Bir iş veya hizmet karşılığı tayin edilen ücretin ayni olarak ödenmesidir. Hak edilmiş bir şey manasına geldiğinden olsa gerek Anıtkaya'da buna "hak" adı veriliyor. Bazı haklar iş bitiminde ödenir; fırın hakkı, değirmen hakkı, yağcı hakkı bunlardandır. Bazıları da hasat sonundadır; çayır bekçisinin ot orakları sonrası, günaşık bekçisinin de günaşık harmanında hakkını toplaması gibi. Bunların dışında buğday karşılığı anlaşılan ve tahsilatı harman kalktıktan sonra yapılan haklar var ki anlatacağım bunlardır.
Sığır-bızağı gütmek kalabalık ailelerin rağbet ettiği bir iş olmuş. Kel Osman (Altınbaş), Tellilerin Halil (Öztürk), Gözeliban (İbrahim Tok), Kokulu... 1970'lerden hatırladığım sığırcılar. Anlatıldığına göre daha önceki yıllarda nerdeyse sığırcılık yapmayan yok gibiymiş. Sığırcılar güttükleri hayvan başına hak alıyorlar.
Hakına çalışan berberler var bir de. Eğret'te "Berberler" diye bir sülale var, bu mesleğin eskiliği hakkında bir fikir verir. Omarcıklar'ın Berberüseyin (Hüseyin Sağlam), Berber Şükrü (Sağlam), Berber Yahya (Sağlam)... Görüldüğü gibi meslekleri lakap haline gelmiş. Berber Hüseyinin çırağı Berberâmet (Ahmet Kabadayı), onun da çırağı Berbermêmet (Mehmet Külte) hep hakla çalışırlardı. Müşterilerini haftada bir tıraş edecek şekilde ayarlarlar, hatta günleri müşteriler arasında taksim ederek bir bakıma randevu usulünü uygularlardı. Hasta müşteriyi tıraş etmek için evine gidenler de vardı. Hak miktarında esas aldıkları ise tıraşa gelen erkek sayısıydı.
Hoca hakı, cami imamlarının henüz kadrolu devlet memuru olmadığı zamanlara has bir sözdür. Bir Hoca, hakına tutulur, o da harman sonu hakını toplardı. Hoca hakında diğerlerine göre bir farklılık vardı. Hak, hane başı olarak hesap edilir ve öyle toplanırdı. Bunun sebebi Hocanın verdiği hizmetin bireye bağlı olmamasıydı. Ezan herkes içindi; cenaze, mevlüt gibi organizasyonlar ise öngörülebilecek şeyler değildi. Bu yüzden Hoca hak toplarken gapı geçmece, herkesten alırdı.
Harman kalktıktan sonra, dene evdeyken hak toplayacaklar kendi bölgelerinde haklarını toplardı. Sokaklar "Hakçı" arabalarını görmeye alışıktı. Toplandıktan sonra, bir sonraki yıl için anlaşılacaksa yine anlaşılırdı. Yani harman sonu, bu meslekler için yılbaşı-yılsonu gibi bir dönemdi.
Hakçılardan sonra Anıtkaya sokaklarında başka arabalar da görülürdü. Hak arabasına benzer; ama ondan daha süslü, etrafı daha kalabalık ve daha şamatalı arabalardı bunlar: Hayratçılar...
"Hayraaat! Berkaaat!" diye bağırır dururlardı. Ellerindeki değneklerle gocagapılara vururlar, bütün gürültüye rağmen dışarı çıkmadıysa evsahibini haberdar ederlerdi. Biri susunca diğeri başlar, havada "Hayraaat! Berkaaat!" çığırtısı uzar giderdi. Soran olursa hangi köyün hayratı olduklarını söylerler, sonra yine bağırırlardı: "Hayraaat! Berkaaat!" Hangi köye hayır topladıklarının bir önemi yoktu, kimse boş çevirmezdi. Dene yanında o gün için bir kıymet atfedilen giysi, kilim gibi şeyler verenler de olurdu. Onları bir sırığın ucuna bağlayıp bayrak gibi arabaya dikerlerdi. Hayratçı olduklarının alameti, "Hayraaat! Berkaaat!" bağırtısından başka bu bayraklar, flamalardı.
Para veren pek olmazdı, para yok muydu neydi; lakin herkes birşey verirdi. Kimse makbuz filan sormaz, istemezdi. Güven denilen şey hemen yanıbaşımızdaydı.
Günümüze gelirsek... Para var... Hak yok; hakçı yok... Hayrat yok; hayratçı yok... "Berkat" yok... Güven yok...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder