14 Ağustos 2025

Şamlı Çeşmesi

     
    Bir çeşmenin en garip hali nedir? Herhalde bu soruya verilecek en doğru cevap 'susuzluğudur' olurdu. Lulasından su akmıyorsa, aharları dolu değilse, çevresine şırıltı yaymıyorsa o çeşme gariptir. Kendisi susamıştır ki başkalarını nasıl sulasın. Gerçi suyu olmayan bir çeşmeye çeşme denir mi, bu da ayrı bir husus.

    Anıtkaya'daki çeşmelerin birer birer kuruduğu herkesin malumu. Genel kuraklık veya başka sebeplerle kuruyan bazı çeşmeler pompa marifetiyle tekrar akar duruma getiriliyor, bunu bile sevindirici buluyoruz. Dağdaki çok sayıda çeşmenin kuruduğuna dair bilgiler geliyor, üzülüyoruz. 

    En son Şamlı'nın kuruduğu haberi milleti daha fazla üzdü, bunun sebebi var. Dağ çeşmelerinin temelli kuruyanları da oluyor, Şerafettin'in çeşme ile Demirce çeşmesi bunlara örnektir. Diğer kurumalar muvakkattir, yazın en kurak döneminde suyu kesilir, sonbaharla tekrar akmaya başlarlar. Millet bu duruma alışmış. Amma Şamlı bugüne dek hiç dinmemiş, belli dönemlerde suyu siçanguyruğu seviyesine de düşse akmaya devam edermiş. Şamlı'nın dinmesi bu yüzden dağ ile ilgisi olanları üzüntüye boğdu.

    Meşhur Ahmet Sağlam, Şamlı'nın kunduz veya başka bir sebeple tıkandığını düşünüyor. Akmamasının sebebi bu, kuyusu ve yolu temizlenirse tekrar akmaya başlar dedi geçenlerde... Bir kaç güne çalışmalara başlayacaklarını söyleyince bana da haber edin demiştim. Çağırdılar bugün gittik. Ben çeşmeye vardığımda sesleri biraz yukarıdan geliyordu. Orada biraz eğlendim, çeşmenin garip ve sessiz hali insanı bayıyor. Önceki halini bilenlerin içi daha da kıyılır...

    Önceki halini derken, belirsiz bir geçmişten bahsediyoruz. Şamlı'nın tarihini bilen yok, bu hususta bir kaç hikaye anlatılıyor; ama bunlar adını açıklamaya yönelik, yapılış zamanıyla ilgili değil.. 

    Bilinmeyen bir geçmişte dağın bu bölümünde çam ağaçları varmış, bu yüzden o mevkiye Çamlı diyorlarmış, zamanla bu kelime Şamlı'ya dönüşmüş... Çeşmeyi orada görevli Şamlı bir asker yaptığı için kısaca Şamlı çeşmesi denilmiş, zamanla o mevkinin adı da Şamlı olarak yerleşmiş... Böyle anlatılarda mantığa ters noktalar bulunabilir, halk hafızası onlara da bir açıklama bulabilir; fakat Şamlı çeşmesi ile ilgili daha mantıklı bir hikaye var.

    Sefer araçları bilindiği gibi gelişmediği zamanlarda hac yolculuğu develerle yapılırmış. En az altı ay sürdüğü için Eğretliler hac ibadetine 'uzun yol' diyorlar. Aylarca süren yolculukta günün sonunda konakladıkları yerler var. Şam ise sadece konaklama için değil gezilip görülmesi gereken önemli bir merkez... Eğretlilerin bulunduğu hacı kafilesine yaşlı birisi nerelisiniz filan diye sormuş. Memleketlerini öğrenince adamın gözleri parlamış ve yakınlık göstermesinin sebebini anlatmış. Meğer Türkmen/Yörük olan bu ihtiyar zamanında İblak'ta çok yaylamış. Bu dağlar yazı geçirmek için onların en gözde yaylasıymış. Nihayetinde yerleşik hayata geçip Şam'ı yeni vatanı olarak seçmiş. Hatta falanca yere bir çeşme yaptığını da söylemiş... Tarif ettiği mevkide, dediği gibi bir çeşmenin hala akmakta olduğu haber verilince adam iyice coşmuş. Çok sıcak, samimi sohbetler olmuş Şam molasında... Hicaz'dan dönünce Eğret'te bu olayı anlatmış bizim Hacı... O günden sonra Şamlı çeşmesi diye adlandırmışlar. Zaman geçtikçe halk ağzında hem çeşme hem de onun bulunduğu mevki kısaca Şamlı olarak anılır olmuş ve bugünlere böylece gelinmiş...

    Belgeye dayalı bir olay olmadığı için hikayenin zamanı belirgin değil. Ancak çeşmenin önceleri daha yukarıda olduğunu söylüyorlar. Ne zaman ve ne maksatla şimdiki yerine indirildiği meçhul. Bir kaç yıl önceki dağ gezisinde karşılaştığımız eski künk yolunu görmemiz heyecan vericiydi.  Çünkü, ne kadar eski olduğu bilinmeyen nesnelere bakıyorduk. Belki onlar sadece su nakil künkleri değil, eski çeşmeyi taşıyan su yollarıydı. 40 yıl kadar önce, Salim Kurt döneminde plastik boru döşenerek bu künklerin boşa çıkarıldığını bugün öğrendik. Şiddetli akan sellere dayanamayıp toprak yüzeyine çıktıkları anlaşılıyor.

    Künkleri boru ile değiştirme işini görenlerin beyanına göre, kesik atma yoluyla boru bir noktadan tespit edildi. Meşhur'un özel teknikleriyle boru içinde su olmadığı anlaşıldı, yani varsa tıkanıklık daha yukarılardaydı. Bugünlük burada bırakıldı, ama yarın ve sonraki günlerde kademe kademe yukarı çıkılarak suya ulaşmaya çalışacaklar.

    Asıl hedefleri çeşmenin kuyusunu bulmakmış. Eskilerden kimse kuyuyu tespit edememiş, yani işe yarayacak bir işaret yok. Bu yüzden tek kılavuz boru ve sonrasında onun eklendiği künkler takip edilecek. Bu yüzden doğal biçimden uzak bir taş gördüklerinde 'Aha! Bu Haliban Ağa'nın nişanı olmasın.' diye çevresini kazıyorlar...

    En son onarımda Halibanağa (Halil İbrahim Kızılyel) de bulunmuş, bu yüzden yol gösterici olarak taşlardan bir mesaj bekliyorlar. Rahmetliden gün boyu sitayişle bahsedildi. Sıfırdan kendi yaptığı çeşmeler dışında, diğer çeşmelerin onarımında da bulunmuş böyle bir hayırsever her türlü övgüyü hak ediyor. Yaptıklarının manevi karşılığını tayin kimsenin haddi değil. Fakat kendinden sonrakilere örnek olma hususundaki manevi mirasını yakından gözlemledim. Şimdi burada Şamlı'nın suyunu bulmaya çalışanlar, daha önce aynı işi başka başka çeşmelerde de yapmışlar. En son merhum Halibanağa'nın çeşme suyunu yenileyerek bunu göstermişler. Bu anlamda Halibanağa'nın kendilerine örnek olmasından dolayı, şimdi bunların manevi kazançlarından da pay aldığını düşünüyorum. Allah rahmet etsin...

    İnşallah Meşhur'un düşündüğü gibidir; Şamlı çeşmesinin kuyusu kurumuş değil, sadece tıkanmadan dolayı dinmiştir, bir kaç gün sonra lula tekrar şarlamaya başlar. Zira çeşmenin kurusu ve sessizi yürek yaralayıcı...



13 Ağustos 2025

Kaçış Yok


    Sakarya mağlubiyetinden sonra Yunan ordusu Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattına çekildi. Ankara'ya doğru ilerlerken artçılarını Döğer-Gazlıgöl-Eğret bölgesinde bırakmıştı, yine oraya bu sefer İhtiyat kolordusunu yerleştirdi. Eğret ve çevresi köylerde 1921 güzünde 23. Tümeni vardı, yer değiştirmeler neticesinde nihai olarak 7.Tümen konuşlandı ve Büyük taarruz arefesine kadar burada kaldı. Taarruzun bir önceki gecesinde Trikopis Afyon'da bir balo düzenlerken, gündüzünde de Eğret'teki 7. Tümeni Balmahmut üzerinden takviye olarak nakletti. Eğret'te sadece Yunan jandarmaları kalmıştı. 26 Ağustos 1922 fecrinde taarruz başlarken vaziyet böyleydi.

    Taarruz Kocatepe'den başlatıldı, ama Yunanların bundan haberi yoktu. Yani asıl taarruzun bu olduğunu anlayamadılar, zira aynı anda Afyon kuzeydoğusu ve Kocaeli bölgesinde de saldırılar vardı, onların kandırıkçı hücum olduğunu, asıl büyük taarruzun Afyon güneybatısında yapıldığı anlaşılana kadar Yunanlar dağılmıştı. Bir daha da toparlanamadılar. Doğudaki İhtiyat kolordusu can havliyle kaçmaya başladı, Afyon'daki Trikopis kolordusu şehri ikinci günü boşaltıp kuzeye yöneldi. Amaçları üç yönden kaçan bütün Yunan ordusunu İlbulak kuzeyinde toparlayabilmekti; ama aralarında iletişim bile yoktu.

    Bu arada Süvari Kolordusu keşif güçleri İlbulak'a çıktıklarında Eğret arazisinde büyük bir Yunan ordugahı göründüğünü Fahrettin Altay Paşa'ya bildirdiler. Şimdi tekrar Süvarilerin Kumandanı Fahrettin Paşa'ya kulak verelim:

    Bu halde Afyon Doğusundaki düşman tümenleri ile Eğret'de görülen düşman ordugâhının (ki ihtiyat kolordusu olması muhtemeldir) kuvvetleri ya ordumuzun sağ yanına saldıracaklar yahut geri çekilerek İLBULAK-DUMLUPINAR-TOKLU hattında yeni bir cephe tutacaklardı. Düşmanın bu her iki hareket ihtimalini engellemeye çalışmak bize düşen mühim bir ödev oluyordu, bunun için tümenlere özetle şu emri verdim:

    «2. ve 14. Tümenler bu akşam Ulucak istikametine geçerek gece yürüyüşlerine devamla İlbulak dağını aşacaklar ve sabaha karşı Eğret köyü yanında görülen düşman kuvvetlerini basacaklardır, 1. Tümen 2. Tümenle irtibatta (bağlantıda) bulunacaktır. Kolordu Karargâhı Ulucak köyüne gidecektir.» 

    Sabahleyin alınacak haberlere göre yeni emirler verecektim. 2. Tümen karanlık basmadan Beşkimse kövünden geçerek dağın boyun noktasını aştı, kısa bir istirahatten sonra gece yürüyüşüne devam etti, bataryasını da sabahleyin Eğret istikâmetine ateş edecek surette Ulucak ilerisinde mevziye yerleştirdi. Ben de karargâhımla onların arkasından Ulucak'a vardım. 

    14. Tümen gelemedi. 2. Tümenin gece gittiği yol fundalıklar arasında adi bir keçi yolu idi, bu yüzden tümenin son alayı yanlışlıkla sağa sapmış tümenden ayrılmış, tümen komutanı Eğret'e yaklaşınca piyade sonra topçu ateşiyle karşılanmış, yaya çark yapmaya mecbur olmuş, fakat düşman çok üstün olduğundan ve saldırıya başladığından biraz sonra çekilmeye başlamış, sonradan öğrendiğime göre burada Yunanlıların 2. General Diyenis kolordusu karargahı ile 9 ve 13. tümenleri bulunuyormuş. (Diyenis bizim kurşunların kendi çadırını deldiğini bana söyledi.) 

    Sağa sapan alay Bayramgöl (Bayramgazi) doğrusuna ilerlerken yol üzerinde Kütahya'ya gitmeye hazırlanan bir Kamyon koluna tesadüf ederek ona hücumla dağıtıyor ve çoğunu kılıçtan geçiriyor, fakat arkadan gelen piyadeler kendisine saldırmaya başlıyor. O da İlbulak dağına çekiliyor ve tümen ile birleşiyor. Vurduğu kamyonlardan bir de şık elbiseli genç yunan kızı esir alıyor (Bu kızı taşımak bir dert oldu, gece Altıntaş camisi imamının evine misafir verdik, ertesi sabah otomobille gelen general Fevzi Çakmak'la geri gönderdik.) Saldıranların Afyon'dan çekilip geceyi oralarda geçiren iki veya üç tümenli 1. general Trikopis kolordusu olduğu ve bunların maksatlarının Afyon güney cephesinden bozulup çekilen general Frankos grubu ile birleşerek Dumlupınar'da yeni bir cephe tutmak olduğu sonradan anlaşılmıştır, oraya Seyitgazi'den de bir tümen gönderilmiştir.

    14. tümenimize gelince; yürüyüşe biraz geç başlamış Beşkimse köyüne karanlıkta gelebilmiş, orada ansızın düşmana çatmış, birazını tepelemiş, karanlıkta ne olduğunu anlayamamış, Kolorduya yetişmekte geciktiğinden ve yolunun düşman tarafından tutulmuş olmasından üzülerek başka, daha dolaşık ve uzun bir yola sapmış. Gece rastladığı düşman Afyon güney cephesinden bozularak perişan bir halde çekilen Frankos ve Papulos kuvvetleridir ki 1. ve, 7. tümenlerle. 4. üncünün yarısıdır. Savaş sonunda general Frankos'un yazdığı ve askerî mecmuamızın çevirip yayınladığı raporunda general bu gece çarpışmasının moralini çok bozduğu ve sonra süvari diye bağrışarak kaçdıklarını, subayların gayretine rağmen paniği durduramadıklarını ancak Dumlupınar'da toplayıp düzene koyabildiğini yanıp yakıla anlatmaktadır. Demek ki bizim 14. süvari tümen komutanı bu durumu kestirebilseydi de bunların üzerine saldırıya devam etseydi hepsini ya esir alacak ya da kılıçtan geçirecekti, bunu kestirmenin kolay ve mümkün olmadığını itiraf etmek lâzımdır, bununla beraber etkisi yine büyük oldu, düşman panikledi kaçtı, Trikopis kuvvetlerinden uzaklaştı, birleşemedi.*

    Olay şu, Fahrettin Paşa 2. Tümenine Eğret yakınlarında görülen düşman ordugahını basmalarını ve kaçışı engellemek için Afyon-Kütahya demiryolunu tahrip ettikten sonra kendisiyle Olucak'ta buluşmalarını emrediyor.  Gece karanlığındaki sevkiyatta tümen ikiye bölünüp bir bölümü yanlışlıkla Bayramgazi-Çirçir istikametine yöneliyor, ama Allah'ın işi işte. Kuzeye kaçan ve geceyi orada geçiren Trikopis kolordusunun motorize tümenlerine rastlıyorlar. Harala gürele derken epeyce zayiat verip esirler alıyorlar, düşman toparlanınca da dağa doğru geri çekilip koptukları tümenle tekrar birleşip ovadaki düşman ordugahına saldırıyorlar. Demiryolu tahribinden vazgeçmelerinin sebebi, Yunanların kuzeye kaçma ihtimalinin kalmadığını öğrenmiş olmalarıdır. Ayrıca kamyonların birisinden çıkan Yunan kızının taarruz öncesinde Afyon'daki baloya katıldığı düşünülüyor. Bu kızın başlarına bela olduğunu belirtmek, aslında Türklerin savaş ahlakından 'kadın, çocuk, yaşlı, acize dokunmama' ilkesiyle ilgilidir.

    Neyse, tekrar birbirine kavuşan 2. Tümen güçleri, kendilerinden on kat daha güçlü ve henüz savaşmamış diri bir kolorduya saldırması da destansı bir harekettir. Burada dikkatimizi çekmesi gereken, kolordunun içinde Yunan 13. İhtiyat Tümeninin de bulunuyor olmasıdır. 1921 güzünde Eğret'te yaptığı insanlıkdışı davranışları şikayete konu olmuş ve bu resmi şikayetler önce İzmir, sonra Atina'ya kadar gitmiştir. Bunların yine Eğret arazisi içinde Fahrettin Paşa süvarilerince icaz edilmesi dikkate değer... Ne yazık ki burada cezalarını bulmamış, o gece Olucak'ı ateşe vermişler. Asıl cezalarını iki gün sonra 30 Ağustosta bulacaklar...

    Fahrettin Paşa'nın bir de 14. Tümeni vardı, aslında 2. Tümen bütün bu yaptıklarını 14. Tümenle birleşerek birlikte yapacaktı. Fakat 14. Eğret yakınlarına hiç gelemedi, gelseydi belki de Yunanlar burada bitirileceklerdi. Peki neden gelemedi?

    Bir defa gece yürüyüşüne geç başlıyorlar ve daha önemlisi yollarını şaşırıyor, yanlış güzergahtan dolaşıyorlar. Başka daha önemli bir husus ise düşmana rastlayıp onunla çatışmaya girmeleridir. Yunanları darmaduman ediyorlar, ama bunun farkında değiller, karanlıkta bir şey görmüyorlar ki... Üstelik bu düşman birliği kim biliyor musunuz, bir gün önce asıl taarruz yiyen güçlerden geriye kalan iki buçuk tümen: 1. ve 7. tümenlerle 4. tümenin yarısı... Tabi bizimkiler savaştıklarının kimler olduğunu da bilmiyor. Biraz daha yüklenseler bu tümenleri o gece bitirecek, kalanlarını esir edecekler. Bunlar 30 Ağustos'ta Yunanların en fazla direnç gösteren birlikleridir, eğer 14. Tümendekiler bu durumu bilseler de yüklenmeye devam etseler savaşı iki gün önceden orada bitirebilirlerdi. Daha önce de söyledik, bu iş varsayımlarla ve 'eğer'lerle olacak iş değil; kaderin cilvesi, demek ki böyle olması gerekiyormuş....

    Bizim 14. Tümenin elinden kaçan Yunan birliklerinden birisi de 7. Yunan tümeni olması, dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Hani 25 Ağustos'ta Eğret'ten Balmahmut'a doğru kaydırılan ihtiyat tümeni... Eğret'teki kötülük nöbetini 13. Tümenden devralmışlardı. İkisi de 28 Ağustos'ta Fahrettin Paşa süvarisinin elinden kurtuldular, ama bu ancak iki gün sürdü, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesindeki akıbetlerinden kurtulamadılar. Tıpkı bir yıl önceki baskından tesadüfen kurtulanların Sakarya hezimetine maruz kalmaktan kendilerini alamadıkları gibi...


    *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.337-339.



12 Ağustos 2025

Baskın

   
     Kütahya-Eskişehir savaşlarında Yunanlar üstünlük kurunca Türk kuvvetleri Sakarya nehrinin doğusuna kadar çekilmek zorunda kalmışlar. O coşkuyla peşlerine düşen işgalciler de Ankara'yı alma hayaliyle ilerlemişler. Bu geri çekilmeyle kendini toparlamak için Türk ordusu büyük bir fırsat yakalamış; Mustafa Kemal Meclisin Başkomutanlık yetkisini üzerine almış, birlikler yeniden düzenlenmiş, askerin yaraları sarılmış. Yunanlar ise tam aksine bilmedikleri bu bozkır coğrafyasında açlık ve susuzluktan adeta kavrulmaya başlamışlar. 

    Sakarya savaşının henüz başlamadığı o günlerde Süvari Kolordusu da yeni oluşturularak başına Fahrettin Altay getirilmiş. Paşa'nın kitabını okumaya devam ediyoruz, Ağustos 1921, Polatlı civarı:

    Gece Katırlı'da iaşe ve sulamayı yaptıktan sonra tekrar Çal Dağı'nı tuttuk. Düşman da bize karşı kuvvetli bir yancı himayesinde doğuya doğru ilerlemesine devam etti 2. Tümenle irtibatımız kalmadı. Hemen yeni bir karar almak lazım geliyordu, derhal ordumuza doğru çekilmektense düşmanın geriden başka kuvvetlerinin gelip gelmediğini anlamak ve gerilerini izaç etmek için bir müddet daha buralarda kalmayı uygun buldum. Bu maksatla kuzeybatıya doğru sürdüğüm süvari alayı düşman ulaştırma kollarını vurmaya muvaffak olarak 200 deve, silah ve mühimmat ile eşya, esir ele geçirip döndü. Bu birlik geriden başka kuvvetlerin ilerlediğini görmemiş, yalnız. Uzunbeyli de büyük bir menzil noktası tesis edildiğini bildirdi.

    BASKIN

    Düşmanın bu menzil noktasına bir gece baskını yapmayı kurdum. Gideceğimiz yer her ne kadar (35 kilometre) uzak idiyse de bir gece sıkı yürüyüşle buraya varabileceğimizi hesaplamış ve ertesi sabah güneş doğmadan evvel bu noktaya yapılabilecek baskınla iyi bir sonuç alabileceğimi ümit etmiştim. Bu baskına katılacak elimdeki beş süvari alayının üç günlük yiyecek alarak yükte hafif hazırlanmasına; ağırlıkları, zayıflar ve arabalı telsizi Katırlı Güneyinde daha emin bir yere gönderilmesi ve akşama hareket emrini verdim.

    Güneş batarken orduya verilmek üzere raporumuzu telsiz istasyonuna bırakıp harekâta başladık. Mühim bir görev yapacağımız için bir hayli keyifli ve süratli bir şekilde ilerlemeye koyulduk. Ne yazık ki beni yavaş yavaş bir sıcaklık kapladı, biraz sonra at üzerinde duracak halim kalmadı, doktor bunun bir malarya (sıtma) nöbeti' olduğunu, ateş düşünceye kadar yatmak gerektiğini söyledi, ümidimin kırılması beni malarya nöbetinden çok daha fazla sarstı. Kumandayı 14. Tümen Komutanı YARBAY SUPHİ'ye bıraktım ve Kurmay Başkanım YARBAY BAKÎ'ye de (Emekli Korgeneral Baki Vandemir) kendisine yardım etmesini, behemahal gün doğmadan baskının yapılmasını sıkıca tenbih ederek yol üstündeki bir damda yatıp kalmaya mecbur oldum. Yanımda doktorla yaver birkaç emir atlısı kaldı, birlikler yollarına devam ettiler. 

    Bir müddet yattıktan sonra ateşim düştü ve hemen hareket ettim. Güneş doğmaya başladığı halde ileride hiçbir ses gelmiyordu. Aradan yarım saat geçtikten sonra ortalık iyice aydınlandı o zaman silah seslerini duymaya başladık ve Uzunbeyli'ye doğru ateş etmekte olan bataryamızın yanına gittim. Süvarilerimiz Uzunbeyli köyünü savunmakta olan düşmana karşı yaya muharebe yapmakta idiler ve iş baskın olmaktan çıkmıştı. Tümen komutanını bulup neden baskının yapılmadığını sorduğum vakit gece kılavuzların yolu şaşırdıklarını bu yüzden zamanında yetişemediklerini söyledi. Tayyareler uçuşmuş, köy taşlık sırtlar arasında bir dere içinde olduğundan düşman makinalı tüfekleri ile kolayca müdafaa ediliyormuş. Süvarilerimiz köye girmekte zorlukla karşılaşmışlar. Kendisine şu emri verdim:

    "— Taarruz şiddetlendirilecek ve bir an önce köye girilecektir.."

    Bu sırada köyün doğusunda yükselen toz bulutları yeni kuvvetlerin geldiğini gösterdi. Savaşın en kızıştığı bir anda süratle gelen iki süvarimiz de yeni bir ordu emri getirdi, bu emri bizim yola çıkmamızdan sonra telsiz istasyonumuz almış ve bize göndermiş bulunuyordu, emir şöyleydi:

    SAKARYA MEYDÂN MUHAREBESİNE İŞTİRAK ETMEK ÜZERE DERHAL VE SÜRATLE ORDU SOL YANINA GELİNİZ.

    Baskın kılavuzların yolu şaşırmaları yüzünden zamanında yapılmadığı için bu şekilde devam eden bir savaş sonucunda belki köy fazla zayiatla da olsa ele geçecekti, ama bu durumda da SAKARYA SAVAŞINA gecikilmiş olacaktı, alınan emir kesindi, yapmak mecburi idi. İşte bu sebeple MUHAREBEYİ KESİP GERİ DÖNDÜK...

    Sakarya muharebesini müteakip bu köye geldiğimizde köylülerden buranın bir menzil noktası olmadığını, YUNAN ORDUSUNUN BAŞKUMANDANLIK KARARGÂHI olduğunu ve bizim taarruzumuz sırasında Başkumandan PAPULAS ile Yunan PRENSİ'nin burada sıkışıp kaldıklarını, kendi muhafızları ile bize mukabele ettiklerini öğrendik. 

    Eğer bana sıtma nöbeti gelmeseydi, tümen yolu şaşırıp gecikmeseydi ve eğer o yaylı arabadaki DERME ÇATMA TELSİZİN güzel işleyeceği tutmasa da Sakarya cephesine yetişme emrini almasaydık, tutuştuğumuz muharebeyi başarıp kıymetli esirleri muhtemel ki ele geçirecektik.

    BUNUNLA BERABER KARŞIMIZDAKİ YERİN DÜŞMANIN BAŞKUMANDANLIK KARARGÂHI OLDUĞUNA DAİR KÜÇÜK BİR MALUMAT EDİNEBİLSEYDİK ŞÜPHESİZ Kİ TELSİZLE GELEN EMRİN TEHİRİ MESULİYETİNİ ÜZERİMİZE ALMAKTAN ÇEKİNMEZDİK... Ama ne yapalım ki talih böyle istemiş... Bunun üzerine Yunan Başkomutanı karargahını değiştirdi. *

    Neticede Sakarya zaferle sonuçlandı. Yunanlar Eskişehir-Afyon hattına çekilmek zorunda kaldı. Birliklerini, aralarında Eğret'in de bulunduğu mevkilere konuşlandırdılar. Zaten artçılarını bıraktıkları bu bölgeye bu sefer ihtiyat kolordusunu yerleştirdiler ve kış ile baharı orada geçirdiler.

    Fahrettin Paşa'nın 'Eğer...' kaydıyla değerlendirdiği olayın bir benzeri yaklaşık bir yıl sonra, 28 Ağustos 1922 gecesi yine onun birliklerince yaşanacak ve yine 'eğer...' şartıyla kaçan bir fırsattan bahsedilecektir...


    *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.301-303.


10 Ağustos 2025

Benzerini Bul

    
    Fahrettin Altay Paşa'yı biz İstiklal Savaşındaki kritik rolüyle biliriz. Hatta Büyük Taarruzda Süvari Kolordusunun başında bulunması ve taarruzun üçüncü gününde emrindeki birliklerin Eğret bölgesindeki kahramanlıklarıyla tanırız. 1924 yılında Üyük bağrına bir şehitlik yaptırarak her 28 Ağustos'ta burada Kurtuluş şenliği yapılmasına vesile olması ve çoğu şenliğe bizzat katılması ise  Anıtkayalıların kalbinde farklı bir yer edinmesini sağlamış. Bu yüzden 'On Yıl Savaş (1912-1922) Ve Sonrası' adlı kitabını tekrar okuyorum.

    Adından da anlaşıldığı gibi, bu kitapta özellikle askerlik hayatını anı-otobiyografi tarzında anlatmış Paşa... Daha bizim için önemli olan son kısımlara gelmedim, 1. Dünya Savaşı yıllarındaki ilginç bir bölümü aşağıda olduğu gibi alıntılıyorum. Çanakkale zaferinden sonra İstanbul'da Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı)nda masabaşı büro görevi vermişler. Tarih belirtilmiyor, ama 1916 sonları olmalıdır.

    Alman Mareşal şerefine Padişah tarafından verilecek olan bir ziyafet için de Başyaver SALİH PAŞA bana ziyafette kimlerin bulunacağını sordu, isimlerini bildirdiğim zevat arasında Zat İşleri Dairesi Başkam KURMAY YARBAY da yer almıştı. Başyaver şimdiye kadar padişah sofrasına yarbayların davet edilmediklerini söyleyince, ben de eskiden general olan daire başkanlarının bir kısmının şimdi yarbay olduğunu ve ziyafete rütbe itibari ile değil de makam itibari ile çağrılmış bulunduklarını izah ettim. Bu izahatım kabul edilerek davetnameler gönderilmişti ki, ertesi sabah bizim YARBAY elinde davetnamesi telaş içinde yanıma geldi ve bana:

    "— Bu davetnameyi akşam aldım, Halife-i Müslümin sofrasında bulunmak şerefi benim için nimettir bundan kendimi mahrum etmek istemem ancak ziyafet Alman Mareşal şerefine olduğu için onların nişanlarını takmak lâzım geliyor. Bana birinci sınıf DEMİR SALİP (HAÇ) nişanı verdiklerinden bunu takmam icab ederse de İTİKAT SAHİBİ olduğumdan bir HAÇI göğsüme nasıl takarım? Bütün gece uykum kaçtı, bir çıkar yol bulamadığım için size geldim..."

    "— Bu bir kanaat ve telâkki meselesidir. Hristiyanların mukaddes çarmıhı olarak düşünülemez, bir şekil olarak kabul edersiniz. Hem yemekte göreceksiniz ki o HAÇ NİŞANI Halife-i Müslimin'in boynunda da asılıdır, sonra biz bunu matematikte ARTI İŞARETİ olarak kullanmıyoruz...?"

    "— Efendim herkes kendi inancından sorumludur ben bunu yapamam.."

    "— O halde takmazsınız.."

    "— O zaman da nişanı yok, yeniden verelim derler ayıp olur."

    "— Yalnız kurdelesini taksanız..."

    "— Nizamsız hafiflik olur.." Ne desem YARBAY m inancını değiştiremiyordum. Aklıma bir şey geldi ve dedim ki:

    "— Madalya dört kollu değil mi? Bir kolunu kurdelanın içine gömersiniz, böylece görünüşte HAÇ şeklinden çıkmış olur..." Bir an durdu, düşündü ve:

    "— Çok teşekkür ederim..." diye sevinçle odadan çıktı gitti...

    Akşam o şekilde Saray a gelerek Halife i Müslimin'in sofrasında bulunmak şerefinden mahrum kalmamıştı. (Bu zat çok sofu, dindar, aynı zamanda çok çalışkan iyi ahlaklı doğru bir kişi olduğundan ENVER PAŞA kendisini severdi. İstiklal Mücadelesinde Ankara dan yine Zat İşleri Dairesi Başkanlığı yapmış, savaştan sonra general ve 7. Tümen komutanı olmuştu. Menemen'de Kubilây vakasını NAKŞİBENDİ tarikatı mensuplarının yaptığı anlaşılınca, kendisi de bu tarikata bağlı olduğu için Atatürk Harp Divanı'na verilmesini istemiş, ancak yapılan ricalarla bundan vazgeçerek emekliye ayrılmasını emretmişti.)*

    Son bölümde Altay Paşa parantez içindeki ifadelerle 14 yıl ileriye sıçrayarak kronolojinin dışına çıkıyor. Bir anlatım tekniği olarak sık sık başvurulan bir yöntemdir. Zaten zaman kavramının akışına yönelik de benzer bir tartışmayı bilim adamları söylüyorlar. Buna göre zaman, İlkokulda tarih şeritlerinde gösterildiği gibi doğrusal değil döngüseldir. Olaylar aynıyla değil ama benzerleri biçiminde tekrar eder durur. Geçmişte kalmış bir olayın benzerini bugün siz yaşayabilirsiniz.


    *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.117-118.



04 Ağustos 2025

Mustafa Kemal Paşa'nın Şartı Kabul Edilse...


    Şimdiye kadarki Milli Mücadele okumalarımda dikkatimden kaçmış bir husus, 1921 Londra Konferansı ve 1922 Paris görüşmeleri... İkincisi İstanbul Hükumetinin yanında TBMM hükumet temsilcilerinin de katılmış olması bakımından önemli. Yoksa toplantıdan bir sonuç alınamıyor.

    Müttefiklerin zora koşmasıyla bu katılım gerçekleşmiş, Ankara'nın gerçek muhatap olduğunu anlamışlar. Gerçi ancak 'özel davet' olursa katılım sağlayacaklarını söylüyor Ankara ve bu özel daveti de İtalya'ya yaptırıyorlar.

    Yunan tarafı ateşkes istiyor, çünkü 'Küçük Asya'da bunalmaya başlamış, lakin kuyruğu dik tutarak buradan ayrılmayı düşünüyor. Bu yüzden Sevr'in değişik bir versiyonunu barış diye imzalattırma amacında... Müttefikler ise gidişatı hissettikleri için daha yumuşak tekliflerle geliyorlar. Tekirdağ dışındaki Trakya'yı Yunanlara bırakma, İzmir'i Milletler Cemiyeti yönetimine bırakma, Boğazları uluslararası tarafsız ve silahsız yönetime devretme, 50 binlik Türk ordusu sayısını 85 bine çıkarma, Doğuda Ermenistan kurulması filan...

    Ankara barış görüşmelerine taraftar olmakla beraber Müttefiklerin şartlarını kabul edilemez buluyor ve kendi şartını öne sürüyor. Buna göre ateşkes yeterli değil Yunan tarafının işgal ettiği yerlerden çekilmesi temel şarttır. Ateşkes başladığından sonra 15 gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının batısına çekilmeli, dört ay sonunda da İzmir'i tamamen boşaltmış olmalıdır. Bu temel şarttan sonra diğer hususlar görüşülebilir.

    Tarafların ileri sürdüğü şartların hiç biri karşı taraflarca kabul edilmeyince görüşmeler sonuçsuz kalıyor. Burada önemli olan TBMM hükumetinin Müttefiklerce muhatap kabul edilmesidir.

    Paris'te yapılan görüşmeler ve daha sonraki Dışişleri Bakanları toplantısındaki müzakereler aynen Ankara'ya aktarılarak sorular, cevaplar, açıklamalar, şartlar, notalar derken haberleşmeler Nisan 1922 ortalarında cereyan ediyor. 

    Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önşartı dikkat çekicidir. Eğer bu şart kabul edilseydi Haziran başlarında Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının batısına Yunanlar çekilmiş olacaklardı. Yani daha bu tarihte Eğret köyünün de içinde bulunduğu bölge işgalden kurtarılacaktı. Eylül başında da işgal ettikleri son nokta olarak İzmir'i boşaltacaklardı. 

    Görüşmelerden bir netice elde edilemedi, yani Türk tarafının şartı dikkate alınmadı... Alınmadı da ne oldu peki? Herkes olduğu pozisyonda kaldı. Eğret'te işgal devam...

    Haziran ortalarında Mustafa Kemal Paşa taarruz hazırlıklarına başladı, ama bu düşüncesinden sadece Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Paşa'nın haberi vardı, çalışmalar büyük bir gizlilik içinde yürütüldü. Sonra süreci biliyorsunuz, 26 Ağustos'ta Büyük Taarruz, 29'unda Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının temizlenmesi ve 9 Eylül İzmir...

    Türk tarafının şartlarına göre ateşkes yapılsaydı, barış anlaşmasından 15 gün sonra Eğret boşaltılacak, dört ay sonra da, yani yine 9 Eylül gibi Yunanlar Anadolu'dan tamamen çekilmiş olacaklardı, ama onca kayıp yaşanmayacaktı.

    Tarihte 'şöyle olsaydı böyle olsaydı'nın yeri yok... Ne diyelim, 'öyle olacak da öyle olacak...'



01 Ağustos 2025

Kavağın Ucu, Dizinin Dibi

    
    Macurali dedem aslında bir kaç yaş daha büyük olmasına rağmen 1917 doğumlu diye yazdırılmış. Veyislerin odaya gelmiş memur, galiba Böbüdedenin Veyisoğlu Hasan Hüseyin muhtar imiş. Kendi yeğeni Ahmet (Varlı) ile Ali (Öncül) dedemi birlikte kaydettirmiş. Ahmet emminin 1917'de doğduğu doğruymuş, ama kimsesiz Macur çocuğu Ali de daha büyük olmasına rağmen 1333 (1917)li olarak yazdırılmış. 

    Daha o zamandan birlikte dolaşır, birlikte kaz güder, birlikte öteye beriye giderlermiş. Önce Arap Osman'da, daha sonra Aliye ninede evlatlık olan Macur Ali sürekli Veyisler ve Hacıların evlere yakınmış, ikisinin arkadaşlığında bu durum baş etken olabilir. Aynı mahalle, sokak delikanlıları... Ayrıca resmi akran olmaları sebebiyle bir de tertiplik durumları var; askerlikleri de aynı döneme denk gelmiş.

    Bununla beraber ikisinin hayata bakışı ve hayatla mücadelesi hususunda zerre benzerlik bulunmaz. Macurali dedemin yabancısı olduğu bir köyde her şeye sıfırdan başlayıp defalarca batıp çıkmasını, köyde ilk traktörü alan kişi de, finali arabaya eşek koşarak yapanın da kendisi olmasını; pazarcılık, yağcılık, bakkallık, ileşberlik gibi bir çok sahada girişimciliğini; ilk yıllarda yatacak yeri olmamasına rağmen son zamanlarında köyün sözü dinlenir ileri gelenlerinden biri hale gelmesini filan başka bir yazıda anlatacağım. Bütün bunlar olurken hiç boş durmadığı, ömrü boyunca sürekli koşturduğu onu tanıyanların malumudur. Fakat arkadaşı Ahmet emmi için 'Bu kelin hiç sırtı terlemedi' dediğini bir kaç kere duydum...

    İkisinin hayat yolculuğunda böyle bir farklılaşmaya işaret olabilecek bir olayın varlığı efsane gibi anlatılır. Bir kaç kere başka başka ağızlardan farklı rivayetler biçiminde dinlediğim bu hikaye, bir türlü aklıma net ve gerçek bir olay gibi yerleşmemiş. Hep sisler ve bulanıklıklar ülkesinde bir karartı gibi duruyor, anlat desen anlatamam... Belki de kendilerinden işitmediğim içindir...

    Bugün cumayı kahvenin önünde Hacapo (Abdullah Erdem) abi ile bekliyoruz. Daldan dala atlayarak konuşuyoruz, ama çoğunlukla Hacapo konuşuyor. Bunun böyle olmasını biraz da ben istiyorum. Sorularımla yönlendiriyor, dişe dokunur hikayeler devşirmeye çalışıyorum. Kendisi zaten konuşmaya teşne, dinlemeye hazır kulaklar bulmuşken anlatıyor. Dallanıp budaklansa da konunun merkezini dünya hayatının ibret alınacak noktaları oluşturuyor.

    Herkesin malumudur ki Hacı yüksek sesle konuşur. Bunu kulaklarının az işitmesine bağlıyor; ama hep böyleydi, fısıltısı mırıltısı yoktur, hep güm güm söyler. Sağdan soldan onun bu halinden şikayetçi olan çoktur, duymadığından emin bir şekilde onu ayıplarlar filan... Gerçekten de sağır olduğu için bunların hiç birini duymaz ve aldırış etmeden sözüne devam eder... İşte hali yine öyleydi, her zamanki gibi anlatıyordu, biz de ona uyduk umursamazca soruyoruz...

    Dedem ile Ahmet emminin meselesi aklıma geldi, tam yeriydi sordum. Önemli bir şey anlatmaya başlamadan önce oturduğu yerden kalkıp ayak değiştirir, yine öyle yaptı... Meğer bildiği bir konuymuş, olayın kahramanlarının ikisine de ayrı ayrı zamanlarda sorup konuşturmuş. Başladı onlardan dinlediğini anlatmaya...

    Bekiroğlu Mehmet dayının da bulunduğu bir gün odada dedeme sormuş. Macurali dedem de anlatmış. 1930'lu yıllar, daha askere gitmemişler... Bir gün iki arkadaş Hacıların odaya gitmişler... Şimdi yerinde Kuran Kursu bulunan bu oda o vakitler köyün en merkezi yerlerinden... Hacılar sülalesinin büyükleri oturuyor; ama bilen bilir, odalar herkese açıktır. Bununla beraber, anası Hacılardan olan Ahmet emminin uğrak yerlerinden biri burası olabilir. Her neyse, o gün iki arkadaş Hacıların odadalar...

    Çapıtçı Hafız diye bilinen Hacıların Süleyman Azbay da odada bulunuyormuş.  Dururken dedeme 'Ali eliñi uzat baken' diyor ve avucuna bakarak 'Hımmm, seniñ ekmek gavağıñ ucunda; durma çalış, durma çalış!' diyor... Sonra aynı şekilde Ahmet emminin eline bakıp 'Seniñ ekmek de diziñiñ dibinde, durma ye, durma ye!' diyor. Kelimesi kelimesine aynen böyle demiş... O vakitler hayatın anlamını tam bilmeyen bu gençler Hafız'ın sözlerine de pek mana verememişler. Onun garip hallerinden biri olduğunu düşünmüşler... Yıllar geçtikçe, dünya ile cebelleşip yukarıda biraz bahsettiğim batıp çıkmaları yaşadıkça dedem Çapıtçı Hafız'ın söylediklerinin harfi harfine karşılık bulduğunu görmüş. Kavağın tepesindeki ekmeğe her ulaştığında tepetaklak olup tekrar en aşağıdan tırmanmaya başlamış. Bu böyle sürüp gidiyormuş... 

    Hacı Apo, aynı olayı Ahmet Emmiye de sormuş. Cuma camisinde kolları sıvamış, abdest alacakmış galiba, dedemin anlattıklarını doğrulamış ve 'Hakgatden annım terlemedi, emme cebimde para heç eğsik olmadı.' demiş...

    Hacıların Çapıtçı Hafız Süleyman Azbay 1956'da vefat ettiğinde, yirmi yıl önce avuçlarına bakarak söylediklerini Macurali dedem ve Ahmet emmi yaşamaya başlamışlardı bile... Rızık, Ahmet Emmimin hep dizinin dibindeydi. Bu minval üzere yaşadı ve 86 yaşında huzur içinde vefat etti. Dedeme gelince... Onun ekmeği hep kavağın ucundaydı, ulaşmak için durmadan çalıştı. 2008'de doksan küsur yaşındayken vefat ettiği gün, ağaç gövdesi kırdığını görenler var...

    Hacapo sözünü bitirdiğinde, sesinden rahatsız olanlardan hiç kimse kalmamıştı. Biz bizeydik. Zaten ezana bir kaç dakika kalmıştı. Kalktık...



26 Temmuz 2025

İtlerinize Sahip Olun!


    Daha önce bahsettiğim toplu dilekçe olayı hatırlanacaktır. 1921 yılında işgal edilen Eğret bölgesi köylerinin muhtar ve imamları işgalcilerin zulmünden bizar olarak İzmir Yüksek Komiserliği Afyonkarahisar temsilciliğine başvuruyorlardı. Dilekçede ot, saman gibi bütün yemlere el konulduğundan çifte koşacak hayvanların yiygisi kalmadığını, bütün deneye el konulduğundan halkın kışı çıkaramayacak hale geldiğini, hatta kendilerine tohum bile bırakılmadığını, çift hayvanlarının sürekli alıp alıp götürüldüğü için tarlalarını süremediklerini, ileşberlikten başka iş bilmeyen yöre insanının ölüme terk edildiği vb. şikayetlere yer vermişler. 

    Bunları Esra Özsüer'in yeni çıkan Megali İdea adlı kitabından öğrendik. Ancak kitapta belgelerin tamamına yer verilmediği için başka ayrıntılar hakkında beklemeyi tercih etmiştik. Nihayet Selami Kurt Bey asıl belgelere ulaşmış. Eski Türkçe dilekçe ve Yunanca üst yazıdan oluşuyor evrak... Dilekçeyi çözümleyip bana gönderme nezaketinde bulundu sağolsun. Artık daha yeni ve kesin bilgilere sahibiz.

    Çözümlenen belge sayesinde toplu dilekçeye imza veren köyler netleşti. Bunlar Eğret, Olucak, Cumalı, Susuzosmaniye ve Osmanköy'dür. Gerçi eskinin imzası anlamına gelen mühürlerdeki isimler belgeden okunamıyor, bu yüzden o dönem köy muhtarı ve imamlarının belirlenmesi çok zor. Bununla beraber Susuzosmaniye yetkilisi Hacı Ahmet oğlu Hacı Ahmet, Olucak muhtarı da Çerkes Mustafa olarak okunmuş. Bu, Yenice ve Olucak köylerinin idari olarak birlikte hareket ettiklerine işaret kabul edilebilir mi acaba?

    Beş muhtar ve imamın Türkçe dilekçeleri Afyonkarahisar mutasarrıfınca Yunan Yüksek Komiserliği Afyon temsilcisine havale edilmiş, muhatap onlar çünkü. Temsilci de dilekçeyi olduğu gibi Yunanca'ya çevirip bir üstyazı ile İzmir'e göndermiş. Bizim dilekçe böylece 3 sayfalık resmi evrağa dönüşüvermiş. Yalnız mühürlerden bizim okuyamadığımız isimleri Yunanlar okuyarak tercüme dilekçeye eklemişler. İşte oradan Eğret muhtarının adını Omar/Ömer olarak okumuş gibiyim. O dönem muhtarın Daldalların Ömer Çavuş olduğunu bildiğim için bana öyle gelmiş olabilir. Yine de bu durum, Yunanca'ya vakıf biri tarafından dilekçedeki isimlerin çok rahat okunabileceği konusunda bize bir fikir verdi.

    Bizim için asıl yenilik dilekçenin ikinci bölümü oldu. Esra Hanımın ne konferanslarında ne de kitabında bahsettiği bu bölümün varlığından ancak orijinal belgeler sayesinde haberdar olduk. Dilekçe paragrafının sonunu oluşturan o ifadeler şöyle:

    "... karyelerimiz şimendüfer hattı güzergahında bulunması hasebiyle askerlerden firar edenler gelüb bir takım işkence ve iz’âc etmekde olduklarından bu hususda dahi muhafaza emrinde oralara bir karakol ikamesi hususunun lazım gelen makamlara emir buyurulmasını arz ve istid’â ideriz. Olbâbda emr ü fermân hazret-i men lehu’l-emrindir."

    Kitabın yazarı ele aldığı işgalcilerin köylülerin malına el koyması hususuna odaklandığı için dilekçenin yalnız o kısmını incelemiş. Bu yüzden diğer konu içerikli ikinci kısmı dikkate almamış olması normaldir. Oradaki husus asker kaçaklarının köylülere ettiği eziyetler olup en az öncekiler kadar mühimdir. 

    İlk zamanlarda Türk ordusunda da asker kaçakları ve onların oluşturduğu çeteleşme faaliyetleri yaygındı. Takrir-i Sükun kanunu ve düzenli ordu kurulmasıyla büyük ölçüde bunun önüne geçilip düzen ve disiplin sağlandı. İşgalci Yunan ordusunda asker kaçakları daha fazla yaşandı. Özellikle Sakarya savaşı sırasında başgösteren açlık ve susuzluk bunu artıran en önemli etkendi. Daha sonraki geri çekildikleri yerlerde de durum pek farklı olmadı. Bilindiği gibi Eğret'te de bütün hayvanlara el konulmuş, düzenli olarak iaşede kullanılmıştı. Hazıra dağ dayanmaz, onlar da bitti... Askerlerin kokmuş balık konservesi yemekten bıktığı ve çoğu zaman bunları çöpe attıkları anlatılıyor. Bütün bunlar ve uzun süren askerlik nedeniyle Yunanlar da askerden kaçmaya başlamışlar, kendileri veya Rumlarla oluşturdukları çeteler olarak askeri disiplinden uzaklaşıp gasp ve yağmaya girişmişler. 

    Afyonkarahisar-Kütahya demiryolu hattına yakın olması sebebiyle firarların yaşandığı önemli bir bölgeymiş buralar. Askeri nakiller genellikle trenle yapıldığından, vagondan atlayarak firar etme çok yaygınmış çünkü... İşte firari Yunan askerleri, işgalci birliklerden daha disiplinsiz hareket ediyorlar. Denk getirdikleri yerde hayvanları ve halkın diğer varlığını gasp ediyorlar. Bunun için her türlü işkence ve zulmü yapmaktan çekinmiyorlar. Zaten köylünün bir şeyi kalmamış, ama kümesindeki tavuğu bile gözlerinin önünde boğazlamaktan çekinmiyorlar. Bir firarinin çiğ çiğ tavuk yediğini anlatıyorlar... 

    Tabi bu gasp olayları neyse de, bir sürü tacizler filan da var... İşte beş köyün muhtar ve imamları dilekçenin ikinci bölümünde bu hususu gündeme getiriyorlar. Kaçakların halka eziyetlerinden dem vurarak bölgeye karakol benzeri bir merkez kurulmasını istiyorlar. Aslında kibarca 'İtlerinize sahip çıkın!' diyorlar...

    Dilekçede belirtilen bu hususların akıbeti ne olduğu bilinmiyor. Yalnız Türk köylülerinin bu şikayetlerini İzmir'deki Yunan Yüksek Başkomiserliği Atina'ya akıllıca tavsiyelerle bildirmiş. Yüksek Başkomiser Steryadis'in bu konulardaki genel tutumu da ayrıca incelenmeye değer, bir ara yazarız. Selami Kurt Hocanın dediği gibi, bu belgelerden daha çok yazı çıkar.



18 Temmuz 2025

Yıl 1902, Eğret'in İlk Fotoğrafı


    Hasan Özpınar Bey'in 'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar' adlı kitabından Eğret ayrıntılarının izini sürüyoruz. Daha önce bahsetmiştim, 20. yüzyıl başlarında hizmete giren Hicaz Demiryolu projesine kadar gezginler karayoluna mecburdu ve İstanbul yolcuları genellikle Eğret'ten geçmek zorundaydı. Bu yüzden o zamana kadarki seyyahlar bizim köyden, ama az ama çok mutlaka bahsetmişler. İşte takip ettiğimiz o gezginlerin notlarıdır...

    Kitapta Eğret'ten bahseden son gezgin olarak Alfred Philipson yer alıyor. 1902 yılına ait notların sahibi olan bu Alman gezginden sonrakiler demiryolunu tercih ettiği için Eğret'i görmemişler. Hasan Bey Philipson sunumunu şöyle yapmış:

    "1864-1953 ylları arasında yaşayan Alman Bilim adamı Alfred Philipson 1902 yılında yaptığı Türkiye gezisinde Kütahya üzerinden karayolunu takip ederek Afyonkarahisar'a gelir. Yolda Eğret (Anıtkaya) Köyü'ne dair küçük bir bilgi verir ve Afyonkarahisar izlenimlerine geçer." *

    'Eğret köyüne dair küçük bilgi'yi merak ederek devam ediyoruz, ama yok; yazar o bölümü kitabına almamış. Yeni baskıda o kısmı ve Eğret'e dair daha yeni bilgileri bulacağımızı ümit edip asıl konuya geçelim.

    Eğret köyüne dair küçük bilgi yok, ama ondan çok daha değerli olarak Philipson'un köyde çektiği bir fotoğrafı koymuş Hasan Bey. Eğret köyünün, şimdiye kadarki en eski fotoğrafını bizlere sunduğu için kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır. 

    Madem elimizde bir metin yok, onun yerine bir fotoğraf var; öyleyse biz de o fotoğrafı yorumlayalım...

    Ben o günleri hatırlıyorum, yarım asır kadar önce Anıtkaya sokaklarına girince böyle manzaralarla karşılaşabilirdiniz. Garaörtü dediğimiz çorak dambeşli evler tam da böyleydi ve çoğunluk ev, dam, samanlıklar garaörtüydü. Sanırım bu tip evler asırlarca varlığını sürdürmüş, bundan önce gördüğümüz gezginler hep buna dikkat çektiği hatırlanacaktır.

    Galiba Gocacami inşaatına kadar kiremit çatılı bina yoktu. Tek kırım veya çift kırım samanlık filan yapılsa da yine çorakla sıvanıyordu, belki vakitler dambeş sıvama bile yoktu, çorak saçıp loğ taşıyla yurguluyorlardı. Gocacami'nin kiremit çatıda ilk olduğunu düşünüyorum ve fotoğraf tarihine göre Gocacami'ye daha 5-10 yıl var...

    İleride sağda çift kırım bir meydan ambarı kendini gösteriyor. Bunlardan köyde çok vardı. Hepsinin de yapısı, tipi böyleydi; çatıları tahtadandı, sonradan kiremit döşendi.

    Evlerin duvarları taş, kerpiç ve çamurdan örülüyor, bu yüzden düzgünlük sağlanamıyor. Harabe halindeki kalıntılardan hala bunu gözlemleyebilirsiniz, bak o zamanlarda da aynı... Duvara kondurulmuş pencerelerde cam var mıydı acaba, pek anlaşılmıyor. Gocagapıların üstünde saçak olanı da var, çıplağı da...

    En dikkat çekici husus da sanırım dambeşlerdeki otluklar. Şu karede sekiz otluk saydım. Bundan çayırların çokluğunu, otun saman kadar önemli bir kışlık hayvan yemi olarak görüldüğünü ve belki koyunculuğun yaygın olduğunu çıkarabiliriz.

    Yine fotoğrafta üç yetişkin, üç de çocuk görülüyor. Entarili çocukların önde olanı erkek gibi... Uzaktaki büyüklerin giysileri hakkında konuşacak kadar fotoğraf net değil. Hemen yakındaki at veya katırın sırtında semer bulunduğu anlaşılıyor ama... Muhtemelen kafiledekilerden birinin, belki de Philipson'un atı, bağlamışlar çeşme gibi bir yerin ardında gölgeleniyor...

    Gölge dedim de... Belki en büyük ipucumuz fotoğraf çekim zamanına yönelik ve bunu bize sağlayan gölgeler... Uzun gölgelere bakarsan fotoğrafın kuşluk vakti yahut akşama doğru çekildiğini anlarsın. O zaman gördüğümüz evler kuzey-güney ekseninde sıralandığı sonucuna varırız ve gölge ayrıntısından yön tayini de yapmış oluruz.

    Bütün bunlardan sonra bazıları bu fotoğrafın şimdi kahvelerin önü dediğimiz yeri gösterdiğini söylüyor. Başka fikirleri olanlar da var. Bu husus tartışılabilir. Hem belki kitabın yeni baskısında Hasan Bey yeni bilgi ve başka fotoğraflarla gelir karşımıza, tartışacak yeni şeylerimiz olur...


*Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.207



17 Temmuz 2025

Eğret 1813... Zalım Paşa...


    John Macdonald Kinneir İskoçyalı bir subay. Britanya ordusunda Hindistan'da görevli... Dört beş yıl İran Şahına danışmanlık yaptığı sırada coğrafya, seyahat, keşif gibi şeylere merak salmış ve gördüklerini not etmiş. 1813'te memleketine dönmek için batıya doğru Anadolu, Avrupa güzergahını kullanmış ve dolayısıyla Eğret'ten geçmiş.

    "Buradan ayrıldıktan sonra ilk geceyi Karahisar'a on sekiz kilometre kuzeybatıda Eğret adlı küçük bir köyde geçirdim. Akarçay'ın üzerinden ovada üç defa geçtim, önce şehrin hemen sonunda, sonra üçüncü ve sekizinci milde. Köylüler akşam benimle bir sigara içmek için geldiler ve hepsi de paşanın zulmünden şikâyetçi ve niyetlerinin baharda hep birlikte burayı terk edip başka bir ile göç etmek olduğunu söylüyorlar. 
    Buradan Altıntaş, Kütahya istikametinde yola devam ettik." *

    Batılı gezginlerin ölçü birimlerini bugünküleri nazara alarak düşünmemeliyiz. Onun 18 dediği mildir. Günümüz uzaklık ölçüsüne çevirdiğinizde aşağı yukarı 30 kilometreyi bulursunuz. Zaten köyün adını da açık açık zikretmeyip 'Egar' gibi bir şeyler yazmış, Hasan Bey isabetli bir yorumla bunu Eğret kabul etmiş.

    Evet, Karahisar'a yön ve mesafe tuttuğuna göre bahsedilen yer Eğret köyüdür. Allah var, Kinneir kendinden önceki gezginler gibi küçümser ifadeler kullanmıyor; derme çatma kulübeler demiyor, bakımsız demiyor, mezra demiyor. 'Eğret adlı küçük bir köy' diyor ki, bu kabul edilebilir bir tanımlama. Çünkü büyüklük küçüklük izafidir, kişiden kişiye değişir, ayrıca o vakitler Eğret'in küçük olması bize göre de gayet normal...

    Bir anlatım tekniği olarak Eğret'ten bahsettikten sonra, geriye dönüp oraya ulaşana kadar Akarçay'dan üç kere geçtiğini yazmış. Akarçay'ın kıvrımlarını düşünürsek, dosdoğru bir rotada bu geçişler de normaldir; ama kronolojik sıralamanın dışına çıkarak bunun belirtilmesi bir derenin zarifçe bükülmesini andırıyor... 

    Yazarın üslubuna uyarak biz de Eğret'e dönelim. Afyon'dan ayrıldıktan sonraki ilk geceyi Eğret'te geçirdiğini söylemiş. Bu önemli bir ayrıntı... Bununla beraber konaklamanın nerede yapıldığına dair bilgi yok; Eğret kervansarayında da olabilir, odaların birinde de... İkisi için de geçerli olacak mantık yürütülebilir. Bir defa bu adam henüz otuz yaşlarında, ama Şah'ın danışmanı, ileride elçi bile olacak. Önemli biri yani, bu yüzden kervansarayda kalmış olsa gerektir... 

    Fakat akşam Eğretliler toplanıp buna gece oturmasına geliyorlar. Bu tipik bir Eğret köyodası uygulamasıdır. Odada konaklayacak misafir varsa mahalledeki evlerin her birinden yemek gelir, hep birlikte akşam yemeği odada yenir. Sonrasında misafirin uykusu gelene kadar sohbet edilir. John Macdonald Kinneir'in köylüler yanıma geldi dediği hususun aslı bu olabilir.

    Ayrıca Kinneir'in 'köylüler benimle bir sigara içmek için geldiler' ifadesi de sıcak ve samimi görünüyor. Sigara da kahve gibi muhabbet etmenin yan unsuru kabul edilir. 'Yak bakam!.. Yak bakam!..' derken muhabbet koyulaşır.

    O zamanın popüler konusu Paşa'dan şikayet... Zulümleri köylünün canına tak etmiş, hatta kış çıkınca hep beraber köyü terk edeceklerini söylemişler... Nereye gideceklerdi acaba, belki o paşanın hükmünün geçmediği bir vilayete...

    Paşa'dan şikayet Eğretlilere mahsus olsa vergi toplayan ağa veya voyvodanın kastedildiğini düşünebilirdik. Fakat yazar Afyon'un merkezi ve başka yerlerini anlatırken de sık sık halkın Paşa'dan şikayetçi olduğunu belirtiyor. O halde Karahisar'ın geneli için geçerli bir durum... 

    1813 yılında Sülüm camisini de yaptıran Vali Hacı Mehmet Paşa mı kastediliyordu acaba? Paşa ünvanının sivil kişilere de verildiği ve her yerde çok sayıda paşanın bulunduğu o yıllarda belli bir kişinin günahını almak istemeyiz. Yazar isim vermemişse, bizim de araştırmamıza gerek yok...

    Eğretliler iki asır önce de böyleymiş; bol bol şikayet... Problem çözmeye yönelik adım atmaya gelince yan çiz, misal hep birlikte başka bir ile göç et... Gerçi onu bile yapamamışlardır...


     *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.35



16 Temmuz 2025

Eğret 1803... Mezra


    Zamanın Mekke Şerifi, Vehhabi tehlikesi hakkında Padişaha rapor sunmak için yola çıkmıştır. Yanında bulunan Fransız yazar Domingo Badia Leyblich geçtiği yerler hakkında notlar alır, gravürler çizer. Yıl 1803'tür ve tabi ki Eğret, İstanbul yolu üstündedir.

    "Sabah 8,5 gibi şehirden ayrıldık. Kente uzak olmayan bir dereden geçtikten sonra, tepeyi tırmanmaya başladık. Bu yolu saat 10,5’a kadar takip ettim; orada küçük bir mezra ile karşılaştım. Saat on iki buçukta, yardımcım Osman köy adında başka bir mezrada durdu ve beni güzel bir yerde konaklattı. Daha önce kötü bir yerde konaklatmıştı ve ben buna çok kızarak öfkeyle onu tehdit etmiştim. Eğer bir daha böyle davranırsan kılıcımla kafanı uçururum demiştim. Diğer Tatarlar bunun üzerine yanıma gelerek beni sakinleştirmişler ve bana hak vermişlerdi. Şimdiki durum bu sebepledir.
    Buradan Altıntaş, Kütahya istikametine doğru devam ettik." *

    Eğret köyünün de bulunduğu bölge için öncekilere nazaran daha geniş bir paragraf yazılmış olması bizi yanıltmasın. Burada köyün adı bile geçmiyor, yazılanlardan hareketle ve bölgeyi de bildiğimiz için böyle bir çıkarımda bulunuyor, tam bu esnada yolcuların Eğret'ten geçtiğini düşünüyoruz.

    Afyon'dan sabah ayrılıyorlar. Şehirden çok uzaklaşmadan bir dereyi geçip gayet yüksek bir tepeyi tırmanıyorlar. Biraz düşünelim, dereden geçtiklerini ve bir tepeyi tırmandıklarını aynı cümle içinde söylüyor yazar. Bunlar yolculuğun belirtilmesi gereken ayrıntıları olarak görülmüş demek. O halde dere ve tepe birbirine yakındır. Hemen aklımıza Araplı deresi şimdiki Bayramgazi rampası gelmelidir. O vakitler yol tam olarak şimdiki yerinden geçmiyor olabilir, ama nereden geçerse geçsin o tepeleri aşmak zorunda...

    Tırmanma işi bittikten sonra aynı yol üstünde saat 10.30'a kadar devam ediyorlar. Afyon'dan da saat 8.30 gibi çıkmışlardı, yani iki saat gittikten sonra karşılarına bir mezra çıkıyor. Evet, tam da böyle çevrilmiş, 'mezra' demişler... Afyon'dan iki saatte vardıkları ve Leyplich'in mezra dediği yer Eğret köyüdür...

    Onun gözüne mezra gibi görünen Eğret'in, asırlardır Afyon'un en fazla vergi ödeyen köyü olduğunu Leyplich nereden bilsin. O gördüğünü yazıyor. Gördükleri de önceki gezginlerin gördüğünden farklı değil; kerpiç duvarlı, çorak dambeşli 'derme çatma kulübeler' ve 'bakımsız bir köy'; böyle bir yerin mezra diye nitelenmesi de gayet doğaldır...

    Yolcu katarının Eğret'te bir saat kadar mola verdikleri anlaşılıyor. Bu sırada köylülerle sohbet etmiş olmalıdırlar. Lakin ettilerse bile bu sohbet aracılar vasıtasıyla yapılmıştır. Çünkü ne Mekke Şerifi ne de Leyblich Türkçe bilmiyorlar...

    Peki Eğret'te mola verdiklerini nereden çıkarıyoruz? Osmanköy'e iki saatte varmalarından... Afyon'dan Eğret'e iki saatte ulaşan bir yolcu katarı, Eğret'ten Osmanköy'e bir saat veya daha az bir sürede varmalıdır. Çünkü mesafe daha kısa, yol daha düz... Şu durumda kayıp bir saat var, onu da Eğret'te geçirmiş olmalılar...

    Osmanköy'de ise daha uzun bir süre kalmışlar. Konaklamadılarsa bile epeyce dinlendikleri anlaşılıyor. Hatta orada kaldıkları yerden çok memnun olmuş Leyblich, bunu açıkça dile getiriyor ve memnuniyetinin sebebini çok ilginç bir hikayeye dayandırıyor. Meğer rehberi bunu yolculuğunun önceki döneminde çok kötü bir yerde konaklatmışmış. O kadar kızmış ki 'Bir daha beni böyle kötü bir yere yerleştirirsen seni gebertirim!' diye tehdit etmiş. Hatta gürültüye koşan tatarlar onu elinden zor kurtarmışlar. Böyle bir geçmişi olduğundan Osmanköy'deki oda çok hoşuna gitmiş.

    Bu kötü hatıranın Eğret'te yaşandığı zannedilmesin, çünkü yazar daha uzak bir geçmişten bahsediyor; oysa Eğret'ten bir saat önce ayrılmışlardı. Ayrıca Osmanköy ile Eğret karşılaştırılıyor da değil. Afyon'dan yola çıkalı henüz iki saat geçmişken Eğret'te konaklamak/gecelemek doğru olmazdı. Bununla beraber kafilenin asıl yolcusu Abbasi soyundan gelen Mekke Şerifidir, büyük ihtimal öğle ve ikindi namazını bir sonraki durak olan Osmanköy'de kılacak şekilde planlamışlardı. Leyblich'in memnuniyetine asıl sebep, köylülerin Şerif'e hürmeti olabilir...

    Her gezginin karakteri, bakış açısı, ilgileri, yaşadığı dönem veya seyahat esnasında özel durumların yaşadıklarına ve yazdıklarına yansıdığı şüphe götürmez. Aynı yoldan, ama bu sefer ters istikametten geçerken bir gezginin Osmanköy hakkında kullandığı kötü ifadeleri hatırlıyorum. Sebep de oralı bir köylünün kendilerine ateş açması idi...

    1803 yılında Eğret'te bir parça duraklayan Leyblich'in köyün adını anmadan 'mezra' diye söz etmesi de özel bir duruma bağlı olabilir...


    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.32



15 Temmuz 2025

Bakımsız Eğret 1798


    Doğa bilimleri alanında araştırmalar yapmak üzere yola çıkan Fransız bilim adamı Guillaume Antoine Olivier, yıllarca sürecek gezisinin son dönemini Anadolu'da geçirir. Kıbrıs'tan Anadolu'ya Antalya üzerinden geçer ve yolu üzerindeki gözlemlerini not eder. Afyon'dan ayrılıp Kütahya üzerinden İstanbul'da gezisini bitirecektir. Doğal olarak Eğret onun güzergahında bulunuyor...

    "8 Ekim'de Karahisar'ı terk ettik ve düzensiz bir alanda 5 saat boyunca yürüyerek bakımsız bir köy olan Eyret'e geldik. Ayın 9'unda aynı düzlükte dört saat daha gittik, Altıntaş adında oldukça kayda değer bir köyden geçtik." *

    Görüldüğü üzere çok kısa bir not... Gezginin tarzı da böyle, çok az durduğu Afyon hakkındaki notları da kısa... Bununla beraber görme imkanımız olmayan orijinal notları daha geniş olabilir. Öyle bir durum varsa ve eğer Hasan Özpınar kitabın ikinci baskısında bunlara yer verirse görebiliriz. Şimdilik yukarıya alıntıladığım iki cümle ile yetineceğiz.

    Yolculuk kış bastırmadan sonbaharda, 8 Ekim'de gerçekleşiyor, bu yüzden sürekli kullanılan kervan yolunun kapanma tehlikesi bulunmadığından orası tercih edilmiş. Bildiğimiz güzergahtan giriliyor köye... Eski harmanların kış bastırana kadar sürdüğü düşünüldüğünde Eğretlilerin o günlerde harmanda olduğu unutulmamalıdır. İşte gezgin, böyle bir harman vakti köye gelmiş. Yolculuk 5 saat... Yirminci yüzyılda bile yayan gidişler olurmuş Afyon'a ve süre aynı, 5 saat... Mösyö Oliver'in yayan geldiğine ihtimal vermiyoruz, ama yaya yavaşlığında imişler. Belki de bu esnada bitki örtüsünü incelediği için bu kadar yavaş ilerliyordur...

    Eğret için kullandığı sıfat çok ilginç; 'bakımsız'... Bakımsız köy denmesine sebep, çorak dambeşli evler olduğunu düşünüyorum. O sırada Anadolu'daki başka köyler de aynıydı, binalar aşağı yukarı kerpiç duvar, çorak dambeş biçimindeydi. Duvarlar kaba çamurla sıvanırsa sıvanır, daha ötesi bilinmezdi. Burada Eğret'e bakımsız derken başka köylerle karşılaştırılıyor değil, tipik bir Anadolu köyü gibi görüldüğünü düşünüyorum...

    Bu gezginden yaklaşık 30 yıl önce Eğret'e gelen bir başkası da benzer ifadeler kullanmıştı. Dandır tarafından köye girip 'derme çatma kulübeler' görmüş ve sağda solda antik çağ binalarından kalma beyaz mermer parçalarını da kaydetmişti. O mermer parçalarının bir kısmı da büyük ihtimal çorak dambeşlerdeki yurgular idi...

    Otuz yıl arayla iki farklı yoldan giren gezginlerin aynı şeye dikkat çekmesi de garip. Eğret evlerini biri derme çatma kulübe diye nitelerken, diğeri onların oluşturduğu köyün bakımsızlığını öne çıkarıyor. 18. yüzyıl Eğret'ini tasavvur edebilmemiz için bunlar ipucu olabilir...

    Ertesi gün, 9 Ekim'de tekrar yola revan olduklarına göre o gece Eğret'te kalmışlar. Kervansaray'da mı, yoksa odalarda mı konakladıklarına dair bir ayrıntı yok. Eğer odalarda kaldılarsa, Mösyö Oliver ev ve odalarımızı içeriden gözlemleme imkanını da bulmuş olabilir. O vakit 'bakımsız' kelimesi biraz daha somutlaşmış olur...

    Eğret'ten ayrıldıktan sonra düz ovada dört saat daha gidip Altıntaş'a varmışlar. Orada eğlenmemişler, ama 'dikkate değer' diye nitelediğine göre Altıntaş'ı beğenmişe benziyor.


    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.25





14 Temmuz 2025

Egret 1767

     
    Geçenlerde Uluyol mevkiini tanıtırken Hasan Özpınar'ın 'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar' kitabından bir paragraf alıntılamıştım:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi."

    İpekyolu'nun sadece bir bölümü olan Afyon-Eğret arasındaki kısımla ilgili bu alıntı üzerine yeterince yorum yaptık. Yalnız paragrafın devamı vardı, konuyla pek alakalı olmadığı için oraya almamıştım. İşte o paragrafın kalan kısmı:

    "... Anadolu’daki yolculuğumda sık sık kötü hava koşullarıyla karşılaştım. Kimi zaman yağmur, kar veya don... Ancak ilk kez kervanımız dolambaçlı yollardan gitmek zorunda kaldı. Karahisar'dan Kütahya’ya gittiğimiz bu dolambaçlı yolda gördüğümüz en tuhaf şey 3 tane kaplıca (hamam) oldu. Burada muhtemelen eski zamanların görkemli binalarından kalmış olan dağınık bir halde çok sayıda beyaz mermer kalıntısı ve derme çatma kulübeler vardı." *

    Alman gezgin Carlsten Niebuhrs'tan nakledilen yukarıdaki ifadelerde 18. yy'da maceralı bir Afyon-Eğret yolculuğu anlatılıyor. Kış aylarında kapanan Araplı geçidi nedeniyle Gazlıgöl üzerinden giderek yolu uzatmak zorunda kalıyorlar. Epeyce meşakkatli bu yolculuğu değerlendiriyor yazar... Yolu uzatmak artı 7 saate patlamış, ilk şikayeti bu zaman kaybından...

    Devamında bunca yıldır Anadolu'yu gezerim, çok zorluklar çektim, çok kötü hava şartlarıyla karşılaştım, ama ilk defa yolumuzu değiştirmek zorunda kaldım, diyor. Burada gezginin biraz abarttığını söylemek lazım. Çünkü onun Anadolu gezisi daha çok Ege ağırlıklıdır ve bu bölgenin en sert iklimi Afyon bölgesinde hüküm sürer. Sen kalkmış karakışın tam göbeğinde yola çıkmışsın, ne bekliyorsun ki...

    Kayda değer bulunan bir ayrıntı da bu meşakkatli yolculuk sırasında 3 kaplıca görülmüş olması... Gezgin bunların isimlerini yazmamış, ama Hasan Bey'in yorumuna göre bunlar Ömer, Gecek ve Gazlıgöl kaplıcalarıdır... Bu bilgiye göre Eğret'e doğru yola çıkıldı, Ömer ve Gecek kaplıcaları geçilip Araplı boğazına girildiğinde vaziyetin vahim olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine geri dönüp Çorca/Fethibey üzerinden Gazlıgöl'e ulaştılar ve oradan Dandır-Eğret'e yöneldiler... Burada gezgin, başına gelenlerden (muhtemelen Ermeni) rehberini sorumlu tutmalıydı. Zira bu mevsimde Araplı'dan geçmenin mümkün olmadığını bilmek için rehber olmaya bile gerek yok...

    Paragrafın son cümlesi çok önemli... "Burada muhtemelen eski zamanların görkemli binalarından kalmış olan dağınık bir halde çok sayıda beyaz mermer kalıntısı ve derme çatma kulübeler vardı." Bu cümlede bir an Gazlıgöl'den bahsedildiği gibi bir yanılsamaya düşebilirsiniz. Ancak paragraf bir bütün olarak okunduğunda Eğret'ten söz edildiği çok açıktır. 

    Söz konusu Eğret ise ve köyü anlatan bir gezgin bilim adamı ise, dikkatini çeken ilk şey kervansaray olmalıydı. Ama Niebuhrs'e göre önemli olan kervansaray değil, antik kalıntılar ve garaörtü Eğret evleri... Şüphesiz bunda köye ipekyolundan değil Kapıyeri'nden girmiş olmasının etkisi vardır. Normal güzergahtan gelebilseydi karşısına kervansaray çıkacaktı, oysa şimdi 'derme çatma kulübe' dediği dambeşlerle karşılaştı...

    Eski dönemlerin muhteşem mimari kalıntıları olan mermer parçaları ayrıntısı da çok önemlidir. Şimdilerde eski mezarlıkta, kervansarayda, bazı çeşme gövdelerinde devşirme malzeme olarak karşımıza çıkan antik kalıntılar 1767 yılında çok daha fazlaymış. Üstelik kırda bayırda değil, köy içinde...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20



13 Temmuz 2025

Tığlılar ve 'Harman Yelinen Düğün Elinen'


    Hazır milletin harmanı başlamışken, uzun zamandır ertelediğim yazının vakti geldi diye düşündüm. Başlıktaki sülale adıyla harman arasında ilgi kurmaya çalışanların biraz sabretmesi gerekecek.

    Hikayenin zamanı 19. yüzyıl ortaları. Bununla beraber kesin tarihini söylemek zor, çünkü tamamen sözlü aktarımlara dayanıyor. Türkmenoğlu Mehmet ve ailesi Anadolu'nun doğusundan, Van taraflarından yollara düşüyorlar. Nereye gideceklerini belirlemişler miydi, orası meçhul. Yalnız bir kaç noktada durakladıktan sonra Afyon bölgesinde tamamen duruyorlar. Ana baba Türkmenoğlu Mehmet ve Emine hanımın akıbeti bilinmezken, çocukların dördü dört bir yana dağılıyor; Afyon, Karacaören, Paşaköy ve Eğret... Eğret'in kısmetine düşen Türkmenoğlu Osman bizim hikayemizin baş kişisi...

    Eğret'te Gırhasanlara bekar durmuş Kürt Osman... Her ne kadar resmi kayıtlara Türkmenoğlu diye işlense de Eğretliler böyle lakaplamış kendisini. Çünkü doğu istikametinden gelenlere Kürt diyorlar; Acem'miş, Azeri'ymiş, Türk'müş fark etmiyor...

    Kürt Osman Gırhasanlara sadece bekar durmuyor, onların damadı olarak aynı zamanda içgüveyisi pozisyonunda... Zaten Eğret'e sonradan gelip yerleşenler bekar ise, ancak böyle Eğretli olabiliyor; evli ise çocuklarını Eğretlilerle everme yoluyla yerleşim sağlanıyor. Daha sonra başka sülalelerle de akrabalıklar kurulacak, ama ilk irtibat Gırhasanlar/Tomanlar...

    Gırhasanların yurt aynı zamanda Kürt Osman'ın ilk yurdu olmasının sebebi budur. Şimdi o yurtta Gırhasanlar'dan yazları bir müddet köyde geçiren Tomanın Hüseyin Köz'den başkası bulunmuyor. Çok önceleri virane halindeyken Davulcu Kel Halil Köz'ün evini hatırlıyorum... Galiba şimdi  bir ucunda Necati Okutan'ın evi var... Sanırım nereden bahsettiğim anlaşılmıştır. İşte güveyileri olmasından dolayı Kürt Osman tam da buralarda oturuyormuş. Hatta Kürt Osman'ın torunu Demirci Salih Yakışır'ın demirci dükkanı da buradaymış. 

    Daha doğrusu, Kürt Osman'da demircilik var ve ilk dükkanı da evinin yanındaymış, sonradan torununa kadar veraset oluyor...

    Demirciliklerini 20. yüzyıl başında uyduruk Eğret köyü macerasında da sürdürmüşler. Bu olayı özetleyelim. Kuzeydeki geniş topraklarının bir kısmını Yenice, Susuz ve Cumalı olmak üzere Macur yerleşimcilerine kaptıran Eğretliler aynı kaderin güneyde de yaşanacağını hissedince o bölgeye kendileri bir küçük köy kurarak devleti yanıltmayı düşünürler. Güya memurlar yeni iskan için yer tespitine geldiklerinde burada zaten köy olduğunu tespit edip yeni macur yerleşimine uygun değildir raporu vereceklerdir. Dedikleri gibi olur ve cihan harbi ilk yıllarında yeni macur köyünün Kurtluoğlan/Saadet'e açılması kararlaştırılır. İşte bunun öncesinde Örenler mevkiine yerleşen Eğretli ailelerden biri de Kürt Osman'dır... Öyle yerleşir ki oraya sen sanırsın doğma büyüme oralı; ev, dam, samanlıktan başka demirci dükkanını da açar...

    Cihan harbi sonlarında Eğret'e geri dönerler, çünkü uyduruk köy yerleşimi amacına ulaşmış ayrıca oğulları da harpte şehit olmuştur. Eğret'te demirciliğe devam... Onlara Kürtosman'dan başka Tığlılar denilmesi bu demircilik mesleğiyle ilişkilendiriliyor. Ucu sivri demir anlamındaki tığ kelimesinin bir başka manası da kılıç... İkisinin özü demir olan bu aletlerden birinin yapımında usta oldukları için kendilerine Tığlılar denmiş olmalıdır...

    Kürt Osman ne kadar mahir usta olursa olsun, Eğretli için demircilik yeni bir zenaat değildi ve ona lakap verecek kadar demircilikte yeni ve ilginç bir aleti Kürt Osman'da görmüş olamazlardı. Kılıcı da tığı da biliyorlardı sonuçta... Bu yüzden onlara Tığlılar denilmesinin başka bir gerekçesi olmalı... Köylünün gözünde yeni bir şey, onun hayatını kolaylaştıran bir şey...

    Eğretlinin hayatı nasıldı? İşte sıradan bir hayat... Geniş kıraç arazide ve dağda geçimini büyük ölçüde ileşberlik ve koyunculukla sağlıyor. Bu hayata bağlı demircilik, yağhane, değirmen, nalbantlık, cambazlık vb. yan meslekler de gelişiyor tabi... Yalnız ille de ileşberlik ve koyunculuk vazgeçilmezi... Bunu da o günün şartlarına göre gara düzen tarzında yapıyor. Zaten teknoloji denen gelişme bandına henüz girmemiş zaman... Bir örnek vereyim, daha pulluk yok; sabanla sürülüyor tarlalar... İleşberlikte her şey böyle ve garadüzen dediğimiz de bu...

    Garadüzende tabiatla barışık yaşıyorsun, onunla cebelleşmiyorsun. Öyle bir yola girersen sonuç belli, mağlupsun. Bu yüzden tabii şartların elverdiği ölçüde ileşbersin. Çiğde düğen süremezsin, kalkmasını bekleyeceksin. Yağmurda harmana ara vermelisin, her şeyi çürütürsün. Kesinlikle rüzgarda sap yüklenmez, zira dengesiz olacağından araba devrilme riski var. Bunun gibi tabii şartlardan kaynaklı iş düzenlemeleri neredeyse kurallaşmıştır.

    'Harman yelinen, düğün elinen' diye bir Eğret atasözünü duymayan yoktur. Burada da kurallaşmış bir gerçeğe işaret var: Rüzgarsız tınaz savrulmaz. Çeç ile samanı ayırabilmek ancak rüzgar gücüyle mümkündür de ondan... Bu yüzden ikindiden sonra, akşama doğru harmanyerlerinde sürekli bir hareketlenme gözlenirdi. Havaya şöyle bir avuç saman atılıp rüzgar çıkıp çıkmadığı kontrol edilir, hafif yellenmede hemen çubuklar dikilip yabalara davranılırdı. Burada da tabiata tabi olurlar, bundan dolayı ikindi sonraları büyükler sürekli rüzgar kollarlardı...

    Eğretli ileşberliğini garadüzenle yürüttüğü zamanlarda memleketin doğu tarafında rüzgar beklemek yokmuş. İleşberler yine ekinini eker, biçer, sapını çeker, düvenini sürer, tınazını savururlarmış; ancak savurmak için rüzgar mahkumiyetine son vermişler. Nasıl mı? Rüzgar makinesi yaparak...

    Aslında buna harman savurma makinesi demek daha doğru olabilir.  Çalışma sistemi şöyle. Sürülüp yığılmış harmana yanaştırdığın zirai aletin bir haznesi var, oraya saman dene karışımını döküyor ve tambura yerleştirilmiş basit çarkı kol gücüyle çeviriyorsun. Şiddetli çevirdiğinde tambur boşluğunda bir hava akımı oluşuyor. İşte bu beklediğin akşam yelidir, hazneye döktüğün tınaza üflüyor. Bu basit rüzgar enerjisiyle saman uçup, dene alttaki oluktan aşağı akıyor. Anladınız siz onu, bu bildiğin patozun savurma sisteminin ilkel halidir. Şu kadar var ki, harman sürülmüş olacak ve patozlarda traktörün kuyruk milinden alınan kuvvet, senin kollarından sağlanacak...

    Kürt Osman, bekar durduğu Gırhasanların harmandayken memleketlerinde kendi uyguladıkları sistemi hatırlamış. Ve tığ dedikleri bu savurma aletinden basitçe bir tane yapmış. Harmanı savurmak için rüzgarı, dolayısıyla ikindi sonrasını beklemeye gerek duymadan her istediği vakit işini görürmüş. Eğretliler çok ilginç bu aletten dolayı onu takdir etmişler, hatta eski lakabının yanında ona Tığlı demeye de başlamışlar. Sonra sonra çocuklarına ve torunlarına Tığlılar denileceğini kimse bilemezdi...

    Gel gör ki köylü Kürt Osman'la tanıdıkları tığı benimsememişler. Bir defa tamburun kolunu çevirmek yaba sallamaktan daha zormuş. Bir de tınaz atmak ve dene almaya da adam lazım olduğundan tığı çalıştırmaya en az iki kişi gerekiyormuş. Çok eziyetli gördüğü tığı çevirene kadar üç beş kişi birden yaba sallarım daha iyi, diyerek garadüzene devam etmişler. 

    Sonuç olarak tığ Eğret'e yerleşememiş, ama Tığlılar kök salmışlar...



09 Temmuz 2025

Uluyol Ve Tali Yollar

 
    Eski asfaltta Çorbeciguyusu'ndan başlayarak Yıldız petrol dengine kadar tatlı bir rampayla çıkıldığı malumdur. Belki o rampayı ancak küçük tepeye vardığınızda anlarsınız, o kadar kendini hissettirmez yani. Oradan geldiğiniz tarafa dönüp bakarsanız Çorbeciguyusu'nun bir kaç metre derine düştüğünü görürsünüz. Güney tarafı ise bir o kadar yüksekçedir. 

    Yüksekliğin başladığı noktadan sola, Çolağınçeşme'ye dönen yol ayrımına kadarki mevkiye Uluyol denildiğini yarım asır kadar önce öğrenmiştim. Asfalt kenarındaki tarlasını tarif ederken Ninem böyle derdi. Gerçi bu mevkiyi böyle isimlendiren başka birine rastlamadım. Zaten bizim köyde 'ulu' kelimesi kullanılmaz; şimdi herkesin 'Ulu Cami' dediğine bakmayın, oranın orijinal ve yaygın adı Gocacami'dir. Eğretli aynı anlama gelen 'ulu' kelimesine itibar etmeyip Türkçe 'goca'da ısrar etmiş. Ulu ise sadece Uluyol mevki isminde kendine yer bulmuş. Gelvelakin Uluyol'un bilinirliği de sınırlı kalmış, sadece Ninemden duymamdan hesap edin...

    Kütahya'da yerleşik Tekirgızıların büyük emmisi Himmetoğlu Halil, babasından kalan tarlalarını alabilmek amacıyla 1905 yılında mahkemeye başvurmuş. Mahkeme kararında bahse konu tarlalar sıralanırken birinin Uluyol mevkiinde olduğu kaydedilmiş. Eğret'teki Uluyol mevkiinin adını bu resmi belgede gördüğümüzde yıl 2021 idi ve hala bu isim pek bilinmiyordu.

    O kadar bilinmiyordu ki, 1989'da kadastro kaydı yapılırken Ninemin tarlası Kepez mevkiinde diye yazılmış. Demek ki bilirkişiler bile oraya Uluyol denildiğini bilmiyorlarmış. Köylü bir asır önceki mevki adını unutma sürecine daha o yıllarda girmişmiş...

    Mevkinin adı unutulmuş, ama oraya adını veren ve tam ortadan geçen yola bir şey olduğu yok, günümüze kadar gelmiş. Bu, eski asfalt dediğimiz Afyon-Kütahya karayoludur. Eğretlilerin hafızasındaki adıyla susa... 

    Henüz otomobil ve kamyonların yaygın olmadığı zamanlarda tam da böyle adlandırılıyormuş; susa, şosenin Eğret ağzında aldığı biçimdir. Asfalt atımına daha sonraki yıllarda başlanmış, ama 1930'ların sonlarında Eğretlilerin bir vergi türü olarak bu yolun yapımında makbuz mukabili çalıştıklarına dair belgeler var. 

    Ondan daha önce, misal işgal yıllarında da tam olarak şose diye adlandırılıyormuş. Hatta Büyük Taarruzun ikinci günü verilen bir emirde, orduların sorumluluk alanı belirlenirken Afyon-Kütahya şosesi sınır olarak bildirilmiş. 

    Daha gerilere gidersek, bu yolun Afyon ile Kütahya'yı birbirine bağlayan sıradan bir şehirlerarası yol olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Çünkü güneyde Selçuklu başkenti Konya'ya, kuzeyde Doğu Roma başkenti İstanbul'a uzanır. Üstelik ilk dönem Osmanlı başkenti Bursa bağlantısı da var.

    Bir de bu yolun tarihi İpek Yolu kollarından biri olduğunu düşünürsek, konunun boyutu genişleyiverir. Çekül Vakfı, İpek yolunu tarihi veriler ışığında bir haritayla somutlaştırmış. Yüksek çözünürlüklü İpek Yolu - Kültür Yolu haritasının ilgili kısmını buraya aldım. Yol üstünde Eğret Kervansarayı önemli bir nokta olarak işaretlenmiş. Ayrıca Afyon ile Eğret Kervansarayı arasında Üçgöz Köprü diye başka bir noktanın işaretlenmiş olması da dikkatimi çekti. Uluyol'un biraz ilerisinde böyle adlandırılan bir mevki olacaktı. Acaba kastedilen burası mıdır, asfalt atılmadan önce yol üzerinde tarihi bir köprü var mıydı, bunları bilmiyoruz. Belki Araplı civarındaki bir köprü böyle adlandırılıyordu...

    Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken husus, bahsedilen yolun ne kadar önemli bir ticaret yolu olduğudur. Böyle bir yol da elbette geniş ve alabildiğine büyük olmalıdır. O kadar büyük ki, Eğretlilerin sıradan büyüklükler için kullandığı 'goca' kelimesi bile bu anlamı karşılayamasın; Gocayol değil Uluyol diye adlandırılsın. Ancak o vakit sözünü ettiğimiz mevkinin neden böyle adlandırıldığı anlaşılabilir.

    Bu yolun Kütahya istikametini çevreleyen mevkiye Kütahyayolu/Kötâyolu deniliyorken, Afyon istikametindeki uzantısına Uluyol denilmesi de bir başka gariplik. Acaba yalnız o tarafta mı belirgin bir büyüklük vardı? Fakat şu da akıldan çıkmasın, güneydeki bir mevkiye Şehiryolu/Şeheryolu adı da veriliyormuş...

Asıl konudan fazla uzaklaşmadan, bu yolun önemini anlatan 18. yüzyılda kaleme alınmış bir metni dikkatlerinize sunayım. Alman matematikçi, haritacı, kaşif, gezgin Carlsten Niebuhrs Afyon'dan İstanbul'a dönüş yolunda:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi." *

    Eğret köyü 1767 yılında düz ve geniş bir yol üzerinde diye konumlandırılmış. Bu tarif  'Uluyol' isimlendirmesinin ne kadar isabetli olduğunu adeta haykırıyor. Fakat yolun her etabı aynı değilmiş ki, gezginimiz Gecek hamamını gördükten sonra, oradan Çorca yoluyla Gazlıgöl'e varmış, Dandır üzerinden Eğret'e ulaşmış. Bu dolambaçlı güzergahı keyfinden değil de Araplı boğazı ve rampasını geçemeyeceğinden tercih etmek zorunda kalmış. Dediğine göre kış aylarında bu yoldan geçmek mümkün değilmiş. Dediğim yerlerden geçişin iki üç asır önce ne kadar imkansız olduğunu şimdi bile tahmin edebilirsiniz.

    19. asırda coğrafyacı bir Rus gezginin anılarını okurken şaşırmıştım. Kasım ayı sonları, adam geçtiği yerlerin gece sıcaklığı ve rakım değerlerini ölçe ölçe İstanbul'dan doğru geliyor. Eğret'te bir odada geceliyor, bu arada ölçümlerini yapıyor. Sabah kalkınca tasını tarağını toplayıp yola koyuluyor, ama bildiğimiz Şeheryolu/Uluyol'a doğru değil de Dandır'a doğru yönelip o güzergahtan Afyon'a varıyor. Yolunu değiştirmesinin sebebini şimdi anlayabiliyorum. Bu gezginler yanlarında Rum veya Ermeni bir kılavuz bulunduruyorlardı. Yolları iyi bilen kılavuzu kasım ayında Araplı civarının geçilmez olduğunu bildiği için Gazlıgöl'e doğru yönelmiş demek ki...

    Yalnız Dandır-Gazlıgöl istikametine giden yolu da küçümsememek lazım. Tamam kışın zor şartlarında tercih edilen bir alternatif rota imiş, ama ben antik çağda da orasının işlek bir yol olduğunu düşünüyorum. Hele Çatalüyük civarının antik değeri düşünülürse bu fikir daha sağlam bir temele oturtulabilir. 

    Kapıyeri'ni işlerken burasının çok eski zamanlarda Eğret (veya adı her ne ise) köyüne giriş yeri olduğu için böyle adlandırılmış olabileceğini söylemiştim. Şimdi o kapının uzantısı olan antik yolu da tasavvur çerçevemize almalıyız. Daha İsgileyolu, Üyükyolu gibi kavramlar da var... Eğret ulu ve tali yollarla örümcek ağı gibi örülmüş...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20


06 Temmuz 2025

Boynu Altında Kalsın


    Başlıktaki ifade 17 Temmuz 1971 tarihli Milliyet gazetesinin üçüncü sayfa manşeti olup Anıtkayalı Lütfi Şık'a aittir. Gazeteci Tufan Türenç haşhaş ekimi ile ilgili kendisiyle röportaj yapmış, onun kaçakçılarla ilgili bu serzenişini de manşete çekmiş. Taşlıtarla mevkiindeki haşhaş tarlasında gerçekleştirilen bu röportaj-haber ayrıca dört fotoğrafla ayrıntılanmış. İşte o tam sayfa beş sütunla verilen röportaj metni:


AFYON EKİCİSİ ÜZGÜN
"AH O KAÇAKÇILAR YOK MU TOPUNUN BOYNU ALTINDA KALSIN!"

    *Teknik adamlar, köylüye ödenecek tazminatları para olarak değil de, gübre, tohumluk, araç-gereç olarak verilmesini öngörüyorlar. Onlara göre bu sağlanırsa hem köylü kazançlı çıkar, hem de devlet. Aksi halde para çar-çur olur.

    "Hökümetin yassağına ne denir ki.. Boyun eğcez tabi.. Hadi şu sakızdan vazgeçdik emme ille de dene.. Bildiğin gibi değil, dene bize çok ilazım.. Yağını yiriz.. Hamıra bularız.. Ezip ekmeğimize süreriz.. Daha da darda kalırsak çorbamıza, aşımıza katarız.."

    Bunları Afyon ilinin Anıtkaya köyünden Lütfi Şık avuç içi küçüklüğündeki haşhaş tarlasında afyon sakızını toplarken söylüyordu.

    Afyon ovasına girdiğinizde, aylardan temmuzsa tarlalarda haşhaş kozalarının arasında kadın, erkek, çoluk-çocuk didinen köylüler görürsünüz.. Zorunludurlar buna.. Çünkü bir yıllık umutlarını bir günde toplayacaklardır. Afyon kozası bugün çizilirse, çiziklerden sızan afyon sakızları en geç ertesi gün toplanmalıdır. Biraz ağırdan alınıp da bu süre geçilirse sakız haşhaşın üzerinde kurur kalır. Toplanmaz garı.. Heba olur gider. Emekler de tarlaya gömülür.

    25 BİN AİLE

    Afyon ilinde 65 bin çiftçi ailesi yaşamaktadır. Bunların 25 bini geçimlerini haşhaştan karşılamaktadırlar. Bu ailelerden en az ekeni 1-2 dekar, en fazla ekeni de 10 dekar ekim yapar. Ellerindeki toprak küçük olduğundan onlar için haşhaş başta gelen bir bitkidir. Bir dekardan 1-3 kilo arasında afyon, 80-100 kilo arasında da tohum elde edilir. Haşhaş ekimi ve bakımı güç, güç olduğu kadar uğraştırıcıdır. Hasat zamanı binlerce kozayı çizmek ve çiziklerden sızan afyonu toplamak usandırıcı bir iştir.

    DEKAR BAŞINA 305 LİRA KAZANÇ

Haşhaş ekimi bu kadar uğraştırıcı, bu kadar usandırıcı olmasına karşılık kazancı da pek öyle fazla değildir. Bu yıl ofis birinci kalite afyonun bir kilosunu 165 liraya almaktadır. Tohumun kilosu ise 3 liraya kadar satılmaktadır. Bir haşhaş üreticisi ekimden hasatın sonuna kadar dekar başına 265 lira masraf eder. Oysa dekar başına üreticinin eline afyonu, tohumu, kapçığı, sapı dahil 570 lira para geçer. Böylece üretici bir dekardan net 305 lira kazanç sağlar.. İşte bir köylü ailesinin çoluğu çocuğuyla çalışarak bir yıl boyunca haşhaşa verdiği emeğin sonucu budur. Çizim zamanı yağmur yağar, ya da sert bir rüzgar eserse sakız da vermez haşhaş. Ve emeğin tümü bir anda yok oluverir..

    Bu kadar uğraştırıcı ve kazancı da pek olmamasına rağmen köylünün haşhaştan vaz geçmemesinin nedeni, eldeki ufak topraklara ekilecek başka bir bitkinin haşhaş kadar korutmayacağıdır.

    BİR KONUŞMA

    Hükümetin aldığı yasaklama kararı hakkında köylü ne düşünür, bu konuda ne der?

    İşte Afyon iline 30 kilometre uzaklıktaki Anıtkaya köyünden Lütfi Şık'ın dedikleri:

    "Doğrusunu isdeesen ne etceğimizi daha bilmiyoz.. Hökümet para vecek diyola.. Hökümet ne verise vesin, bizim haşgeşin yerini dutmaz. Bu güçcük tarlada buydey, arpa, günaşığı, pancar, haşgeş gibi gorutmaz. Aslına bakasan haşgeş işi yorucudur. Soona haşgeşden bizim elimize geçen ne ki.. Yöömiyesine değmez valla. Emme dedim ya bizim burda gine en iyisi haşgeşdir. Madem ki Hökümet yassak godu.. Ee ne edem ondan da geçeriz."

    "Sen kaçağa afyon vermez misin?"

    "Yok, vemen.. Hem ben gaçakcıları heç sevmen. Zati bütün bunna onnan başının altından çıkmıyo mu? Afyanını gaçağa veren vadır, vadır emme onnan sayıları pek azdır. Zati onnarı herkeş bilir. Köylü afyanını gaçağa bilem vese eline ööne çok para geçmez. Esas pareyi gaçakcı gazanır."

    "Sizin bu kaçağa giden afyondan yapılan eroin yüzünden Avrupa'da, Amerika'da binlerce insan zehirleniyormuş. Hükümet de işte bu yüzden haşhaşı yasakladı. Bundan haberiniz var mı?"

    "He duyduk.. Hep gençlee alışmışlaa bu merete.. Afyansız edemiyolaamış. İşleenden güçleenden olmuşlaa hep.. Yazık valla.. Çok acıdık, hem de pek çok acıdık.. Emme bizim bunda bi suçumuz yok ki.. Bunun vebali hep o gaçakçılaan. Dedim ya topunun boynu altında galsın. Yazık olmuş, çok yazık olmuş.. Töhh.. Keşgem şu meredin afyanı olmiyeedi.. Bizim elimizden ne gelir ki.."

    Afyon köylerinde konuştuğumuz haşhaş ekicilerinin tümü de aynı şeyleri söylüyorlardı.. "Yazık, çok acıdık.." diyorlardı. Hepsi de kendilerinden çok uzakta olan insanlar için üzülüyorlardı. Ve bu yüzden kendileri için her şey olan haşhaştan bile vazgeçmeyi kabulleniyorlardı. İşte böylesine temiz yürekliydi Türk köylüsü.. Böylesine iyi niyetli ve insancıldı..

    TEKNİK ADAMLAR NE DİYOR?

    Afyon Teknik Ziraat Müdürü İbrahim Sarıcalı, bu yasaklamadan sonra üreticinin yeni bir bitkinin ekimini ve bakımını öğreninceye kadar zorluk çekeceğini, ancak bunun zamanla normale döneceğini söylüyor. Ve şunları ekliyor:

    "Bizim yaptığımız etüdlere göre, ekim ve toprak durumu gözönüne alındığında bu bölge için en uygun ekimin Rus menşeli "Bezostoya" ile Amerikan menşeli "Wanser" buğday çeşitleridir. Her iki çeşit de dekar başına 495 kilo buğday veriyor. Köylü dediğimizi tutarsa hem bölge yüksek verimli bir buğday üretimine kavuşur, hem de köylünün ekonomik durumu oldukça düzelir."

    KÖYLÜYE PARA VERİLMEMELİ

    Teknik adamların kanılarına göre, köylüye tazminat para olarak verilmemeli. Zira köylü bu paraları başka ihtiyaçları için kullanır. Ekonomik yönden yine bir çıkmaza girer. Tazminat köylüye gübre, tohumluk, araç gereç olarak verilmeli ve bunları kendi üretim işinde kullanmaya zorlanmalıdır. Bunun kontrolleri sıkı bir şekilde yapılmalıdır. Bu sağlanırsa hem köylü kazançlı çıkar, hem de devlet.

    KAÇAKÇILIK

    Hükümetin yasaklama kararına sebep olan afyon kaçakçılığı yıllardan beri bu bölgelerde yapılır ve alınan bütün tedbirlere rağmen önüne geçilemez. Oysa her ekici haşhaş ekeceği tarlanın metrekaresini bölge Teknik Ziraat Müdürlüğüne bildirmek zorundadır. Memurlar köylünün beyanname ile bildirdiği tarlaları tek tek kontrolden geçirirler ve haşhaşın durumuna göre tarlanın afyon verimini tesbit ederler. Köylü hasat sonunda memurun tahmin ettiği kadar afyonu ofise satmak zorundadır. Memurlar köylüyü zor durumda bırakmamak için tahminleri düşük tutarlar.

    İklim koşulları iyi gittiği zaman tarla memurun tesbit ettiği tahminlerin üzerinde verim verir. İşte köylü bunu ancak kaçakçıya satar.

    OFİS 165, KAÇAKÇI 500 LİRA VERİYOR

    Kaçakçılar çoğunlukla ofisin verdiği fiyatın iki mislini verir. Örneğin ofis bu sene  en iyi kalite afyonun kilosunu 165 liraya kadar satın alırken, kaçakçılar afyonun kilosuna 500 lira vermektedirler. Üretici için afyonunu kaçağa vermek çok tehlikeli bir iştir. Ancak köylü zor koşullarla karşılaştığı zaman afyonunu zorunlu olarak kaçakçıya satar. Bir de madalyonun öteki yüzü vardır. Kaçakçı sahneye koyduğu akıl almaz oyunlarla köylünün elinden afyonunu zorla alır:

    Kaçakçı ağaları vardır. Bunlar oyuna yalnızca paralarını sokarlar. Köylüyle de karşı karşıya gelmezler. Oyunu perde arkasından, hiçbir tehlikeye girmeden idare ederler. Bu ağaların köylerde adamları vardır. Bunlar köylüyü iyi tanır ve durumunu bilirler. Köylü kış aylarında paraya sıkıştığı zaman afyon ağalarının adamları imdadına yetişirler ve kendisine gereken parayı verirler. Ama karşılığında bir tek şey isterler. O da bu yıl elde edeceği afyondan bir kısmını ofisten kaçırarak, kendilerine satmaktır. Köylü çaresiz bunu kabul eder. Korksa da eder. Yasa dışına çıkmak istemese de.. Üstelik kaçakçının fiyatı yarı yarıya kırmasına da rıza gösterir. Bundan sonra ağanın adamları işlerini sağlama bağlamak için verdikleri para karşılığında köylüye ya senet imzaltırlar, ya da tarlasını ipotek ettirirler. Artık iş bitmiştir. Köylünün eli kolu bağlanmıştır.

    "AFYAN PARASI"

    Halk arasında ağanın ve adamlarını düzenlediği bu oyuna "afyan parası" denir. "Afyan parası"na bağlanan köylünün işi kötü demektir. Ya tarla beklenenden fazlasını vermezse.. Ya havalar çizim zamanı kötü gider de sakızlar telef olursa.. Ya ofisten saklamaya çalıştığı afyon miktarı kontrole gelen memur tarafından ortaya çıkarılırsa.. Ya biri ihbar ediverirse.. İşte bu korku ve kuşkularla köylü temmuzu zor eder. Yüzünün akıyla sıyrılabilirse işin içinden ne alâ, yoksa...

    İşin en acı tarafı, köylünün bu sıkıntısına karşılık kaçakçının verdiği para pek öyle tehlikesine değecek kadar da fazla değildir. Çünkü köylü zor durumdadır. Paraya dardır. Ağanın adamı bunu çok iyi bilir. Çok iyi bildiği bir başka şey de vardır ağanın adamının.. Köylüyü ne kadar ucuza bağlarsa, cebine girecek para o kadar çoğalır.

    Örneğin geçen yıl ofis afyonun kilosunu 90 liraya alırken, kaçakçının ödediği "afyan parası" 100 liradır. Bu yıl ofisin verdiği para 165 liradır. Oysa ağanın adamı köylüyü çok önceden 200 liraya bağlamıştır bile.. Kaçakçının topladığı afyonun kilosu ise Suriye sınırında bin liradır.

    Kaçakçılar üreticiden topladıkları afyonların bir kısmını köylerde kurdukları imalathanelerde işlerler ve morfin haline getirirler. Morfinin imal yerinde kilosu 4 bin lira, büyük şehirlerde ise 6 bin liradır. Bu morfinler çeşitli yollardan özellikle tır kamyonları ile ve Lübnan üzerinden Marsilya'ya kaçırılır. Avrupa'da morfinin kilosu 15-20 bin lira arasındadır. Marsilya'da işlenen morfin, eroin haline getirilir ve Amerika'ya gizlice sokulur. Bir kilo eroinin Amerika'daki değeri 25-40 bin dolar arasındadır.

    TÜRKİYE'DE EROİN İMALI YOK

    Türkiye'de eroin imal edilememektedir. Zira morfini işleyip eroin haline getirmek için modern laboratuvarlar gereklidir. Türkiye'de bir eroin pazarı olmadığı için üreticiden 200 liraya alınan afyon, ya kilosu bin liraya direkt olarak, ya da kilosu 6 bin liraya morfin olarak dışarıya kaçak olarak satılır. 200 lira ve 6 bin lira.. İşte üretici ile kaçakçının kazançları arasındaki fark.. Ve işte yıllardan beri oynanan "Afyon oyunu".. Bu oyun bozulamadığı için Hükümet haşhaş ekimini yasaklamıştır. Kaçakçılar yıllardan beri milyonları, düzenledikleri bu oyunlarla kazanmışlardır. Hem de köylünün elini kolunu üç-beş kuruşa bağlayarak.. Afyonunu kaçağa veren köylü bile yıllardan beri hep aynı köylüdür. Ne bir adım ileri gitmiştir, ne de bir adım geri...

    SONUÇ...

    Yıllardan beri oynanan bu oyun 1972 temmuz ayında sona erecek artık.. Belki ilk yıllarda köylü çeşitli zorluklarla karşılaşacak ama, zamanla yeni savaşının uğraşına dalacak ve "haşgeş"i unutacak. Ve belki de köylünün bu yeni uğraşında, onun sırtından para kazanmaya alışanlar yeni yeni oyunlar sahneye koymaya çalışacaklar. Bunda başarılı olup olmayacaklarını ise zaman gösterecek.