deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2025

Afyon'daki Eğretliler Nereli?


    1831 yılındaki Eğret köyünün vergiye esas nüfusunu gösteren kayıtlarda açıklaması zor, ilginç durumlarla karşılaşılabiliyor. 24. sıradaki hane reisi de bunlardan biri: "Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali." Uzun boylu, ak sakallı, 55 yaşında olduğu belirtilmiş. Hanede vergi mükellefi olarak bir oğlu var, "Orta boylu, ter bıyıklı, 36 yaşındaki" Hüseyin... 

    Hane reisinin altına daha sonra "Muhtar-ı Sâni" (İkinci Muhtar) notu düşülmüş. Devletçe köylere ilk defa muhtar atamaları yapılınca böyle açıklama notları iliştirmişler. Birinci Muhtar da Molla Osman'ın dedesi Hatiboğlu Ahmet'tir... Sonraki dönem muhtar atamalarında geçerli uygulama birinci ve ikinci muhtarların yerini değiştirmek iken 1839 atamasında Eğret'te böyle yapılmıyor. Hatiboğlu İkinci muhtarlığa iniyor, ama Birinci Muhtar yeni birisi, Hacılardan İdris oğlu Hacı Ali... Bu garip durumdan yola çıkarak vergi listesinde 24. sırada yazılan hane reisi Mehmet Ali'nin öldüğüne veya Eğret'ten göçtüğüne hükmedeceğiz. Zaten sonraki kayıt ve belgelerin hiç birinde bu aileye dair bir işaret bulunmuyor.

    Asıl garip olan durum Hüseyin oğlu Mehmet Ali'nin lakabı... Buraya başka yerlerden gelen kişiler için asıl memleketine işaret eden bir lakap normaldir, nitekim böyle yakıştırmalar kayıtlıdır ve bazıları hala kullanılmaktadır; Gedikoğlu, Gemlikoğlu, Kinislioğlu, Körslüoğlu, Şeherlioğlu gibi... Fakat Eğret köyünde birini 'Eğretli' diye lakaplamak akıl karı değil. Bu yüzden "Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali"den başka örneği yok. 

    Sadece bir kişinin lakabı olarak kullanılsa bile bu, izaha muhtaç bir durumdur. Birine Eğretli deniliyorsa o kesinlikle Eğretlidir. Bu yakıştırma Eğret köyünde yapılmışsa o kişi başka bir Eğret köyündendir. Anadolu'da Eğret Köyleri başlığıyla bu adı taşıyan başka yerleşimler var mı diye araştırmıştım. Yedi sekiz tane daha Eğret köyü var. Bunlardan bize en yakın olanları Konya, Manisa, Bilecik ve İzmit'e bağlı olanlar; diğerleri Doğuda, daha uzakta yani... Şu durumda Muhtar yardımcısı Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali'nin yukarıda belirtilen başka Eğret köylerinden birinden geldiğini düşünmek gerekir. Yahut daha yakınlarımızda başka bir Eğret'in varlığını...

    ***

    Bir zaman 1720-1839 yılları arasında Eğret köyünden alınan vergileri incelemiş ve elde ettiğim bilgileri Eğret'in Algısı Vergisi başlığıyla listelemiştim. O listede iki madde dikkatimi çekti. 

    İlkinde "Egret-i Sagir" (Küçük Eğret) diye bahsedilen bir köy kaydedilmiş. Aynı yıl Eğret köyünün ödeyeceği vergi miktarı belirtildikten sonra ayrıca Küçük Eğret için başlık açılması, bu köyün ayrı bir birim olduğunu gösteriyor. Fakat bilinen Eğret'ten büsbütün kopuk olmadığını ifade edercesine "Eğret'ten yoklanır" diye not düşülmüş. 

    Bu nottan ne anlamalıyız? Eğret-i Sagir adıyla bilinen büyük Eğret'ten ayrı bir köy var, ayrı ama Egret'ten uzak değil, yine de ondan bağımsız... Vergisi ayrı bir kalemde belirtilecek kadar bağımsız, lakin kaydı Eğret'ten takip edilecek kadar ona bağımlı bir köycük...

    Küçük Eğret'in büyüklüğü(!) ve önemine delil olarak sadece bu kayıt yeterlidir. Gerçi bir tek kayıttır, sadece 1724 vergi cetvelinde rastlanmıştır, ama yine de mühimdir. Kim bilir belki bizim ulaşamadığımız başka kayıtlarda da Egret-i Sagir yazılıdır, bir gün ortaya çıkarılır. Şimdilik elimizdeki tek kayıtta vergi miktarı yarım nefer piyade olarak gösterilmiş. O günkü sistemde bu asgari vergidir, ve 7-8 askere karşılık gelir. Bir yerleşimden bu sayıda asker alabilmek için oranın bunun iki katı haneye sahip olması gerekir ki, bu hesaba göre Küçük Eğret'in 15-20 hanelik olduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemde Eğret köyünün birbuçuk nefer asker gönderdiğini, bunun ortalama 20-25 asker=40-50 haneye karşılık geldiğini söylersek, iki Eğret'in karşılaştırması hakkında fikir verebilir.

    Sonuç olarak 18. yüzyılda Eğret yakınlarında Küçük Eğret olarak bilinen bir köy daha vardı. Eğret'ten kontrol edilen bu köyün yeri tam olarak belirtilmiyor. Onun konumunu bulabilmek için ek ipuçlarına ihtiyaç var. Vergi cetvelinden dikkatlere sunacağım ikinci kayıt böyle bir ipucu sunabilir.

    Bu tek kayıttan başka Küçük Eğret'e dair başka bilgi görmediğimi söylemiştim. 1727 yılının vergi listesinde Eğret köyünden ayrı olarak Eğret Susuzu adlı bir yerleşimin kaydına rastlanıyor. Yine "Eğret'ten yoklanır" notu düşülmüş ve yine yarım nefer piyade vergisi yazılı. Yani üç yıl önceki "Egret-i Sagir" için ne yazılmışsa "Eğret Susuzu" için de aynı bilgiler verilmiş. 

    Bu kadar kısa sürede bir köy yok olamayacağına, yahut 3 yılda vergi diliminde değişiklik gözlenemeyeceğine göre aynı köyden bahsediliyor demektir. Küçük Eğret resmi kayıtlarda bazen Eğret-i Sagir, bazen de Eğret Susuz'u olarak geçiyordu. Belki halk arasında yalnızca Eğret veya yalnızca Susuz deniliyordu. 

    Ne olursa olsun, ve adına her ne denilirse denilsin 18. yüzyılın ilk yarısında Eğret yakınlarında 15-20 hanelik bir köy vardı. Her ne kadar Eğret'ten kontrol edilse de, bu köyden zaman zaman yarım neferlik vergi bile alınıyordu...

    ***

    Doksanüç Harbinden sonra Kafkaslar ve Balkanlardaki Türk nüfusun Anadolu'ya tersine göçü hızlandı. Devletin iskan programı çerçevesinde bazı muhacir grupları da Eğret arazisi üzerine yerleştirildiler. Eğret Çevresi Macur Köyleri başlıklı yazıda bu konuyu ele almıştık.

    Bu muhacir köyleri adlandırılırken geldikleri yer ile ilişkilendiriliyorlar; misal Woçapşiye Çerkeslerin Kafkaslardaki köylerinin adıdır bu yüzden Yenice'nin ilk adı Woçapşiye... Yine Bulgaristan'ın Eskicuma kazasından gelen Türklerin yerleştirildiği köye de Cumalı adı verilmiş. Aslında Osmaniye de öyle, ora köylüleri de Osmanpazarı kaynaklılar. Lakin Osmaniye'nin önüne Susuz eklenmesinin açıklaması yok. 

    Bir de Anıtkayalılar bu köye hala kısaca Susuz derler... Aklımıza neden Eğret Susuz'u gelmesin ki! Acaba 1727 kayıtlarındaki Eğret Susuz'u ile şimdiki Susuzosmaniye (kısaca Susuz) aynı bölgede mi yerleşikti? Başka deyişle, Eğret-i Sagir/Küçük Eğret buralarda bir yerde miydi?

    ***

    Anıtkaya'nın antik geçmişiyle ilgili olabilecek her türlü yayını gözden geçiriyoruz. Sayısı çok fazla olmayan bu yayınlara ek olarak esasında bu yörelerle ilgili olmayıp da içinden Eğret bölgesine dair ipuçları yakaladığımız yayınlar da var. Hepsini değerlendirince bu bölgenin yaklaşık üç bin yıllık geçmişinin izlerine ulaşıyoruz. Ayrıca her tarafta ortaya çıkan tarihi kalıntılar da bunu ortaya seriyor. Bayramgucağı mevkii böyle bölgelerden biridir.

    Yüzey araştırmaları raporu, öteden beri buralarla ilgili ortalıkta dolaşan söylentiler, bölgenin coğrafi yapısı gibi özellikler birlikte değerlendirildiğinde bölgenin eski bir yerleşim yeri olduğu fikrine ulaşıyoruz. Ayrıca buraların neden böyle isimlendirilmiş olabileceğine yönelik tahminimi Bayramgucağı adlı yazıda anlatmıştım.

    Bahsedilen yazıda daha çok bölgenin antik tarihiyle ilgili çıkarımlar vardı. Bölgenin Sususzosmaniye köyüne yakınlığı ve yukarıda sıralanan bilgiler birlikte değerlendirildiğinde Küçük Eğret, bir başka ifadeyle Eğret Susuzu'nun bu bölgede yerleştiğini düşündürtecek yeterli sebep var.

    ***

    Osman Şevki Efendi'nin oğlu Cemal Efendi icazet aldıktan sonra Eğret köyü imamlığı ile mesleğe başladı. Öteden beri Eğret imamlığı, imamların yetişmesinde stajyerlik gibi bir aşama kabul ediliyordu. Bu yüzden Afyon uleması arasında çok sayıda Eğret İmamzade lakabına rastlanır. Eğret imamının oğlu anlamına gelen bu tabiri Cemal Efendi'nin babası için de kullanıyorlar. Yani onun atalarının da Eğret'te imamlık yaptığı sabit, hatta babası Osman Şevki Efendi'nin de Eğret imamlığı var. 

    Yukarıda bahsedilen 1831 tarihli kayıtların ilk iki hanesi eski ve yeni Eğret imamlarına ayrılmış. Onlar Eğret halkıyla bütünleşmişler, genellikle vazifeleri bitince Afyon'a dönmüşler; ama oğulları arasında Eğretli kızlarla evlenip burada kalanlar ve Afyon'a dönenler bulunuyor. Böylece bir bakıma Eğretli olan imam çocuklarına da Eğret İmamzade ünvanı verilmiş.

    Cemal Efendi'ye dönecek olursak, uzun yıllar yeni yapılan Gocacami imamlığı yapmış. Önemli fıkhi eserlerinin birkaçını bu dönemde yazmış. Yunan işgaline de Eğret'te yakalanmış. Kurtuluştan sonra Afyon'a dönmüş ve orada fahri vaizlik yapmış. Buna izin verilmediği zamanlarda gezek kültürünü başlatıp eğitime vaaz kürsüsünden değil evlerin maketlerinden devam etmiş. 

    İyice şöhreti yayıldığı dönemde Afyon halkı kendisini Eğretli Hoca olarak tanımlamış ve bu tabir adının önüne geçmiş. 1934 Soyadı uygulamasında bu yüzden kendisine Eğretli soyadını seçmiş. Bundan sonra Cemal Eğretli Hocaefendi olarak tanınacaktır.

    Yalnız içinde bulunduğumuz 2025 yılı içinde onun Eğret imamlığı ve Eğretliliği hakkında yeni bir bilgi ortaya çıktı. Bir fotoğrafı üzerine eski yazıyla düşülmüş bilgi notunu Dr. Selami Kurt Bey çözümleyene kadar kimse bu ayrıntının farkına varmamış. Fotoğrafüstü notta şu yazıyor: "Susuz Osmaniye karyesi imam hatibi Cemal Efendi"

    Herkes kendisini Eğretli Cemal Hoca diye çağırırken, bu çağrıya binaen Eğretli soyadını almışken ortaya çıkan bu gerçek onun Eğretliliğine ve Eğret imamlığına halel getirmez. Bilakis Eğret köyünün Susuzosmaniye ile ne kadar bütünleştiğini gösterir. Tıpkı 18. yüzyıl başlarında, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılın tamamında olduğu gibi. Zira son yüzyıla kadar o topraklar da Eğret'in idi ve hatta orada Küçük Eğret/Eğret Susuzu bulunuyordu...

    ***

    Şimdi tekrar başa dönüp, 24. hane reisi Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali'ye neden böyle denildiğine cevap arayalım. Mehmet Ali, Küçük Eğret'ten; yani Eğret Susuzu'ndan idi. Çok uzak olmayan bu küçük köyden de gelmiş olsa kendisine Eğretli diyorlardı. Küçük Eğret'ten geldiler, onlar geldiğinde bu Eğret Susuzu bitmek üzereydi, belki de oranın san hanesiydiler; çünkü onlardan sonra Küçük Eğret'in adı hiç bir belgede geçmedi. Eğret'te yöneticilik de yaptılar, ama oraya yerleşmeyip nihai olarak Afyon'a taşındılar...

    Yine 18. yüzyıl vergi ve harcama cetvellerinde Afyon Merkez mahallelerinde, Eğretli diye lakaplanan bazı gerçek kişilerin çeşme gibi vakıflara yaptıkları bağışlar kaydedilmiş. Gerek onlar ve gerekse soyadı uygulamasında EYRET, EĞRET, EĞRETLİ soyadlarını alan ailelerin Küçük Eğret-Büyük Eğret'ten hangisiyle ilişkilendirildikleri belli değil...

    Hangi Eğret ile bağlantılı olurlarsa olsunlar, tamamı Eğretlidir. Çünkü "Küçük Eğret/Eğret Susuzu, Eğret'ten yoklanır..."



25 Eylül 2025

Olucak Yolu Ve Hanyeri

    
    Bu kez konuya tam ortasından başlayacağım. Bizim Yörük yolu dediğimiz, Gedik'i aşarak Sinanpaşa'ya doğru uzayıp giden dağ yolu var ya, işte oradasınız. Ormana girdikten 200-300 metre sonra belli belirsiz bir yolu çaprazlama ikiye böldüğünüzü görürsünüz. İkiye bölünmüş bu yolun batıda kalan kısmı canlıdır ve eski ağıllara doğru kıvrılır. Doğuda kalan parçası ise yol değil, yol kalıntısıdır. Anayoldan görülebilen minik bir meydana çıkar ve orada son nefesini verir. Yakın ve düzgün bir açık alan olduğu için üşengeç piknikçiler burada işini görüp hemen köye dönüyorlar. Bu yüzden yol daha ileriye götürülmemiş. Lakin 30 yıl önce böyle değil, anayolun iki tarafındaki her iki kol da gayet işlek bir yol imiş ve adına da Olucak Yolu derlermiş.

    Buranın adı hala Olucak Yolu, ama bunu derken artık çok geçmişte kalmış birinden bahseder gibi söylüyorlar. Yenilerde öğrendiğim bu yolu anlatayım...

    Eteklerde orman içinde tarlalara yakın, belki paralel olarak ilerliyor. Aşağı yukarı 400-500 metre mesafeyle tarlaları takip ediyor diyelim. Resulbaba'nın en uçtaki eteklerinden, Yataklar'ın berisinde ormana giriyor, ondan önce çıplak arazide başlangıç noktası ise Çirçir... Tarlalara mesafesi 400 metre kadar diye belirttiğim husus, Yörükyolu ile kesilen ilk kısımla ilgilidir. Yolun batı tarafındaki kısmı artık tamamen orman içinde ilerleyip Olucak'a varır. Bizim köylülerce Olucak Yolu diye adlandırılmasının temel sebebi de budur, çünkü bu köye çıkıyor...

    Dandır, Üyük, Macur, Çerkez, Yörük, Şeher yollarında olduğu gibi böyle adlandırılan yollar genelde iki yerleşimi birbirine bağlar. Misal Dandır yolu Eğret ile Dandır arasındaki yoldur. Bu yüzden Olucak yolunun da Eğret ile Olucak'ı birbirine bağlaması beklenir. Oysa burada öyle bir durum yok. Bu yol Çirçir ile Olucak arasında... İyi de neden böyle adlandırıldı?

    Bir zamanlar dağ da en az köy kadar şenlik olduğunu; Aşiret Yörükleri, elli civarında ağıl, yüze yakın sürü ve çobanları, sığır sürüleri, öküz çobanları vb. sebeplerden oluşan kalabalık neredeyse başka bir köy gibi olduğunu çeşitli vesilelerle söylemiştik. Bu yüzden dağdaki ahaliyi Olucak'a bağlayan yolun böyle adlandırılmasını garip karşılamamalı... Buna benzer Şamlı sırtlarından yukarıya doğru tırmanıp Mılıklar'a ulaşan bir patikanın Yörük yolu diye adlandırıldığını yeni öğrendim. Daha aşağılardan Olucak'a varana Olucak yolu denilmesi çok normal...

    Yolun Çirçir'den başlaması ilginçtir. Bilindiği gibi burası Afyon-Kütahya yolu üzerinde bir noktadır. Bu hattın eski dönemlerden beri işlek bir güzergah olduğu unutulmasın. Meşhur İpek yolunun bir kolu olarak tespit edilmiş. Tarihinin eskiliğini genellikle Eğret Kervansarayla ilişkilendiririz, ama onun inşa tarihi İpek yoluna nispeten yeni sayılır. Zira İpek yolunu M.Ö. 2. yüzyılda başlatanlar bulunduğu gibi onu Tunç çağına tarihleyenler de bulunuyor. Şu halde bu civardan geçen kolunun Eğret Kervansarayından çok daha eski olduğunu düşünmemiz gerekir. Yani iki bin yıl önce de buralardan geçen bir İstanbul yolu bulunuyordu.

    Adına her ne derseniz deyin, İstanbul istikametli yolun bazı noktalarında güzergah değiştiğini çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Mesela Kütahya'ya istikametinde Araplı boğazından kışın şiddetli zamanlarında geçmek zor olduğundan alternatif olarak Eğret'e Gazlıgöl üzerinden gidildiğini; Afyon tarafına giderken de bazı gezginlerin, yaz olmasına rağmen, Dandır güzergahını tercih ettiğini öğreniyoruz. Bunun gibi İstanbul'a doğru yol alanlar Çirçir'den Olucak'a yöneldikleri ve Beşkarış gibi yerleşimlere uğrayarak Altıntaş'a çıktıkları düşünülebilir. Yine buraların yolcuları güneye inmeleri gerektiğinde bu yolu izlemiş olabilirler. Çünkü adı geçen merkezler de tarihi nitelikteydi. Kısaca bizim köylülerin Olucak Yolu dediği hat, orman içinden geçen işlek bir antik yol olabilir.

    Yörükyolu'ndan Olucak'a kadarki bölümü hala kullanıldığı için çok belirgin olan Olucak Yolu'nun beri taraftaki bölümü günümüzde yol hükmünü yitirmiş. Bunun en önemli sebebi, bu tarafta bazı bölümlerde çam ormanı çalışılmış olmasıdır. Bu esnada yol ve patikaları esas almadan, eldeki plan çerçevesinde ağaçlandırmışlar. Böylece o bölgede eski yol kesintiye uğramış. Bir kaç yerinden kesildikten sonra, yol eski gücünü kaybedip tamamen işlerlikten düşmüş. 

    Bununla beraber yolun kalıntısı hala orman içinde belli oluyor. İzi takip ederek güzergahı hala çıkarabilirsiniz. Mesela Hanyeri'nin kenarından geçiyormuş, orada yolun tam yerini görebiliyorsunuz.

    Evet, meşhur Olucak yolunun duraklarından biri de Hanyeri imiş. Orman içinde ağaçsız çıplak meydanlara alanlık deniliyor. İşte Hanyeri bizim dağ içindeki büyük alanlıklardan biridir. Eskiden de böyle alanlık mıydı bilemeyiz. Bazı tektonik hareketler sonucu yeryüzü ve yeraltında önemli değişiklikler olması kaçınılmaz, dolayısıyla yer şekilleri ve bitki örtüsünde de değişiklikler beklenir. Bununla beraber Hanyeri adı verilmesi ile, oranın açık alan olması arasında anlam ilişkisi aramalıyız.

    Yanılma payıyla birlikte Eğret Hanının 13-14. yüzyılda inşa edildiğinde tarihçiler hemfikir.  Bölgeden geçen yolların tarihi de Milat öncesine kadar götürüldüğüne göre, bu yolların bazı noktalarında ilkel de olsa konaklama tesisleri olmalıdır. Antik yoldaki o noktalardan birisi Hanyeri olabilir. Yoksa oraya neden Hanyeri desinler?...

    Nitekim tarihçiler Lidya ile Frigya arasında muhtemelen tüccarlar için düşünülmüş konaklama yerlerinden bahsediyorlar. Heredot, bir çeşit han olarak düşünmemiz gereken bu tesislerin sayısını 20 olarak belirtiyormuş.* Küçük Frigya veya Frigya Salutaris'te yer alan Hanyeri, pekala bu yirmi handan birisi olabilir.

    Dağın henüz göremediğim yerlerinde sur gibi, set gibi, insan yapısı olduğu besbelli duvar kalıntıları varmış. Başka yerlerinde daha başka tarihi kalıntı, buluntulardan da söz ediyorlar. Hatta kervan yolu diye adlandırılan başka bir yol da duydum. Fırsatım olmadı, ama dikkatli incelemeye tabi tutulursa Hanyeri'nden bu ismi hak edecek ipuçları elde edilebilir. Temel kalıntısına benzer çukurlar hendekler, taş dizileri veya daha başka şeyler...

    Onca zamana rağmen orman içinde orası yine alanlık olarak kalabilmiş. Onlarca asra rağmen alanlığın adı bugüne Hanyeri olarak ulaşabilmiş. Madem orası han yeri, o yerde bir han olmalıdır. Çıkar bir gün ortaya...

    *Erkan İznik, Hellen Ve Romalı Yazarların Anlatılarıyla Frigler Ve Frigya, Fetih Ve Medeniyet Dergisi Eylül 2022, Eskişehir

 

13 Eylül 2025

İlbulak Ve Tarih Turizmi


    Bu yazı dağlarda geçirdik. Nisan ayında daha meşeler göğermeden başladık İblak yürüyüşlerine. Zeminde her tür yeşillik ictimadaydı; beyaz çiğdemlerin son demi, sarı pambırpap çiçeklerinin en tozlu zamanıydı. Tek tük lale ve sümbüller uyanıyordu... Şimdi meşe yaprakları sararmaya durdu, yakında her yanı bakır rengi ağır bir manzara kaplar. Kart ve sert yapraklar arasında gobaklar yumruldu, pelitler şapkasına dar geliyor. Kısaca İlbulak kışa hazırlanıyorken biz de yürüyüşleri bitirdik.

    Dağ yürüyüşlerinin amacı, bütün yönleriyle İlbulak dağını tanımaktı. Deretepe Eğret serisiyle belli başlı mevkileri tanıtıcı yazılar yazıyoruz. Başkalarından dinlemekle bir yeri öğrenip tanıyamıyorsun. E kendin bilmediğin bir şeyi nasıl anlatacaksın. Bu yüzden mümkün olduğunca gidip gördükten sonra dinlediklerinle birleştirip sonuca varmak gerekiyordu. Dağı karış karış dolaşalım dedik...

    Amacımıza hemen hemen ulaştık, doğuda Resulbaba tepesinden batıda Sivrikaya'ya kadar uzandık. Bu hatta üzerinde dolaşmadığımız çok az yer kaldı. Vaktini bekleyen yazılar var...

    Yalnız bu dönemdeki yürüyüşlerimiz dağın zirvesinde kaldı. Bir türlü eteklere inemedik, hep göğe yakın yerlerde, ortalama 1500 rakımdaydık. Diğer bölümleri gelecek yıla bırakarak dorukları değerlendirelim.

    İlbulak dağlarının askeri açıdan stratejik önemini ilk defa Fahrettin Altay anılarında okumuştum. Paşa bu dağ sırasının Altıntaş ovası, Sincanlı ovası ve Afyon ovasını hakim bir konumda olduğu için gözlem ve keşif için çok önemli olduğunu söylüyor. Nitekim 27 Ağustos 1922 günü ikindiye doğru keşif kollarını bu yüzden İlbulak'a göndermiş. 

    İşte bu bilgiyi yürüyüşler esnasında yerinde pekiştirme imkanı buldum. Gerçekten de her yer ayaklarının altında görünüyor. Gerçi eskiden beri işitirdik, dağdan baktığında Eğret'e bağlı kırk küsür köyü sayabilirlermiş. Gece karanlığında titreyen ışık kümelerini sayarak biz de bunu denerdik. 

    Fakat işte şimdi bunun haricinde başka noktaları da gözlemleyebiliyordum. Özellikle Büyük Taarruzun ilk dört günü müthiş hareketlilik vardı şu dağlar ortasındaki ovada. Okuduğum hatıra, ceride, rapor, tutanak ve benzeri yazılardan; izlediğim, dinlediğim anılardan öğrendiğime göre bir asır önceki savaş hareketlerini mevki, yön ve nokta olarak görebiliyordum. Adeta Büyük Türk Taarruzu gözümün önünde yeniden canlandı. Yunan ihtiyatının bozuluşunu, can havliyle batıya doğru kopuşunu, Eğret baskınını, Çirçir saldırısını, Olucak yangınını ve daha neleri bir bir izledim.  Böylece yakın tarihi daha iyi anladığımı gördüm.

    Sadece üç tarafındaki geniş ovaların hakimi olduğu için önemli değil İlbulak... İşgalciler bekledikleri Türk hücumu sırasında ikinci direnek hattı olarak düşünmüşlerdi bu dağ sırasını. Bu yüzden 1922 baharında savunma mevzileri hazırladılar. Resulbaba'dan Demirce sırtlarına kadar uzanan bu mevzilerin batı ucu, 15 yıl önceki ağaçlandırma sırasında bozulmuş. Fakat Almalı denginden Resulbaba'ya kadarki kısımları hala belirgin. Tam tepedeki kendini korumuş bu mevzi çizgisinde yakın zamanlara kadar mermi ve kapsul gibi kalıntılara rastlanırmış. Bütün bunlar sizi ister istemez bir asır evvele götürüyor...

    Mevzilerin sağlam kaldığı kısımdan Afyon istikameti de çok net görülüyor. Altay Paşa'nın tarif ettiği yer tam da buralar olmalı. Ayrıca Resul Baba'nın asırlar önce tam da bu noktaya gözetleme kulesi gibi bir makam yaptırmasının birinci sebebi stratejik konum olabilir. İşte bu tepedeki mevzilerin zirveyi tamamen çevrelediğini de ayrıca belirtmek lazım...

    Aşağıdaki ovada yüzyıl önceki çarpışma ve hareket noktalarını belirlemeye çalışırken, kendimi bir anda Büyük Taarruzu anlatırken buldum. İşte süvari alayları gece karanlığında şurada birbirinden koptular. Yanlış tarafa yönelen birlikler, şurada kuzeye kaçan Trikopis kamyon koluna saldırdı. Bir sürü kamyonu tahrip edip bir o kadar esir aldılar. Bu esirler arasında bir Yunan kızı da vardı... Bak Prens Diyenis'in  Tümeni şu meydanda gecelemişti. Sabahın köründe kendilerinin onda biri büyüklüğünde Türk süvarisinden öyle bir baskın yediler ki, uzun süre ne olduğunu anlayamadılar. Diyenis'in çadırı da bu saldırıdan isabet aldı, ilk şoku atlattıktan sonra apar topar kaçışa başladılar...

    Ben kendi kendime böyle kah konuşarak, kah susarak anlattım; ama sonradan aklıma geldi, bunun tam da burada başkalarına anlatılması lazım. Bizde tarih öğretimi tamamiyle soyut olduğu için öğrenciye sevimsiz gelir. Bu yüzden tarihimizi ne öğretir ne de sevdirebiliriz. Ben burada görüp somutlaştırarak daha iyi öğrendiğime göre aynı uygulamayı kendi çocuklarımıza neden yapmayalım. Şimdiki aklım ve imkanlarım olsaydı, Anıtkayalılarla birlikte Olucak, Yenice, Bayramgazi, Çatalçeşme ve Saadet öğrencilerini buraya getirip kendi yerel tarihimizi göstere göstere anlatırdım...

    Ve hatta göstererek tarih anlatımı yöntemini öğrencilerle sınırlı bırakmayıp, meraklı ve istekli yetişkinlerle sürdürmek gerekir bence... Hem bu esnada herkes bildiğini anlatarak katkıda bulunur, böylece yeni bilgilere ulaşılır. Etkileşimli öğrenme denilen bu yöntem ders havasında olmayacağından sıkıcılıktan uzak, eğlenceli bir kültürel etkinlik gibi düşünülebilir. Adına ister dağ yürüyüşü de, ister piknik, istersen tarih turizmi, fark etmez...

    Bizde tarih turizmi, özellikle savaş tarihine dair turizm, 90'ların başında Çanakkale gezileriyle başladı. Kısa sürede o kadar ilgi gördü ki, Çanakkale gezileri adıyla bir sektöre dönüştü. İnsanlar hem geziyor hem tarihini öğreniyordu. Bundan on yıl kadar sonra, 2000'lerin başında Kocatepe gezileri başladı. Son yıllardaki artan ivmeyle Kocatepe de layık olduğu ilgiye mazhar oldu...

    Kanaatimce artık sıra İlbulak'a geldi... Kocatepe'den anlatım, taarruzun ilk iki günü için idare eder; ama bütün bir Büyük Taarruz anlatımı için daha geniş perspektif sunan bir yer lazım. O yer, yukarıda açıklandığı üzere İlbulak dağlarıdır... Oradan doğuya baktığında Eskişehir sınırını, kuzeyde Altıntaş ovasını, güneyde taarruzun başladığı Kocatepe'yi ve nihayet batıda Dumlupınar'ı aynı anda görebilirsin...

    Benimki de bir hayal işte... Lakin unutulmamalı ki her şey hayalle başlar...



02 Eylül 2025

Halibanağanın Çeşme

   
    İlbulak dağ sırasında Resulbaba tepesinin kuzeyine uzanan İnceburun düzlüğü bulunuyor. Batıya doğru ilerleyince ona benzer geniş bir Dombeyalanı düzlüğü ile, daha küçük Demirce düzlükleri diziliyor. Orman içinde ağaçsız bu düzlüklere alanlık da deniliyor. Tabi yüksek olmaları sebebiyle buralara plato da denilebilir.

    Dombeyalanı ile Demirce arasında, daha sıradağ yüksekliğinden kurtulup vadi inişine tam geçilmediği çanak başlangıcının tatlı meyilinde bir çeşme bulunuyor. Demirce ile Şerafettinemmi gibi iki kuru çeşme arasında şırıltılı sadece kendisi bulunan bu çeşmeyi keşfedeli altı ay olmadı. Bilebildiğim kadarıyla onu anlatacağım.

    Garadelinin Halil İbrahim Kızılyel tarafından yapıldığı için böyle adlandırılıyor. Daha önce söz edildiğini duymuştum, ama Halibanağanın çeşme tam olarak nerededir bilmezdim. İlk Almalı yürüyüşünde nasıl karşılaştığımızı anlatmıştım. Demirce düzlüğünden doğuya doğru hafif sarkınca onu göreceğimiz söylenmişti. Büyük dalları kurumuş koca bir söğüt gövdesini fark etmemek mümkün değildi zaten. Çeşme de hemen onun yanında. Çok yakında görülüyordu, ama ulaşmamız zor oldu. Çünkü yol yok, sıkıntılı bir patikadan ilerlemek zorundasınız...

    Biz gördüğümüzde siçanguyruğu tabir edilen miktarda şırıldıyordu. Büyük ve hantal görünümlü iki ahara akan bu su malesef aharlarda durmuyordu. Kırıklık ve patlak, çatlaklardan su akıp gidiyor. Bir de çeşmenin gövdesi yok, dolayısıyla lula da bulunmuyor; bir bütün boru özentisiz uzatılmış, işte eser miktarda su o borudan akıyordu. 

    Buna rağmen bu ilk karşılaşmamızın ayrılığında, çeşmesinden ayrılırken Halibanağa'yı rahmetle yad ettik. Çeşmeyi neliklerle yaptığını, hangi kıt imkanlara kafa tuttuğunu hem gözlemlemiş hem de çoğu kişiden dinlemiştim. Almalı'ya doğru geçip gittik...

    Bu çeşme tekrar gündemimize girdikten sonra yapılış hikayesine dair ilginç ayrıntılar öğrendim. Bizim şimdi piyade olarak zor ulaştığımız bu noktaya eşekle malzeme taşıdığını, günlerce burada yattığını, sadece cuma namazı ve ertesi günkü pazarda köfte satmak için köye gittiğini, yardımcı olarak arada sırada yanında Selami'nin görüldüğünü, bu sırada en dişe dokunur yemeğinin bulgur pilavı olduğunu, bütün bu süre zarfında hiç ihmal etmediği namazlarını nasıl huşu içinde kıldığını filan şahitlerinden dinledim.

    Halibanağa'nın çeşme nasıl gündemimize girdiğini anlatmam lazım. Şamlı tamir edilirken, orada çalışanların ilhamını rahmetliden aldıklarını ve her sözü geçtiğinde kendisinden nasıl sitayişle bahsettiklerini fark etmiştim. Bu arada onun çeşmeyi de bu ekibin tamir ettiğini orada öğrenmiş oldum. Hani lula yerine rastgele uzatılmış boru filan demiştim ya yukarıda, işte onu uzatan bunlarmış; yani Meşhur, Tekeli ve Kuşçu... Meğer iki yıl önce Halibanağa'nın çeşme dinikmiş. Bunlar önce kuyuyu bulmuşlar, sonra eski künklerin içinden o boruyu geçirerek çeşmenin belli belirsiz gövdesinden aharlara uzatmışlar. Böylece çeşme siçanguyruğu da olsa akmaya başlamış...

    Geçen hafta Şamlı tamiri sırasında Meşhur usta, bir sonraki projenin Halibanağa'nın çeşmenin yeniden düzenlenmesi olduğunu söylemişti. Geçtiğimiz günlerde bu işe başlandı. 250-300 metrelik bir yol ve üzerinde iki köprü yapıldı. Yeni çeşme yeri için alan açıldı, dinmek üzere olan çeşme standart siçanguyruğu suyuna kavuşturuldu. 

    Bir kaç hafta sonra tesviye betonu atılacak ve o düzgün zemine yeni aharlar yerleştirilecek. Halibanağa'nın ellerinin değdiği orijinal lula çöğürlerin arasında bulunmuştu, o da ait olduğu yere, yeni yapılacak çeşme gövdesine yerleştirilecek.

    Yeni yapılacak çeşme gövdesine ayrıca, bunun rahmetli Halibanağa hayratı olduğunu anlatan basit ibareli bir mermer plaka yerleştirilecek. Bakarsın bundan sonra Halabinağa'nın Çeşme, o mevkiye de ad olur...



31 Ağustos 2025

Şerafettin Emmi Çeşme/leri


    Bugün Halibanağa'nın çeşme yolu için Demirce'de kepçe çalışırken can sıkıntısı bastı, Almalı'ya varıp geleyim dedim. Artık yolu biliyordum, Dombeyalanı'nı aşınca Almalı vadisine iniyordunuz. Öyle yaptım, Almalı çeşmelerine varmadan yolumun üstündeki Şerafettin Emminin çeşmeye uğradım.

    Baharda buraya ilk geldiğimizde aynen böyle karşımıza çıkmıştı. Önce bunu yukarı Almalı çeşmesi zannetmiş, fakat Almalı'nın karşı yamaçta olduğunu, bunun Şerafettin Azbay emmi tarafından yaptırıldığı için onun adıyla anıldığını öğrenmiştim. 

    Aharları ve gövdesiyle gayet muntazam bir çeşmeydi; lakin işte ne boş aharların sağlamlığı işe yarıyor, ne de kuru lulanın güzelliği... Baharda akmıyordu burası, şimdi ise o zaman akanlar bile dinmiş... Dolayısıyla yine kupkuru bir manzarayla karşılaştık.

    Burada dağdaki çeşmelerin genel sorunu olan mevsime bağlı su azalması ve kaynak kuruması hususlarını bir kenara bırakıp, Şerafettin emminin çeşme hakkında yakınlarda yaşanan bir tartışmayı ele almak istiyorum.

    Sosyal medyada çeşmenin bir fotoğrafını paylaşmıştım. Turabilerin Ahmet Külte, babasından duyduğu bir bilgiyi nakletti ve bu çeşmenin aşağısındaki derede başka bir çeşme daha olduğunu, ikisinin de Şerafettin'in çeşme diye bilindiğini söyledi. Sonra bu bilgiye itirazlar yükseldi. Deredeki o çeşmenin Haceller (Hacı Aliler)in çeşme olduğu, Şerafettin Azbay ile alakası bulunmadığını söylediler. 

    Bilgim olmayan konularda susar, ortalığı dinlerim; tartışmaya katılmam. Ben de öyle yaptım, fakat içimden bir ses iki görüşün de haklı olabileceğini söylüyordu...

    Neyse, tartışma orada kaldı. Geçende Şamlı'da çalışırken Meşhur Abi konu nasıl geldiyse bilmiyorum, Hacellerin çeşme kuyusunu nasıl bulduğunu anlatmaya başladı. Söz bittikten sonra çeşmeyle ilgili tartışmayı sordum 'Yok, orası Hacellerin çeşme' dedi. Yine itiraz etmeden dinledim, ama kafamdaki iki tarafın da haklı olabileceğine dair kanaatte bir değişiklik olmadı...

    Sülale araştırmasından aşinayım, Eğret tarihinde iki tane Hacı Ali var. Aslında hacca giden her Ali potansiyel bir Hacı Ali'dir. Lakin hacı ünvanı lakaplaşıp isme dönüşen, hatta bununla da kalmayıp sülalesine ad olan iki tane Hacı Ali bulunuyor. 

    İlk ve en çok bilinen Hacı Ali, Veyislerden Daldal Hüseyin'in torunlarından olup Şebek Ahmet Dadak'ın babasıdır. Bu Hacı Ali Dadak, adını kendi ailesine sülale ismi olarak bırakmış ve Haceller sülalesinin atası olarak 1952 yılında vefat etmiştir.

    İkinci Hacı Ali ise ilkinden bir asır kadar önce yaşamış olan İdris oğlu Hacı Ali'dir. Şimdi hepsine birden Hacılar sülalesi dediğimiz Arzımanoğullarından olan Hacı Ali, aynı zamanda Tanzimat sonrasında atanan ilk Eğret muhtarı olduğu kayıtlarda var. Körhoca dedemin annesi olan Nazik ninemizin baba adı nüfus kayıtlarında hala Hacı Ali olarak yazılıdır ve bahsedilen İdris oğlu Hacı Ali'nin kızıdır.

    Tamamı Azbay soyadını taşıyan Hacılar sülalesine mensup herkesin mutlaka Hacı Ali ile bağı bulunmaktadır. Buna rahmetli Şerafettin Azbay emmi de dahil...

    Şu halde çeşmenin altındaki derede bir yerlerde bulunan çeşmeye Hacellerin diyenler de, Şerafettin'in diyenler de haklı olabilir. 

    Aslında gereksiz bir tartışmayı uzatmak değil gayem. Burada üzerinde durmamız gereken asıl husus ikisinin de akmıyor olmasıdır. Şerafettin emminin kamyonuyla buralara kadar inşaat malzemesi indirdiğini söylüyorlar. Dediğim gibi, muntazam görünümlü bir çeşme yapmış. Ne zaman dindiğini ve dinme sebebiyle ilgili bir çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. 

    Deredeki çeşme kuyusunun bulunduğunu söylemiştim. Neden akmıyor, yapılabilecek bir şey var mı diye Meşhur ve arkadaşları incelemişler. Kuyuya ulaştıklarında malesef orayı kupkuru bulmuşlar. 

    Bugün Almalı yürüyüşünde gözlemlediklerimi, demir tavında dövülür esasınca hemen yazayım dedim. Sonuç; elverir ki Şerafettin emminin çeşme için bir şeyler yapılabilir... Böylece Almalı'nın sol yanağı da yeşerir...




14 Ağustos 2025

Şamlı Çeşmesi

     
    Bir çeşmenin en garip hali nedir? Herhalde bu soruya verilecek en doğru cevap 'susuzluğudur' olurdu. Lulasından su akmıyorsa, aharları dolu değilse, çevresine şırıltı yaymıyorsa o çeşme gariptir. Kendisi susamıştır ki başkalarını nasıl sulasın. Gerçi suyu olmayan bir çeşmeye çeşme denir mi, bu da ayrı bir husus.

    Anıtkaya'daki çeşmelerin birer birer kuruduğu herkesin malumu. Genel kuraklık veya başka sebeplerle kuruyan bazı çeşmeler pompa marifetiyle tekrar akar duruma getiriliyor, bunu bile sevindirici buluyoruz. Dağdaki çok sayıda çeşmenin kuruduğuna dair bilgiler geliyor, üzülüyoruz. 

    En son Şamlı'nın kuruduğu haberi milleti daha fazla üzdü, bunun sebebi var. Dağ çeşmelerinin temelli kuruyanları da oluyor, Şerafettin'in çeşme ile Demirce çeşmesi bunlara örnektir. Diğer kurumalar muvakkattir, yazın en kurak döneminde suyu kesilir, sonbaharla tekrar akmaya başlarlar. Millet bu duruma alışmış. Amma Şamlı bugüne dek hiç dinmemiş, belli dönemlerde suyu siçanguyruğu seviyesine de düşse akmaya devam edermiş. Şamlı'nın dinmesi bu yüzden dağ ile ilgisi olanları üzüntüye boğdu.

    Meşhur Ahmet Sağlam, Şamlı'nın kunduz veya başka bir sebeple tıkandığını düşünüyor. Akmamasının sebebi bu, kuyusu ve yolu temizlenirse tekrar akmaya başlar dedi geçenlerde... Bir kaç güne çalışmalara başlayacaklarını söyleyince bana da haber edin demiştim. Çağırdılar bugün gittik. Ben çeşmeye vardığımda sesleri biraz yukarıdan geliyordu. Orada biraz eğlendim, çeşmenin garip ve sessiz hali insanı bayıyor. Önceki halini bilenlerin içi daha da kıyılır...

    Önceki halini derken, belirsiz bir geçmişten bahsediyoruz. Şamlı'nın tarihini bilen yok, bu hususta bir kaç hikaye anlatılıyor; ama bunlar adını açıklamaya yönelik, yapılış zamanıyla ilgili değil.. 

    Bilinmeyen bir geçmişte dağın bu bölümünde çam ağaçları varmış, bu yüzden o mevkiye Çamlı diyorlarmış, zamanla bu kelime Şamlı'ya dönüşmüş... Çeşmeyi orada görevli Şamlı bir asker yaptığı için kısaca Şamlı çeşmesi denilmiş, zamanla o mevkinin adı da Şamlı olarak yerleşmiş... Böyle anlatılarda mantığa ters noktalar bulunabilir, halk hafızası onlara da bir açıklama bulabilir; fakat Şamlı çeşmesi ile ilgili daha mantıklı bir hikaye var.

    Sefer araçları bilindiği gibi gelişmediği zamanlarda hac yolculuğu develerle yapılırmış. En az altı ay sürdüğü için Eğretliler hac ibadetine 'uzun yol' diyorlar. Aylarca süren yolculukta günün sonunda konakladıkları yerler var. Şam ise sadece konaklama için değil gezilip görülmesi gereken önemli bir merkez... Eğretlilerin bulunduğu hacı kafilesine yaşlı birisi nerelisiniz filan diye sormuş. Memleketlerini öğrenince adamın gözleri parlamış ve yakınlık göstermesinin sebebini anlatmış. Meğer Türkmen/Yörük olan bu ihtiyar zamanında İblak'ta çok yaylamış. Bu dağlar yazı geçirmek için onların en gözde yaylasıymış. Nihayetinde yerleşik hayata geçip Şam'ı yeni vatanı olarak seçmiş. Hatta falanca yere bir çeşme yaptığını da söylemiş... Tarif ettiği mevkide, dediği gibi bir çeşmenin hala akmakta olduğu haber verilince adam iyice coşmuş. Çok sıcak, samimi sohbetler olmuş Şam molasında... Hicaz'dan dönünce Eğret'te bu olayı anlatmış bizim Hacı... O günden sonra Şamlı çeşmesi diye adlandırmışlar. Zaman geçtikçe halk ağzında hem çeşme hem de onun bulunduğu mevki kısaca Şamlı olarak anılır olmuş ve bugünlere böylece gelinmiş...

    Belgeye dayalı bir olay olmadığı için hikayenin zamanı belirgin değil. Ancak çeşmenin önceleri daha yukarıda olduğunu söylüyorlar. Ne zaman ve ne maksatla şimdiki yerine indirildiği meçhul. Bir kaç yıl önceki dağ gezisinde karşılaştığımız eski künk yolunu görmemiz heyecan vericiydi.  Çünkü, ne kadar eski olduğu bilinmeyen nesnelere bakıyorduk. Belki onlar sadece su nakil künkleri değil, eski çeşmeyi taşıyan su yollarıydı. 40 yıl kadar önce, Salim Kurt döneminde plastik boru döşenerek bu künklerin boşa çıkarıldığını bugün öğrendik. Şiddetli akan sellere dayanamayıp toprak yüzeyine çıktıkları anlaşılıyor.

    Künkleri boru ile değiştirme işini görenlerin beyanına göre, kesik atma yoluyla boru bir noktadan tespit edildi. Meşhur'un özel teknikleriyle boru içinde su olmadığı anlaşıldı, yani varsa tıkanıklık daha yukarılardaydı. Bugünlük burada bırakıldı, ama yarın ve sonraki günlerde kademe kademe yukarı çıkılarak suya ulaşmaya çalışacaklar.

    Asıl hedefleri çeşmenin kuyusunu bulmakmış. Eskilerden kimse kuyuyu tespit edememiş, yani işe yarayacak bir işaret yok. Bu yüzden tek kılavuz boru ve sonrasında onun eklendiği künkler takip edilecek. Bu yüzden doğal biçimden uzak bir taş gördüklerinde 'Aha! Bu Haliban Ağa'nın nişanı olmasın.' diye çevresini kazıyorlar...

    En son onarımda Halibanağa (Halil İbrahim Kızılyel) de bulunmuş, bu yüzden yol gösterici olarak taşlardan bir mesaj bekliyorlar. Rahmetliden gün boyu sitayişle bahsedildi. Sıfırdan kendi yaptığı çeşmeler dışında, diğer çeşmelerin onarımında da bulunmuş böyle bir hayırsever her türlü övgüyü hak ediyor. Yaptıklarının manevi karşılığını tayin kimsenin haddi değil. Fakat kendinden sonrakilere örnek olma hususundaki manevi mirasını yakından gözlemledim. Şimdi burada Şamlı'nın suyunu bulmaya çalışanlar, daha önce aynı işi başka başka çeşmelerde de yapmışlar. En son merhum Halibanağa'nın çeşme suyunu yenileyerek bunu göstermişler. Bu anlamda Halibanağa'nın kendilerine örnek olmasından dolayı, şimdi bunların manevi kazançlarından da pay aldığını düşünüyorum. Allah rahmet etsin...

    İnşallah Meşhur'un düşündüğü gibidir; Şamlı çeşmesinin kuyusu kurumuş değil, sadece tıkanmadan dolayı dinmiştir, bir kaç gün sonra lula tekrar şarlamaya başlar. Zira çeşmenin kurusu ve sessizi yürek yaralayıcı...



09 Temmuz 2025

Uluyol Ve Tali Yollar

 
    Eski asfaltta Çorbeciguyusu'ndan başlayarak Yıldız petrol dengine kadar tatlı bir rampayla çıkıldığı malumdur. Belki o rampayı ancak küçük tepeye vardığınızda anlarsınız, o kadar kendini hissettirmez yani. Oradan geldiğiniz tarafa dönüp bakarsanız Çorbeciguyusu'nun bir kaç metre derine düştüğünü görürsünüz. Güney tarafı ise bir o kadar yüksekçedir. 

    Yüksekliğin başladığı noktadan sola, Çolağınçeşme'ye dönen yol ayrımına kadarki mevkiye Uluyol denildiğini yarım asır kadar önce öğrenmiştim. Asfalt kenarındaki tarlasını tarif ederken Ninem böyle derdi. Gerçi bu mevkiyi böyle isimlendiren başka birine rastlamadım. Zaten bizim köyde 'ulu' kelimesi kullanılmaz; şimdi herkesin 'Ulu Cami' dediğine bakmayın, oranın orijinal ve yaygın adı Gocacami'dir. Eğretli aynı anlama gelen 'ulu' kelimesine itibar etmeyip Türkçe 'goca'da ısrar etmiş. Ulu ise sadece Uluyol mevki isminde kendine yer bulmuş. Gelvelakin Uluyol'un bilinirliği de sınırlı kalmış, sadece Ninemden duymamdan hesap edin...

    Kütahya'da yerleşik Tekirgızıların büyük emmisi Himmetoğlu Halil, babasından kalan tarlalarını alabilmek amacıyla 1905 yılında mahkemeye başvurmuş. Mahkeme kararında bahse konu tarlalar sıralanırken birinin Uluyol mevkiinde olduğu kaydedilmiş. Eğret'teki Uluyol mevkiinin adını bu resmi belgede gördüğümüzde yıl 2021 idi ve hala bu isim pek bilinmiyordu.

    O kadar bilinmiyordu ki, 1989'da kadastro kaydı yapılırken Ninemin tarlası Kepez mevkiinde diye yazılmış. Demek ki bilirkişiler bile oraya Uluyol denildiğini bilmiyorlarmış. Köylü bir asır önceki mevki adını unutma sürecine daha o yıllarda girmişmiş...

    Mevkinin adı unutulmuş, ama oraya adını veren ve tam ortadan geçen yola bir şey olduğu yok, günümüze kadar gelmiş. Bu, eski asfalt dediğimiz Afyon-Kütahya karayoludur. Eğretlilerin hafızasındaki adıyla susa... 

    Henüz otomobil ve kamyonların yaygın olmadığı zamanlarda tam da böyle adlandırılıyormuş; susa, şosenin Eğret ağzında aldığı biçimdir. Asfalt atımına daha sonraki yıllarda başlanmış, ama 1930'ların sonlarında Eğretlilerin bir vergi türü olarak bu yolun yapımında makbuz mukabili çalıştıklarına dair belgeler var. 

    Ondan daha önce, misal işgal yıllarında da tam olarak şose diye adlandırılıyormuş. Hatta Büyük Taarruzun ikinci günü verilen bir emirde, orduların sorumluluk alanı belirlenirken Afyon-Kütahya şosesi sınır olarak bildirilmiş. 

    Daha gerilere gidersek, bu yolun Afyon ile Kütahya'yı birbirine bağlayan sıradan bir şehirlerarası yol olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Çünkü güneyde Selçuklu başkenti Konya'ya, kuzeyde Doğu Roma başkenti İstanbul'a uzanır. Üstelik ilk dönem Osmanlı başkenti Bursa bağlantısı da var.

    Bir de bu yolun tarihi İpek Yolu kollarından biri olduğunu düşünürsek, konunun boyutu genişleyiverir. Çekül Vakfı, İpek yolunu tarihi veriler ışığında bir haritayla somutlaştırmış. Yüksek çözünürlüklü İpek Yolu - Kültür Yolu haritasının ilgili kısmını buraya aldım. Yol üstünde Eğret Kervansarayı önemli bir nokta olarak işaretlenmiş. Ayrıca Afyon ile Eğret Kervansarayı arasında Üçgöz Köprü diye başka bir noktanın işaretlenmiş olması da dikkatimi çekti. Uluyol'un biraz ilerisinde böyle adlandırılan bir mevki olacaktı. Acaba kastedilen burası mıdır, asfalt atılmadan önce yol üzerinde tarihi bir köprü var mıydı, bunları bilmiyoruz. Belki Araplı civarındaki bir köprü böyle adlandırılıyordu...

    Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken husus, bahsedilen yolun ne kadar önemli bir ticaret yolu olduğudur. Böyle bir yol da elbette geniş ve alabildiğine büyük olmalıdır. O kadar büyük ki, Eğretlilerin sıradan büyüklükler için kullandığı 'goca' kelimesi bile bu anlamı karşılayamasın; Gocayol değil Uluyol diye adlandırılsın. Ancak o vakit sözünü ettiğimiz mevkinin neden böyle adlandırıldığı anlaşılabilir.

    Bu yolun Kütahya istikametini çevreleyen mevkiye Kütahyayolu/Kötâyolu deniliyorken, Afyon istikametindeki uzantısına Uluyol denilmesi de bir başka gariplik. Acaba yalnız o tarafta mı belirgin bir büyüklük vardı? Fakat şu da akıldan çıkmasın, güneydeki bir mevkiye Şehiryolu/Şeheryolu adı da veriliyormuş...

Asıl konudan fazla uzaklaşmadan, bu yolun önemini anlatan 18. yüzyılda kaleme alınmış bir metni dikkatlerinize sunayım. Alman matematikçi, haritacı, kaşif, gezgin Carlsten Niebuhrs Afyon'dan İstanbul'a dönüş yolunda:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi." *

    Eğret köyü 1767 yılında düz ve geniş bir yol üzerinde diye konumlandırılmış. Bu tarif  'Uluyol' isimlendirmesinin ne kadar isabetli olduğunu adeta haykırıyor. Fakat yolun her etabı aynı değilmiş ki, gezginimiz Gecek hamamını gördükten sonra, oradan Çorca yoluyla Gazlıgöl'e varmış, Dandır üzerinden Eğret'e ulaşmış. Bu dolambaçlı güzergahı keyfinden değil de Araplı boğazı ve rampasını geçemeyeceğinden tercih etmek zorunda kalmış. Dediğine göre kış aylarında bu yoldan geçmek mümkün değilmiş. Dediğim yerlerden geçişin iki üç asır önce ne kadar imkansız olduğunu şimdi bile tahmin edebilirsiniz.

    19. asırda coğrafyacı bir Rus gezginin anılarını okurken şaşırmıştım. Kasım ayı sonları, adam geçtiği yerlerin gece sıcaklığı ve rakım değerlerini ölçe ölçe İstanbul'dan doğru geliyor. Eğret'te bir odada geceliyor, bu arada ölçümlerini yapıyor. Sabah kalkınca tasını tarağını toplayıp yola koyuluyor, ama bildiğimiz Şeheryolu/Uluyol'a doğru değil de Dandır'a doğru yönelip o güzergahtan Afyon'a varıyor. Yolunu değiştirmesinin sebebini şimdi anlayabiliyorum. Bu gezginler yanlarında Rum veya Ermeni bir kılavuz bulunduruyorlardı. Yolları iyi bilen kılavuzu kasım ayında Araplı civarının geçilmez olduğunu bildiği için Gazlıgöl'e doğru yönelmiş demek ki...

    Yalnız Dandır-Gazlıgöl istikametine giden yolu da küçümsememek lazım. Tamam kışın zor şartlarında tercih edilen bir alternatif rota imiş, ama ben antik çağda da orasının işlek bir yol olduğunu düşünüyorum. Hele Çatalüyük civarının antik değeri düşünülürse bu fikir daha sağlam bir temele oturtulabilir. 

    Kapıyeri'ni işlerken burasının çok eski zamanlarda Eğret (veya adı her ne ise) köyüne giriş yeri olduğu için böyle adlandırılmış olabileceğini söylemiştim. Şimdi o kapının uzantısı olan antik yolu da tasavvur çerçevemize almalıyız. Daha İsgileyolu, Üyükyolu gibi kavramlar da var... Eğret ulu ve tali yollarla örümcek ağı gibi örülmüş...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20


22 Mayıs 2025

Bahçecik


    Onca gezmişiz, yeni yerler görmüşüz; öğrenmiş, benzetmiş, kıyaslamış, beğenmişiz... Kıymeti yok, çünkü burnumuzun dibindeki dağımızı hakkıyla bilmiyoruz. Bu yüzden şimdilerde fırsat buldukça İlbulak dağlarının dip köşe, hiç gitmediğim taraflarına yolumu düşürüyorum. Önce Almalı, sonra Resulbaba tepelerini böyle gezdik. İki gün önce 19 Mayıs günü ise ters istikamete, Bahçecik tarafına yöneldik.

    Gedik orta kabul edilirse Bahçecik onun batı yakasındaki bölgede... 
Yürüyüşümüzü yine İlbulak tepesinden yaptık, eteklerdeki engebede ilerlemek çok zor çünkü...

    Buna rağmen Bahçecik çeşmesi olduğunu düşündüğüm yere varıp dönmek 4,5 saatimizi aldı. Sadece ikindi namazı için çeşme başında mola verdik, o kadar. Çünkü tepeden de olsa yürüyüş kolay değil...

    Almalı tarafındakinden farklı bir bitki örtüsüyle karşılaştığımızı belirtmek lazım. Farklı zamanlarda gözlemlemeye bağlı olabilir bu durum, ama arazi ve toprak yapısı da farklı geldi bana.

    Lale ve sümbüller yoktu artık, onun yerine dağ veya ada çayı olduğunu düşündüğümüz öbek öbek ot ve çiçek ocakları keşfettik. Bunlar diğer tarafta yoktu... Belki vardı da zamanı değildi, orasını bilemem. Zirvede bol gördüğümüz bu çiçeklerden numune aldık, gerçekten adaçayı ise onlardan da toplamak için tekrar gitmeyi düşünebiliriz.

    Tepedeki kekikler gıran kekiği türünden. Onun kokusu da keskin oluyor, ama yaprakları pek canlı değil. Diğer tülü kekik türlerinden de bol var, lakin çiçek açmalarına daha bir hafta on gün var. Bu kekik milletinin her hali güzel ve lazım olduğundan yine de yeter miktarda topladık.

    Yakı otu da diğer mevkilere göre bu tarafta daha gür gibi geldi bize... Belki yağmur sonrası bahar vakti olduğu için öyle gelmiştir, öte taraflarda da şimdi böyle gür ve canlı olabilir, bilemeyiz. Hatırı sayılır miktar da ondan topladık, çünkü mide rahatsızlıklarına şifa olduğunu yakından gördük bu sene... Yakı otunun macerası çok ilginç, sadece bizim sülaledeki bilinirliğiyle günümüze geldiğini iki yıl önce bir yazıyla dile getirmiştim. Kocatepe Üniversitesi'nde bir bitirme tezine konu olduğunun, ayrıca Tübitak destekli bir proje ile araştırılıp literatüre sokulduğunun müjdesini vereyim.

    Çeşmenin başındaki galgan dikenlerine ve çayır gibi otlara bakınca buralara neden Bahçecik denildiğini anlıyorsunuz. Oysa Almalı'da elma, Kirazlık'ta kiraz olmadığı gibi buralarda da bahçe bulunmayacağını düşünmüştüm. Başka yerde görmediğim böğürtlen ve badem ağaçlarını da belirtmek lazım. Gerçi bademlerdeki intizama bakılırsa ormaniye tarafından gerçekleştirilen ağaçlandırma sırasında dikildikleri anlaşılıyor. Bademlerde geçen yılki meyveler hala dallarda... Tabi içleri koflaşmış, yenecek durumda olmadıklarından acıbadem mi, yoksa yinsel mi olduğunu anlayamadık. Galiba soğuk vurmuş, bu yılın meyvesi yok, tadına bakabilmek için en az bir yıl daha beklemek gerekecek... Sonbaharda böğürtlen toplamak için de gelmek lazım bu bölgeye....

    Gedik batısından başladığımız yürüyüşün ilk anından itibaren Altıntaş ovasının gözümüzün önüne nasıl seriliverdiğine şaşıyoruz. Benzer bir görüntü Almalı tarafındaki tepelerden de alınabiliyor, ama o daha çok İhsaniye-Döğer hattına hakimdi. Oysa buradan bütün kuzey bölgesi ayaklarınızın altında... Süvari Kolordu Kumandanı Fahrettin Paşa'nın 27 Ağustos 1922 gününe ait notlarını hatırladım: "İlbulak Dağına çıkan keşif kolları orada düşman bulunmadığını, Eğret bölgesinde büyükçe düşman ordugah çadırları görüldüğünü bildirdiler…" Paşa'nın keşif kolları gözlemini tam da buradan yapmış olmalılar, zira buradan köyün bütün arazisi görülebiliyor ve ayrıca başka keşiflerde Almalı tarafında tek tük düşman askeri görüldüğü belirtilmişti...

    Bulunduğumuz tepeden aşağılara kadar uzanıp giden küçük vadiye Kuyuderesi diyorlar. Vaktüzamanında dere boyunda bir çok kuyu bulunduğu anlaşılıyor, yoksa neden bu isim verilsin. Yine bulunduğumuz noktanın aşağılarında bir yere Gavuryatağı diyorlarmış. Galiba işgal döneminde bir müddet orası Yunan ordugahı olarak kullanılmış. O dönemde İlbulak'ın düşman tarafından nasıl yuvalanıldığı ve meşe çalısının nasıl yağmalandığına dair çok hatıra dinledim. Almalı ve Resulbaba sırtlarına angare yoluyla kazdırdıkları mevzilerin izleri bugün hala belli... Bu tarafta öyle mevzi ve siperler yok, ama işte çöktükleri mevkinin adını köylümüz Gavuryatağı olarak belirlemiş. Elbette bütün bunlar büyük Türk taarruzu başlamadan önceki döneme ait hususlar. Yoksa Süvari Keşif Kolu bizim şimdi bulunduğumuz tepeden aşağılara baktığında Gavur yatağını çoktan boşaltmıştı...

    Biraz daha batıya doğru ilerleyince seyir terası gibi bir çıkıntı var, fotoğraf çekmek ve poz vermek için çok uygun. Oradaki bir fotoğrafı gören Mahmut Omak 'Tahminime göre İncegeriş üzerindesiniz' dedi. Mehmet Ali Kalkan beyin bir yazısından daha yeni öğrendim, geriş ak toprak demekmiş. İncegeriş denilen mevki her neresiyse toprağını incelemek üzere tekrar gideceğim. Bu yüzden dağı iyi bilen biriyle gezmek önemli...

    Aracımızı arkadaki taş ocağının hemen üstüne bırakmıştık. Dağın kuzey yamacında da büyükçe deşilmiş bir taş ocağı bulunuyor. Belki 30 yıla yakın oldu Almalı tarafındaki ocak açılalı. Gerçi şimdilerde bunların hepsi terkedildi, ama bıraktıkları enkaz koca dağın bağrında kapanmaz yaralar gibi görünüyor. Bitki örtüsüyle kapanması, dünyanın varsa o kadar ömrü, bir kaç yüzyılı bulur...

    Koskoca bir yara da Amerikan şirketinin kurduğu göstermelik çiftlik. Devlet desteğini alana kadar biraz hayvan bağlamış olabilirler, sonra defolup gittiler. Geride bıraktıkları çıplak boşluk, uğruna heba edilen onlarca ağılın sessiz ağıdını yakıyor. Vatan insanın nefes alabildiği yerdir, biz bu hazin manzaraya bakarken soluğumuz kesiliyorsa, ortadaki ihanet öyle böyle değil... Öncekiler gibi bizim ömrümüz de kaybettiğimiz nimetlere buğulu gözlerle bakmakla geçecek...

    Ağılların tapusu alınsaydı veya ağaçlandırma yapılsaydı bu yağmanın önüne geçilebilir miydi, zannetmiyorum. Ne yapar eder, orası olmaz da belki başka bir varlığımızı heba etmenin yolunu bulurduk. Öbür taraftaki ağaçlandırmayı kendi ellerimizle durdurmadık mı... Allah'tan Bahçecik bölgesinde daha sistemli bir ağaçlandırma yapılmış.

    Aslında mevkileri çok bilmiyorum, fakat daha önce bir kaç kere çıktığım bir düzlük vardı, Tunanın Tarla diyorlar. Gavur gittikten sonra uzun müddet kıtlık olmuş. Bu kurak dönemde köye yağmur da yağmamış, kuraklık var. Ne de olsa dağdır, buralara yağdığı için uygun yerleri sürüp haşhaş ekmişler. Patlağıntarla, Tunanıntarla gibi isimlendirmeler o günlerden yadigar... Yalnız burada kastedilen bildiğimiz Tuna Hüseyin değil, daha eski ve başka bir Tuna imiş, kim olduğu bilinmiyor... Neyse, daha önce hep aşağıdan çıktığım Tunanıntarla alanlığı baştan aşağı mantar ocaklarıyla kaplıydı. Bu yüzden orayı gözetleyerek ilerledik, gel gör ki tam yerini katiyyen çıkaramadım. Yukarıdan bakınca ne nerededir bilemiyorsun. Önemli değil, zaten mantarı yemeyi değil toplamayı severim diyerek kendi kendimi teselli edip yola devam ettik...

    Bu arada aşağılarda sessiz heyulanın yakınlarında, her nasılsa ayakta kalabilmiş bir kaç ağıla bakarken Keçi yataklarını hemen fark ediyoruz. Keçi sürüleri yatarlarmış burada... Bu geniş düzlükte yatarken boş durmayıp gübreliyorlar, dolayısıyla Keçiyatakları hep mantar ocağı... 30 yıl önce oralarda mantar aramalarımız, yağmurda ıslanmalarımız, Kemiklerin ağıla sığınmalarımız, Ayşe Teyzenin hazırladığı sofrada gıdalanmalarımız aklıma geldi... Bir de buralarda Aşiret yörüklerinin yaylaması... Oysa şimdi koca dağ ne kadar sessiz ve ıssız görünüyor...

    Böyle böyle Bahçecik bölgesine gelmişiz. Bunu, önümüzde aniden muntazam sedirler belirince anladık. Manzara doyumsuz... Nere neresidir, hatta burası Bahçecik midir emin değiliz; ama bir Bahçecik varsa işte burası olmalıdır...

    Büyük bir vadinin ilerledikçe genişleyen havzası burası. Bazı bölümleri, orada burada imam ardında saf tutmuş cemaat gibi sedirlerle ağaçlandırılmış; ama büyük bölümü yine çıplak... Burada bilinçli ağaçlandırmanın ne denli mühim olduğu ortaya çıkıyor. Keşke her taraf yemyeşil olsa...

    Buna rağmen geniş düzlük, adını hak edercesine canlılık saçıyor. Ortalıkta in cin top oynasa da bu canlılığı sırf manzaradan hissedebiliyorsunuz. Eskiden daha canlıymış buralar, pikniğe gelirlermiş insanlar. 1970'lerde Aliefe, gösterdikleri başarıdan dolayı öğrencileri buraya getirerek ödüllendirmiş. Aynı yıllarda Bahçecik'te Hıdrellez karşılama fotoğrafları bulunuyor...

    Bir de çobanlar var... Çobanlar ve sürüler... Asıl canlılığı sağlayan, dağa hayat veren de onlarmış sanki... Ağıllar ve koyun keçi sürüleri malum... Bunun yanında Yörük çadırları ve sürüleri var... Hatta Aliefe'nin beygir sürüsü bile var... Buralarda Metin Tüplek Abi çok beygir gütmüş...

    Yeraltı ve yerüstü sularının da çağladığı zamanlarda Bahçecik'te suları ağzından taşan tam sekiz kuyu varmış. Şimdi bu kuyuların yerini tespit etmek mümkün mü bilmem. Meşhur çeşmeye doğru ilerlerken küçük bir derede nemlilik fark ettik. Mutlaka yukarılarda bir yerde kaynak olmalı. Nitekim az ileride nemlilik damla damla suya dönüştü. Daha gitsek bir kuyu veya minik pınar bulacağız, ama çok yorgunuz, aramaktan vazgeçip tekrar çeşmeye yöneldik.

    Çeşme çirçir aksa da çevresini yeşertmeye yetiyor. Eski aharlarının dikine yenileri eklenerek galiba gövdenin yeri değiştirilmiş. Altı tane mozaik aharlı yeni çeşmenin ucunda gövdesi çatallaşmış bir söğüt dikkat çekiyor. Bir hayırseverin aharları yosundan temizlemesi gerekiyor. Vaktimiz olsaydı yapardık, ama çok yorulduk ve geç oldu. Biraz moladan sonra tekrar yola düştük ve akşama doğru varacağımız yere ancak vardık...

    Hangi bölgesi olursa olsun, İlbulak'ı gezecekseniz oraları bilen biriyle gezin. Bahçecik'e tekrar gidersek biz öyle yapacağız...


18 Nisan 2025

Küçük Bir Dağ Yürüyüşü

     
    Dere Tepe Eğret yazılarında görmediğim, gezmediğim ve tanımadığım hiç bir yerden bahsetmedim. Sadece duyup işittiklerimizle, rivayetlerle olacak iş değil bu, öyle anlatırsan başarılı olmazsın çünkü... Bu yüzden çok iyi tanıdığım bir yer bile olsa, yazı için mutlaka yeniden bir inceleme yapmış, sormuş soruşturmuşumdur. İlbulak/İblak için de geçerli bu durum...

    Beş altı kilometrelik hafif yay biçiminde dizilmiş irili ufaklı tepelerden oluşan İlbulak dağlarının genel tanıtım yazısında bir çok kaynaktan yararlandım. Bazı bölümlerini iyi bilmeme rağmen, hiç bilmediğim, yarım yamalak tanıdığım, gezip dolaştığım halde adını bilmediğim çok değişik kısımlarını da sonra sonra keşfettim. Üzerine en çok konuşulan yerlerden biri Almalı idi ve benim Almalı hakkında bildiklerim sadece duyduklarımdan ibaretti. En çok yazı yazdığım bir yeri görmemiş olmam büyük eksiklikti, ilk fırsatta giderilmesi gereken bir ayıp... 

    O fırsat dün elime geçti. 16 Nisan Çarşamba günü Almalı'ya kadar uzanan bir geziye çıkacağımızı sabah hiç bilmiyorduk, öğleyin çapından habersizdik, ikindinde ise bu gezinin mutlu yorgunluğu üzerimizdeydi...

    Ayvaz ile Köroğlu başbaşa kahvaltı ediyoruz... Dedi ki 'Otura otura koflaşacağız, çıkıp şu Çapakçayırı'nda dolaşalım biraz...' Madem yürüyüş yapacağız gerçek bir doğa yürüyüşü olsun diye Dağ'a gitmeyi teklif ettim... Hemen sofrada kararlaştırıp yemeyi hızlandırdık, bir an önce yola çıkmalıydık...

    Çatkuyu yolu üzerinde, biraz içeriye park ettik. Tepelerin hemen eteğinde, çamlarla gılikler ve çalının harmanlanıp birleştiği hattan gidecek ve dönüş yolunu İblak zirvesinden yapacaktık. Aslında her zamanki güzergahımızdı bu ve akıllıcaydı. Zindeykenki yürüyüşü engebeli, zahmetli ve dolayısıyla yorucu bölgeye denk getirir, iyice tükendiğimiz dönüş yürüyüşünü nispeten düz bir satıhta yapardık.

    Bir kaç gün önceki bembeyaz karlı görüntüsünün etkisiyle olacak, toprak hala ıslak ve gölge hala serin; bununla beraber güneş olanca yakıcılığıyla sahnede... Bu geçiş dönemi iklimini tasvir gerekirse İblak'ın yakaza hali denilebilir. Uyku ile uyanıklık arasındaki bu haliyle yakaladığımız iyi oldu, yoksa uyandığında İblak'ın hızına yetişemiyoruz; bir de bakmışız sonbahar gelmiş...

    Şu halde torbaları poşetleri boşuna almışız. Toprak kızmadığı için mantar filan yok, kekikler de henüz uzamamış. Her taraf yeni filiz yakı otlarıyla dolu, ama onlarla da işimiz kalmadı.  Öyle avare avare yürüyoruz...

    Bödününçeşme dengini aştık, Resulbaba istikametine ilerliyoruz. Nerede bulunduğumuzu anlamak için sık sık solumuza dönüp Dağ'ın eteklerine bakıyoruz. İşte şu terk edilmiş taş ocağı, ötedeki ağıl, karşı yamaçta evveli sene falancanın kotra vardı, onun arkası Gayraklı, şimdi Şamlı hizasındayız...

    Süpürgelik'ten geri dönelim, diyorum. O kadar yürüyüş yeter bence... Oraya neden bu ad verildiğini anlatıyorum, biraz da ukalalık yaparak; eskilerden öğrendiğimi satma zamanı... O vakitler kullanılan çalı süpürgesinin malzemesi olan dikenimsi otlar burada bolca yetişiyor, tam süpürgelik yani... Bu süpürge otlarının bir adı da piren imiş, bu yüzden Süpürgelik'e Pirenliyer dedikleri de oluyor... Her neyse, burası aynı zamanda mantar ocağıdır; hedef belirlememin bir sebebi de bu... Mantara dair kalan azıcık umudumuzu da Süpürgelik'e vardığımızda kaybettik. Orası da bomboş...

    Mantar toplayıcısı olarak çıktığımız seferlerde yürüyüşü hep Süpürgelik'te bitirmiştik. Buradan bulacağımızı bularak, yahut hayal kırıklığını torbamıza koyarak dönerdik; daha öteye hiç geçmedik. Niyetimiz yine o yönde idi, ama hayret ikimizde de hiç yorgunluk emaresi yok... İşte o anda içime düştü Almalı ateşi... Yamaçtaki yolun oraya gittiğini duymuştum, o yola düşersek bizi Almalı'ya götürürdü. Doğuya yürüyüşümüzü sürdürdük...

    Daha Süpürgelik çukuruna inmeden, sonradan adını Dombeyalanı olarak öğrendiğim karşı bayır düzlüğündeki bir traktörü siperiyle rengiyle farketmiştik. Sözünü ettiğim yola varmadan yolumuzu hareketsiz traktöre düşürecek şekilde ilerledik. Maksadımız her kim ise sahibinden, bilmediğimiz bölge hakkında bilgi almak. Artık Dağ'ın eteklerinden de yüz çevirdik, hep doğuya bakıyoruz...

    Dombeyalanı'na varmadan önümüze bir çeşme çıktı. Sonuncusu hafif kıvrılmış üç ahar boş, çünkü akmıyor, kurumuş çeşme. İlk defa gördüğüm çeşmenin adını merak ederken cevabı son ahardaki yazılarda bulduk: "18 Mayıs 1999 Demirce Yeni Çeşme..." Demek ki Demirce burasıymış... Bayırda traktörün yanında yatan Resul Karakaya bu tepenin Demirce olduğunu teyit etti. Almalı'ya nasıl ulaşacağımızı da öğrendikten sonra oradan ayrıldık...

    Resul'un adı Hacıiresil (Resul Tül) dedesine dayanıyor. Onunki de varıp Resul Baba'ya... Hatta Eğret'teki bütün Resul'lerin kadim kaynağı Resul Baba'dır. Resulbaba tepesi istikametinde yürürken bir yandan da bunlar geçiyordu aklımdan...

    Hemen aşağıda Halibanâ'nın çeşmeyi göreceğimizi söylediydi Resul. Rahmetli Halil İbrahim Kızılyel gerek gördüğü her yere çeşme yapmasıyla ünlü gariban bir hayırsever idi. Sayısı bilinmeyen çeşmelerden birisi de buradaymış, hep merak ederdim. Onu bulmamız zor olmadı, gerçekten küçük bayırı aşınca karşı yamaçta belirdi. Önünde her dalı ve gövdesiyle kurumuş kocaman bir söğüt var. Çeşme olmasa bile o söğüdün fark edilmemesi imkansız... Çir çir de olsa çeşmenin hala akıyor olması muhteşem. Dağ o kadar sessiz ki otur bu gariban çeşmenin şırıltısını dinle... Yarılmış bir aharı ve tahliye deliği tıkanmamış öteki aharı su tutmuyor, yine de akıyor olması bile canlılık kaynağı... Sadaka-i cariye nedir, sorusunun canlı cevabı bu çeşme olsa gerek. Buz gibi suyundan içerken, "Nurlar içinde yatarken önüne gelsin Halibanâ" diye dua ettik...

    Hani çeşmenin önünde koca bir söğüt ağacı var demiştim ya, her yanı kuru olan... İşte onun her yanı kuru değilmiş. Daha doğrusu her yanı kuruymuş da hemen her dalında canlılık alameti bir şeyler fark ettik: Ökse otu... TV'de sosyal medyada sürekli kendine yer bulan şifacıların her derde deva dediği bu otlarla çantanın birini doldurduk...

    Mantardan ve kekikten yana nasipsiz teselli kaynağımız ökse otundan ibaret kalmadı. Adı sukulent miymiş ne, bir kaç çeşidini görünce deli oldu. Onlardan kazdık köklü ve topraklı... Sonra bilmem kaçıncı İblak Kekiği Kültür Yetiştiriciliği Projesine temel olmak üzere köklü ve topraklı kekikler kazdık. Bunların hepsini de diğer çantaya koyduk, yükümüz ağırlaşmaya başladı...

    Henüz aşınca Almalı vadisiyle karşılaşacağımız söylenen bayıra varamadık. Orada uzaktan bir kale burcunun yıkıntısıymış gibi görünen taşlar var. Böyle olmadığını, doğal devasa kaya parçalarının bize öyle göründüğünü yanlarına varınca anladık. Üstüne çık, sırtını kuzeye ver; muazzam bir poz oluşturan koca kayalarda bol bol fotoğraf çektik. Bu arada buradan bakınca Eğret ne kadar yakında görünüyordu, havanın ne denli berrak olduğunu anla artık. En az 7-8 kilometre uzakta olan köy sanki yanıbaşındaymış gibi görünüyor. Elektirik hatları yokken, manyetik alan oluşturan hiç bir etkenin bulunmadığı dönemlerde insan sesiyle minareden okunan ezanı Dağ'dan işittiklerini dinlemiştim. Şu görüntüden sonra bu söylentiye daha da inanır oldum...

    Fotoğraf arasından sonra yürüyüşe devam ettik, muntazam kazılmış 2X2 metre ebadında bir çukur gördüm; derin değildi, ama üğünen toprakla dolmuş olabilir. Tahmin edileceği gibi definecilerin işidir... Sonra, daha başta Çatkuyu'ya doğru biraz daha ileriden ayrılan yolun uzantısıyla karşılaşıp kendimizi ona bıraktık. Bu bölüm oldukça kolay bir yürüyüş oldu...

    Nihayet bayırı aştığımızda Almalı vadisi olanca genişliğiyle karşımıza çıkıverdi. Bu manzarayı aniden beklemiyordum, Almalı nazlı bir gelin gibi birdenbire duvağını açmazdı. Yanlış hayal etmişim. Eğer meşeler göğermiş olsaydı 'Vadim O kadar Yeşildi'yi hatırlattı derdim. O kadar olmasa da şimdiye kadar dinlediğim Almalı hikayelerinin boş olmadığını bu ilk görüşte vadinin kendisi anlattı demek yanlış olmaz. 'Öküzüm Ahara Düştü', 'Almalı Suyu', 'Mantara Giden Çocuk', 'Aşiret Yörükleri', 'Kör Hoca'nın Saati', 'Sığırcı' ve benzer hikayelere mekan olmuş Almalı işte karşımdaydı ve her türlü övgüyü hak ediyordu. Sen bir de Mayıs ayındaki halini düşün...

    Önümüzdeki Almalı çanağı bir zamanlar bayram yeri gibi kalabalık olurmuş. Koyun sürüleri, köye ait sığır sürülerinden biri, öküz çobanları, her dönem karşı bayıra konan Aşiret Yörüklerinden Gara Ahmet... Hepsi burada yaylarmış, hayvan ve insan sesleri doldururmuş vadiyi... Oysa şimdi ne kadar sessiz, terk edilmiş bir doğal film setini andırıyor...

    Tepeden aşağı bakan gözlerim hemen çeşmeleri aradı ve buldu. İşte şu önümüzde duran yukarı, daha ileride aharları ve gövdesiyle beliren ağartı da aşağı çeşme olmalıydı. Fakat, bir dakika... O ileridekinin az yukarısında bir ağartı daha var, üstelik aharları da çok belirgin. Oysa bana Almalı'da iki çeşmeden bahsetmişlerdi, üçüncüsünü kimseden duymadım; yenilerde yapılmış olmalı, ama hangisi üçüncü ki?

Yakınımızdakine çabuk ulaştık. Kurumuş... Üç aharı da muazzam mozaikten dökülmüş, gövdede 1981 tarihi okunuyor. Şimdi en aşağıdakine inip, diğerindeyse namaz kılarak dönüşe geçmeyi planladık. (Aylar sonra bu çeşmeye Şerafettin'in çeşme dendiğini öğrendim, asıl Almalı çeşmeleri aynı uzantıda birbirine yakın olanlarmış.)

    Aşağı çeşme daha önce fotoğraflarını gördüğüm Dıkma Mevlüt Özen ve eşi Münevvere Hanım hayratı olarak tamir edilmiş. Suyumuzu içtik, altına üstüne konuşlanıp fotoğraflar çektikten sonra çeşme gövdesinin de arkasına doğru geçip oturdum. Kuzeye, yani köye doğru baktığımda gözümün önündeki manzara tanıdık geldi. İlk defa geldiğim bir yerin manzarası nasıl tanıdık olabilir ki? Sonra sürekli tekrar eden rüyalarımdan birini daha hatırladım. İşte oradandı bu görüntü... Çok uzak olmasına rağmen köye baktığımda hemen şurada görünen, her zaman masalsı gerçekliğinde bulunmaktan huzur bulduğum bir rüya ülkesinin görüntüsüydü. Şimdi bunun benim Almalı'ya ilk gelişim olduğunu nasıl söylerim... Oturduğum yerden o görüntünün bir kaç fotoğrafını çektim...

    Son çeşmeye vardık. Bunun gövdesi yok, yalnız aharları yukarıda gördüğümüz kuru çeşmeninkilerle aynı tarzda ve zamanda dökülmüş gibi... Öğle namazını kılarken Hoca Dedemin seksen yıl önce teravih kıldırmak için Ramazan'ı buralarda geçirdiği aklıma geldi. O vakit Almalı'nın ne kadar şenlik ve kalabalık olduğunu hesap edin.

    Dönüş yürüyüşündeyiz. Domuzlar bir şeyler ekecek sanırsam, iyi sürmüşler her tarafı. Ne kökü arıyor bunlar, gavur pancarı mı, çiğdem mi, yoksa başka şeylerin soğanını mı?... Çiğdem deyince, eskilerin çiğdem (kardelen) kazmak için baharda kırlara çıktığından söz ettik. Kaç kere denediysem çiğdem soğanına ulaşamamıştım, domuz sürdüğü yerlerdeki çiğdemler o kadar kolay yolunuyor ki, çektiğin soğanıyla birlikte geliyor. Böylece ilk defa çiğdem kökü yedim. Tadını tarif edeyim; salatalık, kırmızı turp, havuç, marul, devetabanı... Bunların tadını bilirsiniz, karıştır hepsini, işte çiğdem tadı bütün bunların karışımı gibi bir şey...

    Tahmin ettiğimiz gibi dönüş daha kolay oluyor, yukarıdan ve düzlükten... Bir kaç gün önceki soğuğa maruz kalmış dağ lalesi ve yeni açmış sümbül aileleriyle karşılaştık. Her biriyle hatıra fotoğrafı olmazsa olmaz...

    Fotoğraf için duruşlar, namaz molası filan derken en fazla yarım saat ara vermişizdir, net olarak dört saat yürüdük. Keşiflerle dolu keyifli bir gezintiydi. 

    Sakın bu yazıyı Berber Emmime okutmayın, şuraya niye gitmedin, berikini niye yazmadın diye cahilliğimi yüzüme vurur da vurur... En iyisi onunla başka bir Dağ yürüyüşü yapmak...



06 Nisan 2025

Eğri Para


    Kötayolu (Kütahya Yolu) ile Örençayırlar arasındaki bölgeye Eğripara deniliyor. Karayolu yeni güzergahına çekildikten sonra da Eskiasfalt bölgesi yine Kötayollarına dahil edilip aynı adla anıldı. Bütün bu değişikliklerden Eğripara etkilenmedi, aynı yerinde adıyla sanıyla ekilip biçiliyor.

    Burası Eğret arazi ortalamasına göre verimli bir mevkidir, zaman zaman bahçe yapılmaya eşverişli sulak topraklar. Verimliliğin sebebi Çayırlar ve Örençayırlar ile Atmezarı havzalarının doğal uzantısı olması, iki havzanın kesişim noktasında bulunması olabilir. Böylece hem yeraltı hem de yeryüzü sularınca beslenebilecek konuma sahiptir. Gerçi günümüzde su kaynakları tükenmiş durumda, biz önceki dönemlerinden bahsediyoruz.

    Büyükler kendini bileli oraların bu isimle bilindiğini söylüyor. Eğripara... Ama mevkinin özellikleriyle ne alakası var bunun. Coğrafi olarak, zirai olarak, ekonomik olarak, tarihi değeri olarak hangi özelliğinden dolayı böyle isim verilir ki bir bölgeye?...

    Paranın eğrisi ne demek, bütün paralar düzgün de az görülen bazıları eğri olarak mı vasıflandırılmış. Mesela eski sikkeler tam daire biçiminde değil, uçlarında bir kertik mutlaka oluyordu acaba kastedilen bu mu? Gökdaşderesi'ni anlatırken para/altın imal edilen yerin oralarda bir yerde olduğuna dair söylentiye yer vermiştik. Dipdibe değiller, ama sonuçta Eğripara ile Gökdaşderesi aynı köyün mevkileri...

    Eğri para tamlamasındaki anlam işaretlerinden biri de sahte para kavramı olabilir. Yalnız o dönemlerde sahtecilik mevzuu var mıydı bilemeyiz.

    Şimdi bu iki hususu birleştirip düşünelim, bir zamanlar bu mevkide define/gömü bulunsun. Eğret'te defineden kastın para olduğunu biliyoruz, paradan kasıt da altındır; gümüş, tunç, bakır vb. başka madenlerden yapılmış sikkeleri paradan saymıyorlar. Parayı bulmuşsun, ama rengi çil değil, üstelik uçlarında kertikler var... Bu düzgün olmayan buluntuların hatırına o bölgeye Eğri Para dediler, böylece mevkinin adı doğmuş oldu... Bu teoriyi doğru kabul etsek buna dair bir söylenti, hikaye, rivayet gelmesi gerekmez miydi? Ama yok...

    O zaman başka bir senaryoya ihtiyacımız var... Bolu, Safranbolu, İnebolu, Hayrabolu, Gelibolu, Tirebolu... Bunların yerleşim yeri olduğu malumdur. Kelime sonlarındaki bolu kelimesi 'polis'in dönüşmüş biçimi, o da şehir demek. Konstantinapolis Konstantin'in şehri demek, İstanbul'un orijinal hali... Yani onun sonundaki -bul da aynı yerden gelme...

    Bir de kirebolu var, malum balarısının salgısı. Genelde onu kovanın, yuvanın yalıtımında kullanıyor bu hayvancıklar. Yalnız bu kelimenin aslı propolis, Türk halkı Türkçeleştirerek girebolu filan demiş, Eğret'te kirebolu deniyor. Polis kelimesinin burada da bolu'ya dönüştüğü görülüyor. Mantık aynı, arıların yaşadığı yer arı şehri olarak düşünülüp yalıtımda kullanılan madde böyle adlandırılmış.

    Lafı dolandırmayalım, ikinci teoriye göre Eğripara ismindeki para, polis>bolu dönüşümüne benzer bir olay sonucu ortaya çıkmış olamaz mı? Biliyorum bu da zayıf bir teori, ama düşünmeye devam edelim.

    Poros Yunanca'da geçit, derbent, geçit vergisi anlamlarına geliyormuş. Niğde'nin Bor ilçesi bununla ilgiliymiş, hatta 20. yy başında orada önemli oranda Rum nüfus bulunuyormuş. Zaten Anadolu'nun İslamiyet öncesi dönemde sırayla bir çok medeniyete evsahipliği yaptığı biliniyor. Önemli bir devrede Yunan hakimiyeti de yaşanmış. Eğret'in de böyle bir dönemi var. Eski yol güzergahlarında sık sık geçitler bulunurdu, Türk hakimiyeti yıllarında bu geçitlere boğaz veya derbent adı verildi. Önemli yol üstlerinde adı tam olarak 'derbent' olan 24 köy tespit ettim, birleşik kelimelerle yapılanlar hesaba katıldığında bu sayı elliye yaklaşıyor ve çoğu da Ege bölgesinde... Boğaz kelimesi de aynı şekilde ve yüz civarında geçit/boğaz kelimeleriyle anılan köy bulunuyor.

    Köyümüze dönelim. Bir dönem Eğret arazisi olan Cumalı'yı geçip Osmanköy'e yaklaştığınızda böyle bir geçit var ve oraya Süleymanboğazı deniliyor. Daha eski dönemde Sülümenli denilirmiş, bazı mahkeme kayıtlarında bu ibare görülüyor.

    Süleymanboğazı gibi geçitler eski dönemlerde Eğret civarlarında olabilir. Yüzey şekilleri deprem gibi olaylarla yüzlerce binlerce yıl önceden değişmiş olabilir. Şimdi ova gibi görünen Eğripara mevkisinde bir geçit neden olmasın. Madem Yunanca'da geçide poros>bor deniliyor, oradaki geçit de benzer bir şekilde adlandırılmıştır. Peki poros>para dönüşümüne ne dersiniz? 

    Başka bir husus, para kelimesi Farsça pâre kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Tam anlamı parça, bölüm, kısım demektir; yalnız bu anlamıyla dilde pek kullanılmaz, sadece 'paralamak' fiilinde parçalamak anlamıyla karşımıza çıkar. Bununla beraber para kelimesinin terimleşmiş tarihi bir anlamı daha var: 'Kıymetli parça, ayrılmış bölüm'... Bu anlamın arazi ile ilgili olduğu açıktır. Selçuklu, Germiyan hatta Osmanlı döneminde devlet tarafından özel bir maslahata binaen ayrılmış, tahsis edilmiş arazi parçasına bu ad veriliyor. Vakıf arazilerine benzer bir durum... Eğripara mevkiinin zirai, iktisadi ,ticari, siyasi öneminden dolayı özel olarak bir hizmete tahsis edilmiş bölge olduğuna dair tahmin yürütmek mantıksız olmaz...

    Eğripara'nın 'para'sını anlamlandırdığımıza göre 'eğri'ye yoğunlaşalım biraz da... Bunun düzgün karşıtı olan eğrilikle ilgisi olmadığını düşünüyorum. E be kardeşim eğri eğri değil, para para değilse Eğripara nedir? İşte oraya geldik...

    Ben eğri kelimesinin, köyün antik dönemdeki adına işaret ettiğini düşünüyorum. Eğri'ye veya ona yakın bir kelimeye ister polis/bolu, ister poros/bor ekleyin; ortaya Eğripara'ya benzer bir kelime çıkacaktır. Yani bu bölgede antik bir yerleşim vardı ve adı da böyle bir şeydi. Yakınlardaki Maldepesi ve Örençayırlar'da bulunan Üyük, bu teoriyi desteklemekte...

    Halk arasındaki söylentilerde ve sınırlı sayıdaki belgede 'Eski Eğret' veya 'Küçük Eğret' ibareleri var. Ayrıca 19. yüzyıl nüfus kayıtlarında reisi 'Eğretli Hüseyin' olan bir hane bulunmaktadır. Eğret köyünden birinin 'Eğretli' diye lakaplanması da gösteriyor ki yakınlarda bir Eğret daha var. Yaygın ve yanlış kanaate göre bu Eğret Örenler'deydi. Oranın yüz yıllık geçmişi olduğu öğrenilince bu kanaat zail oldu. Taşlıtarla/Akkaya civarına veya başka bir kaç mevkiye yönelik böyle görüşler de bulunuyor. Bunların arasına Eğripara'nın Eski Eğret olma ihtimali de eklenmelidir.

    Bütün bunlar, köyün adının geçici anlamına gelen eğreti ile ilişkilendirilip emaneten yerleşilen bir yerden şimdiki yerine taşınması ve yanında Eğret/Eğreti adını birlikte götürmesi söylentisini boşa çıkarmaktadır. Gerçi iki eski haritada keşfedilen 'Hayrat' ve 'Hayret' adları bu yerleşik kanaati zaten sarsmıştı. Şimdi düşünülmesi gereken Eğret'in, köyün antik dönemdeki ismiyle ilişkilendirilebilme ihtimalidir.

    Son olarak burada yazılanlar Eğret ve Eğripara isimlerinden yola çıkılarak geliştirilmiş bir deneme olduğu, belgesel dayanağı bulunmadığı gerçeği de unutulmamalıdır.