Ne zaman yaşandığı anlaşılmayan efsane, Anıtkaya'da kıdemli çobanlar arasında hala bilinip anlatılıyor. Yalnız efsanedeki esrarengiz otun kimliği hala tespit edilememiş. Ömer Salman bu efsanenin hemen ardından bir yaşanmış olay nakleder. Dananın Hacı Çolak Mehmet Kurt'tan dinlediği bu olay, efsaneyi destekler niteliktedir. Kesilen bir kara koyun kellesi, köpekler tarafından ağılın en karanlık noktasına götürülmüş. Hacı'nın bizzat şahit olduğuna göre, hayvanın dişleri elmas gibi parlıyormuş.
Böbülerin Goca Hasan Kabadayı'dan da benzer bir nakil var. Buna göre Kelsalek Salih Azbay'ın bir koyun ölünce dişlerinin altın suyuna batırılmış gibi parladığını görmüşler. Gocahasan Emmi o sürünün yayıldığı Resulbaba-Zîret arasındaki bölgedeki ottan kaynaklandığına hükmetmiş. Onca arayıp taramasına rağmen otu teşhis edememiş. Bahsedilen bölgeye sadece bizim köye ait on onbeş sürü çıktığı için ot hemen tükenirmiş. Dediklerine göre hayvan, özellikle keçi, mevsiminde aşerer gibi otu ararmış. Dolayısıyla hayvan otu insanlara bırakmıyor, bu yüzden de nasıl bir ottur teşhis edilemiyor. Bilinmezlik ve gizem arttıkça olay efsaneye dönüşüyor.
Sürülerden fırsat bulup da koparamadıkları efsanevi ota altın otu demelerinin sebebi, hayvan dişlerini altına dönüştürdüğüne inanmalarıymış. Bunu düşününce, onların ot aramasını biraz da definecilerin hazine aramasına benzetebiliriz...
Koyun keçinin dişlerini parlatan altın otu hikayelerini başka bazı kaynaklardan da duydum. Hiç birinde en baştaki efsanedeki yaklaşım yoktu. Otun Hz. Süleyman gibi hayvan dilini anlayacak idrak kazandırdığını filan söylemiyorlardı; ama hepsinin ortak noktası İblak dağlarında yetişen bir ot var, yiyen hayvanın dişleri aşırı derecede parlıyor, yönünde...
Bir noktadan sonra efsane ile gerçek birbirine karışıyor. Anlatılanların bir açısına göre, çok sevdiği için yiyip bitiren hayvanlar insanlara bu otu bırakmıyordu. Başka bir açıdan dinlediğime göre ise bu otun çayı da çok güzel olurmuş. Yörüğoğluların Musa Tüplek'in çayını çok demlediği otun adresi değişiveriyor; Guyuderesi'nde kayaların arasında çıkarmış ekseri...
Bütün bunları birleştirdiğimizde, bir tek ottan bahsedilmediği sonucuna varabiliriz. Efsanedeki ot ile Zîret ve Guyuderesi civarında belirlenen otlar farklı olabilir. Aynı ot da olabilir; olayın kahramanlarının ağılları nereye yakınsa herkes oradakine vakıftır. Bir de her birinin ota dair algıladıkları farklı olabilir, çünkü herkesin bir ottan beklediği farklıdır. Kimi simyacı gibi dişi altına çevirmesini bekler, kimi lezzetli ve sıcak bir çay olmasını...
Ömer Salman Emminin anlattığı efsanede otun adına dair bir bilgi yok. Hacı Çolak Dedeye dayandırılan olayda da isim zikredilmiyor. Sonrakilerde bu altın otuna dönüşüyor. Goca Hasan Emmi zaten otu bulamadığını belirtmiş. Derken, Musa Emmi ile bolca vakit geçiren Necaip Omak, bahsedilen altın otunu kabaca tarif etti. Onun tarifine göre bir arama yaptığımda bir kaç resim buldum, hayret onlar da altın otu diye kaydedilmiş. Aslında altın otu diye kayıtlara geçen sarı çiçekli ayvadenesi-sarıpapatya benzeri her şeyiyle sarı bir ot idi. Araya sıkışmış iki üç tane, yeşil yapraklı altın otu Necaip Abinin tarif ettiği gibiydi.
Otuz yıl kadar önce, aralarında bir biyologun da bulunduğu arkadaşlarla Bödününçeşme'deydik. Karşı yamaca doğru kısa ve zorlu gezinti esnasında biyolog arkadaş bir ot gösterip, bunun az bulunur bir eğrelti cinsi olduğunu söyledi. Ot üzerinde fazla durmadık, sonra Eğret ile eğrelti arasında bir münasebet olup olmayacağını filan konuşmuştuk. Necaip Abi'nin tarifinden yola çıkarak bulduğum fotoğrafı görünce, otuz yıl önce arkadaşımın kayaların arasında gösterdiği eğrelti cinsini hatırladım. Aynı ottu...
Netice-i kelam, İblak dağlarının altın otu var... Ellinin üzerinde koyun sürüsünün olduğu dönemde, nadir yetişen bu otu bulmak zor olabilirdi. Şimdi onun için adeta aşeren hayvan kalmadığına göre, adı geçen yerlerde altın otunu bulmak kolay olsa gerektir.