takvimgünlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
takvimgünlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2024

Anıtkaya Kayak Merkezleri


    Eskiden en az diz boyu kar yağar aylarca kalkmazdı diye anlatıyor eskiler. 'Goca gar' dedikleri bu dönem bazen cemreleri de aşar Nisan başına kadar uzanırmış. Dambeşlerden kakılanlarla iyice yükselen kar dağları, yolları tünele çevirirmiş. Böyle manzaraların bir kısmına bizim kuşak da şahit oldu. Tabi köy içi böyleyse arazi kim bilir nasıl oluyordu....

    Aslında kar ve arazi deyince akıllara Anadolu'nun doğusu gelir. Oralarda kış döneminin en kullanışlı ulaşım aracı kızaklar. At koşulan bu araç, kaygan kar buz üzerinde kayarak hareket etmeye dayanıyor. En azından filmlerde görülmüştür. Eskiden böyle çok yağdığına göre acaba Eğret'te de kızak kullanılmış mı diye araştırdım; yaygın değilmiş, ama iki kızak kullanıcısını duydum.

    Hacıların Kelsalek Salih Azbay'ın kızağı varmış ve onu tamamen ağıla ulaşım amacıyla kullanırlarmış. Malum olduğu üzere köyün çok uzağındaki ağıllara sık sık gitmek gerekiyordu. Çobanın ekmeği bir yana, bazen koyunlar için ot, saman gibi erzakları da kızakla götürürlermiş. Diğer kızak da Yenimısdık Mustafa Haykır'da... Namlı atlarıyla tanınan Yenimısdık o yıllarda çevre köylere yolcu taşımacılığı yapıyor. En eski dolmuşçuluk gibi düşünülebilir. Tabi bu işi yapıyorsanız mevsim şartlarına göre araç ayarlamanız gerekir. Karlı kış günleri için kızağı varmış. Yani Eğret'in ikinci kızağı ticari amaçlı... Başka da kızak sahibi duymadım...

    Büyüklerin, ulaşımdı, barınmaydı, yakacaktı, yiygiydi gibi sıkıntılarından uzak bizim gibi çocuklar, o vakitler karın eğlence kısmıyla ilgilenirdik. Kardanadam, kartopu, baskı, moturtekeri filan değil, en büyük eğlencemiz gayık gaymek idi.

Gayık gaymek, yüksekçe bir yere çıkıp kendini bayırdan aşağı koyvermek ve en az enerjiyle adeta uçma hissini yaşamaktır. Tarifi güç bu hissi yaşamayan bilmez. En basit şartı engebeli arazidir ve şükür ki bizim köyümüz gayık için en müsait yere kurulmuş. Nereye baksan irili ufaklı tepecik karşına çıkar...

    Nasıl ki biz kendi çocukluğumuzdan bahsediyoruz, aynen öyle de bizim büyüklerimizin de çocukluk dönemi vardı. Hayatta olanların anlattığına göre onların en popüler gayık/kayak merkezi Mumaklık tepesiymiş. Başka sportif gösterilerin de merkezi olan Mumaklık, kışın ise en uygun gayık alnına dönüşüveriyor. Dediklerine göre yerleşimin seyrek olduğu yıllarda (mesela sadece Ercebin ev varken) oralar ana baba günü gibi cıvıl cıvılmış. Tabi tam karşısındaki Mezerböğrü unutulmamalı. Bir vadinin iki yanı gibi karşılıklı bu iki tepeden vızır vızır kayıyorlarmış. Çeşmeye giden ortadaki yolda insan ve mal maşat trafiği tahmin edilebilir...

    Dolağın Osman'ın oradan delicesine kaydığını anlatıyorlar. Her dönemin böyle gözükara delifişekleri vardır. Onlardan daha büyük olanların Mumaklık'la ilgili kayak hatıralarını dinledim, 1940'lı yıllara kadar iniyor bunlar... Hakkıların Kadir Yırgal Dayı, oğluna ve yeğenine kızak yapmış. Eli kesere yatkın olanların böyle marifetleri var, tabi çocukları da diğerlerine göre daha şanslı oluyor. Bunlar Mumaklık'ta kayarken yaşça büyük bazıları zorbalıkla kızağı ellerinden almaya çalışır, çoğu zaman da alırlarmış. Elbette günün sonunda geri veriyorlar. Diyeceğim, kaba kayalık yapısı sebebiyle Mumaklık'ta kızaksız kayılmıyor, güvenli değil...

    Ahmetçavuşun Aladdin Şık ile Gavasın İsmail Sargın sağdıçlarmış. Bu ayrıntıyı 1941 doğumlu kişilerin hangi yaşlardayken kaydıkları hususunda bir fikir versin diye belirtiyorum. Aladdin'in güzel bir kızağı var. Genellikle gürgenden yapılan kızaklar çok kaygan ve doğuştan cilalı, yalabık oluyorlar. Eski yaba, yabaltı sapları da kızak için en uygun malzeme imiş. İleşberin önemli araç gereci olduğu için her evde bulunur ve hepsi eskir... Neyse, Alaaddin gürgen ayaklı kızağıyla kaymakta... O vakitler Mumaklık'ta henüz yapılaşmanın seyrek olduğunu tekrar hatırlatmak gerek. Misal, batı yakasındaki Hafız, Yılıklar ve Çerçilerin evler filan yok. Eski asfalt ise daha asfalt değil, susayol... Bizimki son sürat inişte... O anda Bunar tarafından çeşmeye sulanmaya getirilen öküzleri fark etmiş. Hayvanlar normal kendi sabit hızlarıyla ilerlemekte olduğundan herhangi bir çarpışma olmayacak gibi... Lakin öküzün birinin ofudacağı tutmuş, olduğu yerde öylece sorutmaya başlamış... Olduğu yer de tam Alaaddin'in yolu üstü... Kızakla o süratle inerken vites değiştirme, frene basma, manevra yapma imkanı yok... Yummuş gözünü... Gözlerini açtığında kendini Hafızın bahçede bulmuş... Meğer olan şuymuş, ofutmakta olan öküzün altından köprüden geçer gibi geçmiş, ardından susayı da aşmış, hoop bahçeye... Aladdin Emmi bu olayı gülerek defalarca anlatmış, kendinden rivayet yani...

    Bu kadar kalabalıkta kargaşanın, kavganın, şamatanın olmaması mümkün mü?.. Bir keresinde Gavasın İsmail ile Yörüklerin Çolağessan (İhsan Demir) harala gürele kavgaya tutuşmuşlar Mumaklıkta... Bunu nakleden Berber Ahmet Kabadayı, küçük olduğu için aralarına pek karışamıyor. Bu yüzden kavganın sebebi kayık kayma mı, kızak mı, yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamamış... 

    Bu arada küçük bir ayrıntı olarak arzedeyim, Eğret'te bu meşhur ulaşım ve oyun aracına kızak denmez, 'gayık' denir. Eskiden de böyleymiş... Kayık kayma fiili ile karışmasın diye ben kızak diyorum...

    Mumaklık, bir yanındaki Mezerböğrü ve diğer yanındaki Arapların Bayır bir dönemin ana kayak merkezleri oluyor... Elbette evlerinden uzaklaşacak yaşta bulunmayan yahut o kadar yüksekten kayacak kadar büyük olmayan çocuklar bu zevkten mahrum kalacak değiller... Eğret köyünün engebeli bir araziye konduğunu belirtmiştik. Her yaştaki çocuğa uygun tepeler, tepecikler, bayırlar, yükseltiler çukurlar bulunuyor. Bunların her mahalleye serpiştirilmiş olması da ayrıca şans. Hiç bir şey olmasa, evi düz bir alanda bulunanlar için dambeşten kakılan kar yığınları bile yeter.

    Ufak bir sıçrayışla bizim kuşağa geçiyorum. İşte biz böyle ufak tefek yükseltilerde kayardık. Gözümüzü açtığımız ilk yıllarda Çulluların ev tarafından gölete doğru inen küçük yamada kaydık. Burası önemli bir yükselti gibi görünürdü gözümüze, biraz büyüyünce bir de baktık ki iki adımlık yermiş. Dıkmanın Ara denilen küçük sokak açılmamıştı daha, orası bir küçük gölün çevresi gibiydi. Kaydığımız bayır dağ yamacı, fırın ve Patırların ev kıyıları şehir sahili, karşılıklı doğu batı kıyıları ise plaj gibiydi. Gölete tekrar döneceğiz, biz kayık mevzusundan uzaklaşmayalım... Her kar yağdığında özenle bayırımızdan kayık güzergahı yapar, şimşirleşinceye kadar kayardık. Alosmançavuş rahmetli malları sulamaya çıkarırken ortalığı bir vaveyla kaplardı. Onun gelişini bu gürültüden anlar her birimiz bir köşeye kaçışırdık. Sadece o vakitlerde kaymaya ara verir, burnumuzu çeke çeke, ellerimizi hohlaya hohlaya akşama kadar kayardık. Okula gitmediğimiz dönemlerdi demek ki...

    Okul yıllarında daha büyük bir kayak merkeziyle tanıştık; Hanınarası... Aslında ondan önce Han'ın öbür yanından okula doğru inen tatlı bayırın kayık yapıldığını gördük. Belki de ilk kar yağışındaydı, 1973 yılı olmalı... Herkesin çanta sahibi olmadığı, milletin torbalarla okula geldiği o günlerde bordro renkli güzel bir çantam vardı. Baktım okul çıkışı şen şakrak kayıyorlar. Kiminin iyi kayan çizmesi var onunla, kimi de üstüne oturduğu gübre naylonuyla, bir başkası ayağına ne geçirdiyse onunla kayıyor. Bordro renkli güzel çantam iyi bir malzemeye benziyordu. Kulpu öne gelecek şekilde koyup üzerine oturdum. Eyerin tutamağı gibi tuttuğum kulpla doludizgin aşağıya kadar indim. Çok keyifliydi... Kaç tur yaptım bilmiyorum, hava kararmaya yakın eve dönerken gördüm ki, bordro renkli güzel çantamın haşadı çıkmış. Bir yüzü dilik dilik dilinmiş. Tarif edilmeyecek kadar kötü duygular hakimdi bana. Sonrasını hatırlamıyorum.

    Sonraki yıllarda da Han'ın yanından okula doğru inen tatlı bayırdan çok kaydık. Tehlikeli bir yerdi, hızını alamayıp duvara toslayanlar olurdu. Açık demir kapıdan okul bahçesine kayarak girmeye çalışanlar kötü kazaya uğrayabiliyordu, sulamaya götürülen hayvanlarla sık sık çarpışma durumları da oluyordu. Bununla beraber daha tehlikeli olan asıl Han'ın arası, onun guzda kalan kuzey tarafıydı. Yağan kar ve yapılan kayak kolay kolay erimez, bırak erimeyi şimşirleştikçe şimşirleşirdi. Üstelik diğer tarafa göre daha dikti ve güzergah daha uzundu. Buradan hızla inenin durması mümkün değil gibiydi, çeşmenin keninden aşağıya uçanlar olurdu. Bütün bu tehlikelere rağmen kayık mevsiminde buradaki şenliği hiç bir yerde bulamazdınız... En gözü kara kayan kişiler Cıldırın Şahin ve İbrahim aklımda kalmış. Belki de çok iyi kayan sivri burunlu çizme giydikleri için bana öyle gelmişti. Aslında bu efsane çizme bir çiftti, önce Şahin, sonra kız kardeşi ve en nihayetinde İbrahim'in ayağında gördük. İmrenerek bakardık bu çizmelere; ne naylon ayakkabı, ne şu ne bu, hiç bir şey onlar kadar kaymazdı... 

    Rüstem'le onlara gittiğimiz bir kış günü, o tarafın kayak merkezini de keşfettik. Aslında çok kaymadığımız Arapninenin bayır meğer çok popülermiş. Bir defa buranın meyli kayık kaymak için çok ideal görünüyordu. Genişti, bir kaç tane kayık yolu aynı anda bulunabilirdi. Bunların uzunluğu da değişik olabilirdi. Yakınlarda kayanın önünü kesebilecek herhangi bir engel bulunmuyordu, Devrimbeşlerin eve kadar rahat rahat kayabilirdin. Dediğim gibi, ben çok kaymadım; oranın heyecanını ve değerini ancak müdavimlerinden öğrenebiliriz. Müdavimleri diyorum, kar yağdığında orayı bulanlar varmış, misal Ahmet Şık... Fakat doğuştan oralılar var bir de... Arapninenin bayırla dipdibe bulunanlar...

    "Evimizin arkası taş duvar ve yokuştur. Eskiden bomboştu, en aşağıda dere yatağı ve sonrası kuyu... Bizim taş duvardan aşağı o kesimde en az 4-5 yer yapılırdı kaymak için... İlk karda herkes ayaklarını bitişik tutarak ve kısa adım atarak kar ezerdik... Sırayla değil gönüllü herkes bu hareketi aynı alanda yapardı... Kar ezilir ve ilk seferler icra edilirdi, ama biraz zor olurdu... Henüz kayık yolu ne düzdür, ne de şimşirleşmiştir... Bir kaç sefer çökerek, çekerek; ellerde bir karıştan uzun değneklerle ittirerek aşağıya kadar inilirdi..."

    "En ideal kayık malzemesi naylon ayakkabıydı... Genelde genç kadın ve kızlar, gelinler yazın giyerdi, kışın ise bizim gibilerin oyuncağı olurdu bu naylon yemeniler... O da ayrı bir hikaye aslında... Ayakkabı yeni olmayacak eski olacak, altında diş olmayacak varsa da biz sağa sola sert zemine sürte sürte dişleri yok ederdik. (Sonra mı? Ya dayak, ya fırça...)"

    "Naylon yemeni yoksa mutlaka dişsiz alem yemenisi olacak, o da eski ve dişsiz olmalı... Lakin her zaman naylon bayan ayakkabısı tercih edilir... Bir de herkeste olmayan potin yani kösele ayakkabı. onunla da iyi kayılırdı, ama nerden bulacaksın..."

    "Böyle araçlarla kaydıkça seferler artar, ezilen ve az da olsa sulanan kayık yolu uçak pistine dönerdi... Ayaktan koşarak gelip kayık yoluna oturarak çok iyi hıza ulaşılır... İşte o zaman en aşağıya uzağa kim varacak diye iddialar başlardı..."

    "Arka arkaya tutunarak yola düşmek, eğer denge varsa sizi en aşağıya götürürdü. Çünkü kalabalık olduğunda ağırlık arttığından hız da artardı..."

"Sabahtan öğleye, öğleden akşama kadar süren eğlence, hava kararınca son bulurdu; ama sadece bir iki saatliğine.. Ne zaman baba camiye gitse evden kaçılır, arkadaşlarla yine o kayık yolunda tantana başlardı..."

    "Bizim oradan köy fırınına doğru ancak bir kişinin geçebileceği bir yol vardı ve kadınlar her zaman bizi sabote ederlerdi haklı olarak... Çünkü kayak yolundan geçmek, hele hele sırtında ekmeklerle dolu olan tekneyle geçmek çok zordu... Her şeyin düşmanı var, kayak yolunun düşmanı da fırın külüydü. O kül eğer bir kürek değil bir avuç da olsa oradan kayarak geçmek imkansızdır. Hızla gelirsiniz, küle yapışır kalırsınız. Sonuç, karda yuvarlanmak..."

    "Külün üzerine kar atar ve tekrar ezme işiyle süreci yeni baştan başlatırdık geceleri. Çok geç saatlere kadar seslerimiz duyulurdu. Baba zaten camiden direk odaya geçerdi. Anneler idare ederlerdi bizleri. Baba odadan dönmeden eve kapağı atardık, lakin önce köy fırınına giderdik. Kıçımızı, paçamızı, ellerimizi ısıtmak kurutmak gerekirdi. Eve mümkün olduğunca kuru dönmek şarttı. Fırının altı, insanın yüzüne vuran saman(fışkı) közü olur. O sıcaklık malumdur, açarsınız sadece simsiyah ve az da olsa sıcaklık veren bir şey görürsünüz. Ne zaman küreği sokar karıştırırsanız o zaman sıcağın, ışığın kırmızının ne demek olduğunu anlarsınız. Anında kendinizi daha uzağa atarsınız."

    "Bu bizim işimizdi... Yılmadan, bıkmadan ve her gün zevkle yaptığımız, o günün en iyi aktivitesiydi..."

    Arapnine bayırının başında evleri bulunan Mustafa Ayas'ın satırlarından sonra aynı kayak pistini çok verimli kullandığı anlaşılan Tuncay Kaçmaz'ın yazdıklarına bakalım.

    "Arapnine'nin ev bizim mahallenin unutulmazları arasında. Bizim zamanımızın favori isimleri yani büyüklerimiz: Mustafa Ayas, Mürsel Taşkın, Rüstem Kök, Ahmet Karakaya, Adem Zenger, İsmail Haykır, Mehmet Çetin, Mahmut Sağlam, Ahmet Salman idi, isimlerini unuttuklarım mutlaka vardır, kendilerinden teker teker özür diliyorum." 

    "Kar yağdığı akşam büyüklerimizden bazıları Arap Nine'nin evin arkasındaki tepeden bir kaç güğüm suyu kayak pistine dökerdi, ertesi günü pist hız denemelerine ve kazalara da açık hale gelirdi."

    "Karın yağdığı gün okul varsa son ders bitince neredeyse koşarak Arap ninenin evi boylardık, sanırım ilk o zaman öğrendim okul çantasının başka işlere de yarayabileceğini..."

    "Eğer tren yapılıyorsa, başta tecrübeli abilerimizden biri olurdu ki doğru yön versin, ortada biz çömezler, arkada da gene bir abimiz ilk beş metrede falan oturmaz, grubu arkadan iterdi. Bu şekilde güzergah bazen rahmetli Kör Şükrü Emminin eve doğru giderdi, onun eve yaklaşırken sel yolağında atik davrananlar kalkardı, anlık dalgınlığa düşenler ya da benim gibi bazen tembellik yapanlar sel yolağında bir kaç takla atardı..."

    "Eğer güzergahı Devrimbeşlerin Halil İbrahim Emminin eve doğru yapmışsak, doğal yoldan hızımız kesinceye kadar kayardık, sonra tekrar yukarı çık, katar varsa katıl, yoksa solo kaymaya başla..."

    "İki üç gün geçince, hele de güneş çıkmışsa güzergah haliyle kısalır, hatta ucu çamurla kesildiği için (güzergahın alt ucu çok güneş görüyordu) çamura batmalar ve yana devrilmeler olurdu."

    "Özellikle yaya yolu olduğu ve güneş gördüğü için sel yolağından Körüsler ile Altındişin Hasan Emminin evi arasındaki sokağa giden hat en hızlı çamurlaşan hat olurdu. Oraya gelirken tedbirli davranan, üstü başı batmadığı için evde fazla dayak yemezdi."

    "Kayak arası ihtiyaç molaları için Mardakların fırının 20 metre aşağısındaki umumi tuvalet iş görürdü. Isınmak için bahse konu fırın, daha da konfor arıyorsak Mardakların odaya (eğer açıksa, bazen Mustafa Saki/Kelmısdıfa dayım kilitlerdi nedense) yollanırdık..."

    "En unutamadığım anılardan birisi Erdal Tüblek abimle aramızda geçendir: Kayak esnasından hatırlayamadığım bir nedenle tartıştık, ya beni fiziken hırpaladı ya da sözle sinirlendirdi sanırım, ben de gücüm yetmediği için olsa gerek, bulduğum bir taşı sinirle attım. O taş gitti tam kaşının ortasına denk geldi. Biz çocuklar olarak bir şekilde sakinleşip evlere dağıldık ama meğer olay kapanmamış. Erdal abimin annesi Hatice Abla (ki hiç bir zaman saygımı ve sevgimi kaybetmedim çünkü tüm çocuklara karşı sevgi dolu ve merhametliydi), bence çok da haklı olarak bir kaç hafta her gördüğü yerde benim kabusum oldu. Zamanla mesele sükunete erdi ve unutuldu, ama işte ben unutamamışım..." 

    Ben de göleti unutmadım, ona döneceğiz, az daha sabır... Dikkat edilirse bizlerin kayık anıları arasında kızağın pek yeri yok.  Varsa yoksa naylon yemeni, dişsiz lastik filan... Öyleydi çünkü, kızak çok öncelerde görüldüğü gibi bizim zamanımızda yaygın değildi. Belki el becerisine sahip büyüklerimiz yapmadığı için, belki de ayakla çökerek kaymanın zevkini kızakta bulamayacağımız için öyleydi. Yine de tek tük kızak sahibi olanları görürdük; onların tek avantajı, kayak yolu bozulsa bile her durumda kaymaya devam edebilmeleriydi. Yeter ki eğimli bir yer olsun... Bir de biz gübre naylonuna oturup kayarken götümüz başımız kalmazdı, oysa kızakla kaymak çok konforluydu...

    Aklımda kaldığı kadarıyla Kahvecinin Metin Yırgal'ın kızağı vardı. Dedesi yapmış, güzel ve ağır bir şeydi. Sonra daha güzelini Günaydın için de yaptı... Sonra büyüdüğümüz için bazılarının iç geçirdiği bu kızakların da hükmü kalmadı... Burada dikkat çeken husus, Kadir Dayı'nın hem oğluna hem torunlarına kızak yapma konusunda üşenmemesidir. Elde ne dedeler var...

    Eski inşaatların ana malzemesi kerpiç olduğundan bu işe girişenler önce kerpiç keserlermiş. Uygun topraklı bir yer kazılarak o civara kerpiç kesilince aynı yeri sonradan başka inşaatlar için de kullanıyorlar. Böylece bir kaç kez kerpiçlik toprak alınan bir yer hissedilir biçimde çukurlaşıyor, zaten böyle yerlere kerpiç çukuru diyorlar. Zamanla köy içinde kalan bu çukurlar, sokakların yağmur kar sularıyla dolup gölleşmeye başlıyor ve gölet oluyor. Bu tip çukurlardan bizim mahallede iki tane vardı. Biri Gödeşlerle Hacımahmutların evi arasıninda, diğeri de fırının hemen arkasındaydı. İlkinin yakınlarında çok koyun köpeği dolaştığı için oraya pek uğrayamazdık, ama bizim fırının ardındaki ana eğlence merkezimizdi.

    Yalnız bizim değil, önceki iki üç nesil zamanında da bu böyleymiş, çünkü Gavur geldiğinde oranın gölet olduğunu söylüyorlar. Geçmişi eski yani...

    Yazın kurur, gübürlük olur; ama güz yağmurlarıyla dolmaya başlar. Her yağdığında bir miktar daha yükseldiğini hemen anlarsınız. Bu dönem mahallenin ördeklerinin, kazlarının bayramıdır. Hiç çıkmak istemezler, akşam olduğunda sahipleri taşlayarak zor çıkarırlar göletten... 1950'lerde filan bir metreye yakın derinliği bulurmuş. Kış geldiğinde de kar suyu var, onunla da besleniyor... Hasılı orası tam bir göletti. Patırın Hasan Dayının izindeyken çektiği fotoğrafını Berber Emmim ardından askere göndermiş de, rahmetli arkadaşlarına 'Bakın bizim ev göl kıyısında' diye epeyce hava basmış diye anlatırlar. Öyle bir gölet işte...

    Karakış gelip çattığında gölet buz tutar, kazlar ördekler çekilip orayı bize bırakırlardı. Eskiden olduğu kadar derin olmasa da bizim zamanımızda 30-40 santime ulaşırdı. Nerden biliyorsun, ölçtün mü diyeceklere cevabım hazırdır: Ölçmeyen kaldı mı? 

    Gölette kaymak karda kaymaya benzemez. Düzgün satıh olduğu için başlangıç hızını koşarak kendin sağlamalısın. Ayakkabı ayırmaz, cam gibi buzun üstünde ne giysen kayar. Yalnız çivi gibi sert tabanlı şeyler giyersen de kayarsın, ama o zaman buz çizilir, kayganlık azalır. Dahası oralardan erimeye başlar. Aslında bizlerin öyle ayakkabılar giyme durumumuz yoktu, dolayısıyla buzumuz pek bozulmazdı. Bununla beraber Sıntırların Sezai Abi Afyon'dan geldiği zamanlarda sert topuklu potinleriyle buzumuzun aklını başından alırdı. İki üç kayar, her tarafı çizer bozar, giderdi...

    Bazen çizilen yerlerden, bazen de güneş gören yerlerden buz incelip çözülmeye başlar; ne zaman çatırdayıp içine banacağını bilemezsin. İşte o vakit göletin derinlik ölçüsünü alırsın. Genellikle dizimize kadar ıslandığımız böyle zamanlarda hemen fırına dalardık. Sağlığımızı düşündüğümüzden filan değil, o halde eve gitmek yürek ister. Külü eşeler, ipçorabımızı, donumuzu tumanımızı kurutuncaya kadar beklerdik. Çoğumuz kurutmayı abartıp ipçorabımızı yanma derecesinde sarartmışızdır...

    Çok fazla eridiği zamanlarda haliyle gölete girmez, sahilde buz kırıklarını tabaka tabaka dışarıya çıkarma oyunu oynardık. Pencere çıkarma dediğimiz bu oyunda en büyük buz parçasını çıkaran kazanır. Lakin ne çare, kazanan da kaybeden de sırılsıklam olduğundan doğru fırına...

    Bizimkisi eğlenceli ıslanmaydı, ama daha önceki zamanlarda tehlikeli durumlar yaşanmış bizim gölette. Herhalde 1950'li yılların sonlarına doğru bir kış günü yine çocuklar toplanmış kayıyorlar... Hani derinliğin bir metreye yaklaştığı zamanlar... Kenarlardan da erimeye başlamış, zaten erime hep kenardan başlar nedense... Gödeşlerin Ahmet'in kızı Ratibe/Ferah nasıl olduysa eriyen yerde tökezleyip düşmüş ve buzun altına kaymış. Bir anda göletin ortalarına doğru ilerlediğini, buzun üstünden görüyorlar. Oradakiler hepsi çocuk olduğu için ne yapacaklarını bilememişler... Durumu fark eden Hörküle İsmihan Yenge yalınayak koşmuş gelmiş, topuklarıyla vura vura buzu kırıp çocuğu çıkarmış. Kucakladığı gibi fırına koşmuş, orada ısıtıp kurulayıp canlandırmışlar. Sonradan fark etmişler ki buzu kıracağım diye kadının ayakları kan revan içinde kalmış. Boşuna Hörküle/Herküle dememişler yani, nur içinde yatsın...

    Kışın en eğlenceli oyunu kayık kaymayı yazmayı unuttuğumuz anlaşılınca, başlamak ağır gelmişti. Aklıma gelenler sınırlıydı çünkü... Sağdan soldan bir anda o kadar malzeme aktı ki, ortaya işbu yazı çıktı. İyi de oldu...



27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...



26 Kasım 2024

Canali Kışı


    Canaliler sülalesinin bir asrın ötesindeki lakabı da böyleymiş. Yani 1934 soyadı uygulamasında Can soyismini almalarıyla bu lakabı kazanmış değiller. Aksine lakaplarına uygun soyismi alabilen nadir ailelerden biri oluyorlar. Belki bu yüzdendir, her dönemde ailenin en büyüğü Eğretlilerce Canali olarak bilinmiş. Adının Ali olup olmamasının hiç bir önemi yok.

    1940'lı yıllardaki aile büyüğü Mehmet Can'dır. 1897 Yılında doğan Mehmet Can da, ismi Ahmet olarak söylense de o dönemin Canali'sidir. Ali oğlu diye kayıtlara geçtiğine göre gerçek Canali'nin oğlu olsa gerektir. Nitekim Bacı Seydi Değer Dede'nin ölüm defterine 'Canalinin Mehmet Dayının ölümü' diye kaydedilmiş. Buna rağmen 'Mehmet Dayı' köylü tarafından Canali diye anılıyor.

    Zamanın Canali'si, merhum Canali Ali Can ve Şeytanhasan Hasan Can'ın babaları oluyor. Bacıdede'nin defterine vefatını kaydettiği tarih, 28 Mart 1946 Perşembe günüdür. Buna göre elli yaşına merdiven dayamışken vefat ediyor... O gün için Bacıdede'nin kaydı resmi kayıt olarak kabul edilebilir. Eğretlinin hafızasındaki kayıtta ise tarih ve gün ayrıntısı yok, kabaca onun ölümü 'Canali Gışı' diye yerleşmiş.

    Toplumsal hafızaya yerleşen çetin hava şartları çok nadirdir, Canali kışı da onlardan biri olsa gerektir. Benim duyduğuma göre o sene gocagar denilen hiç bitmez ve yaza kadar erimez kar varmış. Canali Mehmet/Ahmet ile karısı Aliciklerin Ümmühan Hanım o yıl, artlı önlü vefat etmişler... 

    Yalnız Canalioğlu Mehmet'in öldüğü 28 Mart günü ayrıca yarım metre daha kar yağmış. Millet gıyneşemiyor, mezar bile kazamıyor, şartlar o derece ağır yani... Bu ağırlık tam üç gün sürmüş... Tam üç gün boyunca Canalinin Mehmet Dayı defnedilememiş, ancak 31 Mart günü cenaze toprağa verilebilmiş. 

    Uzun yıllar o günlerde ortaya çıkan soğuğa 'Canali Kışı' denilmiş. Ölümünü takvimlere böyle kaydettirmiş Canali. Bugün eskiler yaza hazırlanırken ortaya çıkan şiddetli soğuklara hala Canali kışı diyor.




25 Kasım 2024

Ercebin Üseyin


    Şimdi Bilaller olarak bilinen sülale aslında Tekelilerin bir koludur. Bu koldan gelen Tekelioğlu Hüseyin'in dört oğlu var, en büyükleri Recep. (Küçükleri zaten malum Apil/Abdil Kaynar, Mehmet Kaynar ve Ömer Kaynar.) Eğretliler onu Ercep diye biliyor, aynı adı taşıyan başka kimse bulunmadığı için Ercep dendiğinde akla sadece o geliyor, Bilallerin Ercep demeye bile gerek yok yani.

    Ercep, Arapşükrü (Şükrü Zenger)in ablası Fadime Hanım ile evlendi. Bundan sonra Fadime Hanım da Ercepgarısı diye bilinecektir. Son zamanlarını hatırlıyorum, adını hiç anmadan kendisinden böyle bahsederlerdi. 

    Bunların bir oğlu ve üç de kızları oldu. Çocuklarının en büyüğü olan 1927 doğumlu oğluna, kendi babasının adı olan Tekelioğlu Hüseyin'in adını verdi. Soyadı Kanunu sonrası Hüseyin Kaynar olan bir evin bir oğlu, evlenmeden askere gitti. 

    1949 Kışında izinli olarak köyüne gelmişti. İzin günlerinde değirmene buğday öğütmeye gitti. Zemheriydi... Hava çivi gibi... Eğret, tarihe 'goca kar' diye geçmiş uzun süren karlı günlerden birini yaşıyordu. Kasım'da yağan kar hala kalkmamış, Hıdrelleze kadar kalkacağa da benzemiyordu.

    O yıllarda en yakın değirmenler Araplı-Gecek hattında bulunuyor... Ununu öğütüp yükünü arabaya yüklediğinde kar yağıyordu, Bayramgazi rampasını kavradığında şiddetlendi. Bayramgazi'ye geldiğinde ise tipiye çevirdi. 

    Tepedeki bu köyde biraz mola verip hem kendini hem öküzlerini dinlendirdi. Bu arada tipi şiddetini artırmıştı. Buna rağmen yola koyulmak isteyince oradan 'Bu havada yola çıkılmaz' diye durdurmak istediler. Israr edip datdedi öküzleri...

    Çirçir civarına geldiğinde tam olarak nerede olduğundan habersizdi, göz gözü görmüyordu. Öküzler de zorlanmaya başlamış, zaman zaman tekerler dönmez olmuştu. Zikkeyi çıkarıp boyunduruğu serbest bıraktı. Un derdinde değil, can derdindeydi artık.

    Arabayı öylece bırakıp öküzleri yedmeye başladı; ama tamamen tersi devrilmişti. Artık nereye gittiğini bilmiyordu... Ertesi gün buldular cansız bedenini... Mübarek Cuma günü... Uzundere'de Yataklar'a doğru bir ağacın altında, başka bir rivayette bir kayanın kuytusundaydı... Boyunduruktaki öküzleri de yanında...

    Bayramgazi'de durdurmak istedikleri, köylülerin beyanıyla sabittir. Donmuş bedeninin bir kuytuda bulunduğu da... Yalnız arada Hüseyin'in yaşadıkları tahminden ibaret... Cuma namazından çıktıktan sonra aramaya koyulan Eğretliler onu boyunduruktaki öküzlerle o halde bulunca böyle yorumlamışlar. 'Öküzleri yedeğine almayıp serbestçe sürseydi, hayvanlar onu eve kadar getirirdi' türü yorumlar da hala yapılıyor. Lakin bütün bunların faydası yok...

    Daha Bayramgazi'ye gelmeden değirmencilerin de yola çıkmaması gerektiğine dair uyarılarına muhatap olmuş. Onlara o gece sözünün olduğunu, söz kesileceğini, ne olursa olsun köye ulaşması gerektiğini söylemiş. Bu bilgi doğruysa, Eğret'e hemen dönme konusundaki motivasyonu açıklığa kavuşuyor. Hiç bir uyarı onu durduramayacakmış, ecel müstesna...

    Resmi kayıtlara ölüm tarihi 9 Şubat Pazar diye geçmiş, belki bildirildiği tarihtir bu. Cuma günü bulunduğu kesin, zira bir gün öncesinde Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın düğünü varmış. Perşembe gelini olarak o düğün günü işaretlenmiş, aynı gün Bayramgazi'den geçtiği de kesinleşince 6 Şubat 1949 ölüm günü olarak tarihe geçmiş.

    Bu acı olay Eğret halkının hafızasına yerleşip yerel takvime kazınmış. Tipiye yakalanma, tersi devrilme, yolunu şaşırma, yönünü kaybetme gibi durumlara bir örnek olarak gösterilmiştir. 'Ercebin Üseyin gibi...' sözü, bir uyarı ifadesi olarak hala kullanılmaktadır.

    Ercebin Üseyin'in üç kız kardeşi, abilerinin hatırası olarak birer oğullarına Hüseyin adını vermişler. Bunlar, Eselerin Yusuf'un Hüseyin Eminç, Bayramgazili Sığırcı Kelosman'ın Hüseyin Altınbaş ve Körahmetin İbram'ın Hüseyin Çotak'tır. Hüseyin Çotak, 1985 yılında, dayısı gibi genç yaştayken vefat etti... Bununla beraber Ercebin Üseyin Kaynar adıyla ve ölümüyle hafızalarda hala yaşıyor...




24 Kasım 2024

Altın Otu

 
    Rahmetli Cingenömer/Ömer Salman'dan nakledilen efsaneye göre, İblak dağlarında bir çoban koyun köpeklerinin diyaloğuna şahit olunca şaşırır. Bu hayvanlar havlamıyor, hırlamıyor, çemkirmiyor; resmen insan gibi konuşuyorlar. Konuşmalarının da bir konusu var, meslekleriyle ilgili dedikodu ediyorlar... Sonra bir anda bu garip sohbet normale dönüverir; işittiklerinin konuşma değil köpek cerlemesi olduğunu anlar. Bu değişimin sebebini düşünürken, diş kurcalamak için ağzına aldığı bir ot çöpünü hatırlar. Bütün sır, ağzındayken hayvanların dilini anlamasını sağlayıp, attığında her şeyin normale döndüğü bu ottadır. Ne var ki, bütün çabasına rağmen bu otu bir daha bulamaz.

    Ne zaman yaşandığı anlaşılmayan efsane, Anıtkaya'da kıdemli çobanlar arasında hala bilinip anlatılıyor. Yalnız efsanedeki esrarengiz otun kimliği hala tespit edilememiş. Ömer Salman bu efsanenin hemen ardından bir yaşanmış olay nakleder. Dananın Hacı Çolak Mehmet Kurt'tan dinlediği bu olay, efsaneyi destekler niteliktedir. Kesilen bir kara koyun kellesi, köpekler tarafından ağılın en karanlık noktasına götürülmüş. Hacı'nın bizzat şahit olduğuna göre, hayvanın dişleri elmas gibi parlıyormuş. 

    Böbülerin Goca Hasan Kabadayı'dan da benzer bir nakil var. Buna göre Kelsalek Salih Azbay'ın bir koyun ölünce dişlerinin altın suyuna batırılmış gibi parladığını görmüşler. Gocahasan Emmi o sürünün yayıldığı Resulbaba-Zîret arasındaki bölgedeki ottan kaynaklandığına hükmetmiş. Onca arayıp taramasına rağmen otu teşhis edememiş. Bahsedilen bölgeye sadece bizim köye ait on onbeş sürü çıktığı için ot hemen tükenirmiş. Dediklerine göre hayvan, özellikle keçi, mevsiminde aşerer gibi otu ararmış. Dolayısıyla hayvan otu insanlara bırakmıyor, bu yüzden de nasıl bir ottur teşhis edilemiyor. Bilinmezlik ve gizem arttıkça olay efsaneye dönüşüyor.

    Sürülerden fırsat bulup da koparamadıkları efsanevi ota altın otu demelerinin sebebi, hayvan dişlerini altına dönüştürdüğüne inanmalarıymış. Bunu düşününce, onların ot aramasını biraz da definecilerin hazine aramasına benzetebiliriz...

    Koyun keçinin dişlerini parlatan altın otu hikayelerini başka bazı kaynaklardan da duydum. Hiç birinde en baştaki efsanedeki yaklaşım yoktu. Otun Hz. Süleyman gibi hayvan dilini anlayacak idrak kazandırdığını filan söylemiyorlardı; ama hepsinin ortak noktası İblak dağlarında yetişen bir ot var, yiyen hayvanın dişleri aşırı derecede parlıyor, yönünde...

    Bir noktadan sonra efsane ile gerçek birbirine karışıyor. Anlatılanların bir açısına göre, çok sevdiği için yiyip bitiren hayvanlar insanlara bu otu bırakmıyordu. Başka bir açıdan dinlediğime göre ise bu otun çayı da çok güzel olurmuş. Yörüğoğluların Musa Tüplek'in çayını çok demlediği otun adresi değişiveriyor; Guyuderesi'nde kayaların arasında çıkarmış ekseri...

    Bütün bunları birleştirdiğimizde, bir tek ottan bahsedilmediği sonucuna varabiliriz. Efsanedeki ot ile Zîret ve Guyuderesi civarında belirlenen otlar farklı olabilir. Aynı ot da olabilir; olayın kahramanlarının ağılları nereye yakınsa herkes oradakine vakıftır. Bir de her birinin ota dair algıladıkları farklı olabilir, çünkü herkesin bir ottan beklediği farklıdır. Kimi simyacı gibi dişi altına çevirmesini bekler, kimi lezzetli ve sıcak bir çay olmasını...

    Ömer Salman Emminin anlattığı efsanede otun adına dair bir bilgi yok. Hacı Çolak Dedeye dayandırılan olayda da isim zikredilmiyor. Sonrakilerde bu altın otuna dönüşüyor. Goca Hasan Emmi zaten otu bulamadığını belirtmiş. Derken, Musa Emmi ile bolca vakit geçiren Necaip Omak, bahsedilen altın otunu kabaca tarif etti. Onun tarifine göre bir arama yaptığımda bir kaç resim buldum, hayret onlar da altın otu diye kaydedilmiş. Aslında altın otu diye kayıtlara geçen sarı çiçekli ayvadenesi-sarıpapatya benzeri her şeyiyle sarı bir ot idi. Araya sıkışmış iki üç tane, yeşil yapraklı altın otu Necaip Abinin tarif ettiği gibiydi.

    Otuz yıl kadar önce, aralarında bir biyologun da bulunduğu arkadaşlarla Bödününçeşme'deydik. Karşı yamaca doğru kısa ve zorlu gezinti esnasında biyolog arkadaş bir ot gösterip, bunun az bulunur bir eğrelti cinsi olduğunu söyledi. Ot üzerinde fazla durmadık, sonra Eğret ile eğrelti arasında bir münasebet olup olmayacağını filan konuşmuştuk. Necaip Abi'nin tarifinden yola çıkarak bulduğum fotoğrafı görünce, otuz yıl önce arkadaşımın kayaların arasında gösterdiği eğrelti cinsini hatırladım. Aynı ottu...

    Netice-i kelam, İblak dağlarının altın otu var... Ellinin üzerinde koyun sürüsünün olduğu dönemde, nadir yetişen bu otu bulmak zor olabilirdi. Şimdi onun için adeta aşeren hayvan kalmadığına göre, adı geçen yerlerde altın otunu bulmak kolay olsa gerektir.



Çobanlar Ve Çeltikler


    Eskiden beri koyunculuğun bu kadar yaygın olduğu Eğret'te hemen hemen her evin bir miktar koyunu olduğundan, her evden de mecburen çoban çıkıyordu. Zamanla bu işte tecrübe kazanan, adeta çobanlık kanına işlemiş kimseler ölene kadar bu işi bırakamıyor.

    Bir dönemin çobanlarını, hatırladığı kadarıyla Mahmut Omak şöyle bildirildi, düzensiz olarak yazalım: Necati Kopan, Çerçilerin Hilmi Kopan, Koca Veli Tetik emmi, Daldalların Ahmet ve Alaattin Honça, Necati Okutan, Talip okutan ve babaları Mehmet Okutan, Musa Tüplek, Ahmet, Adem, Mürsel ve Ali Dirlik, Ahmet Bar, Koca Yusuf'un Ali Kopan dayı, Abim Necaip Omak. Bunların çoğu kıdemli çoban... Ayrıca Emin Aykaç, Bekir Öter...

    Kıdemli, tecrübeli çobanların yanına bazen çocukları çırak olarak verirlermiş. Onunla birlikte gelip gitsin, işi öğrensin diye... Böyle çoban çıraklarına Eğret'te çeltik deniliyormuş ve çeltik vermek çok yaygınmış. 

    Tek başına kıra bayıra çıkarılamayacak kadar küçük olan çeltik, böylece mesleği öğrenmenin ilk adımını atmış olacak. Büyükleri hayvanlarının güdülmesini sağlayacak. Usta çoban ise malları çevirmek için filan kullanacak, ayak işlerinde ondan yararlanacak. Yani herkes için yararlı bir uygulama. Bir dükkanda çırak ne yaparsa onun gibi bir şey...

    Bu uygulamadan ilk defa Berber Ahmet Kabadayı'nın çocukken Arapların Gözel Ali Tok yanına verilmesi olayıyla haberdar olmuştuk. Aslında ona tam çeltiklik denilemez, Gözelali rahmetli Berber'e kol kanat germiş, hatta uykusu geldiğinde uyumasını sağlayarak onu resmen gece boyunca avutmuş. Berber'in anlattığına göre bu kadarcık usta çobanın yanında bulunmak bile çocukta müthiş bir kendine güven hissi oluşturmuş. Çoban çeltikliği uygulamasının önemini vurgulayan güzel bir anekdottu, Berber'in anlattığı.

    Her çoban, çeltiğine karşı Gözelali kadar merhametli olmayabiliyor. Torunu Vahit Usta ve yine Berber'den dinlediğim bir olay Dayı Hasan Yola ile ilgilidir. Muzip bir kişiliğe sahip olan Dayı da meşhur çobanlardanmış, 35 yıl değnek salladığını bizzat kendisi söylemiş. Sakaların Hüseyin Atay çocukken Dayı'nın yanına vermişler. Çocuk bu, o kadar süre dolaşmaya, gece boyu uykusuz kalmaya alışık değil. Ustası yatmasına izin vermiyor, bunu düşünmek bile ne mümkün... Bir ara çocuk değneğine dayanıp uyuklamaya başlamış. Bunu fark eden Dayı, elindeki değneği Hüseyin'e doğru öyle bir kütülemiş ki... Değnek çocuğun dayandığı değneği mi çeldirdi, yoksa bu gürültüden uyanıp belinledi mi, her ne olduysa Hüseyin ürküp sağa sola koşturmaya başlamış. Onun bu haline kahkahalarla gülen Dayı Hasan ise keyifli keyifli haykırmış;
    - 'Le Üseyiiin! Eşşeği ürkütdüm, sana doğru geliyo, dut şunu!'

    Aziz Sargın Sağırların Hamza Sancak'tan işitmiş. Yeniyetmeliğinde Capbak Osman Külte'nin çeltiğiymiş. Rahmetli bu küçük çeltiğini ezdikçe ezermiş. 'Oranın suyundan başkasını içemiyon' diye ta Almalı'dan Bahçecik'e gönderirmiş. Yayan yapıldak suya gidişler bir kereye mahsus da değil, sürekliymiş. Oysa başkaları da Almalı çeşmesinin suyunu methediyor... Çeltiklik zor zeneat vesselam...

    Efekçi Süleyman Salman ile Gambır Tevfik İdis birlikte koyun güderlerken Kel Bekir Atay'ı yanlarında çeltik gibi taşırlarmış. Yaşı küçük olduğu için değil, koyunu çok az olduğu için... Biraz da horluyorlar mıydı, her neyse... Ekmek getirmesi için köye göndermişler. Köy ile dağ arasındaki mesafesi malum, git gel saatler sürer... Bu gidince, zavallının bir koyununu kesmişler. Gerekçe de tuhaf; neymiş, kara koyun olduğu için her yerden göze çarpıyor, belli oluyor. Tevfik zaten iyi yemesiyle meşhur, sabaha kadar üç koyunu kavurma yapıp işkembeye depiyor... Hasılı olan Kelbekir'in kara koyuna olmuş...

    Aralarında çoban çeltik hiyerarşisi var mıydı bilmiyorum... 1959 veya 60 yılında yine dağdayız... Gazilerin Cemal Yıldız'ın yanında Hamdihoca'nın Küpçü Süleyman Dadak, Böbülerin Gocahasan'ın yanında da Berber Ahmet Kabadayı var. Çeltik olmasalar da çobanlarla çocuklar yakın akraba; Cemal ile Süleyman hala dayı çocuğu, Berber ise Gocahasan'ın yeğeni... Usta çobanlar çocuklara itimat ederek sürüleri bırakıp gitmişler. Uyudular mı ne olduysa, gece sürüler kaybolmuş. Sabah birini Şamlı'da, diğerini Almalı'da bulmuşlar...

    Çeltik olmadığı halde küçük çoban Mahmut Sağlam'ı koruyup kollayan Kel Ahmet Bar'ı, Musa Tüplek'i duymuştuk. Benzer çoban çeltik olayları daha çoktur, bizim derleyebildiklerimiz bunlar. Çobanlık başlıbaşına bir meslek olarak görülür, çoban yetiştirme konusunda da böyle bir tekniğe başvururlarmış.



23 Kasım 2024

Meramımın İfadesi, Eğret Halk Takvimi

 
    2014 idi yanılmıyorsam, Eğretlilerin hafızasında kayıtlı halk takvimini bir pano şeklinde hazırlayıp duvara asma fikri oluştu. Okullardaki tarih şeridi veya dört mevsim tablosu gibi bir şeydi düşündüğüm. Bugün zemherinin kaçı diye oraya buraya bakmadan gelip bu panodan öğrenilecekti. Manuel bir takvim ibresiyle her gün güncellenecek bu panoda Eğret halk takvimine dair başka ayrıntılar da bulunacaktı. Basit ama ayrıntılı bir yerel takvim...

    Dünya gailesi işte... Araya daha başka şeylerin girmesiyle takvim projesi fikirden öteye geçemedi. 2018 Yılında çocukların proje ödevlerinden arta kalan mukavvaları kartonları görünce bu panoyu yapma fikri tekrar depreşti. Bilgisel malzeme zaten hazırdı, onları üzerine yerleştireceğimiz mukavva pano, her güne 1 cm ayrılsa, dört metre civarında olacaktı. Çok büyük, heyula gibi bir tablo yapma işinin üstesinden gelmek oldukça zor göründü. Yarı yarıya küçültüp panoyu 2 metre civarında yapmaya karar verdik. 

    Kartonlar üzerinde işaretlemelere başlayınca bir şey fark ettim, gün gün bir yılı yerleştirmek çok kolaydı, hatta günlük birer cümleyle bilgi işaretlemesi de yapılabilirdi; ama bazı vakitlere dair söylenecek çok şey vardı ve bunları iki metrelik panoya sığdırmak mümkün değildi. Projeyi sırf bu yüzden tekrar rafa kaldırdık. Zaten bu arada başımıza gelmeyen kalmadı, yüzbinlerce masumla birlikte terörist iftirasına maruz kaldık. Gözaltı, tutuklanma, yargılanma, hapis cezası... Bir süre yatıp çıktık, gerçi hala yargılama devam ediyor.

    2020 Yılı başında Eğret Halk Takvimini tekrar gündeme aldım. Madem pano yapılamayacak, o halde elektronik tablo neden olmasındı. Bu ortamda istediğin kadar büyült, istediğin bilgiyi yaz, kartona kağıda mukavvaya gerek yoktu. Bir kaç günde bir excel  sayfasına kafamdaki tabloyu yerleştirdim. İstediğim her şeyi de yazarak hem de...

    Bilgisayar üzerinde oynarken aklıma başka bir fikir geldi; Eğret'teki 365 günü tek tek işleyerek bir günlük oluşturmak... İleşberlik, hayvancılık, sosyal ve kültürel hayat olmak üzere bir yılda neler yaşanıyorsa hepsini kayıt altına almak ve bunu yaptığım takvimle paralel götürmek... İyi de bunu hangi ortamda yapacaktık? 

    Eğretiköy adlı blog fikri böyle ortaya çıktı, 2020 Ocak ayında blogu amatörce hazırladım. Başka gaileler girince yazılar yine yaz aylarına sarktı. Fakat yazmaya başlayınca bir daha hiç durmadık. Takvimin tanıtımı ve Hıdrellezle başladık, sonra çapalar, ot orakları, harman filan... 

    Yalnız sadece takvim ve günlükle uğraşmıyorduk, eş zamanlı olarak Eğret'e dair her şeyle ilgili yazıyorduk. Ne de olsa blog adı Eğretiköy... Blogdan maksadım yazıları bir arada tutmaktı, kimsenin bildiği yoktu zaten, bu yüzden kafama göre yazdım durdum. Fakat internet ortamı, insanı o kadar da özgür bırakmıyor. Birileri blogdan haberdar olunca, o yılın sonbaharında Sülaleler konusu gündeme girdi. Tam iki yıl süren sülale çalışmasına ağırlık verince günlük geri planda kaldı. Gerçi eş zamanlı olarak her kategoride yazmaya çalıştık, ama dikkati aynı oranda paylaştırmak mümkün olmuyor.

    Sülale çalışması bittikten sonra güncellemesi de epeyce sürdü, gerçi hala devam ediyor, ama proje olarak dikkatimizden uzaklaştı. Bu arada öteden beri devam eden Ansiklopedik Eğret Sözlüğünü de aradan çıkardık. Yeri geldiğinde onu da güncelliyoruz, olsun yine de bitti dediğimiz projelerden biridir. Bu iki çalışmayı bitirdikten sonra günlüğe tekrar dönüp, bıraktığımız yerden başlayalım dedik. Bir de ne göreyim, neredeyse sona gelmişmişiz zaten. Bir kaç yazı ile o da tamamlandı.

    Hasılı 2014 yılında düşünce olarak başlayan Eğret Halk Takvimi projesi, on yıl sonra bugün ete kemiğe bürünüp noktalandı. Bakışa göre değişir; on yılda bitti de denilebilir, üzerinde on yıl esnendi denilebilir.

    Değişik zamanlarda başka başka ruh hallerindeyken yazılan yazılar bir araya getirildi, bu yüzden ilk bakışta bütünlük arzetmeyebilir. Yazıların düzenlemesini, sıralamasını bu durumu gözönüne alarak yapmaya çalıştım. Konuya göre sıralandığı için arka arkaya gelen bazı yazılarda kopukluk görülebilir. Ne de olsa ilk yazı ile sonuncusu arasında neredeyse dört yıl var.

    İçerik olarak düşünerek yazıları beş ana bölümde değerlendirdim. İlk Bölümde Eğret/Anıtkaya'da zaman kavramı ve Eğret Halk Takvimi genel hatlarıyla ele alındı. İkinci Bölümde takvime bağlı günlük hayat ve ileşberlik işlerini ayrıntılı tarif etmeye çalıştık. Burada hayat tarıma dayalı olduğu için bu kısım en geniş bölümü oluşturdu. Üçüncü bölüm, ileşberlik kadar eski ve önemli koyunculuk çoban kültürüne ayrıldı. Dördüncü bölümde her yönüyle Eğret düğünleri işlendi ve son bölümde de takvime bağlı olmayan bazı hususlara yer verildi. Aslında kendince muayyen bir zamanı bulunan bazı etkinlikleri, Eğret Halk takviminden bağımsız oldukları için bu kategoride değerlendirdik.

    Başta planladığım gibi bu çalışma bir iş takvimidir. Aynı zamanda sosyal hayatı bütün yönleriyle ele almaya çalıştığımız bir Eğret günlüğüdür. Örf adetlerimizi kayıt altına alan bir kültür yıllığıdır. Ariz amik ele alınan bir Eğret Halk Takvimidir. Hiç bir şey değilse bile kafası yarım asır geride birinin sayıklamaları kabul edilsin...

Kasım 2024, Afyonkarahisar


22 Kasım 2024

Hacı Uğurlama

     
    Asker gezmeleri gibi Hac mevsimi de yılın belli bir noktasına çakılı kalmaksızın sürekli değişir. Bu özelliği sebebiyle onu kandiller ve Ramazan ayına benzetmek daha doğrudur. Çünkü bunlar ay takvimine bağlı olarak her yıl 11 gün gerileyerek 365 günü 33 yılda tavaf etmiş olurlar. Eğret takviminde bu yüzden sabit noktada ele alınamıyorlar.

    Ne zamana denk gelirse gelsin, Kurban Bayramında Mekke'de olacak şekilde çıkılan Hac yolculuğunun hazırlık ve uğurlama seremonisi kayda değerdir.

    Eğret Kervansarayı önünden geçip İstanbul'a uzanan meşhur İpekyolu, eğer İstanbul'dan başlatılırsa hac ve ticaret yolu olarak ikiye ayrılıyormuş. Ayrım yeri Kütahya'nın kuzeyi. Buradan sağa devam edip güneye inen kolu Eğret'ten geçiyor ve ticaret yolu olarak adlandırılıyor. Soldan inen ise Döğer'den geçiyor ve direk Hicaz'a yöneldiği için Hac yolu oluyor. İstanbul/Avrupa tarafından gelen hacı kafileleri Eğret'e uğramadan Hac yolunu takip ediyorlar. Yalnız Bursa/Kütahya tarafının hacıları Eğret'ten geçmek zorunda. İşte Eğret hacıları genelde o kafilelere katılıyorlar.

    Demiryolu yaygınlaşana, motorlu araçlar ülkede çoğalana kadar hac yolculukları deve kervanlarıyla yapılıyor ve ortalama 6 ay sürüyordu. Bu dönemlerde hacıların köyden uğurlanması nasıl yapılıyordu, bu konuda bilgimiz bulunmuyor. Çocukluğumuzda şahit olduklarımız onlar hakkında da bir fikir verebilir.

    1970'li yıllarda hacılar bugünkü kadar olmasa da yine organize biçimde kafileler halinde giderdi. Kendi imkanlarıyla minibüs tutup gidenler de vardı. Apak Mevlüt Kopan'ın minibüsü bu amaçla kiraladıklarını işitmiştim. Kantinlerin Haciban ve Ahmet Kızılyer kardeşlere Hacı denilmesine sebep de minibüsleriyle hacı götürmeleriymiş. 

    O zamanın organizasyonlarında şimdinin yemekli otellerinde konaklama yokmuş. Ortaklaşa ev tutarlar aşını keşini kendileri pişirirmiş. Bu yüzden yolculuk öncesinde uzun bir hazırlık süreci olurdu. Şepit edenleri mi ararsın, kilolarca sucuk depdirenleri mi... Kangal kangal kavurma donduranlar da olurdu. Kışlık hazırlar gibi tarhana, bulgur göce vb. malzemeyi çuvallara doldururlardı. Bunun yanında elbisesinin bir köşesine para dikenleri de duyardık. Hırsızlara karşı en iyi önlem bu imiş...

    Bu arada müstakbel hacıları ziyaretler de yapılırdı. Bu ziyaretlerde küçük bir hediye ile bir kaç kuruş sıkıştırmak adetleşmiş. Ziyaretlerin asıl sebebi ise helalleşmektir. Sülale araştırmaları sırasında görüldü ki bundan bir asır evvelki hac ibadetinden dönemeyen çok sayıda Eğretli var. Gidip de dönememek var yani. Ayrıca inanışa göre haccın şartlarından biri de borçlu ve üzerinde kul hakkı bulundurmamak olduğundan, bu ziyaretlerin asıl sebebi mümkün olduğunca çok kişiyle helalleşme sağlamak. 

    Bu hazırlık safhasından sonra o gün gelip çatar. Eğret hacılarının toplu olarak uğurlandığı o gün Tekgenin yanında muazzam bir kalabalık toplanır. Bütün köy oraya akar dense yeridir. Bütün hacı uğurlama törenlerinin buradan başlamasının sebebi Hacı İbrahim Dede'nin manevi atmosferinden feyizlenmek olmalıdır. Bütün hacılar toplanıp yeterli kalabalık sağlandıktan sonra Gocacami'den sancak getirilir. Güçlü kuvvetli birinin boynuna taktığı kütüklük koçanına oturtulan sancak direği bütün haşmetiyle ortada görünür. İşte o anda gürül gürül bir saltanatlı tekbir ortalığı inletmeye başlar. Bu gürlemeyle kalabalık harekete geçmiştir.

    Tekkeden asfalta kadar Galipbey caddesi boyunca sürecek olan yürüyüş kolunu tarif edelim. En önde bütün haşmetiyle sancaktar, ağır adımlarla yürür. Hemen ardında Hacı adayları bir saf halinde sıralanmışlardır. Onların arkasında tekbirlere öncülük eden hocalar ve köy büyükleri... Sonrası ise düzensizler gurubu... Boyunlarındaki heybeden meyve ve çerez saçan hacı yakınları; elini sokup çıkardığı ceplerinden avuç avuç madeni para çıkarıp, Allah ne verdiyse onları insanların kafasına gözüne saçanlar; saçılanları kapışmak için birbiriyle yarışan çocuklar; yerdeki liraya tenezzül etmeyen oraya sırf Allah rızası için kalabalık olsun diye gelen ağırbaşlılar; tekbire katılıp sevap kazanmak isterken sesini korodan bağımsız hareket ettiren cırtlak sesler; ve en arkada kadınlar, kızlar...

    Karışık hacı alayı caddeden aşağı sallanırken zaman zaman ön saflardaki düzen de bozulabilir. Çerez ve para saçıcı heybeliler, atacaklarını alayın önüne attıklarında çocuklar hurra oraya hücum eder. Onlar tavuk gibi yerdekileri toplarken topluluğa yeni katılan uğurlayıcılar önce hacılara sarılmak istediğinden bir anda her şey karman çorman olur. Fakat tekbirler susmaz 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' Bu anda bozulan saflar, yeni katılımcılarla darmaduman olana kadar gitmek üzere yeniden hizalanır... Sonra bir münasebetsiz çerez yağmuru, helalleşme arzusuyla yanıp tutuşan kollar... Hafif aksama ve 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' ile tekbir komutu...

    Kelibanın ev ile Karakol arası son durak. Orada üç kere daha tekbir getirildikten sonra dua edilir. Son sarılma ve vedalaşmaların akabinde hazır bekleyen araçlara bindirilerek hacılar yolcu edilir. Bu arada gözyaşları sel olur. Bunlar ayrılık acısına dayanamayacağını düşünen hacı yakınları ve daha önce yaptığı bu ibadetin tadı damağında kalan kıdemli hacılara aittir. 

    Tekkeye doğru dönüş yolculuğu daha düzensiz ve heyecansızdır. Sancaktar sancağı omuzlamış, çerezcilerin boş heybesi kolundadır. Haylaz çocuklar hasılatını saymakta, analar mızılayan çocuğunu sürüklemektedir. Biraz önce tekbirlerle inleyen Galipbey caddesi sessiz, dağınık kalabalık ise çok yorgun gibidir...

    Sayılı gün çabuk geçer. Hacıların gelme vaktinde karşılama töreni yapmak çok zordur. En azından uğurlama gibi gösterişli bir karşılama yapılamaz. Haberleşme araçlarının yaygın olmadığı o günlerde hacıların hangi gün geleceği tahmin edilse bile saatini kestirmek kolay değildir. Bu yüzden hacılar genellikle sessizce gelirler.

    Geldiklerinin ertesi günü Anıtkaya sokaklarında başlarında tepsili kadınlar cirit atar. Hacıların yanlarında getirdikleri hediyeler sahiplerine dağıtılmak üzere o tepsilere binip yola revan olmuştur. Bir karımlık kına, bir kaç tane hurma, bir namazlağı, namaz örtüsü, namaz takkesi, 33'lük şakşaklar, 99'luk tespihler, bıçak gibi hediyeler... Kime? Hani yolculuk öncesi helalleşme ziyareti yapanlar vardı ya, işte onlara... 

    Taze Hacılara yine hoşgeldin ziyaretleri de yapılır. Orada bol bol hurma ve ille de ayakta içilmesi istenen ebizemzem ikram edilir. Oradan getirilen teybe, orada doldurulmuş bir vaaz kaseti konulup ateşin yakmadığı deve kemiği hikayesi bilmem kaçıncı kez dinlenip gözyaşı dökülür. Bastırınca değişik Kabe manzaralarını gösteren film karelerine bakılır...

    Elli yıl önce böyleydi hacı uğurlama ve karşılama... Çok güzel günlerdi...



21 Kasım 2024

Asker Gezmeleri

     
    19. Yüzyılda Eğret'ten geçen bir gezgin, köydeki evlerin çoğunun boş olduğunu söyler ve bunu o yıllarda uygulanan redif askerlik sistemine bağlar. Dört yıl temel ve sekiz yıl yedek olmak üzere 12 yıla kadar uzayabilen askerlik boyunca insanlar köylerine pek seyrek uğruyorlardı. 

    Batılı gezginin abartılı bir şekilde anlattığı köyleri boşaltan askerlik sistemi Eğret'e mahsus olmayıp bütün ülkede uygulanıyordu. Aslında Osmanlı'da askerlik bir vergi çeşidiydi. Köyün büyüklüğüne göre belirlenen sayıda genç askere alınarak devlete borcunu ödemiş olurlardı. Eğret, 17. ve 18. yüzyıllarda en az 1,5 nefer vergiye tabiymiş. 1 Nefer 15-25 arasında değişen kişiyi ifade eden birimdir. 1,5 Nefer demek 25-40 arasında asker demek oluyor, yani köy olarak bu kadar sayıda yiğidi yaşı geldikçe askere göndereceksin. 

    Arada Eğret'e 2 Nefer asker tahsisi yazıldığı da var, sayıyı siz düşünün artık. Köy İstanbul'un tahıl ambarıymış, ama bu rakamlara bakınca aynı zamanda asker kaynağı gibi... 19. Yüzyılda redif sistemine geçilmiş, ama bu dönemde de asker sayısında azalma yok; 1831 kayıtlarında yirminin üzerinde asker kaydı var. Bu sayı yanıltmasın, redif sisteminde sırası gelen askere çağrılıyor; temel askerlik bittikten sonraki rediflik dönemi para yatırılarak bir kaç kez ertelenebiliyor, ama kurtuluş yok, geriye kalan 8 yılı da tamamlayacaksın. Sık kullanılan izinlerle filan rediflik dönemi gevşetilse de askerlik, askerliktir. Eskilere dair duyduğunuz 'Dedem 12 yıl askerlik yapmış' türü şeyler, masal değil gerçektir.

    Cumhuriyetle birlikte TSK ve askere alma hususunda yeni düzenlemeye gidilmiş, rediflik kaldırılmış, süre kısaltılmış. 2. Dünya savaşı sırasındaki beklenmeyen durum haricinde yeni düzenlemelere riayet edilmiş. Askere alma konusunda da yeni düzenlemeler yapılmış. Yılda dört defa olmak üzere belli bir düzen/tertipte alımlar yapılmış. Askere alma dönemleri numaralandırılarak 1. 2. 3. ve 4. Tertip olmak üzere Mart, Haziran, Eylül ve Aralık aylarında gerçekleştirilmiş. Bazı yıllarda 6 tertip olarak alıyor, o zaman celp aralığı iki ayda bire düşüyormuş.

    Gerek Osmanlı zamanında olsun gerekse Cumhuriyet döneminde, çocuklarını askere göndermek hiç bir zaman Eğret'i ıssızlığa bürümemiş. Şartlar zor olsa da kardeşlerin aynı anda silah altına alınmaması, tek erkek çocuğun istisna tutulması, fiziksel engellilere kolaylık tanınması gibi hususlar bu şartlarda hafifletici olmuş. Bir de vazifenin kutsallığını biliyor köylü, hem de Batılı gezginin anlayamayacağı kadar. Bu yüzden askere gidişler eğlenceye çevrilmiş. Tanık olduğum bu eğlenceleri nakledeceğim.

    Başka tertiplerde de alımlar olmuş, ama nedense benim aklımda Eğret askerlerinin Mart ayında 1. tertip olarak alındıkları kalmış. Olaylar Mart ayında geçiyormuş gibi düşünülsün...

    Bir ay öncesinden muayene, şube, yol, sülüs, devre, tertip gibi sözleri duymaya başlardık. Hazır asker adayları bir araya gelir, araya böyle anlamadığımız kelimeleri sıkıştırarak konuşur, eğlenirlerdi. Aslında düzenli toplanmalar da bu günlerde başlardı.

    İlk günlerde tam kadro toplanmak güçtür, zira Anıtkaya'nın çoğu daha o yıllarda İzmir'i boylamıştı. Muhtara asker kağıdı geldiğini öğrendikten sonra, hazırlıklarını tamamlayıp oradaki işi ve eviyle ilişiğini kesecek, köye dedesi ninesinin yanına gelecek... Bu biraz zaman alır. Bu yüzden yabandakiler de gelene kadar, Anıtkaya askerleri olduğu kadar, bir araya gelirler. Diğerleri gelmese bile bu işe hevesli olan heyecanlı askerler toplanır, dağılır; toplanır, dağılırlar... Yıllardır bunun özenciyle yanıp tutuşanlar vardır çünkü...

    Askere gitmeden önce asker toplanmalarına özenmeyi bugünün gençlerine anlatmak zor olabilir. Yine de deneyelim. Şimdiki gibi internet, telefon, sosyal medya filan yok. Televizyon denen şey yeni çıkmış, bir kaç dükkan ve evde bulunuyor, yaygınlaşmamış. Telefon da öyle... Köyün dış dünya ile bağlantısı yalnız radyo ile kuruluyor, bir de arada Afyon'a gidişlerle... Askere gidene kadar köyden dışarı çıkmamış kimseleri bile duymuşsunuzdur... İşte askerlik böyleleri için dış dünya ile kurulan ilk bağdır, bu yüzden önemlidir. Elbette asker gezmelerini özlemle bekleyecek...

    Tam teşekküllü toplandıklarında ne kadar kalabalık oldukları hakkında bir fikir versin diye örneklendireyim. 1941/6 Tertip Eğret askerleri tam 41 kişiymiş. O yıllarda dışarıya göç tam başlamadığı için 41 kişinin tamamı asker gezmeleri için tam kadro toplanabilmiş. On yıl sonrasında bizim tanık olabildiğimiz dönemlerde bu sayı biraz düşüyordu, ama son on onbeş günde hepsi toplanırmış...

    Bu kadar asker aşağı yukarı bir takım demek, nereye gitseler şamatalarıyla, gürültüleriyle, harala güreleleriyle birlkte gidiyorlar. Dolayısıyla daha uzaktan kendilerini belli ederler. Coşkunun sebebi askerlik heyecanıyla birlikte, bazılarının kalabalıkta başka kimliğe bürünmeleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun askerler neşeli bir topluluktur. Yeni çıktığı zamanlarda, nerden buldularsa boynuna taktıkları bir teypten oyun havası çalarlar, kafalarına estikleri yerde durur, ceplerinden çıkardıkları kaşıkları tıkırdatarak oynarlardı.

    Şar şor derecesine varmadığı sürece onlardaki coşku hoş karşılanırdı. Birilerinin önünde oynuyorlarsa seyircilerin para çevirmesi beklenir, onlar da çevirirdi. Bazen dükkanlar, kahveler, belediye, okul, oda gibi yerler de ziyaret edilir ve bahşişler alınırdı. Ziyaret ettikleri yerlerde bu hareketleri ayıplanmaz, hatta bazıları bana niye gelmiyorlar diye yakındığı bile olurdu.

    Coşku ve sevinci ölçülü bir şekilde yaşarlardı. Buna müstakbel asker vakarı denilebilir, kışlaya dahil olmalarına günler kala bu atmosferi yakalamaya çalışmaları bana ilginç gelmiştir. Her toplulukta olduğu gibi asker gezmelerinde de çatlak sesler çıkabilir, ancak arada eritilebilecek cinsten cılız şeylerdir bunlar. Çünkü askeri disiplin ve otorite havası, aralarından birinin sivrilip çavuş seçilmesiyle kendini göstermeye başlamıştır. Onun emir/kararlarına uyulacak, direktiflerine göre hareket edilecektir. Lider tabiatlı çavuş, çatlak cırtlak sesleri bastırarak otoritesini göstermelidir.

    Oyunlar haricinde kendilerince talimler yaparlar, ne kadar olursa o kadar uygun adım yürürlerdi. O vakitler köyün içinden geçen asfalt yoldaki bu talim ve yürüyüşler, zaten seyrek olan kamyon geçişleri sırasında duraklar, askerler kenara çekilirdi. Sonra kaldığı yerden devam...

    Asfalt kenarındaki Karakoldan sair zamanlarda alabildiğince ürken bu gençler, şimdi onun önünden alayıvala ile geçmesi de şaşırtıcıdır. Bunun sebebi, tabi ki gençlere köylünün gösterdiği hoşgörüyü, görevli jandarmanın da göstermesidir. 'Bilemedin bir hafta on gün sonra bu neşelerinden eser kalmayacak gençler, bırakalım da eğlensin' diye düşünürlerdi belki de...

    On onbeş gün boyunca Anıtkaya'da bu coşkulu kalabalığın adım atmadığı sokak, cadde kalmaz. Her yere uğradıkları için olsa gerek buna biz asker gezmesi diyoruz. Sürekli gezer dolaşır; duraklar oyun oynar; canı sıkılır, asker talimi yapar; rastladığı birini oynatır, olmazsa ceza keser. Kesilen cezalar anında tahsil edilir. Toplanan parayla oturdukları odanın çay kahve masrafı karşılanır. Evet, sürekli toplanıp oturacakları bir oda belirler, orayı merkez üssü olarak kullanırlar. Haliyle oranın masraflarını da karşılamaları gerekir ki bu da kesilen cezalardan oluşan asker bütçesinden sağlanır. Bazen bu cezaları abartırlar, o zaman ortaya harcamayla bitmeyecek bir miktar çıkarmış. Hayır Cemiyeti veya Hoca ile işbirliği sağlanıp biriken parayla bir caminin ihtiyacını gören askerleri anlatıyorlar..

    Asker gezmeleri deyince, ev davetleri için ayrı bir bölüm açmak gerekir. Köy yerinde böyle kalabalık bir grupta her evden bir fert var demektir. Değilse bile mutlaka her haneyle akraba olan birisi bulunur. Onu yemeğe davet etmek adettendir, grup bölünemeyeceğine göre her davete birlikte giderler. Beşyüz haneli bir köyde en az üçyüz haneye böylece girilmiş olunur. Bu kadar kısa süre için büyük bir rakam... Son günlerde günlük on onbeş öğün yemek yerlermiş, mecburiyetten. Davetlerin menüsü klasiktir, bükme börek... Yağadı yemekten askerlerin içi dışına çıkıyormuş... Gitmesen de olmaz... Çavuş sıraya koyuyor, haydin şuraya, haydin buraya...

    Davetlerin bir handikapı da takımın kalabalık olmasıdır. O kadar kişiyi sıradan bir eve nasıl oturtacaksın. Buna da dahiyane bir çözüm bulmuşlar, iki bazen üç gruba bölünen askerler hem daha fazla eve uğrayıp onları gönüllüyor, hem de daracık evlere sığışma sorununu çözüyorlarmış. Her şeye rağmen yine sorun olduğunda en yakın köy odasına gidip orada yerlermiş. Böylece bütün odalar da ziyaret edilmiş oluyor.

    Askere gidiş sürecinin köyde geçirilen son cumasında Gocacami'de asker mevlüdü okutuluyor. Böylece askerler Peygamber Ocağına dualarla uğurlanmış oluyor. Bu süreç 1990'lara kadar küçük değişikliklerle aşağı yukarı böyle işledi. Şimdilerde yine asker eğlenceleri düzenleniyor, ama galiba içerikteki vakar biraz kaybedildi. Toplanma, birlikte hareket etme ve asker gezmeleri ise tamamen terkedildi...



12 Kasım 2024

Ağıl Hayatı

    Çoğu tarih olsa da bir kısmı yenilenmiş haliyle hayatiyetini devam ettiren ağılları listelemiştik. Yirminci yüzyılın ortası itibariyle bilinen Eğret ağılları hep dağda bulunuyor, bazıları da ormana yakın arazi civarında yer alıyordu. En az 300 koyun mevcutlu ellinin üzerinde koyun sürüsü ve otuzdan fazla ağılın bulunduğu o listeye bakılırsa İblak/İlbulak dağı ikinci bir Eğret köyü gibiydi. Haliyle her bir ağıldaki bireysel hayatın yanında, İblak'ta bir sosyal hayatın varlığını kabul etmeliyiz. Mümkün olduğunca İblak'taki bu ağıl hayatını inceleyeceğiz.

    Her yanı yaylım olan İblak'ın otu, gündönümünden sonra pek yağış olmadığı için bir anda kurur, sürüyü eğleyemeyecek hale gelirdi. Bu anda onların imdadına anız yetişir. Temmuz ayından itibaren ekinler biçilir, koca arazi mallara kalır. Artık kış gelene, kar yere düşene kadar koyun sürülerinin yaylım alanı buralardır.

    Tekrar dağa, ağıllara dönüş kış geldiğinde başlıyor. Fakat oraya gelene kadar bir takım hazırlıklar eşzamanlı halledilir. Misal ağılın bakımı yapılır, dambeş sıvanır filan... Lazım olacak saman, yem, kuru ot gibi hayvanın erzağı çekilir. Yani daha koyun ağıla taşınmadan, onun konforu için her şey düşünülür.

    Bununla beraber ağılda ve anızda eğlenme dönemlerini kesin ve net çizgilerle belirlemek doğru olmaz. Duruma göre bu dönemler uzayıp kısalabilir, mesela bazıları kışı beklemeden sonbaharda ağıla taşınabilirler. Tam tersine kışı köyde geçiren sürüler de bulanabilir. Şubat sonu, Mart gibi kuzulama dönemi başlar. Bu dönemi köyiçinde geçirenleri de hatırlıyorum. Yani kışın ortasında bize ilginç gelen yeni doğmuş kuzularla oynardık. Demek ki kuzulama dönemini ağıl yerine köyde geçiren sürüler de bulunuyordu. Belki ağılı olmayanlar böyle yapıyordu, belki de kuzuleci koyunlara köyde bakıyorlardı; bundan pek emin değilim.

    Her nasıl ve ne zaman yapılırsa yapılsın, ağıla çıkmak büyük bir vaveylayla gerçekleşiyor. Hayvanı sürüp götürmek tamam... Bir de geç çıkılacaksa kuzu var, başka şeyleri de götürmek lazım, hatta tavuk civciv filan... Bu bakımdan ağıla çıkmak bir bakıma yarım yayla göçü gibi düşünülmelidir...

    Dağda yaylım bitmiyor, yeter ki kar yorgan gibi her yeri kapatmasın. İşte böyle zamanlar için kış hazırlığı yapılmıştı. Saman, ot takviyesi bugünler için... Sair zamanlarda hayvanlar İblak'ın her yanına serpiştirilmiş şırıl şırıl çeşmelerden sulanıyorlar. Kar depdirdiğinde ağılda yediriliyor, ama sulama işi zora giriyor. Çeşmelere ulaşım zorlaşıyor çünkü...

    Bazı ağıl yakınlarında göletler oluşurmuş. Kar ve yağmur sularının biriktiği bu küçük göletler zaruret halinde çok iş görürmüş. Daldalların ve Dombeylinin ağıl göletleri gibi... Yalnız kış sertleştiğinde bu göletler donduğu için işe yaramaz hale geliyor. O zaman müdahaleyle buzları kırmak gerekiyor. Candırma Halil Omak öyle yaparmış...

    Kış günlerinde, mal kapalıyken onların bakımının dışında yapılması elzem bazı işler var, çoban onlarla uğraşıyor. Bunlar köyde yapılması gerekenlerden farklı değil; odun kesmek, gar kakmek vs. Dambeşi kar ağırlığından kurtarmanın adı olan gar kakmek önemli tabi, ihmal edilmez.

    Köyde olsan odaya kahveye gidersin, burada o imkan yok; ama sosyal hayat büsbütün sıfır değil. Komşu bir ağılda toplanıp eğleniyor, vakit geçiriyorlar. Zaten ağıl bir kampüs olarak düşünülürse, çobanın kaldığı yere oda deniliyor. Birinin odada toplanıldığında orası köyodasına dönüşüyor.

    Tipik bir ağıl odasını tasvir edelim. Tek göz bir ev düşünelim. İkiye bölünen bu odanın bir bölümü seki olarak yükseltilmiş. Sekinin üstündeki duvarda küçük bir pencere var, onunla hem aydınlatma sağlanıyor hem de dışarıyı gözetliyorsun. Yün yer yatağın da bu sekinin diğer ucuna dürülmüş. Genellikle sekide oturup yemek yiyor ve misafir ağırlıyorsun. Odanın diğer bölümünde bir ocak var. Antika şömine diye tarif edilen duvara gömülü bu ocak aslında ateşhanedir. Burada yakılan ateşle odayı ısıtır, yemeğini yapar, çayını demlersin. Ocağın mutfak görevi bittikten sonra oradan aldığın bir közle sigaranı yakar keyfine bakarsın. Ocaklar çok işlevseldir... Ocağın ortasına kurulan üç bacaklı sacırak (sacayağı)ndan başka bir odanın demirbaşları şunlardır: Bir dığan, isli bir çaydanlık, üç beş kaşık, üç beş bardak, bir kara tepsi, bir saç, bir ocak güğümü, bir kandil ki çoğunlukla körgandil denilen idare lambasıdır... 

    Ağıl odasının planı ve orada bulunması gereken eşyalar aşağı yukarı böyledir, ancak zaman ve şartların gereği bazı değişiklikler olabilir. Mesela odanın bitişiğine bir hayat, eşyalara el feneri, radyo gibi yenilikler eklenebilir.

    Yeri gelmişken odadan başka ağılın hangi bölümlerden oluştuğuna da bakalım. Çünkü ağıl esas olarak hayvanların barınması için inşa edilen yerdir. Dolayısıyla onlara yönelik bölümler bulunmalıdır. Öncelikle büyük bir sürüyü barındırabilecek, hatta kuzular için bir kısmı bölünebilecek büyüklükte bir dam olmalıdır. Onun yanında samanlık, otluk, yem konulan kapalı bir bölüm de bulunmalıdır. Bütün bu bölümleri gaş veya çitle çevreleyen geniş bir avlu da olmazsa olmazlardan...

    Koyunun yaylıma çıkamayacağı kış gecelerinde münasip bir komşu ağılda toplanılıyor. Mahmut Omak, çobanlığı zamanında genelde Kemiklerin Bekir Öter'de toplandıklarını söylüyor. Rahmetli kaval çalar, bunlar oynarmış.

    Çobanların genellikle kaval çalarak vaktini geçirdikleri malum... Hem vakit geçirip hem de  o sesle koyunları yönlendiriyorlarmış, bu yüzden eski çobanlarda kaval çok yaygın. Gavalcıların (bu lakap da manidardır) Havva Nine de çok yanık kaval çaldığını söylüyorlar.  Bazı çoban hanımlarının da ağılda bulunduğunu bu münasebetle söylemiş olalım.

    Kaval dışında bir çobanın en sık başvurduğu arkadaşı bıçağıdır. Onunla bir şeyler yontup durur. Meşeden kütümekli değnek yapar, çöğürden baston büker, ardıçtan kirman yontar. Kemiklerin meşhur çobanları var ya, her biri muazzam baston yaparlarmış. Mahmut Omak ise kirman yaparmış. Yontup meydana çıkardıktan sonra kızgın tel ile süslemeler yaptığını ise unutamıyor.

    Tabi avcılık... Her çobanda az çok avcılık damarı vardır... Özellikle mevsiminde vurduğu tavşanı komşularıyla toplaşıp yemenin tadına doyum olmasa gerektir. Ayrıyeten canavara ateş etmek için bile olsa çobanlar tüfek bulundururlar...

    Bir köy hayatından farkı bulunmuyor, ağıldaki yaşamın. Al işte bir örnek daha... Cihan Harbinden döndükten sonra birine çoban duran Kekliklerin Kelali Ali Tül'ün de ağıl hayatı var. Öyle normal seyrinde ilerliyor ki bu hayat... Adam üçüncü evliliğini burada yapıyor. Yani Bıgalı Sabri Kocausta'nın kayınvalidesi olan Ayşe Hanım ile ağılda evleniyor... Mutlaka doğumlar da ölümler de olmuştur, köyde ne olursa ağıllarda da onlar var çünkü...

    Birinin tabiriyle söyleyeyim; otuz civarında ağıl düşünülünce, Mılıklar'dan daha büyük bir yerleşim akla geliyor. Bu işin Ramazan'ı var, teravihi var... 1940 ve 50'lerde yaza denk gelen Ramazan'larda oradaki ahali teravih için imam tutarlarmış. Hatta Bahçecik tarafına ayrı, Almalı tarafına ayrı imamlar. O dönemlerdeki Aşiret/Çadır yörüklerinin de dağda bulunduklarını unutmayalım...

    Komşu ağıllardaki çobanlarla doğal olarak iletişim halinde oluyorlar, birlikte vakit geçiriyorlar. Yalnız ağıllardaki sosyal hayat bununla sınırlı değildir, komşu köylerin çobanlarıyla da sohbet, eğlence ağırlıklı ortamlar paylaşılıyor. Böbülerin Hasan Kabadayı'ya Gocasan, Çilmahmudun Hasan Omak'a Güçcükhasan lakaplarının etraf köy çobanlarınca verildiği belirtiliyor. Onlarla ne kadar içli dışlı yaşandığı anlaşılsın diye bu örneği verdim.

    Bir de komşu köylerle sınır tartışmaları yapılıyor ki bunun kahramanları hep çobanlardır. Yirminci yüzyıl başlarında, sonradan Bursa mahkemelerine akseden bir tartışma da çobanlar arasında başlamış ve daha sonra bütün köyü içine almış. Bödü Mehmet Sağlam'ın Mılıklar köylüleriyle kavgaya varan mücadelesi hep anlatılır. Sonraları Mılıklar ve Olucaklı çobanlarla yapılan tartışmalar muhabbetli takılma seviyesinde kalmış. Amma İblak'ı sahiplenme konusunda Eğretli çobanların canhıraş mücadelesi kayda değer...

    Günler ağılda böylece akıp geçiyor... Kuzulama dönemiyle yavaş yavaş bahar kendini gösteriyor. Köyden sağıma geliş gidişler hareketliliği artırıyor. Öğleye doğru gelen kadınlar sağıma kadar yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı, biriken işleri hallediyor; hava açılıyor, çobanın yükü bir açıdan hafiflerken, başka bir açıdan artıyor.

    Kırkım da önemli işlerden birisi... Zahmetli bir iş olduğundan tek başına hakkından gelinecek gibi değil. Bu yüzden imece usulü kırkılıyor koyun keçi... Zahmetinden daha çok zamanlamasının iyi yapılması gerekiyor kırkımın. Hayvanın üşümesi, bir anda kırılması anlamına geliyor ki, bütün emeklerin heba olması demek...

    Zamanlama hatasıyla literatüre giren kırkımlar var. İdirizlerin Hamsinci Mustafa İdi'ye bu lakap verilmesinin sebebi, hamsinde kırktığı koyunların üşüme sonucu hepsinin ölmesiymiş. Yerel takvimde Garaburun kışı diye anılan dönem de bununla ilgili. Kelsalek Salih Azbay dayısıyla ortak keçi almış Garaburun Seydi Ahmet Mola. Kırktığı keçiler kar yağışına maruz kalıp üşümüş ve tamamı kırılmış.

    Koyunu üşütmek sadece kırkıma bağlı bir durum değil. Hatta çoban tecrübesinden de bağımsız bir durum ki bu bazen kaçınılmaz oluyor. Gocasan'ın ne kadar tecrübeli ve usta bir çoban olduğu hep anlatılır. Buna rağmen koyunu özürlendirmekten kurtaramamış, abisine koyunu dağda üşüttüğünü, bü yüzden elden çıkarmaları gerektiğini söylemiş; ama dinletememiş. O sene koyunlar kışı çıkaramamış ve böylece Böbülerin koyunun kökü kesilmiş...

    Eskileri bırakalım, nispeten daha yenilerde yaşadığı bir olayı Mahmut Omak şöyle anlatıyor: "Tiftik keçileri yeni kırkmışız. Yaşım 13, ağılda tek başımayım. Keçileri ağıldan çıkardım, gidiyorum Guyuderesi'nin ağzına doğru. Rahmetli Kel Ahmet Ağa bana Çalca'nın yamadan bağırıyor 'Keçiyi ağıla kapa!' diye... Ben tınlamıyorum, rahmetli sürekli bağırıyor bana doğru geliyor. Yanıma gelene kadar tınlamadım. Geldi, beni hem azarlıyor hem keçileri topluyor, 'Kat keçiyi önüne, çabuk ağıla kapat!..'  Daha ağıla varmadan yağmur başladı. Tiftik keçi çok hassas, kırkıldıkdan sonra yağmuru yerse çoğu ya hastalanır, ya da ölür. Tabi çocuğuz biz, bunun farkında değiliz. Ama zamanla ne kadar koruyucu kollayıcı insan olduğunu öğreniyoruz."

    Çobanlığa küçük yaşta başlamanın bir kader gibi görüldüğü bu anlayışı, tecrübesiz bir çoban olarak Mahmut'tan dinlemek daha etkileyici: "Okuldan çıktı mı defteri kalemi heybeye sıkıştırır, doğru ağıla... Bazıları der, 'Ne o len, okuyup da katip mi olcen!' kimisi der, 'Oku da çoban ol!'  Okulun kıymetlini şeytanlar bizi kandırdıktan sonra öğrendik."

    Bu duygularla ağıla giden çocuk çobanın duyguları da çocukça olacak elbet: "Odalarda bayramın ilk günü bayram yemeği kaçırılır mı... Bayram sabahı erkenden koyunları Bahçecik'ten suladım, çevirdim yönü ağıla. Bi topuk, köye bayram yemeğine yetiştim. Rahmetli kızsa da bişey demedi. Yemeği yedi, bindi eşeğe doğru ağıla... Tabi bizim koyun sabah erken ağıla gider mi... Guyuderesi'nden İncegeriş'e geçerken Kel Ahmet Ağa gene devrede... Çeviriyor ağıla, benim gittiğimi görmüş..."

    Birbirine destek olma, işinde yardım etme, eksiğini gediğini kapatma ağıllardaki çobanlar için sıradan şeyler. Küçük bir çobanın tecrübesizliğinden faydalanıp sürüsüne zarar verme gibi düşüncelerden çok uzak geniş, gönüllü insanlar... Belki de 'eskinin acısı kayboldu, lezzeti kaldı' esasınca akıllarda kalan sadece bu güzelliklerdir, bilemeyiz; ama kendisini hep koruyup kollayan Kel Ahmet Bar ve Yörüğoğluların Musa Tüplek'i rahmetle yad ediyor küçük çoban...

    13 Yaşındaki çocuk çobanın İblak'taki bazı gözlemleri de bana değerli geldi. Ona göre dağda türkü söylemek hamamda söylemek kadar güzelmiş. Bazı yerlerdeki doğal eko, insanda türkü söyleme hevesi uyandırırmış. Gavuryatağı buna bir örnek... Burada türkü söylemek, iki türkücünün düeti gibi olurmuş. Garip bir tecrübeyle keşfetmişler bu doğal sahne özelliğini. Bödü Mehmet taş kırıyormuş balyozla. Belli bir ritimle vurduğu darbelerin sesi aynı anda değil, gecikmeli olarak gelirmiş bunların kulağına... Bödü balyozu indirdiğinde, bir önceki vuruşun sesini duyarlarmış. Böyle bir yerde asıl bir türkü, sonra kendi türkünü dinle...

    Büyük olsun, küçük olsun her sürünün yaylım programı ve güzergahı da hemen hemen hiç değişmezmiş. "Koyun sürüleri genelde kalabalık, bizim gibi az olanların da katımcıları olur. İlk bakışta ağıllar karışık gibi görünse de bir ahenk içinde sürüler yaylıma çıkar. Hemen hemen herkesin otlak bölgesi, kendisine ait olmasa bile, gittiği yerler  üç aşağı beş yukarı bellidir. Bizimki yaylıma çıktı mı ormanın içinden İşofun süzek, Keçiyatakları, Yukarı Bahçecik'ten sulanır, karşıya Gılığin altı, Tunanıntarla, Guyuderesi Ağzı ve ağıl  güzergahını izler. Bu demek değil her gün bu güzergah, ama genel olarak böyle..."

    Bütün bunlar kırk yıl öncesinin değerlendirmeleri... Bu arada neler neler oldu...

    Bahçecik tarafında sayısız ağılın kürünüp yerine yabancılarca heyula gibi bir bina dikilmesi oradaki eski ağıl sahiplerinin içine kötü oturmuş. 'Yıkılan sadece ağıllarımız değil, onunla birlikte hatıralarımızın da kökü kazındı' diyorlar. Doğrudur, yalnız ondan önce koyunculuk ve ağıl hayatı bitme noktasına gelmişti...

    Çobanlık damarlarına işlemiş kıdemli çobanlar mesleği bırakmak istemedi. Lakin zaman ve onun getirdiği şartlar buna elvermiyordu. Çoğu koyunsuz sürüsüz sudan çıkmış balığa döndü... Dağ havasına alışmış bazıları köyde hiç yapamadılar, çobanlığı bıraktıktan kısa bir süre sonra bu dünyaya veda ettiler. Kemiklerin İbrahim Öter gibi, Yörüğoğluların Musa Tüplek gibi... Her şeye rağmen krizini kırmak için bile olsa çobanlık ve ağıl hayatını sürdürmekte kararlı olanlar da bulunuyor, Ayımevlüdün Ahmet Öztürk gibi...