Henüz çocukluktan delikanlılığa adım atamamış Hasan, et yiyememekten şikayet edince büyükleri bunu ciddiye alıyor. Kendileri de bunun farkında. Evde kaz-tavuk piştiğinde, koyun kesildiğinde Hasan ete sunmuyor. Zamanla geçer diye düşünüyorlar; ama geçtiği filan yok. Çocuk kocaman oldu, koyun-kuzu güdüyor, kıra gidiyor, yakında evlenme çağına gelecek; lakin aynı durum devam ediyor.
Bir gün ninesinin aklına "yakı otu" geliyor. Uzun yıllar önce o da büyükleri vasıtasıyla tanımış; ama gerek duyulmadığı için unutmuş otu. Şimdi torununda benzer bir rahatsızlık ortaya çıkınca hatırlıyor. "Ağıla gittiğim bir gün arar bulurum" diyor. Öyle de yapıyor Hasan'a otun yaprağını çiğnetiyor. O günden sonra Hasan bırak etten uzaklaşmayı, bir oturuşta koyunu götüren cinsten bir yiyici oluyor. Bu kez de çok yemekten bizar oluyor. Hayır çok yediği için değil rahatsızlığı; aşırı yediğinde mide fesadı geçiriyor, o yüzden bizar. Ninesi diyor ki "Tamam yavrım, o ot yakı otudur zaten, yakıleştiğin zaman iki yaprak çiğne bişeyin kalmaz." Bütün mide rahatsızlıklarının ilacı "yakı otu"nu keşfeden Hasan'ı kimse durduramaz artık. Sadece et değil, her şeyin oburu olur çıkar. Sıkıntı olduğunda cebinde taşıdığı ottan azıcık çiğner, işine bakarmış. Yazın topladıklarından kurutup kışlık stok da yapar olmuş. Yakınlarına da öğretmiş bu otu. Acı da olsa kimi çiğnemiş, kimi kaynatıp suyunu içmiş.
Yıllar geçmiş Hasan büyümüş, askere gitmiş, evlenip çoluk çocuğa karışmış. Bu arada ilacını yanından hiç ayırmamış. Zaten hayatının büyük kısmı otun yanıbaşında, Dağ'da geçiyormuş. Bu arada Dedesi, Ninesi, Anası, Babası sırayla göçüp gitmişler. Evlerinin düzeni bozulmuş, koyunculuğu bırakmışlar. Kader Hasan'ı, köyünden dağından uzak bir şehre atmış. İlk yakıleşmesinde otunu unuttuğunu farketmiş. Köye haber salıp "Aman bana yakı otu..." demiş.
Yakı otunun hikayesi böyle. İblak'tır vatanı. Nisan ayı gibi, kıyıda köşede çalı içinde ortaya çıkar. Dört yaprak olana kadar pek farkedilmez. Gerçi eğer onu bilmeyen biriyseniz hiç bir zaman farkedemezsiniz. Ayak altında dolaşmaz, rengarenk çiçeklere sahip değildir, parlak yapraklara da... Kar yere düşene kadar, uzun bir süre sahnededir; ama sessiz yaşar, şöhrete düşkünlüğü yoktur. Bu yüzden pek tanınmaz.
Çok yıllık bir ottur, aynı yerde sonraki baharda tekrar yeşerir. Temmuz gibi, hava iyice ısındığında vakti gelmiştir, çiçeklenir. Çiçekleri de kendisi gibi mütevazidir. Bu dönemde bile hemen kökünden yeni filizler yükselir; her dem tazedir yani.
İzmir'den çocuklar gelmiş baharda. Taze doğal mantarlardan bolca yemişler. Ardından birer ikişer de katmer götürmüşler. Ev sahibi kadın bir şey deyememiş onların iştahı karşısında. Tabi olacakların farkında, ayrılırlarken "Rahatsızlanırsanız şu ottan çiğneyin" diye birinin eline yakı otu tutuşturmuş. Sıcak ve aşırı yemek sonunda yakıleşiyorlar tabi; ama o telaş ve sıkıntıda akıllarına gelmiyor. Neden sonra çocuk hatırlıyor ve anında sıkıntıdan kurtuluyorlar. Bizim yakı otu bilenler tarafından hala tedavide kullanılıyor.
Çok çeşitleri bulunan yakı otunun bizdeki türü, yalnız İlbulak'a has bir ot mudur, başka yerlerde de var mı bilmiyorum; ama bizim dağı çok sevdiği kesin. Köküyle getirilip köyde bir bahçeye dikilmiş. Tutmuş, yeni sürgün de vermiş; çiçek açmamış ama. Böyle de bir ot işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder