Arapkızı (biz Arapnine desek de ahali arasındaki lakabı buydu) Kezban Haykır, Arap Selim'in torunu olduğu için böyle anılmaktadır, o halde işe dedesinden başlamalıyız.
Şu açıklamayı yapmak da gerekli, Eğret ağzında Arap kelimesinin ırk bildiren anlamı yoktur. Esmer derili insanlara Arap denilir, başlıbaşına Araplar sülalesi, Araphüseyin ve Omarcıkların Arap buna iyi birer örnek. Ayrıca siyah renkli bazı hayvanlara da özel olarak Arap denildiği olur. Bunun Arap milleti ile alakası olmadığı şuradan belli ki onlar beyaz tenli gruptan sayılır. Ayrıca Eğret ağzında zenci kelimesi de bulunmaz, şu durumda Afrika kökenli bütün insanlar Arap diye tanımlanır. Köleliğin henüz tam anlamıyla kaldırılmadığı zamanlarda bu insanları çalıştırmak yaygınmış ve onlara da Arap denilirmiş.
Gelelim Arap Selim'e... Eğret erkek nüfusunu gösteren 1830 kayıtlarında adına rastlanmıyor, lakin 1904 kütüğünde Zenci Selim Oğlu künyeli çok çocuğu ve torunu var. Buradan anlayacağımız şudur, Arap Selim 1840'tan sonra Eğret'e geldi.
Bunun kaydı küreği yok, Arapselim'in köye gelişiyle ilgili yaygın anlatı şöyle: Büyük büyük dedem Veyisoğlu Halil, Hicaz'dan dönerken orada gördüğü bir zenci çocuğu yanına alır. İki aydan fazla süren yolculuk boyunca çocuk deve sırtındaki sepetteymiş. Bu ayrıntı o kadar yerleşmiş ki hafızalara, hala Selim'in torunları 'Bizi köye sepette getirmişler' diyorlar.
Halil Dedemin Arapselim'i köye getirme amacı hakkında iki söylenti var. İlki Selim'i büyüyünce yanında bekar durdurup rahat etmek için kaçırdığı, ikincisi ise Selim'i kimsesiz bir çocuk olarak bulduğu, tamamiyle insani sebeplerle yanına aldığı... Sonuçta Eğret'te köle olarak yaşamadığı, köyün en köklü sülalelerinden Hacıların kızıyla evlendiği, çocuklarının evlilikleri de aynı şekilde olduğu göz önünde bulundurulursa Veyisoğlunun Selim'i sahiplenme, hatta evlat edinmeye yakın bir niyetle Eğret'e getirdiğine hükmedilmelidir.
Burada işimiz sülale incelemesi değil, Arapgızı'na ulaşmaya çalışıyoruz. Bu yüzden Arapselim'in oğulları dursun şöyle, bir kızı var adı Hanife... Asıl Arapgızı kendisi olan Hanife'yi yine köklü sülale Hacımahmutlardan Hüseyin'e veriyorlar. Kocası vefat ettiğinde Arapgızı Hanife'nin dört çocuğu var, fakat bu yetimlerden biri Cihan harbinde kalıyor, biri de küçükken ölünce geriye iki yetim kızıyla kalakalıyor. Kızların küçüğü Uykucu Ömer Şen'in anası, bizim aradığımız ise büyük kız Kezban...
Kezban 1888 yılında doğdu, dört kardeşin büyüğüdür. Yüzyılın başında vefat eden babasına değil de, dul annesine izafe edilerek Arapgızı diye lakaplanmasının başka açıklaması yok; Hacımahmutların torunu olduğu unutuldu, ana-dedesi Arapselim'e bağlandı.
Onu Himmetoğlu Hasan ile everdiler. O vakitler kız çocukları küçük yaşta gelin ediliyordu, ama Kezban'ın evlilik tarihiyle ilgili net bilgi yok. Kocası 1. dünya savaşı başladığında halen askerdeymiş, büyük ihtimal temel askerliği bitmiş rediflik döneminde cihan harbine yakalanmıştı. Bundan yola çıkarak evlilik tarihini 1910 gibi düşünmeliyiz. Çanakkale'ye giderken iki oğulları bile varmış, Kadir ve Ömer...
Himmetoğlu Kel Hasan (lakabı böyleydi) Çanakkale'den dönemedi. Yaşadıkları zaten kolay değildi de, Arapgızı'nın bundan sonraki hayatı daha bir çileli olacaktır. İki oğulları vardı, büyüğü Kadir zaten hastacaktı, çok yaşamadı öldü. Sakınılan göze çöp batarmış 'Ömerime iyi bak' diye Kel Hasan'ın emanet ettiği küçük oğlu da dambeşten düştü, üstelik başına da ağır bir şey isabet etti. Bu olaydan sonra çocuğun adı 'Gambır Ömer' olarak kalacaktır.
Kelhasan'dan dul kalan Arapgızı Kezban Hanım'ın tekrar kocaya varması gerekiyordu, ama bunun için önünde hukuki bir engel vardı. Zira Kelhasan'ın şehit olarak vefatı resmiyet kazanmamıştı. Çok cepheli koca savaştan bitik olarak çıkan devlet sistemi sağlıklı çalışmıyor, askerinin ölüsünü dirisini bile tespit edemiyordu. Mütareke gereği zaten ordu dağıtılma aşamasındaydı. Şu halde Arapgızı, benzer durumdaki Eğretli kadınların yaptığını yapacak, Karahisar Kadılığına müracatla kocasının şehadet şerbetini içtiğini tescil ettirecekti.
Mahkemede Çolömerin Halil ile Müdüroğluların Halil şahitlik ettiler. Buna göre, Himmetoğlu Hasan oğlu Hasan; İkinci Kolordu, Altıncı Fırka, Onyedinci Alay, Birinci Tabur, İkinci Bölük, İkinci Takım, Onbirinci Manga neferi iken, 11 Temmuz 1915 sabahı Seddülbahir'de sol omuzuna şarapnel isabet ettiği, iki saat kadar sonra, saat 10.30 sıralarında şehiden vefat ettiği kayda geçirildi. Ayrıntılı olarak bu bilgilerin yer aldığı mahkeme kararı büyük bir kağıda yazılarak Kezban Hanıma teslim edildi. Artık tekrar evlenmesine bir mani kalmamıştı.
Bu koca kağıtta yazılanlar aslında basit bir gaiplik davası kararı iken, sonradan Kelhasan'ın şehitlik beratı olarak düşünülmüş ve torunları tarafından bugüne kadar saklanmış. Kadir Haykır Abi bize gösterdiğinde hikayesini de anlattı. Ninesi Arapgızı bu karara ilk zamanlarda gözü gibi bakmış. Kağıt yapısı gereği ve sürekli açılıp aynı yerlerden katlanmasından dolayı üzerinde yatay ve dikey çizgiler oluşmuş. Bu çizgilerden biri uçtan yırtılmaya başlayınca Kezban Hanım iğne iplikle dikerek yırtığı durdurmuş. Kendisi ölene kadar belgeyi muhafaza etmiş. Ondan sonra ise eski yazılı karar, içeriği bilinmediğinden olsa gerek, kıyıda köşede kalmış. Sert ve kalın kağıt katlanınca daha sert durduğu için, tuz kabı olarak kullanılan koca bir ağda gabıcağına kapak vazifesi bile görmüş. Sonradan merak edip birine okutmuşlar ki bu kağıt parçası dedelerinin şehadet delilidir. O günden sonra onlar da itinayla muhafaza yoluna gitmişler. Kadir Abi fotoğrafını çekmemiz konusunda bile çekinceliydi...
Uzun parantezi kapatıp Arapgızı'nın hikayesine devam edelim. Durup dururken mahkeme yoluna gitmemişti, kendisine bir talip vardı. Yakınlarda hanımı vefat eden üç çocuklu Çakaloğlu Bekir evlenme teklif ettiği içindi bütün bu mahkeme safahatı. Aslen Bolvadinli olan Kel Bekir ile evlenmeleri böyle gerçekleşti.
İkinci evliliğini 1920 öncesinde, mahkeme kararından hemen sonra yaptığı anlaşılıyor. Çünkü elimizde bu tarihte Kelbekir ile evli olduklarına işaret eden bir makbuz bulunuyor. Ne münasebetle yapıyorlardı bilmiyorum, herhalde vergi belirlemesine esas beyanname gibi hayvan varlığını gösteren belge düzenliyorlarmış. İşte 1920 tarihli o belgede "Kel Bekir zevcesi Kezban"ın iki sığır sahibi olduğu yazıyor. Sığırların sahibi Arapgızı gösterildiğine göre Kelbekir'in içgüveyisi olduğunu da çıkarabiliriz bu belgeden...
Kimin olursa olsun, belgenin düzenlenmesinden iki yıl sonra ineklerden eser kalmadı. Çünkü 1921 baharından itibaren Eğret işgal edilmeye başlanmıştı. Yunanlar bir buçuk yılda köyün yenilebilir hayvan varlığını sıfırladılar. Koyun keçi, kaz tavuk, inek dana hatta öküzleri bile kesip yediler...
Yunan kovulduktan sonra 1922'de Ali Osman, 1924'te de Halil adını verdikleri iki oğulları dünyaya geldi. İki yıl sonra Kelbekir de vefat etti... Belki önceden söylemeliydim, iki kocasının durumuyla ilgili Kezban Hanıma atfedilen bir nükte var, 'Benimki de gader işde, ilki Kelhasan, ikincisi Kelbekir, saçlısına denk gelemedim' deyesiymiş. Fakat kel olsun, kör olsun ikinci kocası da ölünce Arapgızı tam altı çocuklu bir duldu. Gerçi Kelbekir'in iki kızı gelin edilmişti, ama işte dört oğlan öylece duruyordu. Ve Kezban Hanım 38 yaşındaydı. Bundan sonra evlenmedi...
Yıllar geçti, Ali Osman ile Halil küçüktüler, ama Gambırömer ve Kelbekir'in Mustafa artık delikanlıydı. 1934'teki soyadı uygulamasında şehit kocasının sülalesine paralel olarak Haykır soyadını seçtiler. Bu seçimde Ömer'in etkisi olabilir, ama Kelbekir'in Mustafa da itiraz etmemiş.
Bundan sonra Arapgızı Kezban Hanım, kendi oğlu Gambırömer'e Gocaguliz'in kızını aldı. Yukarıda sözünü ettiğim Kadir Haykır Abi ondan torunudur. Kocasının oğlunu dul bir kadınla everip içgüveyisi olarak onun evine yerleştirdi. Herkesçe Yenimısdık diye bilinen meşhur bakkal budur.
Kelbekir ile ortak oğullarının büyüğünü, yine dul bir kadın olan Çullugızı ile everip onun evine yerleştirdi. Komşumuz olduğundan çok iyi bildiğim Ali Osman Çavuşun hikayesi böyle. Küçük oğlu Halil'i de everdikten sonra, bütün yavrularını uçurmuş bir anakuş huzuruyla kendi yuvasına çekildi. Burası, yukarıda sözünü ettiğim Guyuderesi'ndeki evidir.
Komşularının dediğine göre bu uzun boylu, zayıf, esmer kadın evinde yalnız yaşarmış. İzmir'e yerleşen Halil, ailesiyle yılda bir kere geldiğinde orayı silip süpürüp sıvarlar böylece evin genel bakım ve temizliği yapılırmış. Evine sadece namaz kılmak ve yatmak için gittiğini, gündüzleri vaktini genelde fırında geçirdiğini de söylüyorlar. Burada kendisine ikram edilen pide, hamırsız, bükme gibi ikramları da geri çevirmez; yerken sürekli bir şeyler anlatıp kendini dinletirmiş. Kızdığına en kötü söz olarak 'yanı beli gazılasıcalar!' diyen, iyi yürekli bir kadın olarak anlatılıyor.
Bizim harabe halini bildiğimiz, şimdilerde temelleri ancak seçilebilen evinde Arapnine 1970 yılında vefat etmiş. 82 Yıllık ömrünün ancak 6+6=12 yıllık kısmında evliydi, bunlar da harp darp, işgal, yokluk kıtlık yıllarına denk geldi. Kırk küsür yıllık kesintisiz dulluğunun ne kadarını bu evde geçirdiği bilinmiyor...
Gamlı baykuş gibi neden hep tarihin hüzünlü levhalarını, insanların acıklı hayatını anlatıyorsun diyorlar. Öyle de onun için...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder