Aslında ben bu işe hikaye derlemek maksadıyla girdim. Şimdiki amacım da hikaye anlatmak değil, ama başa dönelim. Geçtiğimiz bahar aylarında Almalı yürüyüşüne çıkmıştık. Hedefe varmadan önce yolumuza sırasıyla Demirce, Halibanağa ve Şerafettinemmi çeşmeleri çıkmıştı. Almalı çeşmeleriyle birlikte beş çeşmeyi bu yürüyüşte ilk defa görmüş olduk. Daha sonraki bir yürüyüşle de Bahçecik çeşmesiyle tanıştık, bütün bunları daha önce yazmıştım.
Bir gün Bödününçeşme dindiği haberi geldi, üst taraftaki Kilciçeşmesi ise daha önceden dinikti. Tam onlara üzülmeye vakit kalmadan Gayraklı ile Şamlı'nın da akmadığını söylediler. Almalı'ya kadar faal çeşme yalnız Halibanağa'nınki kalmış oluyordu, çünkü Demirce ve Şerafettinemmi çeşmeleri zaten kuruydu. 15 gün kadar önce Meşhur Ahmet Abi ile bu konuları konuşurken, bir kaç gün sonra Asım Taşkın ile Şamlı üzerine çalışmaya gideceklerini, Halibanağa çeşmesini nasıl açtılarsa onu da açabileceklerini söyledi. Gidecekleri zaman bana da haber vermelerini istedim. Yukarıda belirttiğim gibi, amacım başka, tabi biraz da böyle bir macera yaşama isteğini de itiraf etmeliyim.
Böyle başladı çeşmeci ekibe katılmamız... İki gün sonra aradılar, gittik... Vardığımda gözlerine kestirdikleri bir yeri kazıyorlardı, üstü yeşergin olduğundan kuyu buralarda bir yerde olabilirmiş. Bir şey çıkmadı tabi. Sonra çeşmeye en yakın ve yeryüzünde kalmış künk kalıntıları izlenerek en uygun yere kesik atarak bulunması muhtemel hattı takip etme fikri doğdu. Bu arada kesik atma gibi kavramları da öğrenmiş oluyordum. Bundan sonraki 9 günlük süreç hep bu teknikle kazarak ilerledi...
Millet toprağı kazıyor, belliyor, kürekle atıyor, ter döküyor ve yoruluyordu. Bense bu sürecin en kenarındaki kişi olarak onların yorulmasına üzülüveriyordum. Gerçi bazen işin ucundan tuttum, hatta onlar kadar yorulduğum bile doğrudur; ama kesinlikle onlar kadar fiziksel güç bakımından katkım olmadı. Zaten daha işin başında benden bekledikleri bu olmadığını söylediler. "Sen şurda dur, çay filan demle yeter" dediler. Onu da pek yapmadım.
Ne yaptığımı biliyorsunuz, fotoğraf çekip altına bir şeyler yazarak burada yapılanları sosyal medya aracılığıyla duyurmaya çalıştım. Galiba yeterince duyurduk da... İlk gün Meşhur ve Asım'ın yanında bir de Kuşçu vardı. Ertesi gün Emre geldi, Pazar günü Hasan abisiyle birliktelerdi, en son Tekenin Hasan ve Sütçü Mehmet ekibe dahil oldular. Bu arada Şuayip Abi ve oğlu İbrahim, Halil Salman abi de sık sık ziyaret ettiler. Yine Muhtar, Dolak Ahmet, eski Muhtar Mehmet ve Zeki Mola'nın da üşenmeyip oraya kadar geldiklerini unutmadık. Keza Berber Ahmet emmim ve Bahtiyar dayımı, iki gün yanımızda bulunan Ali Omak'ı... Dünkü dört taze delikanlının önemli katkısını zaten biliyorsunuz. Bu tür faaliyetlerde çocukların ayrı bir rahmet ve bereket sebebi olduğunu biliyoruz, bu anlamda Halil ile Yiğit'i ve yanında oğlunu getiren Kilcilerin Ahmet'i unutmayalım... Yani bütün bu şevklendirici katılımlarda fotoğraf ve video paylaşımlarının etkili olduğunu söylüyorlar. İşte bizim Şamlı tamirinde varsa bir katkımız, bu kadardır...
Bu arada bir kaç hikaye derledim, not ettiğim o hikayeleri bir ara yazarım. Asıl önemli hikayenin Şamlı tamirinin kendisi olduğunu unutmamak lazım. Bir defa ben çok şey öğrendim, bunların en önemlisi azmin hedefe ulaşmada etkisidir... Düşünsenize, kimsenin yerini bilmediği yer altındaki bir kuyuya ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bir sürü söylenti var, ama somut bir ipucu yok. Aklımda kalan ipuçlarından biri, kuyunun hocalaryemişine yakın bir yerde olduğuydu. Garip olan şu ki, orada hiç hocalaryemişi yok... Rivayet edilen bir bilgiye göre de kuyunun yakınlarında gılik olacaktı. O bölgede meşe pek seyrek olduğunu, çevredeki bütün bütün yeşilliklerin gılik olduğunu söylemeye bile gerek yok... Biri de kuyunun önünde örüldüğü belli bir taş duvar olacağını söyledi. Şiddetli sele maruz kalan o bölgede ne duvar görünüyor ne de düzenli taş bir set... Orada burada rastgele birikmiş taş yığınları dolu... Ha şimdi hatırladım, bir bilgiye göre de kuyunun üstünde ıssırgan dikenleri olacakmış... Allah sizi inandırsın, her gılik kümesinin içi ısırgan benzeri otlarla dolu. Yani sizin anlayacağınız, her tarif sarı çizmeli mehmet ağa...
Bazen bilgiler de birbiriyle çelişebiliyordu. Biri rahmetli Halibanağa'nın kuyuya erişerek çeşmeyi tamir ettiğini söyledi. Bir başkası da "Aha Halibanağa şuraya kadar kazdıydı" diye yerini gösterdi ki, orası zaten kazılan ve künkün devam ettiği gözlenmiş bir yerdi.
Şu gerçek ortaya çıktı, kuyunun yeri kesinlikle bilinmiyordu, üstelik şimdiye kadar hiç ellenmeyen bir yerde olma ihtimali yüksekti. En garanti yol kesik atarak künkü takip etme yöntemiydi. Kazma yordamıyla gitmek en iyisiydi. En iyisiydi; fakat bayır kavranmış, zemin sertleşmiş ve künk derinleşmişti. İşte o zaman malum işgücü çağrımızı yapmıştık...
Bu arada künk bizi dörtlü bir kavşağa götürdüğünde şaşırıp heyecanlanmıştık. Birden fazla kuyu ile karşı karşıya olduğumuz fikri o gün oluştu. Bu konuda haklı olduğumuz sonradan ortaya çıktı, fakat dörtyol kavşağının aslı da bir kaç gün sonra gün yüzüne çıktı. Sola giden iptal edilmiş yolun eski çeşmeye çıktığını, kıble istikametindeki künk yolunun yarım metre sonra çıkmaz sokağa dönüştüğünü, anayolun sağa gittiğini hep kazarak öğrendik.
Kesik atarak garanti ilerleme usulünü bir kaç kere terk ettik ve her seferinde buna pişman olduk. Bu tamamiyle iyi niyetten, herkesin fikrine saygı duyup herkesi memnun etme düşüncesinden kaynaklı bir aksamaydı. Mesela biri gelip diyor ki "Boşuna buraları kazmakla uğraşmayın, bak kuyu deha şorası, gelin şu boğazı kazın..." Hatırı kırılmasın diye, biraz da haklı olabilir, boşuna kendimizi yormayalım düşüncesiyle gösterdiği yeri kazıyorsun. Künk derinleştiği için geniş de kazmak zorundasın, isabet ettiremezsen boşa kazma sallamış oluyorsun. Künk veya kuyu emaresi bir şey yok, işte bu moralleri alt üst ediyordu.
Üç dört kere böyle boşa kazılan çukur oldu, her seferinde başa dönüp künk takibine geçildi. Emek ve zaman kaybı... Kesikler arasını kısa tutmak gerekiyordu, bazen iki kesik arasında 3 metre olmasına rağmen künkü kaybediyorduk. Zira üç künkü aynı doğrultuda göremiyorsun, yer altındaki hattın nereye gittiğini tahmin etmek mümkün değil. Hiç hesapta olmayan dirsekler, dönüşler, zigzaglar... Öyle olunca bırak kuyu tahminini, iki metre sonra künk hattının nerede olduğunu bile söyleyemezsin...
Bununla beraber herkesin kendine göre kuyu yeri tahmini var. Mesela Meşhur sürekli tepeyi gösterdi, Allah'tan isabetsiz bir tahmindi, yoksa oraya nasıl ulaşırdık. Tahmin ettiği yerleri daima değiştiren, her seferinde kuyu bura diye yemin billah eden, gerçek kuyu tahmin ettiği 27 noktadan bir çıkınca "Demedim mi ben size!" diye hava basan abinin kulakları çınlasın...
Künkleri düzgün bir şekilde dikine indirmeyip zigzaglarla dolaştırmanın bize zorluk çıkarmak için yapılmadığı belli, bunun bir hikmeti olmalıydı. En sonunda suyu dinlendirmek, onu makul bir hızda tutmak, her köşeyi kumluk vazifesiyle kullanmak ve daha aklımıza gelmeyen başka sebeplere bağlı olduğuna kanaat getirdik.
Hatta kullanılan malzemeler de dikkat çekiciydi. Çeşmeden itibaren 100 metre kadar plastik boru döşenmiş, bunlar 1980'lerdeki son tamirde döşendiği belli... Bundan sonrasında eski pişirilmiş toprak künkler çıktı, ne kadar eski olduğunu bilemeyiz tabi. Yalnız kuyu yakınlarında yontma taştan tünel biçimindeki yolağa bağlanırken iki metre kadar bu künk çevresi betonla sıvanmış. Çimentosuz bu eski beton türünde yumurta kullanıldığını söylüyorlar, zira çimento bu nemli ortamda uzun süre dayanamayıp çürürmüş. Oysa bizim gördüğümüz künk üstü sıva hala sapasağlamdı, o kadar kazma darbesine bana mısın demedi...
Sel yolağının denk geldiği bir yere demir boru yerleştirilmiş, bunun ve içinden çelik teller çıkan beyaz betondan mamul künklerin 1965'teki çeşme nakli sırasında Tarım Bakanlığınca karşılandığını tahmin ettik.
Dağın bağrını yardıkça yeni şeylerle karşılaşıyoruz, hayran olmamak mümkün değil. Süzek denilen sistemin mantığı şu; tabana yalıtım amaçlı çorak/kil serilmiş. Önüne yontma taştan hilal biçimli kapalı bir tünel yolak örülmüş. Bu yolak aynı zamanda set duvar vazifesi görüyor. Sonra hilalin içi rastgele taşlarla doldurulup yığılmış. Böylece D biçiminde bir taş yığını elde edildi. Onun üzerine de toprak yığ, işte süzek bu.
Çalışma mantığı, kar ve yağmur sularının taşların arasından süzülerek temizlenip berraklaşması ve kil zeminde toplanması esasına dayanıyor. Bu süzeklerden tam üç tane ortaya çıkardık, kim bilir göremediğimiz daha kaç tane var...
Bir ilginç durum da bu süzeklerin yer altından aynı yontma taş tünel yoluyla birbirine bağlanmış olması. Kepçeyle ararken süzeğin bir bölümünü bozmuştuk, aynı sistem üzere tamiri yapıldı. "Doğal bağlantı yolunu kullanacaksa yine kullansın, isterse kestirme bir yol olarak boru döşeyelim, canının istediği yerden geçip kuyu önüne koyduğumuz ana kumluğa dökülsün." diyor Meşhur usta... İnşallah ilk yağışta bunlardan verim alınır.
1965 çeşme nakli, 1980'li yıllardaki tamir ile birlikte bu bilinen üçüncü işlem oluyor. Önceki dönemde de bilmediğimiz ayıklama, tamir, şu bu gibi işlemler geçirmiş olabilir. Her işlemde bazı değişiklikler, eklemeler muhtemeldir. Bulduğumuz eski çeşme yeri, kuyu ve süzekler hangisi hangi döneme ait olduğunu belirlemek çok zor. Yalnız bütün bu teşkilatın bir insan ömrüne sığdırılması mümkün görünmüyor. Hele söz konusu olan, yılın sadece belli bir bölümünü İlbulak'ta geçiren bir Aşiret Yörüğü ise... Yani bunların hepsi çeşmenin banisi Şamlı dedenin eseri olmayabilir. O, suyu akıtıp bir yalakta mal sulayacak kadar biriktirmiş ve böylece ilkel bir çeşme yapmış, sonraki nesillerin her biri yeni bir eklentiyle Şamlı çeşmesini oluşturmuştur...
Şamlı Yörük dedenin mal peşinde koşmadığı zamanlarda bir iki taş koyarak ilk çeşmeyi yapmış olacağına dair sohbet ettik bugün. Onun nasıl yaptığını kesin olarak bilemeyiz, ama şurada çalışanların Halibanağa'yı rol model aldıklarını gözlemledim. Her seferinde yaptığı ve tamir ettiği çeşmeler için kıt imkanlarla nasıl karınca gibi sabırla çalıştığını anlatıp rahmetliyi yad ettiler. Meşhur, önümüzdeki günlerde aharların tamirinden sonra, mermer tabelaya ismini yazdırıp çeşmesinin alnına koyacağını söylüyor. İyilik ve güzelliğin zamanı aşarak bugüne ulaşması ve bugünün insanına bulaşması ne güzel...
Yazıyı buraya kadar okuyanların 'Başlık ne alaka?' diye düşündüklerini sanıyorum, oraya geldik. Daha ilk günden sosyal medyada işi duyururken beni uyarmıştı. Buraları kazma amacı hakkında kesinlikle değişik yorumlar yapacaklarını söyledi. Haklıydı, çünkü Meşhur nesiyle meşhur?.. Neye yorarlarsa yorsunlar, sonunda nasıl olsa gerçeği anlayacaklar, diye ısrar ettim.
Dediği gibi de oldu, şakayla karışık beklenen yorumlar yapıldı, ama O aldırmadı. Hatta telefon edip aynı gerekçeyle takılanlar oluyordu. Onların bir kaçına "Sizin dediklerinizin sonu var, bir gün gelir biter; ben hiç bitmeyen hazinenin peşindeyim." dediğini duydum. Karşıdaki anladı anlamadı, orasını bilemem; ama ben o sözü duyduğumda şimdi yazdığım yazının başlığını bulmuştum.
Dediği doğruydu. Sadaka-i cariye, sürekli akan, getirisi (sevabı) hiç bitmeyen sadaka demek oluyor. Akmasına sebep olduğun su akmaya devam ettiği müddetçe senin hesabına kazanç getirecek. Bu tükenmez bir hazine değil midir...
Sonuçta Meşhur ve arkadaşları bir hazine buldular. Yalnız bu hazineden pay sahibi olanlar çok fazla... Bir kısmını yukarıda saydım. Onların dışında çok istediği halde gelemeyenler, selam gönderenler, dua edenler; erzak, malzeme ve nakdi yardımda bulunanlar, yemek gönderen ablalar, kumanya karşılayan esnaf vb bir çok kişinin bu hazineden hissesini aldığını ümit ediyorum.
Burada tükenmez hazinenin yanında, görünmez bir başka hazinenin de ortaya çıktığını belirtmek isterim. Bu, azim ve birlik neticesinde neler başarılabileceğidir. Azim ve kararlılığa örnek Halibanağa, birliktelik başarısına örnek de şu son tamir işidir. İki kişi samimiyetle yola çıktı, bir de baktılar ki millet bu iş çevresinde kenetlenmiş...
Hep derim, bu milleti harekete geçirecek bir kıvılcım lazım, gerisi gelir. Şamlı tamirine yapılan nakdi bağıştan geriye kalan miktar, Halibanağa çeşmesinin yolunu açma ve aharlarını tamir etmeye yetecek kadar var... Sonrası Allah Kerim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder