Bizim Dağ'ın en belirgin bitki örtüsü sorulsa ne cevap verirsiniz? Ben "çalı" derdim, sanırım çoğu Anıtkayalı benimle aynı fikirdedir. Çalı demekle meşeyi kastediyoruz, hadi ikisini birleştirelim ve "meşe çalısı" diyelim. Seyyah olup havadan şu alemi gezsen, İblak'ta göreceğin göğerti işte bu meşeler olurdu.
Bizim meşelerimiz başka yerlerdekine benzemez; ağaç olmazlar, tomruklaşmazlar, hep bodurdurlar. Çalı denmesinin bir sebebi bu olabilir. Onları tek tek değil; oba oba öbeklenmiş olarak görürsün. Yalnız yaşayamaz bizim meşemiz, sosyal bir türdür. Kümelenmiş halde yaşayan her bir meşe öbeğine de "çalı" dendiği olur. Çobana sorarsın "Koyun nerede?" "Çalıya girdi." der. Bazen de meşe kümelerinin adı "orman" olur çoban dilinde.
Dağdaki bu çalı varlığı çok eski zamanlara uzanıyor olmalı. Bir asır önceki Yunan işgalinde Eğret çevresindeki işgal güçleri bir kış yakacak ihtiyacını buradan karşılıyorlar. Bundan yirmi yıl önce ağaçlandırma için Ormaniye önce arazi temizliği yapmıştı. Sadece bir bölgeden çıkarılan kütüğü koca köylü bir kıştan fazla yakmıştı. O zaman gördük ki, İblak'ın yüzündeki çalı kadar belki ondan daha fazla yeraltında kökü var. O kök/kütüğün oluşabilmesi için asırlar gerekli.
Çalıyı kes kes bitmiyor. Kesildikçe yenileniyor, tazeleniyor. Yakacak için kesmek onun varlığı için bir tehlike teşkil etmiyor yani. Onu asıl öldüren keçi diyorlar, yeni sürgün meşenin tepesini yiyerek boğuyor, cıvgınlara yaşam hakkı tanımıyor. Zaten meşe, tohumdan veya fidan dikme şeklinde yetişmiyor. Onun varlığını sürdürmesi, çalı içinde kökten sürgünler şeklinde oluyor. Baharda orman içlerine girerseniz, taze sürgün meşelerin sessiz sessiz dünyaya gelmekte olduklarını görebilirsiniz. Ama çok dikkatli gözlerle bakmalısınız.
Yirmi yıl kadar önce, bu güzel çalı görüntüsünün köy içinde de oluşabileceği hülyasına kapılıp köye meşe dikmek istemiştim. Ekim-Kasım aylarıydı, iki demir kadar cins pelidi toplayıp götürdüm. Bir çuval içinde ıslatıp karanlık bir yere beklemeye bıraktık. Hesaba göre pelitler 15-20 gün içinde çatlayıp tomurcuklanacaklar, biz de bunları toprağa gömecektik. Baharda müstakbel meşe ormanımız filiz vermiş olacaktı. Tabi biz pelitleri unuttuk, onları hatırladığımızda gerçekten çatlamış, filizlenmiş, güneşe hasret filizler çuvalı delerek birkaç metre uzamış halde bulduk. Ekilecek, dikilecek durumda değillerdi. Hülyamızı gerçekleştirip ekebilseydik şimdi köy içinde 20 yaşında meşelerimiz olacaktı. Olur muydu acaba?
Pelit, meşenin meyvesi oluyor. Bazı yerlerde palamut diyorlar, biz pelit diyoruz. Yemeye çalışırdık, tadı tuzu olmazdı ama; çocukluğumuzda pelitlerin görüntüsü çok hoşumuza giderdi. Başında namaz takkesi gibi bir başlığı olur, bazen bu başlıklarından ayırarak onunla oyunlar oynardık. Meşenin bir başka oyun aracı da gobak idi. Bu kendine has, bordoya yakın kahverengi kabuğu olan içi toz dolu, hafif yuvarlak bir şeydi. Şey diyorum, çünkü meyve desem meyve değil, tohum desem tohum değil. Herhalde çalının bir salgısı. Meşeden elde edilen oyun araçlarından biri de mazı idi. Bu gobaktan daha küçük, daha sert, daha ağır ve daha açık renkte bir şeydi. Her mazının mutlaka bir deliği de olur. Ne yapacağımızı bilmeden onları da koparır oyunlar oynardık. Bir ara ilaç sanayiinde kullanılmak üzere mazı toplandığını duymuştum.
Çocuk dünyasında meşenin yeri meyve ve salgılarıyla sınırlı değildir. Biz ondan başka oyun araçları da yapardık. Fıtçı bunlardan biriydi mesela. Gerçi diğerlerine göre daha ağır ve sert olan bu ağaçtan fıtçı yapmak biraz riskliydi; fakat bu riske girmeye değerdi çünkü sağlam bir kımçı ipiyle döndürülen meşe fıtçısı, vurdukça dıñılar, imrenen gözlerle kendisine baktırırdı. Sağlam ve ağır olduğu için met oynarken kullanılan met ve değneği de meşeden yapardık. O vakit meşeye ulaşmak zordu ama; baharda dekgetirebilirsen taze meşe dalından güzel düdük çıkar. Bir de sabbanın çatalı da en iyi meşeden yapılır, bunu da unutma.
Bir çocuk bu kadar oyunu çıkarabilmek için Dağdaki meşeye nasıl ulaşabiliyordu, orası oldukça uzak bir yer sonuçta. Haklı bir soru. Çok basit, biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Kömürün olmadığı zamanlarda insanların yakacağı meşeydi çünkü. Gorma'nın izin verdiği günlerde herkes odun kesmeye gider, evlere ve odalara odun getirilirdi. Büyükler o udunu kıymak ile meşgulken biz de oyun araçlarımızı seçerdik içinden. Koyun can derdinde... hesabı.
Koyun demişken, çobanların meşhur kütümekli çoban değneği de meşeden olur. Düzgün uzamış, güzel görünümlü bir meşeyi gözüne kestiren çoban, onu özenle köküyle birlikte çıkarır. Kabuğunu soyup kurumaya terkeder. Kuruyunca, köpeğinden sonra en yakın arkadaşı olarak yanına alır ve kütümeğini yere vura vura sürüsünü sürer.
Dayanıklı bir ağaç olarak meşenin kullanım alanı çok geniştir. Mesela arbanın dayamaları meşeden yapılırdı. At koşumunda kullanılan falakalar meşeden olurdu. Bunlar aşırı güce maruz kalan aksamlar olduğu için meşe tercih edilirdi. Bunun yanında annat ayası, dırmık dişi, keser-kazma-balta sapları da meşeden yapılırdı. Turpanın elcik ve gayığı meşedendi. Geçenlerde tek parça meşeden yapılmış bir çekgi görmüştüm, son kullanımından bu yana belki 40 yıl geçmişti; ama hala hışır gibi ve çok sağlamdı.
Dağa yakın mevkilerden birinin adı Çalıyayla'dır. Dağ, çalı, meşe... Anıtkayalının hayatına çoktan yerleşmiş temeli sağlam kavramlar.
İlbulak Dağının temel bitki örtüsü meşe çalısı, daha ne kadar değişik bitkiyi içinde barındırıyor, bunları da anlatacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder