portreler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
portreler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ekim 2025

Deli Hatca

 
    Deli İmam'dan önceki Cuma Camii imam hatibi, Daldal Hüseyin'in torunu Molla Mustafa idi. Aslında öyle olmamasına rağmen Delimamın görevlendirme kararnamesinde 'emmizade' oldukları belirtilmiş. Bu kaydın sebebi çok açıktır, zira Daldal Hüseyin bir Veyisoğlu idi. Dolayısıyla halef selef Molla Mustafa ve Delimam ikisi Veyislerdendir, emmi çocukları sayılırlar...

    Delimam'ı zaten biliyoruz, Molla Mustafa'nın kimliğini de belirleyelim. O, Deli Veyis'in abisi, Haceli'nin de emmisidir... Bu kısa tanımlamadan sonra hikayesine devam edelim... 

    Molla Mustafa 1886 yılında vefat ettiğinde çocuğu yoktu; ancak karısı Satı Hanım hamileydi, bir süre sonra merhum kocasının oğlunu doğurdu. O günün ilginç adetlerinden birine göre, henüz doğmadan yetim kalan erkek çocuklara babasının adını veriyorlardı. Küçük Mustafa'nın adı böylece belirlenmiş oldu. 

    Yeri gelmişken Satı Hanımın kimliğine değinmek gerekirse, O da Arzımanoğulları/Hacılar diye bilinen bir başka kalabalık sülaleden Hacı Küçük Mehmet kızıdır. Kardeşleri ise Hacı Mustafa ile Hacı Murat... Sülalesi ve akrabaları şunun için önemli, kocasından yadigar kalan biricik oğluyla birlikte artık babasından kalan Hacıların yurdunda yaşayacaktır... 

    Hacıların yurdunda büyütüp yetiştirdiği oğlunu, yine kardeşi Hacı Mustafa'nın kızı Hatice ile everdi. Böylece hala dayı çocukları yeni bir yuva kurmuş oldu. Burada damat Mustafa'nın kardeşi olmadığı hatırlanacaktır, ama Hatice kalabalık bir aileden geliyordu. Dört kız ve bir oğlan olmak üzere beş kardeşler... Bunlardan (üvey kardeş) Fatma, Davılcı Arif Azbay eşi; Dudu, Sarı Şükrü Patlar'ın annesi; Fadime, Çil Mahmut Omak annesi; tek oğlan ise Hacınınibram (Halil İbrahim Azbay)dır...

    Hacınınibram'ın ev ile Satı Hanımın evi bu yüzden bitişikti, Şemşilerin evin hemen altında yan yana... Yalnız Satı Hanım oğlu Mustafa'yı everdikten sonra çok yaşamadı, vazifesini bitirmiş insanların huzuruyla öte dünyaya göçtü. Kendi adını verdikleri kız torununu görüp görmediğini bilmiyoruz, zira Hatice'nin doğum tarihini bulamadık. Bunun sebebini ileride öğreneceksiniz...

    Mustafa'nın askerliği 1905/1906 gibi başlaması lazım. O vakitlerin askere alma sistemine göre dört yıllık temel askerliğin ertelenmesi söz konusu olmuyordu. Ancak rediflik sisteminden tamamen vazgeçilmemişti, temel askerliğin bitiminden sonra 5-6 yıllık rediflik süreci başlıyordu. İşte bu dönem bedelini ödemek suretiyle bir kaç kez ertelenebiliyor, ayrıca aralara uzun izinler de girebiliyordu. Son dönemde 12 yıla varan uzun askerlik hikayelerinin sırrı buradadır. Ayrıca 1. Dünya savaşının başlamasıyla seferberlik ilan edildiği unutulmamalıdır. Seferberlikte eli silah tutan herkes askere alınıyor, silah altındakilerin terhisleri de durduruluyordu...

    Her ne hal ise, Molla Mustafa ile Satı Hanımın biricik oğulları 1915 yılında askerdeydi... Cihan harbinin meşhur Çanakkale cephesinde... Kayıtlara göre "... 3. Kolordu, 19. Fırka, 57. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük Piyade Eri iken, Şehir Emaneti Mecrûhin Askeri Hastanesinde, 12 Ekim 1915 günü şehit oldu... "

    Hatice Hanım kocasının şehadetinden sonra kızıyla yapayalnız kaldı. Tıpkı otuz yıl önce halası ve kaynanası Satı Hanım gibi... Lakin onun kadar şanslı olabilecek mi bakalım...

    Birinci dünya savaşı boyunca çeşitli cephelerde savaşan Eğretli asker sayısı 250'den fazla, 300 civarında.... Bunların ancak 60'a yakını Eğret'e dönebilmiş, gerisi şehit ve bu şehitlerin çoğu da evliydi... Yani birdenbire şehit sayısına yakın dul kadın oluşmuştu Eğret'te... Bu, sosyal dokuyu bütünüyle etkileyecek büyük bir rakamdı... Bunca kadın nasıl geçinecek, yetimler karnını nasıl doyuracaktı... Neyse ki köylü açıkta kimseyi bırakmıyor, dul kadınları ikinci eş olarak bile olsa birilerinin nikahına veriyorlardı... Hatta yakın köylere verilmiş şehit dulları bile var... 

    Tabii bu konuda çocuksuz dullar daha şanslı oluyor... Hatice Hanımın bir başkasına varmamasında kızı Satı'nın ne kadar etkisi oldu bilemeyiz. Oysa dul kaldığında henüz 25 yaşındaydı. Dinibütün ve becerikli ve hatta varlıklı bir kadındı. Kızıyla birlikte kocasının Molla Mustafa'dan gelen malları ile, kaynanası Satı halasının Hacılar kaynaklı mallarının tek varisiydi. Ayrıca babası Hacıların Hacı Mustafa'dan çıkan kendi mallarını da düşünmek lazım. Bütün bunları ne kadar varlıklı olduğunu anlayabilesiniz diye sayıp döküyorum. Buna rağmen o dönemde neden kocaya varmadığı muamma... Belki de bütün bu mal mülkü sebebiyledir...

    Ve biricik kızı Satı da öldü... O dönemde çocuk ölümleri çok fazlaydı... Bakımsızlıktan, sağlığa önem verilmemesinden, sefaletten veya daha başka sebeplerden çocuklar ölüyor, hatta bunların kaydı bile yapılmıyordu. Zaten Satı'nın kütükte kaydı yok, öyle bir çocuğun varlığından ve ölümünden ancak canlı şahitlikler sayesinde haberdar olduk.

    Mal mülk yalan... Hakiki tek varlığı kızını da kaybedince Hatice hanımın dünyası yıkılmış. Bunca acıya tek başına dayanmaya çalışmış, ama yalnızlığın bizatihi kendisi ayrı bir dert... Hafiften aklını aldırmaya başlamış...

    Derken Eğret'te Yunan işgali... Bu kara günleri aydınlık geçiren Eğretli yoktur; ama henüz otuzunu yeni aşmış, talihin şehit kocasından ve taze kızından kopardığı bu yalnız kadın için dünya karardıkça kararmış... Ayrıntıya girmiyorum, Gavur etmediğini bırakmamış... İşte o anda, kalan aklı da giden Hatice Hanım, olmuş Deli Hatca... Gavur gittikten sonra da toparlayamamış kendini...

    Belki onun yaşadıklarını aklı başında birinin taşıması mümkün olmazdı. Aklını almakla Kader yükünü hafifleştirdi, bunu da bilemeyiz; bundan sonra Deli Hatca oradan oraya sürüklenecektir...

    Gerçi bedenen sağlamdır; ama şuur, irade, akıl gibi değerlerden yoksun olunca beden ne yapsın... Karnını doyurmak gibi en hayati ihtiyaçları için bile başkalarına muhtaç olmuş. Sık sık komşularına gider karnım aç dermiş. Allah'tan vefalı komşuları varmış da horlamamışlar... Şimdi düşünelim, evin damın var, tarla takga ziyadesiyle; lakin işte onlar da bir şeye yaramıyor, varlık içinde yüzerken aç kalıyorsun...

    Artık Deli Hatca ya... Akıl olmayınca, aklın almayacağı bazı davranışlar göstermesi kaçınılmaz oluyor... Evine girip çıkarken gocagapıyı kullanmıyor da, onun altına kendi oyduğu ve ancak kendisinin sığabildiği bir oyuktan sürünerek geçiyor. Aynı şekilde haney evine de merdivenden değil başka bir delikten giriyor. Çoğu vaktini geçirdiği fırında olur olmaz söyleniyor, kuzu pişireceğim diye eteğinde getirdiği kedileri fırına atıyor ve daha neler neler...

    Bütün bunlar aklı başında birinin yapacağı şeyler değil. Başkaları, elalem, konu komşu için de tahammül edilecek gibi değildir. Gelvelakin sözkonusu Deli Hatca olunca pek ses etmiyorlar. Sonuçta yakın geçmişte başına gelen fecaatin farkındalar, nasıl delirdiğini biliyorlar...

    Deli Hatca da deliliğini bilecek kadar akıllıdır. Bir keresinde durumunu başına kakan yakınlarına çıkışmış: "Ben Deli Hatca'ysam; sen Deli Eşe, sen de Deli Fatma'sın!..."

    Başına gelenler sebebiyle üzerinde bir tür çıldırmışlık hali bulunabilir; fakat Deli Hatca hafızasından ve yeteneklerinden bir şey kaybetmiş değildir. Bunu pek göstermek istemese de, sorduklarında namaz sureleri ve daha fazlasını takır takır okurmuş... Uçkur örmeye çalışan bir kız çocuğunun elindekini almış ve "Uçkur böyle örülür" diye mükemmel bir iş çıkarmış. Bunlar hep Deli Hatca iken yapabildikleri...

    Gelgelelim, işte Deli Hatca'dır, ruhen hastadır... Bu kadının hastalığı tedavi edilemez miydi acaba? O zaman modern tıp şimdiki gibi gelişmiş değildi ve o kadarına bile erişim çok zordu, ama ruh hastalıkları yine de tedavi edilebiliyordu. Neylersin O daha Hatice Hanım iken bile kimsesiz ve sahipsizdi, şimdi Deli Hatca'yken kim ilgilensin...

    Nitekim yabancı bir Hoca onun durumunu fark etmiş. Komşularından birine "Yav bu kadın hasta, hiç yakını yok mu söyleseniz, kırk gün okursam iyileşir." gibi bir teklifte bulunmuş. Bu teklifi ilettikleri bir yakını "Teyzeme bundan sonra akıl ne lazım!" diyerek bu tedaviyi onaylamamış...

    Şu haliyle Deli Hatca yaşayabildiği kadar yaşamış. Resmi kayıtlar onun 1940 yılında, 50 yaşında vefat ettiğini gösteriyor. Belki bu haber cümlesi şöyle olmalıydı: Hacıların Arzımanoğlu Küçük Mehmet torunu, Cuma Camii imam hatibi Molla Mustafa'nın gelini Hatice Azbay, acılar ve elemler dünyasından kurtulup ebedi saadet yurduna göç eyledi.

    Bu hikayenin ayrıntılarının bize ulaşmasını sağlayan teyzemiz, Deli Hatca öldüğünde 13-14 yaşlarında bulunuyordu. Videoyu izlerken, o günün insanları için defalarca 'Neler çekmişler, neler'! diye hayıflandığını duydum. Bir asır önceki atalarımızın neler çektiğini bugünkü kuşağa aktarmak görevimiz olmalı...



04 Ekim 2025

Hamıraşılardaki Teyzemiz


    Emiralioğlu Mehmet'in iki oğlu, iki kızı vardı. Yaş sırasına göre sıralarsak Ali 1872, Ömer 1884, Ümmühan 1889 ve Ayşe 1894 doğumludur. En büyük ile küçüğü arasında yirmi yıldan fazla var. Asıl fark Ali ile Ömer arasındaki 12 yıldır, diğerleri beşer yıl arayla doğmuş. Bunun sebebi ayrı anadan olmaları, yani Ali'nin anası ile Ömer, Ümmühan ve Ayşe'ninki farklı... Babalarının ne vakit öldüğü bilinmiyor, yalnız kayıtların esas alındığı 1905'te hayatta değilmiş. Şimdi dört kardeşin macerasına bakalım...

    En büyükleri Ali, Osman adını verdiği bir oğlunu everip 1910'dan önce vefat etmiş. Aşşağılının Efemehmet kardeşiyle evlenen Osman'ın çocuk kaydı yok, Cihan harbinde bu halde şehit olunca Emiralilerin Ali hanesi kapanmış oldu.

    Göz rengi sebebiyle 'Yeşilömer' diye lakaplanan Ömer ile Emiraliler sülalesi devam etti. Fakat bundan böyle onlara Emiraliler değil, Yeşilömerler denilecektir. 1934'te Fidan soyadını alan Yeşil Ömer, bir yıl sonra 1935'te vefat etti.

    Üç numara Ümmühan 1889 doğumlu idi. Annesi hayattayken onu Veyislerin Ali Osman ile başgöz ettiler. Bu Veyisoğlu Ali Osman'ı bugünden tarif biraz zor. Deliban (İbrahim Dadak)ın emmisi, Ösüzömer (Ömer Acar) ile Kötü (Hüseyin İnanır)ın büyük emmisi olur. Böyle dolambaçlı tarifin sebebi soyunun günümüze ulaşmamış olmasıdır. Zira Veyisoğlu Ali Osman, Cihan harbinde şehit olduğunda çocuğu yoktu. 

    Veyisoğlu'ndan çocuksuz dul kalan Ümmühan'ı Manavın Körlan (Mustafa Öztürk)e verdiler.  O sırada ilk eşi yeni vefat etmiş, küçük kızı öksüz Kör Mustafa ise dul kalmıştı. İki dulun ikinci evliliklerinden de üç çocukları oldu; 1917'de Emine, 1920'de Ahmet ve 1924'te Şerife doğdu. Küçük kızı henüz bir yaşına girmişken Ümmühan Hanım 1925 (veya 1926) yılında vefat etti.

    Gelelim Emiralilerin küçük kızı Ayşe'ye... Afyon'a gelin gitti... Hayvancılık ve kasaplıkla meşgul ve fakat Hamıraşılar diye lakaplanan bir ailenin oğlu Ali ile evlendi. O dönemde özellikle kızların evlilik yaşı çok düşük olduğu herkesin malumudur. Ayşe de 1910 gibi gelin olmuştur diye tahmin yürütüyoruz. 1904 yılı Eğret nüfusunu gösterir kütükte isminin kayıtlı olmaması bir muamma, fakat bu konuyu ayrıca ele almak gerek...

    Hamıraşıların Ali ile Ayşe Hanımın üç çocukları oluyor; Mehmet, Zehra ve Havva... Osmanlı'nın bu son döneminde ne kadar olabilirse işler o kadar yolunda gitmektedir. Lakin süregiden harplerden bu aile de nasibine düşen darbeyi yer, Hamıraşıların Ali 1916 yılında şehit olur. Ayşe Hanım tam on yıl, 1926'ya kadar üç çocuklu bir dul olarak yaşar...

    Peki ne özelliği var 1926'nın? Hatırlanacağı üzere bu yıllarda Ümmühan ablası vefat etmişti. Ardında en büyüğü 8-9 yaşında üç öksüz bırakarak vefat eden ablasıyla birlikte yeğenlerine de çok üzülmüş. Sırf onlarla yakından ilgilenebilmek için Manavın Körlan ile evlenmeyi kabul etmiş. Madem yeğenlerinin başına bir üvey anne gelecek, o üvey anne ben olayım diye düşünmüş olmalıdır... Böylece Ayşe hanım köyüne geri dönmüş...

    Ayşe Hanım ikinci evliliği için Eğret'e dönerken yanında kendi üç çocuğunu getirip getirmediği bilinmiyor. Zaten özel niyetlerle yaptığı bu evlilik uzun sürmemiş. Ayrılmaya karar vermelerinin sebebi tam olarak belli değil. Dediklerine göre Yunan gittikten sonra yedi yıl yağmur yağmamış, bu derece kuraklık ve kıtlık yılları... Bir de bütün dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz var, ülke ve insanlarının bundan etkilenmemesi mümkün değil. Yani Ayşe Hanım ile Kör Mustafa'nın ayrılma kararı almalarında çok değişik faktörler etkili olabilir...

    Yalnız 1927 yılında mahkemeye başvururken 'çocuk olmuyor' diye bir gerekçe göstermişler. Mahkeme bu gerekçeyi kabul etmemiş, 'Bu sebeple boşanılmaz' diyerek duruşmayı ertelemiş. Sonrakine tarafların ikisi de katılmadığı için dava reddedilmiş. 

    Benim yorumuma göre bunlar geçinemediler. Huzur ortamı olmayınca, yeğenlerine de bakamayacağını anlayan Ayşe Hanım boşanmak istedi. O dönemde şimdiki gibi 'şiddetli geçimsizlik' sebebiyle boşanma olmuyordu, hatta boşanmak çok zordu. Hele kadının böyle bir dava açması durumu yok denecek kadar azdı. Bu yüzden böyle bir yol izledilerse de sonuçta boşanamadılar...

    Boşanamadılar ama, Ayşe Hanım Kör Mustafa'yı terk ederek Afyon'a, çocuklarının yanına geri döndü... Kendi üç çocuğu artık çocuk değil, yetişkin olmuştu; onlarla ilgilendi, lakin Eğret'te bıraktığı öksüz yeğenleriyle alakasını büsbütün kesmedi. Düşündüğü gibi Kör Mustafa hemen evlenmişti, bu bir şey değil fakat yeğenlerine üvey anne demekti. Nitekim ortanca yeğeni Ahmet 1928'de, sekiz yaşındayken öldü. Bu ölümün üvey anneyle ilgisi olamaz, lakin özellikle küçük yeğeni Şerife'ye zulmedildiğine dair haberler alıyordu. Bu yüzden Emine ile Şerife'yi zaman zaman Afyon'a yanına getirdi. Maksadı yeğenlerini üvey anne zulmünden kurtararak daha iyi bakılmalarını sağlamaktı. Kör Mustafa ise her seferinde gidip kızlarını tekrar köye götürdü. Onun amacı da kızlarını tarlada, kırda bayırda çalıştırmak...

    Ayşe Hanımın yeğenlerini çok sevdiği ve Körlan ile evliliğe sırf onlara bakabilmek için katlandığı belirtiliyor. Afyon'a geldikleri zaman çocuklar kısa süreliğine de olsa insanca yaşarlarmış. O günlerin birinde onlara annelerinin küpelerini göstermiş. Kör Mustafa ile evlenmesi sebebiyle haberdar olduğu bu değerli küpeleri bozdurarak parasını ikisinin arasında pay etmiş. Bu olay büyük yeğeni Emine Gara Ömer Kök ile evlendiği yıllara denk gelebilir. Evet büyük yeğeninin gelin olduğunu görmüş. Fakat 10 Ekim 1941 günü vefat ettiğinde küçük yeğeni Şerife'nin çilesi devam etmekteymiş. Onun Macur Ali dedemle evlenmesine daha bir kaç yıl var...

    Ayşe Hanımın vefatından sonra yeğenleri ve yeğenlerinin çocukları ilk zamanlarda irtibatı kesmemişler. Afyon'da Hamıraşılardaki teyzelerini unutmamışlar. Ondan hatıra kalan Zehra ve Havva ablalarına aynı hürmeti göstermişler, hatta onlara da teyze demişler. Sonra onların çocuklarını fırsat buldukça ziyaret etmişler. Fakat son otuz kırk yılda bu irtibat kesilmiş, kopukluk yaşanmış...

    Sülale araştırmalarımız bitince sıra, dışarıya gelin olan Eğretlilere gelmişti. Ayşe teyzemiz onlardan biridir. Hamıraşılara gelin gittiğini biliyorduk, ama bu sülaleyle irtibata geçmemiz bir kaç ay önce gerçekleşti. 

    Bu vesileyle Hamıraşıların Ahmet Erçoban ile geçen hafta tanışıp sohbet ettik. Ninelerimizin teyze çocuğu olduğu ortaya çıktı. Gerçi Ayşe ninesinin Yeşilömerlerden olduğunu duymuş, rahmetli Ali Osman Fidan Dayı ile görüşürlermiş, ama onun ölümüyle bu irtibat da kopmuş. 

    Hamıraşılardaki Ayşe Teyzemizin torunlarına Yeşilömerler dışında; Cingenaliler (Saçan), Garaguzular (Önkal), Çolakfatılar ve Faddikler (İleri), Danalar (Duran), Emetiler (Kaya), Macuraliler (Öncül), Garaömerler (Kök) ve bunlarla ilgili yan dal niteliğindeki ailelerle akraba olduklarını söylemek isterim...

 


30 Mayıs 2025

Kör Hoca


    Veyisoğlu İbrahim 1907 yılında doğmuş. O sırada Böbü dedesi hayattaydı, neden onun adı değil de bu isim verilmiş olması muammadır. Oysa annesi Nazik hanımın ailesinde de İbrahim adının karşılığı yok gibi duruyor. O yıllarda vefat ettiği düşünülen Deli İmam lakaplı  Cuma Camisi Hatibi Veyisoğlu İbrahim'in adını vermiş olabilirler. Ya da Eğret'teki hemen bütün İbrahim'lere kaynaklık eden Hacı İbrahim Dede ile ilişkilendirilebilir...

    O yıllarda iki de kız kardeşi var, Havva ablası ve Güllü... 1917'de küçük kardeşi Ahmet doğacak, ama aralarında on yıl var. Bu yüzden yaşça yakın olan Havva ablasıyla oynarlarmış. 

    Böbü dedenin Hicaz'da vefat ettiği ve sonrasında ülkede bitmez tükenmez savaşların kızıştığı yıllar... Çocuklukları böyle bir dönemde geçiyor... Havva ablasıyla evde oyun oynuyorlar. Bu sırada ablasını biraz kızdırmış mı ne... Nihayetinde ikisi de çocuk... Havva elindeki makası kardeşine doğru atmış. Nereden bilsin elim bir kazaya yol açacağını... İbrahim'in gözüne saplanmış ve olan olmuş... Bundan sonra çocuğun bir gözü yok, kör yani...

    Kör İbrahim'i (o dönemde de bu kısaltması kullanılıyorduysa Kör İban) bu haliyle hafızlık talimine yönlendiriyorlar. Onun öğretim hayatıyla ilgili fazla bilgi yok. Eğret dışına çıkmadığı anlaşılıyor, eğer böyleyse Gocacami yanındaki Medresede okuduğu düşünülebilir. Kronolojik bakılırsa son yıllarında Mücellit Ahmet Efendi'den, daha çok da Eğretli Cemal Hoca'dan ders almış olmalıdır.

    Bu dönemde İbrahim'in yaramazlığından, haylazlığından çokça söz edilir. İlk zamanlarda pek ders çalışmazmış, bu tembelliği haylazlıkla birleşince hocalardan, kalfalardan iyi dayak yemiş. Dayak denildiğinde falaka anlaşılmalıdır. Bu sebepten ayaklarının şiştiği, yürüyemez duruma geldiği için kaç kere anasının sırtında medreseye gittiğini anlatıyorlar. 

    Nazik Hanım ders için sırtında taşımış çoğu zaman. Yalnız ayak tabanlarının şiştiği için yürüyememesi sadece falakaya bağlı olmayabilir. Çünkü İbrahim'in ayak tabanlarının su toplaması biçiminde kendini gösteren bir hastalığı da vardı. O güne kadar görülmeyen bu rahatsızlığın kalıtımsal ve kaynağının da Nazik Hanım olduğuna inanılıyor. Aile çocuklarının en az birinden devam etmek suretiyle Nazik Ninenin torununun torununun torunlarında bugün hala görülmekte... O gün için yalnız kör oğlu İbrahim'de bulunduğundan ırsi bir hastalık değil, falaka dayağının izi diye düşünmüşler.

    İbrahim'in öğrenim sürecinde gözlenen özelliklerini sadece tembellik, şımarıklık ve haylazlık gibi olumsuzluklardan ibaret diye düşünürsek yanılırız. Çok nadirmiş, ama biraz çalıştığında dersini hemen kavrarmış. Hatta çalışmadığı halde bazı sabahları öğrenmiş olarak uyandığı, dersi rüyada kavrama gibi olağanüstü hallerinin görüldüğünü de söylüyorlar.

    Medrese yıllarının ne kadar sürdüğü bilinmiyor. Bu arada 1917 yılında bir kardeşi oluyor, vefat eden Böbü dedenin adı olan Ahmet ismini koyuyorlar. Ahmet'in çocukluk yıllarında İbrahim oyun ve öğrencilik çağını tamamlamıştı. Kendisine hiç molla dediler mi bilmiyoruz, ancak 'Kör Hoca' olarak lakaplanmasına daha bir kaç yıl var...

    Yunan'ın köye girdiği 1921 yılında 14 yaşındadır. Bu yaştakiler delikanlı kabul edilip kendisine sorumluluk yükleniyor o yıllarda. Kesin tarihi bilinmiyor, babası Hacı Arif de ölmüş olabilir. Yani İbrahim mecburiyetten sorumluluk almış olabilir, Yunan'ın köye girdiği gün, Araplı değirmeninden geliyormuş. Un yüklü arabayı fırının ardındaki gölet civarına çekerken çok öfkeli olduğunu anlatırmış Nazik Hanım... Son zamanlarda ayrılmaz parçası haline gelen öfke, ölene kadar yakasını bırakmayacaktır...

    Kurtuluştan sonra artık 'Kör Hoca'dır... Gerçi 1925-35 arasında hocalık yaptığından emin değiliz. Olsun, Eğret'te lazım gelen eğitimden geçmiş, üstelik de hafız olmuş herkese hoca derler... 

    Körhoca aynı zamanda ailenin de reisidir bu dönemde. Hacı Arif öldükten sonra anası Nazik Hanım iyiden iyiye otoriterleşmiştir, ama riyaset için bir erkek lazım olduğunda o kişi Körhoca'dır... Neden olmasın ki, ileşberlikle ailenin geçimini sağlayan da kendisidir...

    Nazik Nine hoca oğlunu Hassönlerin Hacı Efe kızı Fatma ile başgöz etti. Oğluna el kızı alacak değildi, Fatma onun yeğenidir... 1927 yılında ilk oğlu dünyaya geldi, babasının adı olan Arif ismini verdiler. Çocuk daha palazlanmadan, üç yaşlarındayken Fatma Hanım vefat etti... İkinci olarak Hakkıların kızı Fadime ile evlendi, o da Guycuların Abdurrahman'dan ayrılmıştı... Bu arada küçük kardeşi Ahmet de evlendirildi ve ayrı bir eve çıkarıldı. 1940'lara dayanan bu süreçte soyadı uygulamasında Varlı soy ismi alındı.

    Kuran'ın pek garip kaldığı bu dönemde İbrahim'in gayrı resmi hocalığı iyiden iyiye pekişmiş. Gocacami yapıldıktan sonra emektar Cumacamisi bakıma alınmıştı, Yunan defolup giderken onu bir virane olarak bıraktı. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde tek camili Eğret'te pek de hocaya ihtiyaç bulunmuyordu. Ama Tekke ve ona bağlı medresenin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat filan derken Kuran öğretiminde ciddi bir boşluk oluşmuştu. Evlerde ve odalarda gizli saklı bireysel gayretlerle bu boşluk bir nebze doldurulurken onun gibi hocalarla birlikte Körhoca'ya da büyük iş düşüyordu. Tekparti dönemi sonlarına kadar bu böyle devam etti.

    Ben 1980 yılında Naymelerin İbrahim Kırbaç dedeye Kuran okumaya gidiyordum. Ortaokula devam ettiğim için ayrıca Kuran Kursuna gidemediğimden Ninem Kuran'ı böyle öğreneceğimi düşünmüş ve ona göndermişti. İbrahim  Dede bir müddet sonra 'Yaşım ilerledi, kafam götürmüyor bundan sonra gelme, başka birisi okutsun' dedi. Karısı Rahmetli Nazik Nine hemen müdahale etti ve 'Onun dedesi nasıl seni okuttuysa, sen de onu okutacaksın!' dedi de hatim edene kadar derse devam etmiştik. Meğer hocam, Cumhuriyetten hemen sonra dedemin Kuran öğrettikleri arasındaymış...

    Körhoca'nın asıl nam saldığı dönem Tekparti döneminin sonuyla başlar. Artık korkmadan, eşgare Kur'an dersleri başlamıştır ve ayrıca Susuz ve Cumalı macur köylerinde hoca ihtiyacı başgösterince akla Körhoca gelmektedir. Fakat ondan önce 1940'lı yılların sonlarında Körhoca'nın İblak imamlığı vardır. Hayatında çok önemli bir yere sahip olacak ayrıntıyı da içinde barındırdığı için bu hususa birazdan eğileceğiz...

    Kendisi 8-9 yaşlarında olduğuna göre 1949-50 yılı olmalıdır, babamdan dinlemiştim. Dipçatalüyük'te orak biçiyorlar. Çataltepe'nin kuzeyinde göğemler var, babam göğem topluyorum, öküz çeviriyorum filan diye eğleniyormuş. Öğleye doğru 'Ben köye gideceğim' diye hazırlık yapmaya başlamış. O sırada her nedense köyde namaz kıldıracak hoca yokmuş, amacı öğle namazını kıldırıp gelmek... Ninem bu fikre karşı çıkmış; bir saat git, bir saat gel, yarım saat de namaz... En az iki üç saat gidecek, oysa biçilmesi gereken bir ekin var, oğlan da küçük... Dediğini yapmış, ta oradan köye namaz kıldırmaya yürümüş...

    İblak imamlığına gelince... Bu, 1947 yazında başlayıp bir kaç yılı içine alan bir dönemmiş. Bilindiği gibi İblak (İlbulak) o dönemde tam bir koyunculuk merkezidir. Elli civarında ağıl, yüze yakın sürü ve bunların çobanları dağda müthiş bir hareketliliğe sebepler. Bu rakamlar sadece Eğret'e ait... Dağa komşu başka köyleri ve bahardan güze kadar orada yaylayan Aşiret yörüklerini de düşündüğünüzde adeta bir İblak köyü karşımıza çıkıyor. Nasıl Eğret köyü kuzeyden güneye uzanan genişçe bir alana yerleşmişse, İblak ahalisi de doğudan batıya daha geniş bir alana serpiştirilmiştir. Bu yüzden Bahçecik ve Almalı semtleri diye ikiye ayrılsa yeridir. Ayrılmış da zaten... Çünkü fiziki olarak her daim bir araya gelmeleri çok zor, bir uçtan diğerine yürüsen dört saatini alır.

    Almalı tarafında Böbülerin ağıl var, Emmisi kızının çocukları olduğundan Körhoca'yı tercih etmişler ve o yılın teravih namazlarını kıldırmak üzere onu tutmuşlar. Böylece İblak Ramazan imamlığı başlamış. Bir ayı dağda geçirmiş. Ahali gündüzleri işinde gücünde, mal peşinde veya uykuda, gece vakti geldiğinde teravihteymiş. Körhoca da gündüzleri dağda dolaşır, vakit geçirirmiş. Almalı'ya konan Yörük obasının reisi Kara Ahmet ile öyle tanışmış, sohbetler etmişler, dostluk kurmuşlar. Ramazan sonunda arefe günü ücret olarak herkes bir şeyler veriyor, hak dedikleri bu. Yani önceden belirlenmiş bir ücret yok. Garaahmet bir dana vermiş, kabul etmemiş dedem. Beş on koyun keçi vermiş, hayır demiş... 'Hiç bir şey istemem, vereceksen şu cebindeki saati ver' demiş. Demiryolu/Serkisof marka köstekli saatini vermeye de Garaahmet yanaşmamış... Öylece ayrılmış dağdan ve köye dönmüş. Ertesi gün Eğret'e bayramlaşmaya geldiğinde bu çok sevdiği saatini yeni dostu Körhoca'ya bırakıp gitmiş. Bu saatin dedemin hayatında özel bir yeri olacaktır, vakti geldiğinde anlatırız. Kurulan bu dostluk da çok sürmüş, böylece açıkhavada teravih kılmaya elverişli yıllarda Körhoca hep İblak imamı olarak orada bulunmuş. Diğer zamanlarda Garahmet onun ricasını hiç geri çevirmemiş...

    Garahmetin yakınlarında Almalı'da -ihtimal onun obasından- bir kocakarı varmış. Peynir tereyağı filan yapıp satarmış. Küçük bir çevre/bohçada sakladığı parayı orman içinde düşürmüş. Dedem gündüzleri eli boş olduğundan can sıkıntısı içinde oralarda dolaşırken parayı bulmuş. Doğruca götürüp Garahmet'e teslim etmiş. Para kimin olduğu bulununca Dedem saymalarını söylemiş ama Garahmet şiddetle buna karşı çıkmış. Aralarında böyle de bir güven var...

    Bir keresinde daha yaşı küçük babamı mantar toplayıversin diye köyden gönderiyor. Dediğine göre indiğinde tekrar eşeğe binemeyecek kadar küçükmüş babam. Garaahmet 'Netcemiş mantarı' diye, bir oğlak kesip heybenin iki gözüne koyuyor ve babamı da eşeğe bindirip gönderiyor. Ertesi gün dedem tekrar göndermiş babamı ki ille de mantar yollasın...  O da toplayıp gönderirmiş mantarı... 

    Macur köylerindeki imamlığı 1950'li yıllarda başlamış. Galiba önce Susuz'a, sonra Cumalı'ya gitmiş. Orada ne kadar kaldığını bilmiyorum, yalnız Susuzosmaniye'de sonraki köyden daha fazla hoca durduğu biliniyor. Her ikisinde de kalıcı dostluklar kurmuş. Galiba 60'ların başına kadar süren bu vazife esnasında bu denli kalıcı ilişkiler tesis edilebilmesi mühimdir. Çoluk çocuğu ile tesis edilen bu sıcak bağlar sayesinde daha sonraki dönemde de dostluklar devam etmiş. Mesela anamı gelin ederken Macurali dedem biraz sıkıntı çıkarmış, hatta meydan okumuş gelini almak için Körhoca'nın bahşiş vermeye gücü yetmeyeceğini filan söylemiş. O zaman Susuzlu bir Macur misafirin hatırına gelin çıkmasına izin vermiş. Yani hocalık vazifesi bittiği halde o köylerden düğüncü misafirleri olurmuş, gelip gitmeler eksik olmazmış. Hatta Dedemin vefatından sonra Arif Emmim, Ninem ve Halam ile Cumalı'ya dost ziyaretine gittiğimizi hatırlıyorum, o kadar sıcak karşılandık ki...

    Köyler yakın olduğu için bazı zamanlarda Ninem köyde olurmuş, ne de olsa orada Mevlüt Emmim ve ailesi bulunuyor. Ayrıca Nazmiye ve Rüştiye halalarım da köydeler... Öyle zamanlarda babam ile dedem yalnız kalırlarmış. Köyün hangisindeydı bilmiyorum, bir Ramazan günü yaşanan olay fıkra gibi anlatılır durur.

    Dedemin çabuk öfkelendiğini söylemiştim. Bunu bilen köylüler;
    - 'Hoca ezanı erken okuyorsun, orucumuz sakatlanıyor.' diye takılmışlar. Burada kendisinden ziyade çok güvendiği saatine hakaret edildiğini düşünen dedem bir şey dememiş, ama kafasını sallamış manidar bir şekilde. Garahmet'ten hediye saat hatırlanacaktır. Bu saati çok seviyor, saniye sapmayacağından emin... Kafa sallamasının nedeni ertesi günü anlaşılmış. Ninem Eğret'te olduğu için iftara yakın yemekleri getirirlermiş hocaevine... Yanında o köyden bir kalfayla babam var... Gözü saatinde. Vakit geldiğinde oğlanları da çağırmış, oturmuşlar sofraya, oruç açmakla kalmayıp bir güzel karınlarını doyurmuşlar. O sırada hava da kararmaya yüz tutmuş... Neyse, Körhoca yaktığı cigarasını ağızlığına yerleştirirken;
    - 'Hadi çıkın minareye, okuyun ezanı da şu bilmemnettimin macurları da açsın oruçlarını!..'  Kendileri kaşınan köylüler görmüşler erken okumayı, geç okumayı...

    Bu arada kızdığında biraz ağzının bozulduğunu da söylemek lazım. Fakat Macur köylerinde hitap sözü olarak kullandığı 'macur' kelimesinde hakaret ve aşağılama anlamı yoktur. Nitekim onlar da babama 'manav çocuğu' derlermiş.

    1950'li yıllarda Körhoca'nın Kuran öğretimi ve hafızlık eğitiminde bir yoğunluk göze çarpıyor. Bunun gizli saklı yapıldığı zamanlarda sadece okumayı öğretmekle yetinmişlerdi. Serbestlik döneminde ise kabiliyeti olanlara hafızlık talimine ağırlık verilmiş. Yalnız Cumhuriyet dönemindeki alfabe değişikliği, Osmanlı döneminde alınan belgelerin geçersizliği gibi engelleri aşmak uzun sürmüş, ancak 1960'lara doğru belgeyi alabilmiş. Bununla beraber belgem yok diye öğretim faaliyetlerinden hiç geri durmamış.

    Bu dönemde göze çarpan iki önemli talebesi Daldalların Garaiban İbrahim Honça ve Akbaşın Mehmet Karakaya olmuş. Garaiban genç yaşta vefat etmiş, ama Akbaş Mehmet Hoca 2009 yılına kadar, vakur kişiliği ve içli kıraatıyla onun yadigarı olarak Körhoca'yı hatırlattı. 

    Bu dönemde odalarda yetişkinlere Kuran öğretmeye devam etmiş... Yeşilömerlerin, Hacıların ve Veyislerin odalar bu merkezlerdenmiş. Bizim mahallede sonradan Macuralinin diye bilinen Banguşun odada da çok kişiyi okutmuş. Dediklerine göre odanın müdavimi olan herkes Körhocanın rahle-i tedrisinden geçmiş. Aliosmançavuş (Haykır) dışında herkese öğrettiği söyleniyor...

    Gençlere ve çocuklara ise evinde ders vermiş. Fakat bu 60'lı yılların sonunda, ömrünün son yıllarındaymış... Kız çocukları için ninemi kalfa, anamı ise çırak tayin etmiş. Sabah gelen çocukları anam çalıştırır, ninem dinler, Körhoca ise son dinlemeyi yaparak yeni dersini belirler veya daha çalışmasına karar verirmiş. O günlere dair hayal meyal bir hatıra zaman zaman gözümün önüne gelir, ama net değil. Tunanın Ayşe diye seslendikleri bir kıza beni avutması için teslim ediyorlar, ben de onun saçını başını yoluyorum... Tuna ile dedemin anaları tarafından akraba olduğunu sonradan öğrendim...

    Bizim köye has bir dini-kültürel seremoni olan sınır çizme olaylarında da hep ön safta yer almış. İki hafız gerektiren bu törende okuyuculardan biri Körhoca diğeri de Laz Abdullah hoca olurmuş. Kendisinden sonra talebesi Akbaş Mehmet hocanın bu geleneği sürdürenlerden biri olması da düşündürücü...

    1960'lı yıllarda ihtiyarlık alametleri iyiden iyiye kendini göstermeye başlar, prostattan muzdariptir. Hastanede çalışan Curak Mehmet Kirkit'in öne düşmesiyle ameliyat olacaktır. Curak bir muziplik yaparak doktora dedemden bahseder ve kızdığı zaman nasıl tatlı tatlı sövdüğünü biraz da abartarak anlatır. Hesaba göre tahrikkar sözleriyle doktor hastasını çileden çıkaracak, sövdürmeden ameliyata geçilmeyecektir. Ayarlandığı gibi dedem vardığında başlar dikine dikine konuşmaya... Bir iki derken sabredemeyen Körhoca basar kalayı doktora... 

    Prostat halledilir... Fakat Körhoca'yı asıl yatağa düşüren ve bir daha iflah etmeyen asıl rahatsızlık kaynağını sonradan öğrendim. Doğvelinin Mehmet Varlı, Davılcıarifin Süleyman kızını istemek üzere dünürcü olmasını istemiş. Onun için önemli, çünkü başta büyük yok ve de Neslihan'ı ona verimkar değiller. Dedem ise hem emmisi, hem hoca, hem sülale büyüğü ondan iyi dünürcü mü olur... Ayrıca Süleyman Azbay Körhoca'nın anası tarafından akrabası... Dedemi ikna etmek zor olmuyor...

    Varıyorlar kız evine... İki tarafın ve orada bulunanların büyüğü olarak Hoca Emmilerine izzet ü ikramda kusur etmiyorlar. Henüz sebeb-i ziyarete geçilmeden kumdakta bir çocuk getiriyor ev sahibi ki Körhoca okusun. Taze çocuklara okumak adettir ya, bir de nefesi kuvvetli Hocaemmi buradayken değerlendirmek istemiş olmalılar... Dedem dualarını okumaya başlamış. Okumaya dikkatini vermişken kucağındaki çocuk kıpırdamaya başlayıp kumdağını gevşetmiş. Bunlar normal şeyler, okuyor dedem... Bu arada çocuğun etekbezi iyice açılmış ki bir de ne görsün, çocuk tüylü bir köpek eniğine dönüşmüş. Körhoca şokta... Ne düşüneceğini ne duyacağını bilememiş. Biraz da suçluluk duygusu var, acaba okuduklarının tesiriyle büyü sihir gibi bir şey mi oldu, çocuğun bu hale gelmesinden kendisi mi sorumlu... Değişik şeyler geçmiş bir anda aklından ve işin doğrusu çok korkmuş, aklını aldırayazmış...

    Derken Süleyman Dayı ve evin diğer sakinleri gülüşmeye başlamışlar. İşin aslını biliyorlar, evsahibi kendince bir şaka hazırlamış ve çocuk diye bir köpek eniğini sarıp Hocanın kucağına vermişmiş... Bu şakaya çok sinirlenen dedem küfürler savurarak orayı terk etmiş... Bir daha bu dünürcülük olayı ile ilgilenmemiş, ama orada yaşadığı şokun etkisini de söküp atamadığını söylüyorlar, psikolojisinde ciddi bir iz kalmış... Böyle böyle kabir kapısına yaklaştığını hissetmeye başlamış...

    Peygamber döşeğinde ne kadar yattığını bilmiyorum. Son gün yaşananlara ise ayrıntısıyla vakıfım diyebilirim; zira değişik kaynaklardan defalarca dinledim, onları anlatacağım. Ben hatırlayacak yaşta değilmişim o zaman...

    Hocadedemi hayal meyal sisli bir hatıra olarak canlandırabiliyorum... Paşaların avlu duvarı dibinde uzanan söğüt ağaçlarına oturmuş, ben de kucağındayım... Seviyor mu, pışpışlıyor mu, avut diye kucağına bırakıp gitmişler mi beni bilemiyorum... Hafızamdaki bu görüntü o kadar bulanık ki sakalının farkındayım ama kör gözünü filan seçememişim... Bu kadar... Beni çok sevdiğini, doğduğumda dayımla isim koyma tartışması yaşandığını, dedemin isteği doğrultusunda İbrahim adı verilerek Metin isminin elendiğini filan sonradan öğrendim. Dolayısıyla ikibuçuk yaşımdayken onun öldüğü günü bilmem mümkün değil...

    Şimdi gelelim 13 Aralık 1969 gününe... Sabah ezanlarından sonra dışarı çıkarmış yanındakileri ve,
    - 'Dinleyin sela verilecek mi? Verilirse Aşşağılı Efe Mehmet ölmüştür, değilse bugün ben öleceğim.' demiş. O sırada Aşşağılı da hasta ve onunla Körhoca'nın akrabalık bağı bulunuyor. Eniştesidir kendisi... Hani küçük kız kardeşi Güllü vardı ya, işte onu Efemehmet'e vermişler. Zavallı halamız yeni gelin iken genç yaşta vefat etmiş. Buna rağmen çok eskide kalan bu bağ unutulmamış, hatırı devam ediyor... Peki ya Aşşağılı'nın ya kendisinin öleceğini nereden çıkardı? Bunu da izah etmiş yanındakilere... Meğer sabah ezanı okunurken uyandığı rüyada yeni kazılmış kabrini görmekteymiş...

    O gün boyu aynı ruh halindeymiş. Bu yüzden İzmir'deki Mevlüt Emmimi çağırtmış, ama telefon filan yaygın olmadığı için irtibat kurmak gecikmiş. 

    Macurali dedem de sürekli yokluyormuş kendisini... Hem komşusu hem dünürü sonuçta... Akşamüstü yine uğramış. Başucunda otururken ezan okunmaya başlayınca saatini kurmasını istemiş. Hani şu Garaahmet'ten aldığı meşhur ve mübarek saatini... Ölüp giderken bile saatinin kurulmasını istiyor...

    Biraz sonra Mevlüt emmimi sormuş babama, yolda olduğunu duyunca 'yetişemez' demiş. Sonra 'Ardımdan şunları bağırttırma' diye halamları göstermiş. Ölüm süreci belirginleşince Arif emmim 'Baba Allah de!' diye telkine girişince azarlayarak ona da sükunet tavsiye etmiş. Bir müddet sonra o sükunet içinde 'Allah!' diyerek ruhunu teslim etmiş...   

    63 yaşında vefat eden Böbüdede'nin torunu, Hacıarif'in oğlu Körhoca İbrahim Varlı'nın cenazesi kapısının önünden geçerken, Aşşağılı Efemehmet onu uğurlamaya çıkmış. Yaşlı gözlerle ardından el sallamış omuzlarda yürüyen tabutun... Aradan fazla geçmemiş, 30 Aralık günü de onu kefenleyip uğurlamışlar...


29 Nisan 2025

Turaç Hanım


    1946 Yılının Mayıs ayında Tureş Nine vefat etti. 82 Yaşındaydı. Sanki sülalenin son temsilcisiymiş gibi, lakabını ruhunu teslim ettiği evdekilere miras bıraktığından Kölgeciler aynı zamanda Tureşler olarak bilindi. Gerçek Tureşler ise bundan habersiz... Bu yazı, Tureşler ve Tureş Hanımın hikayesidir.

    Kara Musa'lardan başlamak lazım. Garamusaoğlu Ali'nin oğlu olmamış, beş kızı var. 1847'de vefat ettiğinde Havva, Ayşe ve Fatma evli olup, Emeti ile Ümmühan henüz küçükler. Kayınpederinin vefatından sonra dava açan Ahmet oğlu Ahmet, büyük kardeş Havva'nın kocasıdır. Onun davası ise şu: 'Sağlığında kayınpederim damıyla samanlığıyla evini bana satmıştı' deyip bunların mal paylaşımından çıkarılmasını istiyor ve davayı kazanıyor. Artık Garamusaların ev büyük damada geçiyor, ihtimal kaynanası ve iki küçük baldızının bakımını da üzerine aldı Ahmet oğlu Ahmet... Bu ev şimdi Gocamatlar olarak bilinen Tektaş soyadlı ailenin evidir.

    Ortanca kız Fatma/Fadime'nin evliliğine dair bir kayıt bulunmuyor. Ancak Ayşe ablası Tureyc/Tureşoğlu Mustafa'ya varıyor. Tureşlerle Garamusalar da komşu zaten, kayınpeder vefat edince iki bacanak komşu olarak da başbaşa kaldılar. Tureşlerin evi Garamusalarınkinin batısındaymış. Fakat kayınpeder Garamusaoğlu Ali ölünce mahkeme kanalıyla büyük damat Goca Ahmet evi üzerine almıştı ya, meğer diğer yarısını  da Tureşoğlu Mustafa almış. İşte bu yüzden Gödeşler ile Gocamatların ev sırt sırtadır...

    Tureşlerin neden böyle bir lakapla anıldığı bilinmiyor. Kekliği andıran bir kuş çeşidine dürrac/turaç deniliyormuş. İki asır önce Eğret'te de bol bulunduğu düşünülen bu kuşla ilgili olmalıdır lakap. Nasıl Keklikler, Gödeler, Banguşlar diye lakaplar oluşurken bu kuşlarla bağlantı kurulduysa, Tureşlerde de böyle bir yol izlenmiştir. Evde beslemiş olabilirler, çok avlamış olabilirler, onun sesini yahut yürüyüşünü taklit etmiş olabilirler veya halk turaç kuşuna benzetmiştir...

    Tureşoğlu ile Ayşe Hanım evliliğinden bir oğlan ve iki kız dünyaya geliyor; Mehmet Ali, Ayşe ve Emine... Sonra Garamusaların kızı Ayşe Hanım vefat ediyor. Başka bir Ayşe ile, Ayanoğluların kızıyla evleniyor. İkinci hanımını ilk eşinin vefatından önce de almış olabilir, orası net değil. Kesin olan şu ki, ikinci Ayşe Hanımdan Ahmet ve Emeti/Ümetullah dünyaya geldiler... 

    Tureşoğlu Mustafa'nın çocuklarının durumunu söyleyince taşlar oturacak. Büyük oğlu Mehmet Ali, Tingildeklerin dedesidir. Emine, Büküroğlu Hüseyin'e vardı ve Bükürlerin ninesi oldu. Ahmet, Gödec diye lakaplandı, Gödeşlerin dedesi; Emeti, Küpelilerin İbrahim'e vardı, Urganlı ve Teke'nin anasıdır... 

    Gelelim Ayşe'ye... Tureşlerin kızına daha çocukluğundan itibaren Tureş lakabı takıldığı anlaşılıyor. Belki Eğret'te çok yaygın bir yakıştırmayla Danagızı, Ganigızı, Paşagızı örneklerinde görüldüğü gibi Tureşgızı biçiminde başlamış olabilir bu yakıştırma... Ama neticede Ayşe bu lakapla bütünleşmiş. Hatta sülalesinin lakabı iki erkek kardeşinde tamamen değişerek Tingildekler ve Gödeşler kollarına ayrılmasına rağmen, varlığını beş kardeş içinde yalnız Ayşe'de sürdürebilmiş. Bu açıdan da Ayşe'ye Tureş denilmesi önemlidir...

    Sülale adını sürdürmesinin yanında Ayşe'ye Tureş lakabının takılmasında güzelliğinin payı olduğu da düşünülüyor. Şu durumda Tureşgızı ile başlayan lakaplanma süreci, tek başına Tureş ile noktalanmasının gerekçesi temellenmiş olur. Çünkü turaç kuşu da gerçekten güzel görünüşüyle dikkat çekermiş.

    Tureş Ayşe 1864 yılında doğdu. Çocukluğundan itibaren Tureş/Turaç lakabına muhatap olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Vakti geldiğinde onu Ayanoğlulardan Halil'e verdiler. Turaç'ın analığı Ayanoğlulardan olduğu hatırlanacaktır, o sülale ile başka irtibat olmasa bile analığının bu evlilikte etkili olduğu düşünülebilir.

    Turaç Hanımın kocası Ayanoğlu Halil hakkında çok bilgi yok, hatta doğum tarihi bile bilinmiyor, karısıyla emsal veya ondan biraz büyük olduğunu farz edersek 1888'de temel askerliğinin sonlarında bulunuyordu. O dönemde dört yıllık temel ve sekiz yıl kadar süren redif askerlik sistemi uygulanıyordu. Dört yıl bittikten sonraki rediflik dönemi, uzun ve sık izinlerle biraz daha rahat bir askerlik süreci demekti. Bu yüzden bir erkeğin askerliği 12 yıla kadar uzayabiliyordu.

    Ayanoğlu Halil'in rediflik dönemini yaşayamadığı anlaşılıyor. Çünkü 1888 yılında Alasonya'da birliğinde vefat etmiş. Şehitlik kavramı günümüzdeki gibi ayağa düşmediğinden o yıllarda asker ölümleri böyle ifade ediliyordu. Fakat onun şehadetinden dört beş yıl sonra, 1893'te düzenlenen bir belge sayesinde ancak bunlardan haberdar olabiliyoruz.

    Belge ve mahkeme sürecine gelmeden önce, kocasının ölüm haberini alan Turaç Ayşe Hanımın hikayesini sürdürelim. Bahsedilen dönemdeki Türk aile kurumu çok sağlam inşa edilir, şimdiki gibi hafif sarsıntıda yıkılacağı düşünülmezdi. Boşama ve boşanma yok gibiydi, kurum eşlerden biri ölene kadar sürerdi. Gelin dul kaldığında ise ana babasının evine dönmez, merhum kocasının ailesinde kalır, evlendirilecekse yine o aile içinde evlendirilirdi. Bu durumda da söz sahibi babası değil, baba yerine geçen gayınta/kaynatası olurdu. Şu durumda Turaç'ın kaynatası Ayanoğlu Ömer, çok sevdiği gelinini diğer oğlu Hüseyin'e vermeyi düşünüyordu. Köyde çok yaygın ve trajik sonuçları olan bu adeti 'Eğretli Ezo Gelinler' başlığıyla ele almıştık...

    Turaç Hanım dul kaldığında taze gelin sayılırdı, çocuğu da yoktu. Kendi geleceğine dair söz hakkı bulunmuyordu, bununla beraber kayınpederine de saygılıydı, verilecek karara boyun eğecekti. Gelgelelim merhum kocasının küçük kardeşi Hüseyin bu evliliğe yanaşmadı. Nişanlısıyla evlenmekte ısrar ediyordu.

    Israr etti ve Ayanoğlu Hüseyin nişanlısıyla evlendi. Onun karısı Ümmühan Hanımdan da bahsetmek lazım... Yaşayan torunları onun Turaç'ın kardeşi olduğunda ısrar ediyorlar, ancak Tureşoğlu Mustafa'nın böyle bir kızı olduğuna dair bulgu yok. Söylentiye dayanak yalnızca Kölgecinin Turaç Hanıma teyze demesi, daha doğrusu ortada bir teyze kavramının dolaşmasıdır. Yerleşik kanaatin tek sebebi budur ve bence yanlış anlaşılmaktadır. 

    Olayın doğrusuna yönelik tahminimi söyleyeyim. Ümmühan ile Turaç, teyze çocuğu oluyorlar. Hafızamızı tazeleyelim, Garamusaoğlu Ali vefat ettiğinde beş kızının üçü evli ikisi de çocuk yaştaydı. Küçük kızlar Ümmühan ve Emeti büyüyemeden vefat ettiler. Ablaları kendi çocuklarına, küçükken ölen kardeşlerinin adını verdiler. Turaç'ın kardeşi Emeti'nin hikayesi böyle. Fatma/Fadime teyzesi de bir kızına Ümmühan adını vermişti, işte Ayanoğlu Hüseyin'in hanımı odur, yani Turaç'ın teyzesinin kızı... Ayrıca bazen teyze çocuklarının birbirine teyze dediği de unutulmamalı...

    1889/90 Yıllarında Ayanoğlu Hüseyin, babası da dahil kimseyi dinlemeyerek Ümmühan ile evlendi. 1891 Yılında Ayşe adını verecekleri bir kızları dünyaya geldi. Bu arada babası Ayanoğlu Ömer de vefat etti ve bütün bunlar olurken Turaç Hanım hala o evdeydi. 1892'de merhum kocasının gaipliği davasını açtığında durum bu idi. Dava açıldığında kayınpederi hayatta olabilir, ama sonuçlandığında vefat etmişti.

    Davaya gelelim... Küçük oğlu Hüseyin'den ümidi kesince, Ayanoğlu Ömer dul gelinini kendi sağlığında başgöz etmek için acele etti, böylece dava açıldı. Niyeti, Turaç'ı yeğeni Derviş Ahmet ile evermekti... Davanın amacı ve özü şudur; kocan ölmüş, yeniden evleneceksin, ama dul olduğunu ispatlamalısın önce. Şimdiki gibi Mernis filan yok, bunun kaydı kuydu da tutulmuyor... Yalnız doğrudan benim kocam öldü bunu kayda geçirin diye başvurulmuyor. Mahkemeye 'Kocamın falancadan şu kadar alacağı vardı, payıma düşen miktarın tarafıma verilmesi...' diye başvuruyorsun. Borçlu kişi de diyor ki 'Benim borcum kocasına idi, öldüğü ne malum?'... Bunun üzerine iki şahit gösteriyorsun, onlar da merhumun nerede ne zaman nasıl öldüğünü, nasıl defnettiklerini bütün ayrıntısıyla anlatıyor. Böylece her şey kayda geçiyor, sen de istediğin hisseyi alıyorsun. Fakat asıl amacın dul olduğunu ispatlamaktı, onu da elde ediyorsun... Turaç Hanımın davası da aynen böyle işliyor ve 1893'te sonuçlanıyor. Artık Ayanoğlu Derviş Ahmet ile nikahlanabilir...

    Turaç Hanımın Derviş Ahmet ile evlenmesinde tek etken merhum kayınpederi olmayabilir. Babası Tureşoğlu Mustafa'nın ikinci eşi, yani Turaç'ın analığı da Ayanoğlulardan demiştik. Doğrudur ve Derviş Ahmet'in ablasıdır. Yani Turaç Hanımı bu evliliğe babası ve analığı da teşvik etmiş olabilirler... 

    Bir başka husus da Derviş'in Turaç'tan 10 yaş daha küçük olduğudur... Her neyse, evlendiler ve 1902 yılında bir oğulları oldu, adı Seydi Ahmet. Bu isimde Karacahmet etkisi dikkatlerden kaçmasın, Ayanoğlu Ahmet'in dervişliği Karacahmet Sultan ile alakalı olabilir. Bir diğer hususu da belirtelim, Derviş ile davadan hemen sonra evlendikleri düşünülürse sekiz dokuz yılda başka çocuklar da olup vefat ettikleri ihtimali bulunuyor. Zaten Seydi Ahmet de çok yaşamıyor, babasıyla art arda bir kaç yıl içinde vefat ediyorlar. Yani Turaç Hanım yine dul, yine yalnız...

    Öte yandan Ayanoğlu Hacı Hüseyin ile evlenen teyzesinin kızı Ümmühan, 1902 yılında bir oğlu dünyaya geldikten kısa süre sonra vefat etmişti. Bakıma muhtaç çocukları, özellikle oğlu Ömer için yeniden evlendi. Fakat çocuklarına tam 'üvey annelik' yaptığını fark edince bu hanımıyla kısa sürede ayrıldılar. Turaç Hanım dul kaldığında Ayanoğlu Hüseyin'in evindeki vazıyet böyleydi.

    Kader Turaç Hanım ile Hacı Hüseyin'in yollarını bir kez daha kesiştirmeye niyetlendiği sırada ikisi de kırkını aşmışlardı. Ayrıca Turaç Hanımda bir gönül kırgınlığı da vardı, bu yüzden Hüseyin ile evliliğe sıcak bakmıyordu. Diğer yandan ortada öksüz yeğenleri, özellikle daha pek küçük Ömer vardı. Onunla aynı yaştaki Seydi Ahmet'i de yeni ölmüşken, içinde bir boşluk oluşturan analık duygusunu Ömer'i bağrına basarak doldurabilirdi. Bu duygularla Hacı Hüseyin ile evlenmeyi kabul etti.

    Aslında gönülsüz gerçekleşen bu evlilik herkese iyi geldi, çünkü tam da Ömer'in bir anaya Turaç'ın da yavruya ihtiyacı olduğu zamandı... Ayşe gelin edildi, babası Ayanoğlu Hacı Hüseyin de bir süre sonra vefat etti. Böylece yeğeni küçük Ömer ile başbaşa kaldılar. Teyze ana yarısı derler, Ömer de teyzesi bildiği Turaç'ı bundan böyle anası kabul edecektir. Öylesine hürmet, öylesine sevgi ki dışarıdan bakanlar onları hep ana oğul zannetti...

    Halkın gözünde Turaç Hanım da Ayanoğlularla özdeşleşmiş. Üç eşi aynı sülaleden, son durumu da Ömer'i ana gibi bağrına basmak olunca, o sülaleye Turaçlar/Tureşler demeye başlamışlar. Tureşlerin kimler olduğunu yukarıda anlattım, şimdi gerçek Tureşler yerine Ayanoğluların bir koluna bu yakıştırma yapılmasının sebebi sadece Tureş Hanımdır. Ömer ile Turaç Hanımın bütünleşmesini göstermesi açısından ilginç bir durum...

    Oğulcuğu Ömer'in evliliklerini ve torunlarını da görmüş Turaç Hanım. Ömer'e Kölgeci lakabı ne zaman verildiği bilinmiyor, ancak Kıyır/Kayır soyadını aldığı 1934 yılında da oğlunun evinde bulunuyormuş. Ne var ki oğlunun nüfusuna kaydetmemişler memurlar. Belki yasal engel vardı. Zira Ayanoğlular sülalesinde üç evlilik yapmış, son evliliğinin çocuğunun evinde duruyor, ama resmi olarak Ayanoğlularla bağı görünmüyor. İlk kocası çocuksuz şehit olmuş, ikinci kocasının vefatından hemen önce tek oğlu ölmüş, üçüncü kocasından yadigar yeğeni Ömer de onun çocuğu değil... Bu durumda onu küçük kardeşi Gödec Ahmet'in kütüğüne kaydedip Seviş soyadını vermişler.

    Nüfus kayıtlarına Ayşe Seviş'in 28 Mayıs 1946'da vefat ettiği işlenmiş. Bacıdede'nin defterini incelediğimde bu kaydı göremedim. Herkes tarafından bilinen Turaç Hanımın vefatını Bacı Seydi dedenin ıskalaması mümkün olmadığına göre işin aslı başka olmalıydı. Yakın tarihlere baktım, 7 Mayıs'ta 'Galgancıların Ayşe Ninenin ölümü' ibaresi var. Rahmetli Osmanlı Türkçesi ile tuttuğu kayıtlarında hiç soy isme yer vermemiş, tanımlamaları hep lakaplar ve sülale adlarıyla yapmış. Kendinden sonra defteri devralarak Latin harflerine çevirenler, yorum olarak soyisimleri de eklemişler. Galgancıların Ayşe Ninenin soyadını da doğal olarak Aytar diye belirtmişler. İşin garibi Galgancılarda gerçekten Ayşe nine olduğu için, ben de o kaydı hep Ayşe Aytar diye yorumladım. Sonradan anladım ki '7 Mayıs 1946 günü vefat eden Galgancıların Ayşe Nine' Turaç Hanımdır. Çünkü Kölgecilere Galgancılar dendiği de bilinen bir ayrıntı...

    Resmi kayıtlar, yerel kayıtlar, birbirine giren sülale adları ve lakaplar... Durum iyice karmaşıklaşsa da Turaç Hanımın 1946 Mayıs'ında 82 yaşında vefat ettiği gerçeği değişmiyor. Tabi o günden beri Turaç lakabının kullanılmadığı, 'Son Turaç'ın 1946 Hıdrellez ertesinde toprağa verildiği de...



23 Mart 2025

Deli Fadime

    Onsuz Düğün Olmazdı

    "Oynamak iyi güzel de... Kuru kuruya müziksiz, nağmesiz, çalgısız olacak iş değil. Kaset marifetiyle oyun havaları çalındığı günler 70'li yılların sonuna rastlar. Ondan önce, ortaya çıkan oyuncular için birileri türkü çığırırdı. O yıllarda Tekelilerin Delifadime konunun uzmanıydı. Çeñiz asıldığı günün akşamından itibaren sürekli oralarda bulunur ortalığı şenlendirirdi. Birazcık safça bir yapısı vardı. Hafif şaşı gözleriyle nereye baktığı katiyen kestirilemeyen bu kadın, hemen her düğünün aranan kişiliklerindendi. Saf haliyle farkına varmadığı, kendisi hakkındaki bıdırtılara kulak asmaz düğünler ve düğün sahipleri hakkında özgürce yorumlar yapardı. Bir yandan baklağı şişelerini götürürken, diğer yandan falancanıın düğününde kendisine nasıl iyi davranıldığını şuh kahkahalar arasında ballandıra ballandıra anlattığını hatırlıyorum. Bir oyalı yazmayla gönlü alınabilen neşe kaynağı bir kadındı."
    ... 
    "Delifadime'den aklımda kaldığı kadarıyla, yalnız oyun havaları söylenmezdi. Bazen istek türküler de olurdu. Bu istek türküler, herkesin bildiği harcıalem şeyler değil de Delifadime'nin yaktığı Anıtkaya halkıyla ilgili yöresel türkülerdi. Bu yüzden sadece O söyleyebilir..." 

    Çeyiz/çeñiz evini anlatırken Fadime Taşkın'dan böyle söz etmişim. Yaşı kırkın üzerinde olan herkes bilir, fakat ancak ellinin üstünde olanlar asıl kimliği ve etkisiyle onu tanıyabilirler. Delifadime Eğret düğünlerinin baş karakteridir; onsuz bir düğün, çeyiz evi düşünülemezdi. Bu özelliğini bir yana bırakıp onu diğer yönleriyle tanımak ve tanıtmak istiyorum.

    Tekelioğlu Deli Nuri'nin en büyük çocuğu Fadime Cumhuriyetle yaşıt, 1923'te doğdu. O doğduğunda babası taze devletin bir askeriymiş. Yedi sekiz yıl önce, cihan harbinde babası İbili vefat ettiğinden beri annesiyle birlikte yaşıyorlar. Annesi Fadime Hanım üç çocuğuna hem analık hem babalık ediyor çünkü. İşte bu ortamda doğan ilk torunu kız olunca geleneğe uyup onun adını koyuyorlar.

    Askerden temelli veya izne gelişinde Nuri doğal olarak heyecanlıdır, bunun sebeplerinden biri de taze kızını ilk defa görecek olması. Fadime sancaktaymış daha, 'Fadimem!' deyip öyle bir bağrına basmış ki çocuğu, orada belinlediğini söylüyorlar. Tabi o vakit pek farkedilmemiş, ama büyüdükçe gözünün kaydığı anlaşılmış. Sonraları ise hiç büyümeyeceği, zeka yaşının hep 6-7'lerde kalacağı belli olmuş. Bundan sonra hep 'Deli Fadime' diye bilinecek...

    Son zamanlarında en yakınında bulunan ve onun bakımıyla ilgilenen kardeşinin gelinine, Muhsine Taşkın'a sordum 'Peki sizce deli miydi?' Kesinlikle ona deli denilemeyeceğini söyledi. Başka bir dünyanın insanıymış, bizimkinin değer yargılarına göre düşünürsen normal değil, ancak hangi dünyanın insanı daha makbul olduğunu kim nereden bilecek.

    Onun dünyasında normal olan, ancak bize tuhaf gelen değişik davranışları varmış. Bir defa bazı duyuları bize göre daha çok çalışırmış. Özellikle işitme duyusu böyleymiş. Misal yaklaşan birinin kim olduğunu ayak sesinden çıkarabilirmiş. Daha onun sesini işitmeden 'Filanca geliyo' diye haber verirmiş. Bu özelliği gözlerinin iyi görmemesine bağlanabilir, malum bir duyunun eksikliği başka birinin gelişmesini netice vermek gibi doğal gerçek var; ancak tek açıklaması bu olamaz...

    Bazı davranışları sebebiyle onu Kırkalı Ahmet'e benzetirim. Özellikle saflığı, kötülüğe yabancı karakteri ve ille de neşeli yüz yapısıyla ikisi birbirine öyle benzerlerdi ki... Hatta dudak kenarlarında biriken kefler bile öyleydi. İkisinin yüzüne de gülümseme hakimdi, öfkeli, morali bozuk, suratı asık hallerini hatırlamıyorum. Bir köşede aleyhlerine konuşulsa bile bunu duymazlar, daha doğrusu Allah onlara duyurmazdı. Düğün evinde ve kahvede ikisinde de böyle bir durumu bizzat gözlemledim. Yüksek sesle 'deli, kokar' gibi aşağılayıcı sözleri alenen söylediklerinde ikisinde de hiç bir ruh değişikliğine şahit olmadım. Duymamış gibi devam ettiler, belki de duydukları halde üzerlerine alınmadılar...

    Yalnız Kırkalı üstbaşına filan pek dikkat etmezdi, oysa Delifadime temizlik konusunda çok titizlenirmiş. Kardeşi Gocabıyık Tekeli'nin evinde kalıyor ya, her sabah avluyu baştan başa süpürür tertemiz eder, ebir gübüre tahammül edemezmiş. Temizleme işi bittikten sonra lazım gelen başka işlere koşturur, misal odun keser, sonra o iş mahallini tekrar temizlermiş.

    Bireysel temizliği konusunda da aynı hassasiyete sahipmiş. Yıkanmaya başladığında kolaya kaçıp kısa kesmez, sabun bitene kadar devam edermiş. Hamama bir kalıp sabun götürür, o bitmeden çıkmazmış. Banyoda ölçü birimini sabuna göre ayarlamak bize göre tuhaf bir davranış olabilir, ama onun normali böyle...

    Çamaşır veya halı kilim yıkamada da durum aynı. Dediklerine göre Omarcık Çeşmesine bir kilim götürür, akşama kadar onunla cedelleşirmiş. Kah çiğneyerek, kah döverek, kah sağa sola çarparak o bir kilimle akşamı eder, bir güzel yıkarmış.

    Temizlik takıntısını insan seçmeye kadar vardırırmış. Mesela başkasının kendisini sabunlamasını, keselemesini beğenmezmiş. Herkesin pişirdiğini de yemezmiş. Fırına gidermiş mesela, pişirilen pide bükme börek gibi şeylerden orada bulunanlara ikram adettendir. Temizliğinden emin olmadığı birinden gelmişse, o ikram edileni yemez, çaktırmadan köpeğe filan verirmiş.

    Namaz kılar mıydı diye sordum. Kılarmış, ama düzenli namazlardan değilmiş kıldığı, işte kafasına estikçe... O namazlardan birinde, önünden değil yanından geçen birine kızmış, hatta vurmuş, dikkatimi dağıtıyorsun diye... Düzenli değil, ama böylesine de şuurlu bir namaz...

    Eğret düğünlerini gerçek düğüne çeviren Delifadime'ye geri dönelim. Bir şeyi vurgulamayı unuttuk; orada türkü söylerken bir yandan da mutlaka tef veya tepsi gibi bir şey çalıyor. Oyunda ritim tutmak için şart olan bu basit çalgı olmadan olmuyor. Bu özelliğiyle Delifadime Ege köylerinde çok bilinen Tefçi Kadın kimliğine bürünüveriyor. Eğret'in bir kaç tefçi kadınından belki de en önemlisi...

    Oyun havası türküleri haricinde başka türküler söylerken tefe gerek yok, ama tefle daha güzel söylermiş. Tabi bu türküleri kendisinin yaktığını bir kere daha söyleyelim. Zaten onlar bunun için değerlidir. Bununla beraber Delifadime'nin yaktığı türkülere örnek gösterebileceğimiz birini bile hatırlayan yok. Yalnız onların içeriğinde herkes hemfikir; sevdiğine kaçan genç kızlar... Her kız kaçırma olayını mutlaka türküleştirir ve en yakın düğünde söylermiş. Ondan sonra isteğe göre başka düğünlerde de seve seve icra ediyor...

    Yakılan türkülerden hatırlanan yok, amma onunla adeta bütünleşen bir kaz tekerlemesi var ki burada onu zikretmezsek hikayenin bir yanı eksik kalır. Düğünlere katkısı kadar sürekli kaz gütmesiyle de meşhur kendisi... Emek harcadığı, onlarla bolca vakit geçirdiği için olsa gerek bu hayvancıklarla değişik bir duygusal bağ kuruyor...

    Birisi her nedense kazlara değnek atılamış, kazın birinin ayağına isabet etmiş. Galiba kaz oracıkta ölmüş, ama Delifadime'nin iç dünyasında bu kadar basit değil olay. Sanki ölen kaz değil, sanki çıkan kendi canıymış gibi o ölüm anını baştan ayağa yaşamış ve yaşadığını söze dökmüş. Adeta hayvandaki iç kanamayı dakika dakika izlemiş, ayaktan başlayarak kafaya kadar gördüğü kararmayı kelimelere yansıtmış ve sevgili iri ve gösterişli kazcığına bir ağıt yakmış:

        Bulum bulum bulanıyodu! 
      Dolum dolum dolanıyodu!
        Ayağı gara, ayağının içi gara! 
        Tüyü gara, tüyünün içi gara!
        Daşlıcası gara, daşlıcasının içi gara!
        Yüreği gara, yüreğinin içi gara!
        Ciğeri gara, ciğerinin içi gara!
        Yeleği gara, yeleğinin içi gara!
        Guyruğu gara, guyruğunun içi gara!
        Ganadı gara, ganadının içi gara!
        Boynu gara, boynunun içi gara!
        Başı gara, başının içi gara!
        Gıgağı gara, gıgağının içi gara!

    O gün iç yangınının ateşiyle yaktığı bu ağıtı zamanla her isteyene mutlu ve saf haliyle tekrar tekrar okumaktan yüksünmezmiş.

    Onunla 1960'larda birlikte kaz güden birinin dediğine göre Leylek Alayı adlı türküyü de çok güzel söylermiş. Bugün neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bu türkü aslında ilahi formuyla söylenen bir ağıtmış:

        Bizim alayımız leylek alayı
        Havada uçarız dolayı dolayı
        Çekeriz Allah'tan gelen belayı
                Uçuramadım yavrum kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

        Yuvamın dört yanı asmadır asma
        Anam gitti diye darılıp küsme
        Ben gidersem yavrum sesini kesme
                Kanadını düzemediğim kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

        Karadır kanadımız bağrımız aktır
        Nereye varırsak yüzümüz paktır
        Analık kaygısı bunda haktır
                Uçuramadım körpe yavrum kalındı
                Anan gidiyor sen arkamdan gelindi

        Bizim gözümüze bakmak istemez
        Sürmesi kendinden çekmek istemez
        Iraklara gidene haber işlemez
                Seni de Tanrı onara yavrum kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

    Yavrusu yaralanan (bir rivayete göre de ölen) anaç leylek ağzından söylenen bu ağıta yanık bir ses ve içli bir söyleyiş gerek. Bunun ikisine de sahip olan Delifadime'nin ağzına bu ağıtın çok yakıştığı söyleniyor.  Şimdi yukarıdaki kara kaz tekerlemesini bu ağıttan esinlenerek yaktığını söylemek yanlış olur mu?..

    İstek türkülere geri dönelim... Düğün başlangıcında hayırlı olsun ziyaretini andıran düğünevine gidişini de zikretmek lazım.  Genellikle çeyiz asıldığı gün gerçekleşen bu ziyarette istek türküler söyler, sonunda düğüncü bahşişlerini alır mutlu olurmuş. Bunlar bir yazma, bir kaç kuruş madeni para ve bir tabak baklavadan başka bir şey değildir. Baklavayı hemen orada yer, yazma ile parasını eve götürüp saklarmış. Bu küçük hediyelerden o kadar mutlu oluyor ki, başka düğünlerde ballandıra ballandıra anlatıyor... Her yerde reklamının yapılacağını bilen düğüncüler daha o gelmeden yazma ile parayı hazır ederlermiş.

    Öldüğünde ondan kalan şeyler, işte bu düğünlerden topladığı bir çuval dolusu yazma ve bir teneke bozuk para imiş. Yakınları talan edip kapışmışlar. Kurtarabildikleri sadece bir sarı yazma ile bir kaç lira olmuş...

    Allah özel kullarının yaşamını ve ölümünü de özelleştirir, kolaylaştırır. Bunu bildiğim için ölümünü merak edip sordum. Normal zamanlarda hasta olmazmış zaten de, ölüm döşeğine de düşmemiş. Ramazan ayında oruç ağız ayakyoluna gitmiş, dönüşte avluda yıkılmış. Koşmuşlar, orada ruhunu teslim etmiş, sen sanırsın canı orada kanatlanıvermiş...

    Yıl 1996 idi, 73 yaşındaydı... 'Allah'ım ele düşürmedi, tertemiz gitti...'



06 Mart 2025

Arapgızı


    Teyzemgile gittiğimizde oyun alanlarımızdan biriydi. Arap Nine'nin ev yetmişlerde en azından duvarları sağlam, henüz tam viraneye dönüşmemiş bir yerdi. Sobe oynadığımızda saklanmaya uygundu. Altındiş'in evin hemen ardındaki bayırda yer alan bu taze harabenin şimdi yalnızca temelleri belirgin. 1970'te vefat eden sahibini de hiç görmedik, Arapnine derlerdi işte o kadar. Sülale çalışması münasebetiyle rahmetliyi yakından tanıdığımı düşünüyorum, size de tanıtayım.

    Arapkızı (biz Arapnine desek de ahali arasındaki lakabı buydu) Kezban Haykır, Arap Selim'in torunu olduğu için böyle anılmaktadır, o halde işe dedesinden başlamalıyız.

    Şu açıklamayı yapmak da gerekli, Eğret ağzında Arap kelimesinin ırk bildiren anlamı yoktur. Esmer derili insanlara Arap denilir, başlıbaşına Araplar sülalesi, Araphüseyin ve Omarcıkların Arap buna iyi birer örnek. Ayrıca siyah renkli bazı hayvanlara da özel olarak Arap denildiği olur. Bunun Arap milleti ile alakası olmadığı şuradan belli ki onlar beyaz tenli gruptan sayılır. Ayrıca Eğret ağzında zenci kelimesi de bulunmaz, şu durumda Afrika kökenli bütün insanlar Arap diye tanımlanır. Köleliğin henüz tam anlamıyla kaldırılmadığı zamanlarda bu insanları çalıştırmak yaygınmış ve onlara da Arap denilirmiş.

    Gelelim Arap Selim'e... Eğret erkek nüfusunu gösteren 1830 kayıtlarında adına rastlanmıyor, lakin 1904 kütüğünde Zenci Selim Oğlu künyeli çok çocuğu ve torunu var. Buradan anlayacağımız şudur, Arap Selim 1840'tan sonra Eğret'e geldi.

    Bunun kaydı küreği yok, Arapselim'in köye gelişiyle ilgili yaygın anlatı şöyle: Büyük büyük dedem Veyisoğlu Halil, Hicaz'dan dönerken orada gördüğü bir zenci çocuğu yanına alır. İki aydan fazla süren yolculuk boyunca çocuk deve sırtındaki sepetteymiş. Bu ayrıntı o kadar yerleşmiş ki hafızalara, hala Selim'in torunları 'Bizi köye sepette getirmişler' diyorlar. 

    Halil Dedemin Arapselim'i köye getirme amacı hakkında iki söylenti var. İlki Selim'i büyüyünce yanında bekar durdurup rahat etmek için kaçırdığı, ikincisi ise Selim'i kimsesiz bir çocuk olarak bulduğu, tamamiyle insani sebeplerle yanına aldığı... Sonuçta Eğret'te köle olarak yaşamadığı, köyün en köklü sülalelerinden Hacıların kızıyla evlendiği, çocuklarının evlilikleri de aynı şekilde olduğu göz önünde bulundurulursa Veyisoğlunun Selim'i sahiplenme, hatta evlat edinmeye yakın bir niyetle Eğret'e getirdiğine hükmedilmelidir.

    Burada işimiz sülale incelemesi değil, Arapgızı'na ulaşmaya çalışıyoruz. Bu yüzden Arapselim'in oğulları dursun şöyle, bir kızı var adı Hanife... Asıl Arapgızı kendisi olan Hanife'yi yine köklü sülale Hacımahmutlardan Hüseyin'e veriyorlar. Kocası vefat ettiğinde Arapgızı Hanife'nin dört çocuğu var, fakat bu yetimlerden biri Cihan harbinde kalıyor, biri de küçükken ölünce geriye iki yetim kızıyla kalakalıyor. Kızların küçüğü Uykucu Ömer Şen'in anası, bizim aradığımız ise büyük kız Kezban...

    Kezban 1888 yılında doğdu, dört kardeşin büyüğüdür. Yüzyılın başında vefat eden babasına değil de, dul annesine izafe edilerek Arapgızı diye lakaplanmasının başka açıklaması yok; Hacımahmutların torunu olduğu unutuldu, ana-dedesi Arapselim'e bağlandı.

    Onu Himmetoğlu Hasan ile everdiler. O vakitler kız çocukları küçük yaşta gelin ediliyordu, ama Kezban'ın evlilik tarihiyle ilgili net bilgi yok. Kocası 1. dünya savaşı başladığında halen askerdeymiş, büyük ihtimal temel askerliği bitmiş rediflik döneminde cihan harbine yakalanmıştı. Bundan yola çıkarak evlilik tarihini 1910 gibi düşünmeliyiz. Çanakkale'ye giderken iki oğulları bile varmış, Kadir ve Ömer...

    Himmetoğlu Kel Hasan (lakabı böyleydi) Çanakkale'den dönemedi. Yaşadıkları zaten kolay değildi de, Arapgızı'nın bundan sonraki hayatı daha bir çileli olacaktır. İki oğulları vardı, büyüğü Kadir zaten hastacaktı, çok yaşamadı öldü. Sakınılan göze çöp batarmış 'Ömerime iyi bak' diye Kel Hasan'ın emanet ettiği küçük oğlu da dambeşten düştü, üstelik başına da ağır bir şey isabet etti. Bu olaydan sonra çocuğun adı 'Gambır Ömer' olarak kalacaktır. 

    Kelhasan'dan dul kalan Arapgızı Kezban Hanım'ın tekrar kocaya varması gerekiyordu, ama bunun için önünde hukuki bir engel vardı. Zira Kelhasan'ın şehit olarak vefatı resmiyet kazanmamıştı. Çok cepheli koca savaştan bitik olarak çıkan devlet sistemi sağlıklı çalışmıyor, askerinin ölüsünü dirisini bile tespit edemiyordu. Mütareke gereği zaten ordu dağıtılma aşamasındaydı. Şu halde Arapgızı, benzer durumdaki Eğretli kadınların yaptığını yapacak, Karahisar Kadılığına müracatla kocasının şehadet şerbetini içtiğini tescil ettirecekti. 

    Mahkemede Çolömerin Halil ile Müdüroğluların Halil şahitlik ettiler. Buna göre, Himmetoğlu Hasan oğlu Hasan; İkinci Kolordu, Altıncı Fırka, Onyedinci Alay, Birinci Tabur, İkinci Bölük, İkinci Takım, Onbirinci Manga neferi iken, 11 Temmuz 1915 sabahı Seddülbahir'de sol omuzuna şarapnel isabet ettiği, iki saat kadar sonra, saat 10.30 sıralarında şehiden vefat ettiği kayda geçirildi. Ayrıntılı olarak bu bilgilerin yer aldığı mahkeme kararı büyük bir kağıda yazılarak Kezban Hanıma teslim edildi. Artık tekrar evlenmesine bir mani kalmamıştı.

    Bu koca kağıtta yazılanlar aslında basit bir gaiplik davası kararı iken, sonradan Kelhasan'ın şehitlik beratı olarak düşünülmüş ve torunları tarafından bugüne kadar saklanmış. Kadir Haykır Abi bize gösterdiğinde hikayesini de anlattı. Ninesi Arapgızı bu karara ilk zamanlarda gözü gibi bakmış. Kağıt yapısı gereği ve sürekli açılıp aynı yerlerden katlanmasından dolayı üzerinde yatay ve dikey çizgiler oluşmuş. Bu çizgilerden biri uçtan yırtılmaya başlayınca Kezban Hanım iğne iplikle dikerek yırtığı durdurmuş. Kendisi ölene kadar belgeyi muhafaza etmiş. Ondan sonra ise eski yazılı karar, içeriği bilinmediğinden olsa gerek, kıyıda köşede kalmış. Sert ve kalın kağıt katlanınca daha sert durduğu için, tuz kabı olarak kullanılan koca bir ağda gabıcağına kapak vazifesi bile görmüş. Sonradan merak edip birine okutmuşlar ki bu kağıt parçası dedelerinin şehadet delilidir. O günden sonra onlar da itinayla muhafaza yoluna gitmişler. Kadir Abi fotoğrafını çekmemiz konusunda bile çekinceliydi...

    Uzun parantezi kapatıp Arapgızı'nın hikayesine devam edelim. Durup dururken mahkeme yoluna gitmemişti, kendisine bir talip vardı. Yakınlarda hanımı vefat eden üç çocuklu Çakaloğlu Bekir evlenme teklif ettiği içindi bütün bu mahkeme safahatı. Aslen Bolvadinli olan Kel Bekir ile evlenmeleri böyle gerçekleşti. 

    İkinci evliliğini 1920 öncesinde, mahkeme kararından hemen sonra yaptığı anlaşılıyor. Çünkü elimizde bu tarihte Kelbekir ile evli olduklarına işaret eden bir makbuz bulunuyor. Ne münasebetle yapıyorlardı bilmiyorum, herhalde vergi belirlemesine esas beyanname gibi hayvan varlığını gösteren belge düzenliyorlarmış. İşte 1920 tarihli o belgede "Kel Bekir zevcesi Kezban"ın iki sığır sahibi olduğu yazıyor. Sığırların sahibi Arapgızı gösterildiğine göre Kelbekir'in içgüveyisi olduğunu da çıkarabiliriz bu belgeden...

    Kimin olursa olsun, belgenin düzenlenmesinden iki yıl sonra ineklerden eser kalmadı. Çünkü 1921 baharından itibaren Eğret işgal edilmeye başlanmıştı. Yunanlar bir buçuk yılda köyün yenilebilir hayvan varlığını sıfırladılar. Koyun keçi, kaz tavuk, inek dana hatta öküzleri bile kesip yediler...

    Yunan kovulduktan sonra 1922'de Ali Osman, 1924'te de Halil adını verdikleri iki oğulları dünyaya geldi. İki yıl sonra Kelbekir de vefat etti... Belki önceden söylemeliydim, iki kocasının durumuyla ilgili Kezban Hanıma atfedilen bir nükte var, 'Benimki de gader işde, ilki Kelhasan, ikincisi Kelbekir, saçlısına denk gelemedim' deyesiymiş. Fakat kel olsun, kör olsun ikinci kocası da ölünce Arapgızı tam altı çocuklu bir duldu. Gerçi Kelbekir'in iki kızı gelin edilmişti, ama işte dört oğlan öylece duruyordu. Ve Kezban Hanım 38 yaşındaydı. Bundan sonra evlenmedi... 

    Yıllar geçti, Ali Osman ile Halil küçüktüler, ama Gambırömer ve Kelbekir'in Mustafa artık delikanlıydı. 1934'teki soyadı uygulamasında şehit kocasının sülalesine paralel olarak Haykır soyadını seçtiler. Bu seçimde Ömer'in etkisi olabilir, ama Kelbekir'in Mustafa da itiraz etmemiş.

    Bundan sonra Arapgızı Kezban Hanım, kendi oğlu Gambırömer'e Gocaguliz'in kızını aldı. Yukarıda sözünü ettiğim Kadir Haykır Abi ondan torunudur. Kocasının oğlunu dul bir kadınla everip içgüveyisi olarak onun evine yerleştirdi. Herkesçe Yenimısdık diye bilinen meşhur bakkal budur. 

    Kelbekir ile ortak oğullarının büyüğünü, yine dul bir kadın olan Çullugızı ile everip onun evine yerleştirdi. Komşumuz olduğundan çok iyi bildiğim Ali Osman Çavuşun hikayesi böyle. Küçük oğlu Halil'i de everdikten sonra, bütün yavrularını uçurmuş bir anakuş huzuruyla kendi yuvasına çekildi. Burası, yukarıda sözünü ettiğim Guyuderesi'ndeki evidir.

    Komşularının dediğine göre bu uzun boylu, zayıf, esmer kadın evinde yalnız yaşarmış. İzmir'e yerleşen Halil, ailesiyle yılda bir kere geldiğinde orayı silip süpürüp sıvarlar böylece evin genel bakım ve temizliği yapılırmış. Evine sadece namaz kılmak ve yatmak için gittiğini, gündüzleri vaktini genelde fırında geçirdiğini de söylüyorlar. Burada kendisine ikram edilen pide, hamırsız, bükme gibi ikramları da geri çevirmez; yerken sürekli bir şeyler anlatıp kendini dinletirmiş. Kızdığına en kötü söz olarak 'yanı beli gazılasıcalar!' diyen, iyi yürekli bir kadın olarak anlatılıyor.

    Bizim harabe halini bildiğimiz, şimdilerde temelleri ancak seçilebilen evinde Arapnine 1970 yılında vefat etmiş. 82 Yıllık ömrünün ancak 6+6=12 yıllık kısmında evliydi, bunlar da harp darp, işgal, yokluk kıtlık yıllarına denk geldi. Kırk küsür yıllık kesintisiz dulluğunun ne kadarını bu evde geçirdiği bilinmiyor...

    Gamlı baykuş gibi neden hep tarihin hüzünlü levhalarını, insanların acıklı hayatını anlatıyorsun diyorlar. Öyle de onun için...



23 Şubat 2025

Danagızı


    Balkan faciasıyla başlayıp cihan harbiyle devam eden ve ardından kurtuluş savaşıyla noktalanan on yıllık harp sürecinde Osmanlı yıkıldı, sonunda yeni bir devlet kuruldu. Siyasi askeri alanda bu böyle iken sosyal hayat anlatılacak gibi değil, tam bir faciaydı. Bu dönemin Eğret’teki yansımasını en iyi bireysel hayatları incelediğimizde anlayabiliriz. Birine odaklanıp bakalım, insanlar neler çekmiş.

    Sarılar diye bir sülale var kayıtlarda, üç kardeşler; Mehmet, Osman ve Zekeriya… Bir de üç kardeşi bir arada tutan ihtiyar anaları… Şimdi sadece kayıtlarda kalan bu sülale/ailenin nasıl yok olduğunu kısaca özetliyeyim.

    Büyük kardeş ve hane reisi Mehmet Dana kızı Şerife ile evleniyor. Şerife Hanıma böyle deniliyor, çünkü Danaların İsmail kızı… 1896’da bir kızları olunca adını Halime koyuyorlar. Sarıoğlu Mehmet uzun süren redif askerliğinden köye dönemeyince Halime kız daha küçük yaşta yetim kalıyor. İşte trajedi de böyle başlıyor, çünkü anası Danagızı Şerife’yi, şehit kocasının bir küçüğü Osman’a veriyorlar. Artık Osman emmisi Halime’nin hem amcası hem de babalığıdır. Şerife Hanımın iç dünyasını hiç deme gitsin… Halime’den başka çocuğu yok, fakat ikinci eşi de Çanakkale’de Arıburnu muharebelerinde kalınca Danagızı yine dul…

    Üç oğlanın en küçüğü Zekeriya’nın da paralel bir hikayesi var. Selimler/Esnanlardan Esma ile evleniyor, henüz çocukları yokken O da başka bir cephede şehit oluyor. Yani Esma da dul kaldı… Sonradan Gödecahmet’in üçüncü hanımı olacak, oradan doğan oğluna Esmenin Osman deyip anasına izafe edecekler, fakat konumuz o değil, Sarıların nasıl yok olduğu… Üç kardeşten geriye sadece Halime kız kaldı, anaları da vefat edince o hane kapandı. Bu arada ikinci kocasından da dul kalan Şerife Hanım üçüncü evliliğini yaptığında ellisine yakındı. Kendisinden daha yaşlı olan son kocası Veyisoğlu Hasan, Ösüzömer’in dedesidir. Danagızı Şerife Dadak 1947 yılında 71 yaşındayken vefat etti, böylece hem Sarılar hem de Danagızı defteri kapanmış oldu…

    Halime’yi unutmuş değiliz, hikayenin göbeğinde O var. Gelin olacak yaşa gelince Hatiboğlu Mehmet Ali’ye veriyorlar. Mehmet Ali’yi bugünün nesline tanıtabilmek için Çakırmehmet ve Çakırosman’ın emmisi olduğunu söylemek yeterlidir. Zehra ve Mehmet adını verdikleri bir kızıyla bir oğulları oluyor, velakin cihan harbi sonlarına doğru Hatiboğlu Mehmet Ali vefat ediyor… Anasının lakabıyla kendisinden söz etmenin bir mahzuru olmasa gerek, Danagızı Halime de iki çocuğuyla dul kalıyor. Zehra beş altı yaşlarında, ama Mehmet henüz taze çocuk…

    Aradan birkaç yıl geçince Eğret Yunan tarafından işgal ediliyor. İlk zamanlarda çok işgalci yok köyde, Sakarya muharebesinde bozguna uğrayınca geri çekilip Eğret’e tamamen yerleşiyorlar. Hoşlarına giden binaları karargah olarak seçiyor, evsahibinin bir sığıntı gibi damda samanlıkta kalmasına izin veriyorlarmış. Hatiboğlu Mustafa ve Mehmet Ali kardeşler, şimdi Çakırların olduğu yerlere evlerini yeni yapmışlar. Kardeşinden yadigar yetimlerle Hatiboğlu Mustafa burada yaşıyor. Yeni ve kullanışlı bina olarak işgalcilerin el koyduklarından birisi, içinde Halime ve çocuklarının da yaşadığı Hatiboğluların bu evidir.

    Bu dönemde herkesin dikkatini çeken işgalci komuta kademesinin karargahına sıkça girip çıkan bir Türk var. Eğretli değil, yabancı. Yunanla birlikte gelmiş köye… Sonradan anlaşılıyor ki Sakarya’da esir alınmış bir Türk askeridir. Elleri ayakları bukağılı değil, ama her taraf işgal altında olduğu için kaçıp kurtulamıyor. Bununla beraber tutsak olduğu halde çoğu zaman özgürce sağa sola girip çıkabiliyor. Köyde erkek namına yalnız yaşlılar ve çocuklar olduğu için bu garip Türk haliyle herkesin ilgisini çekiyor. En çok da karargah olması hasebiyle Hatiboğluların evde görülüyor. Bu arada Halime Hanıma kendini açık etmiş. Nasıl esir edildiğini, kabiliyetinden dolayı Yunanca’yı nasıl hemen kavradığını, bunu öğrenen işgalcilerin kendisini tercüman olarak kullandıklarını, bu ayrıcalıklı durumu sebebiyle serbestçe köy içinde dolaşabildiğini filan anlatmış. Yaklaşık bir yıl boyunca düşmanın öğrenebildiği gizli kararlarını gelip anlatarak işe yarar tüyolar vermeyi ihmal etmemiş. Türk ordusuna ulaştırılmak üzere bazı bilgiler elde ettiğini, bu anlamda casusluk yaptığını söyleyenler de var. Hasılı bu esir Türk askerinin işgal günlerinde Eğretlilere çok büyük yararı olmuş.

    Büyük Taarruz başladığının ertesi, 27 Ağustos Pazar günü Yunanlar can havliyle Eğret’i boşaltıyor, bir bölük jandarma bırakarak kaçıyorlar. Pazartesi günü onlar da kaçacak zaten… Bu arada esir Türk’ü de yanlarında götürmüşler, ama bir yolunu bulup kaçmış.

    İki gün sonraki büyük zaferden sonra ortalık durulunca bu gizemli yabancı Eğret’e geliyor. Halime Hanımı bulup, memleketine döndüğünü, dul ve sahipsiz bir kadın olarak buralarda heder olup gideceğine kendisiyle beraber Konya Ereğli’ye gelip ona eş olmasını filan söylüyor. Senin anlayacağın evlenme teklif ediyor…

    Danagızı Halime kabul etmiş bu teklifi. Zehra o sırada 9-10 yaşındaymış, amcasının yanına bırakmışlar onu, beş yaşındaki Mehmet’i yanlarına alarak düşmüşler yola… Ne kadar sürdü yolculuk, ne zaman vardılar bilinmiyor; yalnız Ereğli’de bir sürprizle karşılaşıyor Halime… Adam evli ve çocukları var…

    Öyle de olsa iyi karşılanmışlar. Adam (adam adam deyip durmamızın sebebi adını hala bilmeyişimiz) tavrını hiç bozmamış, Halime ve oğluna karşı hep sevgiyle yaklaşmış. Yani iki eşli de olsa mutlu bir ailelermiş. Onu bir dokuma fabrikasında işe yerleştirmiş, böylece Halime Hanım hem zenaat sahibi olmuş hem para kazanmış.

    Bir kızları olmuş, adı Makbule… Eğret’te kalan Zehra ablasına karşılık burada bir kız kardeşi daha olmuş Mehmet’in… Adam Mehmet’e de çok merhametli, hiç öyle üvey baba gibi davranmazmış… 1937’de başlayan askerliği, dünya savaşı nedeniyle uzamış, geç terhis olmuşlar. Bu dönemde harçlığını göndermeyi aksatmamış…

    Kimseye dememiş ama Mehmet’in içinde bir sıkıntı var. Askerden döndükten sonra dayanamayıp anasına açılmış. Buralarda sıkıldığını, köyünü özlediğini, her şeyi bırakıp Eğret’e dönmelerini teklif etmiş. Halime Hanım ise buna razı değil, dönseler ne olacak, memlekette bir dilim ekmeğe muhtaç olacaklar. Oysa burada kurulmuş bir düzen ve mutlu bir aileleri var… Baktı ki anası rızasıyla gelmeyecek, zorla alıp götürüyor Eğret’e. Bana bunu anlatan Berber Emmim ‘Resmen anasını kaçırmış’ dedi. Tabi O da bizzat Halime Nineden dinlemiş… İşin içinde kaçırma olunca Makbule’yi Ereğli’de bırakmak zorunda kalmışlar, ele ayağa dolanmasın diye… Belki de kaçırılmayacak kadar büyükmüştür, kim bilir…

    Biz dönelim Eğret’e… Eğret yirmi yıl önce bıraktıkları köy değil ki… Her şey ve herkes değişmiş, buraya da yabancılar, burada da yeniden başlayacaklar… Neredeyse kim oldukları unutulmuş; Mehmet’e Halimenin Mehmet diyorlar, zamanla bu sülale adı haline gelecek… Halimeninmehmet evlenip yeni bir yuva kuruyor, fakat Halime Hanım ne yapsın…

    1944 Yılında Çatalların İbiş’in hanımı vefat etmişti. Yedi çocukla bir başına kalan İbiş Tür ile Danagızı Halime Hanımın evliliği ilginçtir. Zehra Hanımın ölümünden sonra bir gün İbiş, Halime'den kendisine bir çift çorap örmesini rica etti. O vakitler örme ipçorap giyiliyor köyde ve İbiş’in çorap örecek kimsesi yok… Halime Hanım ise Ereğli’de dokuma fabrikasında yeteneklerini iyice geliştirmiş, örgüde maharetli biri olarak namlı… Ricasının kabulü, kadının olgunluğu ve hanımefendiliği dikkatini çekti. Bu arada büyük oğlu Yusuf askerden izinli gelmişti, evdeki altı kardeşinin perişanlığını görünce babasına bunun böyle gitmeyeceği, evlenmesi gerektiği hususunda telkinde bulununca, babası 'İyi madem, git iste.' diyerek Halime Hanım'ı kendine istemesi için oğlunu dünürcü gönderdi. Yani Halime Hanım'ı babasıyla evlenmesi için isteyen ve bu işe önayak olan Yusuf Tür oluyor...

    Kendisinden hayli yaşlı olan bir kadınla evlenmesini garip karşılayanlara İbiş şu cevabı veriyordu: 'Siz bilmezsiniz, bu kadar öksüz çocuğa ancak bu kadın bakabilir, onun için evlendim." Bu arada unuttuğum şu bilgiyi arzedeyim, Halime Hanım 1876 doğumlu olup İbiş ile evlendiğinde yetmişine bir kalmıştı… Gerçekten de büyük küçük yedi öksüze kendi çocuğu gibi kolkanat gerdi. Onlar da analıklarına karşı saygıda kusur etmediler.

    Çocuklarına bakacak bir hanımı bulduktan sonra İbiş Tür tekrar evlendi. Halime Hanım ise, oğulluğu Eyüp'ün evinde 1970 yılına kadar yaşadı... Dördüncü kocasının oğlunun evinde öldüğünde 94 yaşındaydı.

    Berber Emmime bu kadar ayrıntılı anlattığı hikayesine Danagızı Halime Hanımın duygularını ne kadar karıştırdığı meçhul. Ancak geçtiğimiz 150 yılda bir Türk kadınının çektiklerini yansıtması bakımından ilginçtir… O, dört kere yıkılıp iki kere parçalanmış bir ailenin tek anasıdır. İlk parçalanmada Eğret’te bıraktığı Zehra, Çullunun Ahmet ile evlenerek Çullular sülalesinin ninesi olmuş; lakin ikinci parçalanışta Ereğli’de bırakmak zorunda kaldığı Makbule’nin akıbetini bilemiyoruz… Hatırda kalan Halimenin Mehmet Kıy, bir kızına Makbule adını vermiş, bu kadar…