Bizim kuşağın yakaladığı meğer son demleriymiş. Yani içinde çamaşır yıkanıyordu, ama bu fonksiyonunun son yıllarıymış. Tabi bundan herkesten daha fazla habersizdik. O kadar habersizdik ki kadınların çamaşır yıkama gibi büyük sıkıntıları, şu işten diğerine telaşlanmaları, nöbetmiş, kazanmış, odunmuş, kilmiş... hiçbiri umurumuzda olmaz, oradan oraya koşturur dururduk. Çay bizim için yüksek surlarla çevrili korunaklı bir kaleydi, ama oyun kalesi...
Bir yüzyıl öncesinin şartlarını hatırlatmadan bugünün çocuklarına Çay'ı anlatmak pek mümkün görünmüyor.
Onların urbadan tek beklentileri giyinerek sıcaktan soğuktan bedenlerini koruyabilmekti. Bu yüzden ancak bir kat urbaları olurdu. Belki değiştire giymek, biri yıkanacağı zaman diğerini giymek için ikincisine sahip oluyorlardı, ama bu da çoğu itibariyle lükse girerdi. Bir şalvar, bir entari, bir göynek, bir içdonu, bir çift ipçorap...
Abartılı gelebilir, ama bu durumun örnekleri var. Hayta Mahmut Özdemir'in babasına Kes Osman derlermiş. Adamcağızın bir kat urbası var, o da yıkandığı zaman yorganın altından çıkmazmış kuruyana kadar. Bazen oğlunun yedek urbasını verirlermiş, onlar da çatır çatır yırtılırmış. Çünkü oğluna göre iriyarı biri, urbaları dar geliyor... Anlatılanlar hikaye değil yani, yokluk zamanları...
Evlerde su bulunmadığı için esbap (esvap) yuma işi su kaynağına yakın yerlerde yapılıyor. Malum olduğu üzere Eğret'in en önemli su kaynağı da Bunar'dır, öbür tarafta Yörükçeşmesi, daha beride Omarcık'tır. Gelvelakin buralar köye uzak mevkiler, zırt pırt gidip gelinecek yerler değil. O halde esbaplar uzun aralıklarla yıkanır, iki üç ayda bir gibi...
Herkesin soyunup dökünüp esbap yumaya gidileceği gün belirlenir, kazan kuzuluk, tas tokeç, odun çıra, şu bu doldurulup arabaya o su kaynağına gidiliyor. Kazan mutlaka olmalı, çünkü bit belasının meşhur olduğu o dönemlerde göynekler kaynatılmadan ölmüyor meretler. Kendilerini çıtır çıtır öldürsen sirkeler canlı kalıyor, üç gün sonra yine bitleniyorsun. Bu yüzden kazanlar fokur fokur kaynamalı...
Yukarıda saydığım yerlere belli sayılarda esbapdaşları koymuşlar, herkes erkenden gelip bir taş kapıp kazanını kuruyor. Fakat dediğim gibi çok uzak buralar. Oysa köyün nispeten daha yakın yerini yalayarak akan bir Eğret Çayı var, üstelik suyu da gür akıyor. Hendekarası ile çayın kesişme noktasına da esbapdaşları koyarak daha yakın bir çamaşır yıkama yeri oluşturmuşlar. Çay/Çamaşırhane'nin oluşması böyle... Yalnız bu oluşumun tam tarihini kestirmek mümkün değil. Zaten bir anda olup bitecek bir şey değil, bir süreç söz konusuydu mutlaka. İşte o sürecin başlangıcı belirsiz...
Eğret Çayı ile birlikte yakındaki iki çeşme ve bir kuyunun da etken olduğu düşünülse bile, o su kaynaklarının tarihini bilmek gerek. Oysa o konunun da cahiliyiz. Dedeçeşmesi diye adlandırılan çeşme Hacımahmut Dede'ye izafe ediliyor. Fakat bu Hafız'ın babası olan Hacımahmut mu, yoksa onun dedesi olan Hacımahmut mu bu da belirsiz. Bir riveyette çeşme yan taraftaki Uyuşakdede türbesiyle ilişkilendiriliyor... Bu çeşmeleri esas aldığımızda en yakın tarih olarak 20. yüzyıl başına gideriz, ki bence gitmemiz gereken tarih daha eskidir...
Bir kaç tane esbapdaşı derenin beri kenarına yerleştirilmiş, uygun yerlere kazan kurmak için taşlar yığılarak ocak yerleri hazırlanmış, belki üstünkörü bir gaşla çevrilmiş olan dere ile yol arasındaki bu alana ta o zamanlar Çay diyorlarmış. Henüz tesise benzemeyen bu esbap yuma yerinin ilk hali böyle olmalıdır. İşgal sırasında kullanıldığına yönelik bir bilgi yok, işgalciler keyfine göre istedikleri yere büyük ve yüksek kazanlar kurup çamaşırlarını kaynatıyorlar. Han'ın duvarına, başka evlerin avlularında böyle kazanlar kaynattıklarına dair fotoğraflar var. İşgalden hemen sonra Çay'ın durumunu bilemiyoruz, ama 1940'larda yukarıda söylediğim gibi bir yermiş.
Oranın neden Çay diye adlandırıldığına gelirsek, bu Eğret Çayı'nın onun içinden geçmiş olmasıyla ilgili gibi görünüyor. Bunar'dan doğup Hacıbeyli'ye doğru akan bu çayı hep dere diye adlandıran köylü, Çay adını onun içinden geçtiği esbaplığa layık görmüş. Tabi köylünün oraya hiç bir zaman çamaşırhane dediği yok; biz Eğret Çayı ile karışmasın diye Çay/Çamaşırhane tabirini kullanıyoruz...
1948'den 1955'e kadar Aliefe (Ali Tüplek)in seçilmiş muhtarlığı var, ondan önce de bir dönem vekaleti vardı. Seçildiği dönemde Çay'ın hemen kenarına, kavşak noktaya koyun kuzu yıkama havuzu yaptırmış. Suyu Mezerböğrü'nün altındaki çeşmeden getirmişler, daha sonra asfalt dökülen karayolunun altında kalmış borular. Böylece doldurulan havuzda yıkanan hayvanlar basamaklı çıkıştan yukarı çıkarlarmış. Çoğumuzun hatırladığı havuz doldurulduktan sonra yerine çocuk parkı yapıldı. 1962 Tarihinde Ara Güler tarafından çekildiği düşünülen fotoğrafta, Gamalı Ahmet Saçak ile Hasan Saki'nin oturdukları bu havuzun kenidir.
Havuz yapıldığı sırada Çay hala eski halinde; virane bir gaşla çevrilmiş esbapdaşları, orada burada kazan vurulan ocak yerleri, isli taşlar, şuraya buraya yığılmış küller... Hafızalara kazınan gerçek Çay görüntüsü ancak Tıraka Abdurrahman Zenger zamanında oluşuyor. Aliefe'nin planlayıp da fırsat bulamadığı Yenihamam ve Çay projelerini, 1955'te seçimi kazanan Tıraka gerçekleştiriyor. Eşzamanlı olarak başlanan hamam ve çamaşırhane 1956/57'de tamamlanıp hizmete sokuluyor.
Üstü açık Çay binası Eğret Çayı'na paralel olarak inşa edilen 40-50 metre uzunluğunda 10-15 metre eninde bir kale gibi görünürdü. Surları yaklaşık 3 metre yüksekliğindeydi, tam mahremiyetin sağlandığı bu yeni Çay'da kadınlar rahatça hareket edebilecekti. Yüksek kalın duvarlarına kazan konulabilecek büyüklükte onlarca bacalı ocak yapılmıştı. Mozayikten döktürülmüş onlarca esbapdaşı, Çay'ın içinden geçirilen Eğret Çayı'nın bir kolunun iki yanına boydan boya dizilmişlerdi. Ortadan akan bu suni dere, atık kullanım suyunu da alıp götürür, ileride Eğret Çayı'na boşaltırdı. Ayrıyeten bir köşeye tuvalet de kondurulmuştu.
Her şeyi düşünülen bu yeni Çay'da kullanım suyu ihmal edilemezdi. Mahmutdede çeşmesinin lula kökünden bir ayraçla Çay'a hat çekildi. Böylece Çay içindeki iki çeşmeden sürekli gür su akardı. Bu nakil su, basit bir mekanizmayla sağlanıyordu. Dedeçeşmesinin yan tarafındaki kapağın altında bulunan boruda tıkaç vardı. Alındığında Çay'daki çeşmeler akar, esbapcılar tarafından kullanılmadığında ise tıkanarak bütün su Dedeçeşmesi'ne yönlendirilirdi.
Mal yıkama havuzu ve Çay için iki çeşmeden çekilen borular, aradaki susaya asfalt döküldüğünde onun altında kaldılar. Yine de içinden su aktı, kullanılmaya devam edildiler. Çay da öyle... On onbeş yıl tam randımanlı kullanılmış. Kadınların bir araya gelip işini gördüğü, eğlendiği, dedikodu ettiği, çığrıştığı bir kaç yerden biri olmuş. İki çeşmeye suya gelen kızlardan dolayı Mezerböğrü delikanlıların eğlek yeriyken, Çay sebebiyle haraketlilik katlanmış. Asfalt da oradan geçince büsbütün şenlik olmaya başlamış oralar...
Çamaşır işine dönelim, zira Çay'ın asıl fonksiyonu esbaplık olması... Şahitlerin dediğine göre ocak ve taş kapabilmek için geceden odun ve kazan götürürlermiş, ne kadar revaçta olduğunu hesap et. Yıkanacak çamaşırı az olup da kazan yakmaya, taş kapmaya gerek görmeyenler birinin yanına sokuşdurucu sokulurlarmış, tabirin güzelliğine bakar mısınız. Kazan yakanlar ise önceden kazanı çamurla sıvayıp, işin sonunda kolayca temizlemek için önlem alıyorlar. Kaynar kazana kil atıyorlar ki esbaplar 'gar gibi ve yumşecik' olsun... Hazır sıcak su varken yanındaki çocuklarını yıkayanlara da rastlanır... Daha büyük çocuklar taşta yıkamakta olan anasına su taşıyarak yardım eder... Bütün bu koşturmaca arasında unutulmayan şey, oradaki muhabbetmiş...Çamaşır yıkama işi böylece tamamen Çay'a bırakılıyor. Yalnız Bunar, Omarcık ve Yörükçeşmesi'nden tamamen vazgeçilmiş değil. Nöbet bulamama veya kalabalıktan Çay'a yanaşamayanlar soluğu oralarda alıyor. Kullanım suyu mekanizmasından dolayı Çay çeşmelerinin her vakit akmadığı unutulmamalıdır. Çocuk bezi gibi küçük çamaşırı olanlar Çay'a gitmiyor veya suyu nasıl açacağını bilmiyor, bu yüzden diğer çeşmelerde böyle ufak tefek şeyleri yıkayanlar da oluyordu. Bunun önüne geçmek için hem Muhtarlık hem de Belediyelik zamanlarında çeşmelerde bez yıkamayı yasaklamışlar. Sırf bunun için cezalar kesildiğine dair kayıtlar var...
Çay'da sonun başlangıcı şebeke suyudur. Daha evlere verilmeden önce köyün belli noktalarına on onbeş tane mahalle çeşmesi yaptırılmış ve suyu şebekeden sağlanmıştı. Ayrıca yine bazı mahallelerde kuyular kazılarak yeni su kaynakları sağlanmıştı. Aşağıdaki çeşmelere ve diğer kaynaklara bağlılık azaldı. Yakınlarındaki suyu bulunca insanlar evlerine iyi kötü birer esbapdaşı kondurarak daha uzaktaki Çay'a gitme lüzumundan kurtulmaya başladılar. Buna rağmen Çay'da esbap yuyanlar az değildi, fakat eskisi gibi ocak ve taş kapma telaşesi gibi bir durum söz konusu olmuyordu.
İşte başta söylediğim, bizim kuşağın son demlerine yetiştiği bu dönemin Çay'ı oluyor. Hareketli şenlikli zamanlarını da hayal meyal hatırlarız, lakin asıl oyun alanımıza döndüğü zamanlar tamamen terkedilmeye yüz tuttuğu zamanlardır. Bu da aşağı yukarı 1970'lerin ortası oluyor. Bu dönemde eski gürleyen çeşmelerden eser kalmamıştı. Dedeçeşmesi'nden tıkalı olduğu için akmazlar, ama ağzımızı kocaman ayırarak luladan içimize çektiğimizde borularda kalan su akmaya başlar, biz de bunu eğlenceye çevirirdik. Bazen de birimiz diğer çeşmeye geçip kulağını lulaya dayar, öteki lulayı ahize gibi kullanıp güya telefonlaşırdık. Buralardaki oyunlarımız, pek seyrek esbapcılar gelene kadar sürerdi...
Evlere su verildikten sonra Çay'ın fişi çekilmiş oldu. Cansız bedeni bir kaç yıl daha öylece kaldı. Sonra hangi yıldı bilmiyorum, yeniden düzenlenerek çatı giydirildi ve mandıraya dönüştürüldü. Eskişehirli Eşref adında bir işletmeci uzun yıllar süt aldı, işledi. Sonra O da bıraktı. Geçmişini tam belirleyemediğimiz esbaplık alanına 1956 yılında yapılan kale gibi sağlam duvarlar ne vakit yıkıldığını hatırlamıyorum, önemi de yok zaten...
Her şeyin olduğu gibi mekanın da ruhu vardır derler... Mustafa Ayas'ın anlatımıyla bitirelim:
"Kille, tokeçle, elle yıkanan esbablar... Yan yana kazanlar... Derdi oyun olan çocuklar... Fırsat bu fırsat diye yakalanıp hunharca(!) yıkanan daha küçük çocuklar... Sadece orada karşılaşan eş dost, hısım akraba ve arkadaşların bağrışarak yaptığı sohbetler... Keskin gözlerle gelin adayı arayan daha da yaşlılar... Nineler, analar, vs. vs... Evlere şebeke suyu gelene kadar bayram yeri olan aktif bir alan... Sonrası bizlere kalan boş, yarı yıkılmış duvarlar...En sonundaysa masal olmadığı hâlde 'bir varmış, bir yokmuş' diye anlatılacak sadece bir hikaye sebebi... Bir varmııış, bir yokmuş..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder