Duvarları kerpiç, tabanı tavanı toprak; diğer kısımları ahşaptan olan sevimli mi sevimli köy odaları… Yazın serin mi serin, kışın sıcak mı sıcak. Kış aylarının en neşeli zamanları bu mekanlarda geçer. İleşberlik bitip harman kalkınca oda sohbetlerinin vakti geldi demektir.
Odaya toplanma akşam yemeğinden sonra başlar.
Girmeden önce sokağa bakan camdan yarım yamalak gözetlersin içeriyi, tam inceleme dış kapıdan girdikten sonra yapılacaktır. Burası iç odaya geçmeden önceki aralıktır. Hemen her odada bulunan bu aralıkta ayakkabılarınızı çıkarırken içeriyi görebileceğiniz küçük bir cam daha vardır. İşte asıl içeriyi incelemenin yapıldığı yer. Odaya girişin standart hareketidir bunlar. Çoğuları farkında olmadan alışkanlık gereği bu gözetlemeyi yapar. Ve devam eder kalıplaşmış hareketler.
Selamünaleyküm-Aleykümselam ile oda ahalisine katılırsın.
Oturduktan sonra selamlaşmanın yerini hal hatır sorma alır. Bunun için merasime gerek yoktur, tek kelimeyle halledilir: Merhaba. Bu sihirli kelimenin içinde öyle anlamlar gizlidir ki herkes bu anlam ağırlığının farkındaymış gibi sırayla yeni gelene merhaba der, o da herkese ayrı ayrı merhaba diye karşılık verir. Merhabalar odayı doldururken sohbete ortak olmanızla gece başlardı.
Verilen alınan selamın ve ardından "merhaba"laşmanın ne kadar değerli olduğunu yaş ilerleyince daha iyi anlıyorsunuz.
Gençlik yıllarının en güzel günlerini-gecelerini yaşadığımız yerler odalardı.
Esasında biz çocuk/gençler için oda ahalisine dahil olmak bir ayrıcalıktı. Orada bazen bir bardak çay içmek bile bizleri mutlu ederdi. Bardakları yıkama, çay/su servisi, tenekelerle su taşıyıp küpü doldurma da bizden olurdu haliyle. Zaten bu tür hizmetler karşılığında girebilirdik içeri.
Her yanı topraktan odanın; 30-40 cm yüksekliğinde yine topraktan sekileri, her duvarda sığdığı kadar 2-3 ahşap kapaklı dolavları, sırtınızı yaslayacağınız hasırdan kökyastıklar vardı. Bir de bu kökyastıkların duvarla temasını kesen, bir nevi kolçak-sehpa-masa vazifesi gören ve duvar diplerinin tamamını dolaşan tahtadan çıkıntılar olurdu. Bazı odalarda bunlar kapaklı minik sandıklar biçiminde karşına çıkardı. İçine ufak tefek düzen takan koyarlardı.
Odanın göze batan can alıcı ciyirdeği ise sekinin iki tarafındaki ağaç direklerdi. Direkler ile duvar arasındaki kaba ağaç parmaklıklar ilginç bir kombinasyonla sekiyi odadan ayırırdı. Bu direkler yeri gelir yaşlılara "el ulağı" olur, yeri gelir görüntüsüyle odaya şekil verirlerdi. Sessiz, vakur duruşlarıyla odanın bütün yükünü çeken vefalı direklerdi.
Direkler sanki kudretten cilalı, boyalı gibi durur; odanın ışığıyla parıl parıl parlarlardı. Bunun sebebi bilmem kaç tarihinden beri sayısı belirsiz kişinin elle temasıydı, yanından geçerken ister istemez urbalarının sürtünmesiydi. Bu insani durumlarla öyle güzel bir hal almıştır ki, rengine al mı desem, kızıl mı, bilemedim.
Üstü çorakla örtülü odanın tavanı döşmelerle kapatılmıştı. Genelde kavak ve söğüt, nadiren de çam olan bu döşmeler, içeriden gayet net görünür, canı sıkılanlar bunları sayar, ezberlediği küçük ayrıntılarını incelemeye geçerlerdi. Bu esnada döşme aralarının sıkça sıralanmış kamış veya günaşık kökleriyle doldurulmuş olduğunu yeni fark edenler bile çıkardı
Zeminde hasır, onun üstünde kilimlerin kapladığı rengarenk bir yaygı cümbüşü vardı. Büyükçe bir teneke sobanın yanında günaşık kökleri, meşe odunu, kömür tenekesi bulunurdu. Sobanın diğer yanında ağaçtan yapılmış ve hafifçe yükseltilmiş küçük bir seki de odun depolama alanı olarak kullanılıyordu.
Sobadan yayılan sıcaklıkla yer minderlerine oturmak, sohbet dinlemek, halleşmek, hastalık borç gibi her türlü sıkıntıyı paylaşarak törpülemek odaların en yareyişli yönüydü. Hayvan alınır satılır, mal mülk karşılaştırılır, iddialaşılır, inatlaşılır, karınlar acıkırdı. O zaman evlerden yiyecek birşeyler getirilir ferfine yapılırdı. Bazen beklenen olurdu ve birşey için iddiaya girilirdi. Bu da bizlere kesin ziyafet demekti. Kazanan kaybeden bizi ilgilendirmezdi çünkü her türlü ziyafete bizler de dahildik. Sadece işin angaresi, getir-götür, bakkal-kasap işi bize kalırdı; biz de gönüllü olarak dızığa dızığa gider gelirdik. Bazen kabuklu fıstık gaba şeker, bazen de et kıyma alınırdı. Boğaz boş durmazdı, arkasına cila olması için ya helva alınırdı ya da kadın göbeği, tel kadayıf alınır ıslatılırdı.
Eğer odada tel helva ustası varsa işte asıl cümbüş o vakit başlardı.
Helva çekme genelde odalarda yapılırdı, çünkü bu zahmetli eğlence büyük alan ister, fazla sayıda adam ister ve büyük bir tabla ister. Bütün bunları ev ortamında sağlamak zordur, odalar bu zoru kolaylaştırır.
Helva çekmenin ayrıntısına gelecek olursak…
Basit gibi görünen ama elinize yüzünüze bulaştırabileceğiniz bir lezzettir tel helvası. (Nasıl yapılamaz, bizzat bilirim)
Su, un, şeker, ilman duzu ve yağ… Malzemeleri hepi topu budur.
Su dolu bir tencereye yeterli miktarda şeker katılır ve belli miktarda da limon tuzu atılır. Limon tuzu olmazsa veya çok az gelirse o kaynar eksilir siz de habire su katarsınız, olmadı şeker eklersiniz daha başlamadan da isyan bayrağını çekersiniz.
Usta varsa işlem denktir vesselam.
O, şeker ve limon tuzunu ayarlar, ara ara kaynayan şerbetten aldığı bir kaşıkla kıvamına bakar. Şapır şupur akarsa kaynamaya devam demektir. O işin püf noktası, kıvamının tam da "olmuş" olduğunu anlamak için bir bardak soğuk su yeterlidir . Zaman zaman kaynamakta olan şerbetten kaşıkla bir miktar alıp, su dolu bardağa daldırırsınız. Eğer şerbet hafiften donarak kaşıktan zoraki aşağıya sarkarsa iş tamamdır.
Donma noktası ayarlandığına göre sıcak tencereyle dışarı çıkılır, karlı bir zemin bulunur ve bir tepsiye şerbet dökülür. (Helva neden yalnız kışın çekilir anladın mı?) Altındaki karları erittiği için tepsi gezdirilerek yeni kar yığınlarıyla buluşturulur. Soğuğu gören şerbet donmaya başlar. Katılaşmaya başlayan soğuk yerlerden yağlı ellerle oynayarak toparlanır. Bir alev topu olan şerbetin sıvı ve donmaya yüz tutmamış yerlerini avuçlamak size 10 parmak yanık olarak geri döner(tecrübeyle sabittir.) Velhasıl müsait alanları toplaya toplaya şerbetin tepsiyle ilişkisi kesilir. O andan sonra oyuncak gibi oynaya oynaya, sündüre sündüre , döndüre döndüre yumuşak kıvama geri getirilir. (Gözünüzde Maraş dondurmasını elle sallayan birini canlandırın.)
Bu işlem dışarıda yapılırken içeride bir başka telaş vardır. Yetecek kadar un yağda kavrulmaya başlar. Miyane un beyazlığını terk edecek şekilde önce sararır, sonra hafifçe allanır ve en nihayetinde kızarır. İşte o anda odayı bir koku sarar. Miyanenin olduğunu renginden ve kokusundan bilirsiniz. Bir parça tadarak da onay verilebilir. Un tadından uzaklaşmış değişik bir tada ulaşmıştır. Miyane fazla olmalı, fazla olmasının bir zararı yoktur, az olursa sizin katlama sayınıza erişmeden miyane biterse o iş yattı demektir.
Sıfrada çekmeye başlanan şerbet beklemez.
Sofranın başındaki dairede en az 6 kişi bulunması bu işin olmazsa olmazıdır. Çekilecek olan şerbet 6 kişiyle tam daire şeklini alır.
Büyük sofraya kavrulmuş miyane serpilir üzerine de hamur hatta sakız hale gelen şerbet teker şeklinde konur.
İnsanlar sofranın etrafında diz çöker ama; pür dikkat neredeyse sadece dizler yere temas edecek şekilde beklerler.
Gözler ustadır, usta ne derse o… Herkes aynı anda hem ellerini hem de daire haline getirilen şerbeti una beler, önlerinde kendilerine düşen alanı ustanın komutuyla aynı anda kendilerine doğru çekerler. Dairede olanlar ustaya da bakarak, ne geç ne erken, ne az ne çok çekerler. Tam denk hareketler olmalıdır.
Son uzama anında daire büyür ve işin ustası büyüyen yuvarlağı alır katlayarak küçültür. Tekrar herkes bu küçük yuvarlağı aynı anda kendine doğru çekerek büyültürler.
Her çekme işlemi sırasında miyaneye beleme ihmal edilmemelidir. 32 gibi sayısı vardır, eğer bundan önce koparsa ki bazen kopar, o zaman 8’lik demir gibi olur. Sert sorma şeker gibi diyelim. Böyle de yediğimiz olmuştur; lakin bu, istenilen bir durum değildir.
Katlama ve çekme işlemi sayarak devam ederken, bizim sözde şerbeti çevirmek zorlaşmaya başlar. Bir bütün olmaktan uzaklaşır ve tel tel ayrılır. O yapışkan şerbet her beleme, çekme ve katlama ile birbirlerinin arasına giren miyane sayesinde hem katlara ayrılır hem de teller birbirine yapışmaz. (Buna “helva çekme” ve ürünün adına da “tel helvası” denmesinin sebebi sanırım anlaşıldı.)
Katlama ne kadar çoksa o kadar başarı vardır ve bir o kadar da tel helva iyi olacaktır. Katlama sayısı 30’a ulaşınca hemen hemen yinecek duruma gelir, gözler de iştahla açılmaya başlar. Bundan sonra her fazla kat, incelme anlamına gelir. Ondan sonra kopana kadar çekmeye devam etmek en ince halini elde etmeye yarar. Kopunca da bitişi yine usta yapar zevkle. Yukarı kaldırıp kaldırıp silkeler ve bu hareket tekrar katların ayrılması, sofranın üzerinin dağ gibi tel helva dolmasına sebep olur.
Doya doya afiyetle yenen helvayı bitirmek zordur. Sabaha karşı evine giderken herkesin elinde bir parça tel helvası vardır.
Mahallemizde bu işin ustası ise toprağı bol olsun, rahmetli Tekirgızıların Mevlit (Haykır) emmiydi.
Eski günleri anlatmak işin en kolayı; lakin eski adet ve törelerimizi (ne dersiniz bilmem de) yaşatmak zor.
*Bu macerayı Mustafa'dan yıllar önce dinlediğimde çok hoşuma gitmişti. Ricamı kırmayıp yazıya döktüğü için teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder