Tekelilerin rahmetli Şükrü Taşkın emmi erken dönemde İzmir'e yerleşmiş, kendince geniş bir tanıdık çevresi oluşmuş. Böylece yeni gelecek köylülerini orada işe yerleştirme konusunda başvuru merkezi gibiymiş, çoğu kişinin iş bulması ve İzmir'e yerleşmesine öncülük etmiş. Orada olsun, köye geldiğinde olsun köylüler kendisine hürmette kusur etmiyorlarmış.
Onun bir başka özelliğinden de bahsediyorlar, giyim kuşamına çok titiz, insan ilişkilerinde alabildiğinde kibar imiş. Ütüsüz pantolon, ensesi ile yakası arasına tampon bir mendil koymadan gömlek giymezmiş. Yüzü sürekli tıraşlı, ayakkabıları boyalı olurmuş. Belki de sosyal çevresinin genişliği onu böyle bir yaşantıya zorluyordu. Her neyse, bu görüntüsü sebebiyle köylüler arasında Zeki Müren diye anılırmış...
İş bulmasına yardımcı olduklarından biri de Keçimehmet'in Ahmet Seçan... Tuborg fabrikasına yerleştirmiş onu... Ahmet bunun hatırına köyde ağırlamak istemiş. Galiba seksenlerin sonları bu dediğim. O sırada bizim köyde misafir ağırlamaya en uygun yer dağda Bödünün Çeşme, misafirleriyle orada piknik yapacaklar...
Bütün hazırlıklar tamamlanmış. Bir keçi kesmiş mesela, sonra diğer ikramları da ayarlamış ve varmışlar dağa... Şükrü Taşkın'ın arkadaşları da kendisi gibi titiz ve seçici kişilermiş. Oraya vardıklarında keçi etini görünce;
- 'Biz sakatat yemeyiz' diye açıkça söylemişler. Sakatat dedikleri koyun keçi gibi küçükbaş hayvanlardır. Akdeniz bölgesinde nasıl küçükbaş eti tüketiliyorsa İzmir'de kokusundan mıdır nedir, bu ete itibar edilmezmiş. Bunun üzerine Ahmet köye dönüp kasaptan biftek bonfile ne bulduysa alıp getirmiş. Biraz da kızmış herhalde, sen kalk koca keçiyi boğazla, misafirlerin burun kıvırsın...
Keçi eti bir kenarda dururken onlar sığır etiyle oyalanadursun, bu sırada köyde bir şeyler olmakta, biz oraya bakalım...
Büyük ihtimal Misginin kahvedeler; Kelahmedin Halil Bar, Sucu Nuri Toka ve Sağıroğlunun Adem ile Mehmet Sancak kardeşler... Mevzu varıp boğazlar meselesine dayanmış. Ne yapalım ne edelim, neyi nasıl yiyelim...
Biri Afyon'dan yeni geldim demiş, öteki yemeği yeni yedim... Fazla yiyemeyiz demeye getiriyorlar. Bu yüzden az almışlar ne aldılarsa... Sonra nerede yiyelim düşüncesi almış bunları... Söğütaltına mı gitsek, Beylikbahçesine mi... Boş ver, dağa gidelim demişler. İstikamet Bödününçeşme... Herhalde Nuri'nin taktakla gidiyorlar...
Bödününçeşme düzlüğünde vaziyet bıraktığımız gibi... Bir keçinin eti kenara itilmiş küskün... Misafirler birer parça sığır etini uzun çubuklara takmış ateşe uzaktan tutuyorlar, etler pişsem mi pişmesem mi aralığında... Ahmet ise misafirlerini memnun edememe endişesiyle telaşlı ve tedirgin... Galiba biraz da morali bozuk...
Tam da bu haldeyken, helikopter patırtısıyla yeni gelenleri görünce Ahmet'in yüzü ışıldamış;
- 'Valla iyi geldiniz' demiş, 'Aha keçi de orada...' Şimdi düşünelim, pişirilmeye teşne, ama kimsenin yüzüne bakmadığı bir yığın et bir tarafta; yakılıp köz haline getirilmiş, ama üzerine vazife yüklenmemiş, boşa tütmekte olan meşe ateşi diğer tarafta... Sen olsan ne yaparsın!...
Bizimkiler de aynısını yapmış, keçi eti parçalarını patır patır köz ile buluşturmuşlar. Kül bulaşmasın diye sığır eti takılmış şişlerini uzaktan tutan titiz misafirlerin şaşkın bakışları arasında etler cızırdıyormuş. Birisi alasulu piştiğini düşündüğünü, elindeki uzun değnekle met oynar gibi uzağa fıydırıyormuş. Diğer üçü ise düştüğü yerde etin başına çullanıyor, dakikasında onu yok ediyorlarmış. O anda yok ben Afyon'dan yeni geldim, yok ben şimdi yemek yedim karnım tok, diyenlerle karnı aç olanın farkı kalmamış. Hep birlikte düştüğü yerde yiyerek koca keçiyi bitirmişler. Nuri bana bu olayı anlatırken sanki kendisi orada değilmiş gibi üçüncü şahıs ağzıyla konuşuyordu;
- 'Adam değnekle atıyor, ötekiler anında kapışıyor.' Sen bu olayın neresindesin, diye sordum, cevap vermeyip gülmekle geçiştirdi...
Dört aç adam bir keçiyi yerken, sakatat sevmeyen misafirlerin şaşkınlığını tahmin edersiniz. Bu arada kazıkta takılı şiş kebapları hala çiğ... Onları ve diğer sığır etlerini de köze atmak suretiyle pişirip yemek yine bizimkilere düşmüş. Seve seve vermişler kendi etlerini de... Çünkü öyle zevkli yiyorlarmış ki, kibar misafirler onları seyrederken doyuyormuş...
Onlar doyuyor, ama beridekiler doymuş mu? Ne gezeer... Etler bitince sağa sola bakınmaya başlamışlar. Bu hayvanın kellesiyle ayaklarına ne oldu? Aha şuraya atıverdik. Getirip ateşe gömmüşler, pişince onları da yemişler... Kemikler? Onlardan haşlama yapmışlar... Tam bitti derken...
Garnını n'ettiniz, aha şuraya çıkardık... Dörtlünün performansından iyice başları dönen misafirler Eğret'te işkembeye garın dendiğini ne bilsin, şaşkınlık içindeyken yeni bir şaşkınlık aralığına açılıp olacakları anlamaya çalışıyorlar.
Bizimkiler dereye terk edilmiş garnı deşiyor ve içini boşaltıyorlar. Kabaca silkeleyip çeşmenin aharına bandırıyor ve tekrar silkeliyorlar. Tertemiz (!) olmuş işkembeyi getirip közün üzerine seriyorlar. Bir müddet sonra, kesip kesip tuzlayarak işkembeyi de sündüre sündüre yiyorlar. Geriye keçinin derisinden başka bir şey kalmamış. Dediğine göre, doymamış olsalar onu da yerlermiş de Allahtan doymuşlar...
Bütün bu olanları misafirler kah şaşırarak, kah gülerek, kah hayranlıkla izlemişler. Hayranlıklarını olayın üzerinden yıllar geçtiği halde Şükrü Taşkın hep ballandıra ballandıra anlatmış.
- 'Ben sizi iyi biliyorum, nasıl yediğinizi de...' diye takılır, şahit olduklarını yanındakilere hep anlatırmış.
Bu olay yaşandıktan kısa süre sonra 1992'de Keçimehmedin Ahmet Seçan, uzun yıllar sonra 2016'da ise Tekelilerin Şükrü Taşkın vefat etti... Keçiyiyen dörtlü hala hayatta... Allah sağlıklı ömürler versin, insan yiyebiliyorken yemeli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder