlk yakıleşmesinde otunu unuttuğunu farketmiş. Köye haber salıp "Aman bana yakı otu..." demiş.

    Yakı otunun hikayesi böyle. İblak'tır vatanı. Nisan ayı gibi, kıyıda köşede çalı içinde ortaya çıkar. Dört yaprak olana kadar pek farkedilmez. Gerçi eğer onu bilmeyen biriyseniz hiç bir zaman farkedemezsiniz. Ayak altında dolaşmaz, rengarenk çiçeklere sahip değildir, parlak yapraklara da... Kar yere düşene kadar, uzun bir süre sahnededir; ama sessiz yaşar, şöhrete düşkünlüğü yoktur. Bu yüzden pek tanınmaz.

    Çok yıllık bir ottur, aynı yerde sonraki baharda tekrar yeşerir. Temmuz gibi, hava iyice ısındığında vakti gelmiştir, çiçeklenir. Çiçekleri de kendisi gibi mütevazidir. Bu dönemde bile hemen kökünden yeni filizler yükselir; her dem tazedir yani.

    İzmir'den çocuklar gelmiş baharda. Taze doğal mantarlardan bolca yemişler. Ardından birer ikişer de katmer götürmüşler. Ev sahibi kadın bir şey deyememiş onların iştahı karşısında. Tabi olacakların farkında, ayrılırlarken "Rahatsızlanırsanız şu ottan çiğneyin" diye birinin eline yakı otu tutuşturmuş. Sıcak ve aşırı yemek sonunda yakıleşiyorlar tabi; ama o telaş ve sıkıntıda akıllarına gelmiyor. Neden sonra çocuk hatırlıyor ve anında sıkıntıdan kurtuluyorlar. Bizim yakı otu bilenler tarafından hala tedavide kullanılıyor.

    Çok çeşitleri bulunan yakı otunun bizdeki türü, yalnız İlbulak'a has bir ot mudur, başka yerlerde de var mı bilmiyorum; ama bizim dağı çok sevdiği kesin. Köküyle getirilip köyde bir bahçeye dikilmiş. Tutmuş, yeni sürgün de vermiş; çiçek açmamış ama. Böyle de bir ot işte.


27 Ağustos 2021

Çalı

     Bizim Dağ'ın en belirgin bitki örtüsü sorulsa ne cevap verirsiniz? Ben "çalı" derdim, sanırım çoğu Anıtkayalı benimle aynı fikirdedir. Çalı demekle meşeyi kastediyoruz, hadi ikisini birleştirelim ve "meşe çalısı" diyelim. Seyyah olup havadan şu alemi gezsen, İblak'ta göreceğin göğerti işte bu meşeler olurdu.

    Bizim meşelerimiz başka yerlerdekine benzemez; ağaç olmazlar, tomruklaşmazlar, hep bodurdurlar. Çalı denmesinin bir sebebi bu olabilir. Onları tek tek değil; oba oba öbeklenmiş olarak görürsün. Yalnız yaşayamaz bizim meşemiz, sosyal bir türdür. Kümelenmiş halde yaşayan her bir meşe öbeğine de "çalı" dendiği olur. Çobana sorarsın "Koyun nerede?" "Çalıya girdi." der. Bazen de meşe kümelerinin adı "orman" olur çoban dilinde. 

    Dağdaki bu çalı varlığı çok eski zamanlara uzanıyor olmalı. Bir asır önceki Yunan işgalinde Eğret çevresindeki işgal güçleri bir kış yakacak ihtiyacını buradan karşılıyorlar. Bundan yirmi yıl önce ağaçlandırma için Ormaniye önce arazi temizliği yapmıştı. Sadece bir bölgeden çıkarılan kütüğü koca köylü bir kıştan fazla yakmıştı. O zaman gördük ki, İblak'ın yüzündeki çalı kadar belki ondan daha fazla yeraltında kökü var. O kök/kütüğün oluşabilmesi için asırlar gerekli.

    Çalıyı kes kes bitmiyor. Kesildikçe yenileniyor, tazeleniyor. Yakacak için kesmek onun varlığı için bir tehlike teşkil etmiyor yani. Onu asıl öldüren keçi diyorlar, yeni sürgün meşenin tepesini yiyerek boğuyor, cıvgınlara yaşam hakkı tanımıyor. Zaten meşe, tohumdan veya fidan dikme şeklinde yetişmiyor. Onun varlığını sürdürmesi, çalı içinde kökten sürgünler şeklinde oluyor. Baharda orman içlerine girerseniz, taze sürgün meşelerin sessiz sessiz dünyaya gelmekte olduklarını görebilirsiniz. Ama çok dikkatli gözlerle bakmalısınız.

    Yirmi yıl kadar önce, bu güzel çalı görüntüsünün köy içinde de oluşabileceği hülyasına kapılıp köye meşe dikmek istemiştim. Ekim-Kasım aylarıydı, iki demir kadar cins pelidi toplayıp götürdüm. Bir çuval içinde ıslatıp karanlık bir yere beklemeye bıraktık. Hesaba göre pelitler 15-20 gün içinde çatlayıp tomurcuklanacaklar, biz de bunları toprağa gömecektik. Baharda müstakbel meşe ormanımız filiz vermiş olacaktı. Tabi biz pelitleri unuttuk, onları hatırladığımızda gerçekten çatlamış, filizlenmiş, güneşe hasret filizler çuvalı delerek birkaç metre uzamış halde bulduk. Ekilecek, dikilecek durumda değillerdi. Hülyamızı gerçekleştirip ekebilseydik şimdi köy içinde 20 yaşında meşelerimiz olacaktı. Olur muydu acaba?

       Pelit, meşenin meyvesi oluyor. Bazı yerlerde palamut diyorlar, biz pelit diyoruz. Yemeye çalışırdık, tadı tuzu olmazdı ama; çocukluğumuzda pelitlerin görüntüsü çok hoşumuza giderdi. Başında namaz takkesi gibi bir başlığı olur, bazen bu başlıklarından ayırarak onunla oyunlar oynardık. Meşenin bir başka oyun aracı da gobak idi. Bu kendine has, bordoya yakın kahverengi kabuğu olan içi toz dolu, hafif yuvarlak bir şeydi. Şey diyorum, çünkü meyve desem meyve değil, tohum desem tohum değil. Herhalde çalının bir salgısı. Meşeden elde edilen oyun araçlarından biri de mazı idi. Bu gobaktan daha küçük, daha sert, daha ağır ve daha açık renkte bir şeydi. Her mazının mutlaka bir deliği de olur. Ne yapacağımızı bilmeden onları da koparır oyunlar oynardık. Bir ara ilaç sanayiinde kullanılmak üzere mazı toplandığını duymuştum.

    Çocuk dünyasında meşenin yeri meyve ve salgılarıyla sınırlı değildir. Biz ondan başka oyun araçları da yapardık. Fıtçı bunlardan biriydi mesela. Gerçi diğerlerine göre daha ağır ve sert olan bu ağaçtan fıtçı yapmak biraz riskliydi; fakat bu riske girmeye değerdi çünkü sağlam bir kımçı ipiyle döndürülen meşe fıtçısı, vurdukça dıñılar, imrenen gözlerle kendisine baktırırdı. Sağlam ve ağır olduğu için met oynarken kullanılan met ve değneği de meşeden yapardık. O vakit meşeye ulaşmak zordu ama; baharda dekgetirebilirsen taze meşe dalından güzel düdük çıkar. Bir de sabbanın çatalı da en iyi meşeden yapılır, bunu da unutma.

    Bir çocuk bu kadar oyunu çıkarabilmek için Dağdaki meşeye nasıl ulaşabiliyordu, orası oldukça uzak bir yer sonuçta. Haklı bir soru. Çok basit, biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Kömürün olmadığı zamanlarda insanların yakacağı meşeydi çünkü. Gorma'nın izin verdiği günlerde herkes odun kesmeye gider, evlere ve odalara odun getirilirdi. Büyükler o udunu kıymak ile meşgulken biz de oyun araçlarımızı seçerdik içinden. Koyun can derdinde... hesabı.


    Koyun demişken, çobanların meşhur kütümekli çoban değneği de meşeden olur. Düzgün uzamış, güzel görünümlü bir meşeyi gözüne kestiren çoban, onu özenle köküyle birlikte çıkarır. Kabuğunu soyup kurumaya terkeder. Kuruyunca, köpeğinden sonra en yakın arkadaşı olarak yanına alır ve kütümeğini yere vura vura sürüsünü sürer.

    Dayanıklı bir ağaç olarak meşenin kullanım alanı çok geniştir. Mesela arbanın dayamaları meşeden yapılırdı. At koşumunda kullanılan falakalar meşeden olurdu. Bunlar aşırı güce maruz kalan aksamlar olduğu için meşe tercih edilirdi. Bunun yanında annat ayası, dırmık dişi, keser-kazma-balta sapları da meşeden yapılırdı. Turpanın elcik ve gayığı meşedendi. Geçenlerde tek parça meşeden yapılmış bir çekgi görmüştüm, son kullanımından bu yana belki 40 yıl geçmişti; ama hala hışır gibi ve çok sağlamdı.

    Dağa yakın mevkilerden birinin adı Çalıyayla'dır. Dağ, çalı, meşe... Anıtkayalının hayatına çoktan yerleşmiş temeli sağlam kavramlar.

    İlbulak Dağının temel bitki örtüsü meşe çalısı, daha ne kadar değişik bitkiyi içinde barındırıyor, bunları da anlatacağım.


05 Mayıs 2021

Azat

     Anıtkaya/Eğret Yöresel Sözlüğünün A Maddesine bakılırsa bu sözcükle ilgili yüzeysel bilgi elde edilebilir. Ben biraz daha ayrıntıya ineceğim.

    Türk Dil Kurumunca hazırlanan Derleme sözlüğüne göre "azat" kelimesi yalnız Eğret'te tespit edilmiş. Kırda seyrek olarak kendiliğinden yetişmiş yabani meyve ağacı demek oluyor. Bunlar ahlat ve alıç ağaçları. Kendiliğinden yetiştiği, insanların yetişmesinde emek harcamamış olması sebebiyle mülkiyeti devlete ait kalmış. Arazinin tapusu tarla sahibinde olsa da azatlar hazineye ait oluyor. İyi ki de öyle olmuş, bu sayede günümüzde de varlığını sürdürebiliyorlar.

Güneyden kuzeye Eğretarazisini ikiye bölen karayolunun batı yanında kalan bölümünde azatlar serpiştirilmiş gibidir. Sanki, insanlar öğle sıcağında bunalınca gölgesine sığınsınlar diye her tarlaya bir azat verilmiş ve bu azat tarlanın rastgele bir yerine yerleştirilmiştir. Zamanla tarlalar bölündükçe bazıları da kalmış, bazı tarlalara birden fazla düşerken diğer bazıları da azatsız kalmış gibidir. Ama bütün bunların arazinin sözünü ettiğim kısmında bulunması ilginçtir. Azatardı mevki de bu tarafta.

Doğu tarafındaki azatlar pek seyrektir. Bazan buralarda ufuk boyunca hiçbir azata çarpmaz gözünüz. O kadar seyrektir yani. İnsanlar o taraftaki tarlalara giderken yanlarında üç ayaklı seyyar cergelerini de arabaya atarlardı. Sıcakta, altında yemek yiyebilecekleri bir azat olmadığı için. Söğütcüğü, Gocagulağın (Ahmet Kalkan) kuyuyu solunuza alıp aşınca, ilk bayırdan sonra sağınızda kalan bir azat var. Etemiñ Azat. Sırf bu azattan dolayı o mevkinin adı artık Etemiñ Azat olmuş. O bölgede azatın ne kadar nadir bulunduğunu anlayın artık. Yalnız Çayırözü mevkinde aynen batı yakasında olduğu gibi sık azatlık bölge vardır ki burası Ağıllañaltı’nın doğal uzantısı gibidir.

Gadıngızların Ahmetçavuşun babası Kedimehmet, kış günü eve dönerken yolunu şaşırıyor. Bir şekilde kayboluyor. Alıç azadına yaslanmış vaziyette ölü buluyorlar. 20. Yüzyıl başlarında yaşanan bu olaydan sonra ağaca 'Kedimemedin Azat' diyorlar. İmranguyusu veya Hassönleringuyu ilerisinde, ormanın ucunda olduğu söyleniyor bu Alıç ağacının. Eğer hayattaysa 'anıtazat' olabilir...

Ahlat olsun alıç olsun azatlar çok geç büyüyen ağaçlar. O kadar ki gelişim ve büyüme süreci bir insan ömründe gözlemlenemeyecek kadar uzundur. Misal, bir azadın şu anki haliyle kırk yıl önceki görüntüsünün aynı olduğuna yemin edebilirsiniz. Dedem, bodur bir alıcın kendisi gençken de böyle çöyür olduğunu söylediğinde çok şaşırmıştım. Dalında alat silktiğimiz azatların yaşı birkaç asırı geçkin olmalı. Kısaca yavaş büyüyen, uzun ömürlü ağaçlardır azatlar.

Yetişmesi ve büyümesinde emeğimizin olmadığı, insan ömrünün kısalığı nedeniyle sahiplenmenin zorlaştığı azatların mülkiyeti eskiden beri devlet hazinesininmiş. Yine tarla sahibine tasarruf yetkisi verilirmiş ki azadın budaması falan yapılabilirmiş. Kalın alıç dal veya gövdesinden küle yapılırdı, bunu hatırlıyorum. Şimdilerde de budama yapılmasına izin veriliyor ama haber vermek kaydıyla. Bütün bunlara rağmen kaçak budama hatta kökleme yapanları duyuyoruz. Traktör, biçerdöğer gibi büyük ve güçlü makinelere sahip olan insanoğlu tarlasında azadı istemiyor. Alat azadının geniş gövdesiyle ekini gölgelediğini düşünüyor. Biçerdöğer dallarına, pulluk köklerine takılıyormuş. Azat yolundan çekilsin istiyor. Allah’tan korkmuyor, devletten korkuyor da şimdilik azatların canını bağışlıyor. Bakalım bu ne kadar devam edecek.

Mart-Nisan gibi ekinlere yabani ot ilacı atılıyor. Bu ilaçlamanın da yaklaşık 50 yıl gibi bir geçmişi var. Ahlat ve alıç azatlarının çiçek vaktine denk geldiğinden olabilir, o bölgede azatların meyvesi olmuyor. Bu yüzden insanlar ekin bölgesinde alat-alıç olmayacağını biliyor, nadas bölgesindeki alat ve alıca yöneliyorlar. Nadas yöntemi Anıtkaya’da bitmiş gibi ama en azından buğday ekilmeyen taraftaki alatlara gidiyorlar diyelim.

Eğret azatlarının ehlileştirilmesi yoluna hiç gidilmemiş. Alat ve alıcın yabani lezzeti böylece korunmuş. Yalnız İnneñüsdü denilen mevkide alat azatlarına yazlık armut aşılanmış. Tarım Müdürlüğünün öncülüğünde 50 yıl önce yapılan bu aşılama sayesinde o azatlardan Temmuz ayında armutlar toplanabiliyor. Bunun dışında aşılama yok. Bir ara alıç azadına döngel aşılanması konuşuldu ama yapılmadı. İyi ki de yapılmadı, zira aşılanan dallar uzun ömürlü olmuyor, önce cılızlaşma sonra kurumalar oluyor.

Bir de armıtalat dediğimiz bir azat cinsi var. Bu, ahlattan daha haşmetli bir görünüm ve cüsseye sahip bir ağaç türüdür. Meyvesi de kendine has bir ahlattır. Belki armuta yakın ahlat denilebilir. Bu yüzden bu ismi almış olmalı. Meyveleri de normal ahlattan daha iri ama ahlat biçimindedir. Bu azattan Eğret'te toplasan beş tane ancak vardır.

Hem azatlar hem de alat-alıç mayyoş lezzeti korunmalı. Çünkü meyvesi ve gölgesinden başka bilmediğimiz daha nice faydaları var kim bilir. Ekosistem denilen tabii dengedeki yeri yeni keşfediliyor. Onlardan biri de Eğret ileşberliğiyle yakından ilgilidir.

Bilindiği üzere Eğret eskiden beri tahıl ambarı olarak görülmüş. Topraklarının arpa buğday için çok uygun olduğu söyleniyor. Arpa neyse de, buğday için çok daha önemli tarlalara sahip. Anadolu'nun hemen her yerinde buğdaylara musallat olan süne böceği Eğret'te hiç görülmemiş. Elalem bu büyük sıkıntıdan dolayı buğday yerine arpaya yönelirken, bizimkilerin hiç bir zaman böyle bir derdi olmamış. Bambıl denen bir böcek arada sırada buğdayı yiyorsa da bu kısa süreli oluyor, kalıcılığı yok. Bilenler, arazide süne barınmamasına sebep olarak azatları gösteriyorlar. Sünenin ilacı kabul edilen bir başka böcek ancak bu ahlat alıç azatlarına yumurtlar ve onlar sayesinde varlığını sürdürürmüş. Bu yüzden azat olmayan yerlerde süne ortaya çıkarken, Eğret bu konuda hep rahatmış...

Şimdilerde çeşitli sebeplerle azatlardan rahatsız olanlar bunları düşünmeli...



 

25 Nisan 2021

Toklubaşı

    Yakından bakıldığında yapraklarındaki tüyler daha belirgindir. Bu yoğun tüyler net bitki yeşili görüntüsü vermesini engeller. Böylece onun rengi zeytin, iğde, söğüt yaprağının alt rengine benzer. Soluk bir yeşillik diyebiliriz. Rengin sebebi tüyler. Fakat tüyler sadece renginde etkili olmamış adını alırken de söz sahibi olmuştur. Her bir yaprağı bir tutam kıl gibi olunca dürülmüş bir toklubaşı tam da bir toklunun başını andırır.

    Afyon yöresinde meşhur bir ottur; ama Anıtkaya onun en çok görüldüğü topraklara sahiptir. Buna rağmen öyle her aradığında bulunabilecek anlamına gelmez.  Bir defa o konforuna düşkün bir ottur. Yatağı kıraç topraklar olmalı, tabanı kayalık tarla olursa canına minnettir. Öyle alayım tohumunu ekeyim, güzelce gübreleyip sulayayım dersen olmaz. O canının istediği yerde çıkacak ehlikeyf bir ottur. Ot kazıcıların en çok rağbet ettiği ot olmasının birinci sebebi de budur: Her yerde bulunmamak.

    Anıtkaya'daki anavatanı Gocagır. Söğütcük'ün üstünden tut ta Çatalüyük'e kadar bütün Gocagır mevkii toklubaşı yatağı denilebilir. Bununla beraber Azatardı'nın da ardında, Çatalınguyu taraflarında da bulunabiliyor. Son zamanlarda yeni mezarlığa da kök atmış, ziyaretlerde gözüme çarpıyor. Fakat onun sevdiği yerler tabanı kaya olan, kolay sürülemeyen, sürüldüğünde pulluk derine inmeyen tarlalar. Böyle yerlerde kökü zarar görmediği için olabilir. Ünlü Eğret büyüğü Bekçi Rofi (Rafi Taşkın) "Bu ot oñmadığın tarlasında biter."  derken bunu kastetdiydi herhal.

    Rağbet görmesinin bir diğer sebebi iklimdir. Yeteri kadar yağmur, yeteri kadar kar ve belli oranda güneş görmezse yine toklubaşı görünmez. Ot az olunca da mecburen kıymete biner. Aslında toklubaşı çok yıllık bir bitkidir. Aynı kökten sonraki yıl tekrar yeşerir, bu yüzden kazarken kökünün tamamen çıkarılması tercih edilmez. Tohumlanıp rüzgar onları çevreye uçurunca o tohumlardan da sonraki yıl çoğalabilir. Ama yeni tohumdan yeşerenlerin büyüyüp dürülmesi zaman alır. Oysa kökten yeşerenler neredeyse dürülmüş olarak yeşerir. Eski köklerin tam ortasında bir kurtçuk belirir. Zararsız bir hayvandır, tiksintiye sebep olmaz çünkü otun doğal ve şifa kaynağı olduğuna işarettir. Toklubaşı ayıklanırken kurt atılarak işleme devam edilir.

    Toklubaşını ayıtlamak, kazmaktan daha meşakkatlidir. Dürülerek büyürken kuru ot, anız parçaları yaprakların arasında kaldığından onları dikkatlice ayırmak gerekir. Ayrıca toklubaşının kendi eski ve kuruyan yaprakları da gübür olarak ayrılmalıdır. Diğer yandan da arada sırada çıkan kurtlar bir başka derttir. Tabak gibi dürülmüş bir toklubaşının kökünden kesilince küçük dallara ayrıldığını ve her dal arasının kontrol edilmesinin gerektiğini de eklersek ayıtlamanın zorluğu anlaşılır sanırım. Bu iş kapalı bir ortamda yapılıyorsa ortalığı keskin ve kendine has bir koku kaplar. Kökü kesilince ortaya çıkan toklubaşı otundan çıkan bir kokudur bu. Sadece çiğ ot ayıklanırken çıkar, başka bir zamanda başka bir ottan da çıkmaz.

    Bazı otlar (misal ıspanak) bötdürülünce geriye pek bir şey kalmaz. Yapraklarının ince olmasından kaynaklıdır bu. Toklubaşı öyle değildir. Onun yaprakları çiğ iken de serttir, bötdürülünce de ona göre hacminden çok şey kaybetmez. Bir de yaprakları köküne yakın yerden alınır. Öyle olunca mesela bir kilo toklubaşı bötdürülünce bir sıkım elde edilebilir. Kavrularak yenildiği, bazen içine yumurta kırıldığı olur ama Anıtkaya'da daha çok hamurda kullanılır. Mayalı-mayasız bükmenin içinde, börekte çok lezzetli olur. Bötdürüldükten sonra süzülen suyunun mide rahatsızlıklarına, hatta kansere iyi geldiğine dair bir inanç var son zamanlarda. Onun için köye gelip toklubaşı kazanları duydum. Suyundan tattım, bana çok acı geldi. Genelde şifalı şeyler acı oluyor nedense.

    Belki biz kıymetini bilmiyoruz, çevre köylerden özellikle Gocagır'a toklubaşı kazmaya gelenler bile oluyor.

    

07 Şubat 2021

Acıgünek

Mavi desem mavi değil, mor desem mor değil; başka hiç bir varlığa atıf yaparak anlatabileceğiniz bir renk değil, kendine has, yalnız bu otun çiçeğinde görebilirsiniz. Gök mavisi, buz mavisi, çivit, turkuaz, lila vs. hiç biri değil. Şimdi vaktinde değiliz, açınca çiçeğin resmini çekip koyacağım buraya demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Anıtkaya’da günek-acıgünek denilen ottan bahsediyorum. Eğret florasının ilk maddesini acıgünek oluşturuyor. Baştan şunu da belirteyim, başka yerlerde güneyik (hindiba) denilen ot ile bizim acıgüneği karıştırmamak lazım, onların güneyik dediğine biz pampırpap diyoruz, onun da vakti gelecek. Şimdilik şu kadarını söyleyelim, güneyiğin daha acısı ve kökleriyle tüketileninin adı acıgünektir ve yazımızın konusudur.

Acıgüneğe dönecek olursak, yeşil olarak tüketilen, temmuz-ağustos-eylül dönemi hariç sürekli bulunabilen bir ottur. Kadınlar bu üç ay dışında vakit bulduklarında ot kazmaya çıkarlar, ellerinde bıçak önceklerini kuşanmış halde. Şimdi öncek yerine poşet alıyorlar, o ayrı. Ellerinde ekmek bıçaklarıyla savaşa gider gibi kadınlar gördüğünüzde bilin ki onlar ot kazıcılardır. Mevsimine ve mevkisine göre kazılan otlar değişebilir; ama en çok kazılanı acımarul ile acıgünek ikilisidir.

Konumuz acıgünek olduğundan ona yoğunlaşacağım. Rengiyle birlikte tadında da kendine has bir acılık olduğu için bu isim verilmiş olmalı. Yaprakları yenir ama sanırım acılığı vere kökü. Gerçekten de buzdağı gibi yerden kocaman kök çıkıyor. Kadınlar otu kazarken kökünü özellikle tercih ediyorlar ve ayıklarken buna dikkat ediyorlar. Ayıklama dediğim şudur: Kazılan otu kötü yapraklar ve diğer çer çöpten temizlemek gerekir ki bu da ayrı bir merasimdir. Bazı kadınlar bunu daha kazarken yaparlar, bazısı kazma işini bitirince oturur bir de otları ayıklarlar. İşte bu işlem esnasında acıgüneğin kökü özenle meydana çıkarılır. Sofraya konmadan önce bu işlemin yapılmış olması gerekir.

Acıgünekteki bu acılık bir şifanın işaretidir. Öyle olduğuna inanılır. Hangi hastalığın ilacı olduğu tam olarak bilinmese de o harika acılığın böyle tıbbi bir gerekçesi olmalıdır. Pek çok ot gibi her derde deva da olabilir, bilemiyoruz. Başka bir gerçek var ki hiç bir işe yaramasa da iştah açtığı kesin.  Kökünü tuza banıp yediğiniz bir acıgüneğin ardından hemen yenisini istiyor nefis. Yemekten önce böyle, lakin bazıları yemek sonrası meyve faslı gibi ot yerler. Bunların vazgeçilmezi de acıgünektir. Hatta bazıları ot yemeyi bir ayin havasında yapar. Ot (tercihen acıgünek) alınır, ıslak ise sallanarak suyu süzülür, varsa kötü yaprakları atılır, yaprak uçlarından tutulup ıslak kökü tuza bandırılır, hop ağıza. Acısına vara vara çiğnenirken bir yenisi hazırlanır.

Ekmekle acıgünek yendiğini bilirim. Bir öğün savulabilir onunla. Belki yokluktan, belki de öyle yapmak hoşuna gittiği içindir; ama bir ekmekten ısırık alıp bir tuzlu acıgünek yiyenleri gördüm. Hatta ben de yedim, bulabilirseniz siz de deneyin. Tuza banmayı unutmayın ama, acısı başka türlü çekilmiyor.

Kendine has çiçeklerine gelince... Tazesini yedikten çok sonra, Haziran sonu Temmuz başı gibi tuhaf çatallaşmış dallarıyla minik bir ağaca döner. Her dalın ucunda her gün bir tomurcuk oluşur ve her tomurcuk her gece çiçek açar. Kuşluk vaktine kadar canlılığını sürdüren çiçekler sıcakta solar ve ertesi günün tomurcuğu oluşmaya durur. Tıpkı akşamsefası gibi gündüzün gebe kalan tomurcuk akşam doğum yapar ve sabah ölür. Bu festival yaz sonuna kadar devam eder.



18 Mayıs 2020

Bitki Örtüsü , Eğret Florası

       Anıtkaya'nın ne kadar geniş bir yerleşim yeri üzerine kurulduğunu ve tarım arazisinin de ne denli geniş bir alana yayıldığını yazmıştım. Kuzeyindeki macur köyleri oluşmadan önce bu tarım arazisi daha genişmiş. İskan Komisyonu bu geniş arazi üzerine iki muhacir köyü yerleştirmek için karar kılıyor. 93 Harbi denilen 1878 Rus Harbinden sonraki göçte yaşanan bu durum dan o köylerin şimdiki arazisi de Eğret'in imiş.
    Bu genişlikte bir arazinin tamamı ekilebilir değil. Saban ve pullukla, hayvan gücü ile sürülebilen yerler ancak tarla olarak kullanılmış. Böyle olunca kuyu ve çeşme başlarında geniş bir alan mera olarak ayrılmış. Arazideki yollar iki araba geçecek şekilde geniş tutulmuş, ayrıyeten yolun iki yanında koyun sürüsü geçebilecek şekilde boşluklar bırakılmış. Tarla aralarındaki añlar yine gerektiğinde bir araba geçecek kadar geniş tutulmuştur. 
     Bütün bunların dışında özellikle tepelerde pullukla zor sürülecek gırañlar hiç tarım için düşünülmemiş öylece boş bırakılmıştır. Gocagır ve Kepez mevkilerinde bu gırañlardan çok fazla vardır. Bir de bozkır şeklinde, düz arazi olarak gırañlar vardır ki buna da en iyi örnek Alagır mevkidir.
      Kuzeyde, iki Macur arasında, Çayırlar denen mevkide geniş bir sulak alan uzun süre çayır olarak kullanılmış, hayvanların kışlık ot ihtiyacı buradan karşılanmıştır.
       İlbulak (İblak) Dağının kuzeye bakan eteklerinde çok geniş bir alan meşeliktir. Bodur meşe ağaçlarından oluşan bu bölge hem otlak hem de orman olarak günümüzde de hala kullanılmaktadır. Her bölgede rastlanabilecek bitki ve ağaç türlerinin yanısıra buralara has isim, renk ve biçimde bitki türleri de vardır.
    Bugün ise traktör ve makine gücünün yaygınlaşmasıyla hem añlar daralmıştır hem de yollar. Kuyu başlarındaki açık alanlardan sonra kuyular bile yok olmuş durumdadır. Tepelerdeki gırañlar hemen hemen bitmiş, traktör zirveye çıkarak orayı da sürmüştür. Alagır ise bütün harmanyerleriyle birlikte parsellenerek imara açılmış durumdadır. Çayırlar, belki otuz yıldır suların çekilmesine paralel olarak bir bir sürülmüş tamamı tarlaya dönüştürülmüştür.
       Şu halde o arazi yapısına has olan bir sürü ot çeşidi de ortadan kalkmaya başlamıştır. Gırañda, añda, dağda vb. her yerdeki otu, çiçeği, dikeni, çalıyı, ağacı mümkün olduğu kadar tanıtmaya çalışacağım. Hiç olmazsa ona Eğret'te verilen adı kaydetsek buna bile değer diye düşünüyorum.