deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deretepeeğret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2025

İlbulak Ve Tarih Turizmi


    Bu yazı dağlarda geçirdik. Nisan ayında daha meşeler göğermeden başladık İblak yürüyüşlerine. Zeminde her tür yeşillik ictimadaydı; beyaz çiğdemlerin son demi, sarı pambırpap çiçeklerinin en tozlu zamanıydı. Tek tük lale ve sümbüller uyanıyordu... Şimdi meşe yaprakları sararmaya durdu, yakında her yanı bakır rengi ağır bir manzara kaplar. Kart ve sert yapraklar arasında gobaklar yumruldu, pelitler şapkasına dar geliyor. Kısaca İlbulak kışa hazırlanıyorken biz de yürüyüşleri bitirdik.

    Dağ yürüyüşlerinin amacı, bütün yönleriyle İlbulak dağını tanımaktı. Deretepe Eğret serisiyle belli başlı mevkileri tanıtıcı yazılar yazıyoruz. Başkalarından dinlemekle bir yeri öğrenip tanıyamıyorsun. E kendin bilmediğin bir şeyi nasıl anlatacaksın. Bu yüzden mümkün olduğunca gidip gördükten sonra dinlediklerinle birleştirip sonuca varmak gerekiyordu. Dağı karış karış dolaşalım dedik...

    Amacımıza hemen hemen ulaştık, doğuda Resulbaba tepesinden batıda Sivrikaya'ya kadar uzandık. Bu hatta üzerinde dolaşmadığımız çok az yer kaldı. Vaktini bekleyen yazılar var...

    Yalnız bu dönemdeki yürüyüşlerimiz dağın zirvesinde kaldı. Bir türlü eteklere inemedik, hep göğe yakın yerlerde, ortalama 1500 rakımdaydık. Diğer bölümleri gelecek yıla bırakarak dorukları değerlendirelim.

    İlbulak dağlarının askeri açıdan stratejik önemini ilk defa Fahrettin Altay anılarında okumuştum. Paşa bu dağ sırasının Altıntaş ovası, Sincanlı ovası ve Afyon ovasını hakim bir konumda olduğu için gözlem ve keşif için çok önemli olduğunu söylüyor. Nitekim 27 Ağustos 1922 günü ikindiye doğru keşif kollarını bu yüzden İlbulak'a göndermiş. 

    İşte bu bilgiyi yürüyüşler esnasında yerinde pekiştirme imkanı buldum. Gerçekten de her yer ayaklarının altında görünüyor. Gerçi eskiden beri işitirdik, dağdan baktığında Eğret'e bağlı kırk küsür köyü sayabilirlermiş. Gece karanlığında titreyen ışık kümelerini sayarak biz de bunu denerdik. 

    Fakat işte şimdi bunun haricinde başka noktaları da gözlemleyebiliyordum. Özellikle Büyük Taarruzun ilk dört günü müthiş hareketlilik vardı şu dağlar ortasındaki ovada. Okuduğum hatıra, ceride, rapor, tutanak ve benzeri yazılardan; izlediğim, dinlediğim anılardan öğrendiğime göre bir asır önceki savaş hareketlerini mevki, yön ve nokta olarak görebiliyordum. Adeta Büyük Türk Taarruzu gözümün önünde yeniden canlandı. Yunan ihtiyatının bozuluşunu, can havliyle batıya doğru kopuşunu, Eğret baskınını, Çirçir saldırısını, Olucak yangınını ve daha neleri bir bir izledim.  Böylece yakın tarihi daha iyi anladığımı gördüm.

    Sadece üç tarafındaki geniş ovaların hakimi olduğu için önemli değil İlbulak... İşgalciler bekledikleri Türk hücumu sırasında ikinci direnek hattı olarak düşünmüşlerdi bu dağ sırasını. Bu yüzden 1922 baharında savunma mevzileri hazırladılar. Resulbaba'dan Demirce sırtlarına kadar uzanan bu mevzilerin batı ucu, 15 yıl önceki ağaçlandırma sırasında bozulmuş. Fakat Almalı denginden Resulbaba'ya kadarki kısımları hala belirgin. Tam tepedeki kendini korumuş bu mevzi çizgisinde yakın zamanlara kadar mermi ve kapsul gibi kalıntılara rastlanırmış. Bütün bunlar sizi ister istemez bir asır evvele götürüyor...

    Mevzilerin sağlam kaldığı kısımdan Afyon istikameti de çok net görülüyor. Altay Paşa'nın tarif ettiği yer tam da buralar olmalı. Ayrıca Resul Baba'nın asırlar önce tam da bu noktaya gözetleme kulesi gibi bir makam yaptırmasının birinci sebebi stratejik konum olabilir. İşte bu tepedeki mevzilerin zirveyi tamamen çevrelediğini de ayrıca belirtmek lazım...

    Aşağıdaki ovada yüzyıl önceki çarpışma ve hareket noktalarını belirlemeye çalışırken, kendimi bir anda Büyük Taarruzu anlatırken buldum. İşte süvari alayları gece karanlığında şurada birbirinden koptular. Yanlış tarafa yönelen birlikler, şurada kuzeye kaçan Trikopis kamyon koluna saldırdı. Bir sürü kamyonu tahrip edip bir o kadar esir aldılar. Bu esirler arasında bir Yunan kızı da vardı... Bak Prens Diyenis'in  Tümeni şu meydanda gecelemişti. Sabahın köründe kendilerinin onda biri büyüklüğünde Türk süvarisinden öyle bir baskın yediler ki, uzun süre ne olduğunu anlayamadılar. Diyenis'in çadırı da bu saldırıdan isabet aldı, ilk şoku atlattıktan sonra apar topar kaçışa başladılar...

    Ben kendi kendime böyle kah konuşarak, kah susarak anlattım; ama sonradan aklıma geldi, bunun tam da burada başkalarına anlatılması lazım. Bizde tarih öğretimi tamamiyle soyut olduğu için öğrenciye sevimsiz gelir. Bu yüzden tarihimizi ne öğretir ne de sevdirebiliriz. Ben burada görüp somutlaştırarak daha iyi öğrendiğime göre aynı uygulamayı kendi çocuklarımıza neden yapmayalım. Şimdiki aklım ve imkanlarım olsaydı, Anıtkayalılarla birlikte Olucak, Yenice, Bayramgazi, Çatalçeşme ve Saadet öğrencilerini buraya getirip kendi yerel tarihimizi göstere göstere anlatırdım...

    Ve hatta göstererek tarih anlatımı yöntemini öğrencilerle sınırlı bırakmayıp, meraklı ve istekli yetişkinlerle sürdürmek gerekir bence... Hem bu esnada herkes bildiğini anlatarak katkıda bulunur, böylece yeni bilgilere ulaşılır. Etkileşimli öğrenme denilen bu yöntem ders havasında olmayacağından sıkıcılıktan uzak, eğlenceli bir kültürel etkinlik gibi düşünülebilir. Adına ister dağ yürüyüşü de, ister piknik, istersen tarih turizmi, fark etmez...

    Bizde tarih turizmi, özellikle savaş tarihine dair turizm, 90'ların başında Çanakkale gezileriyle başladı. Kısa sürede o kadar ilgi gördü ki, Çanakkale gezileri adıyla bir sektöre dönüştü. İnsanlar hem geziyor hem tarihini öğreniyordu. Bundan on yıl kadar sonra, 2000'lerin başında Kocatepe gezileri başladı. Son yıllardaki artan ivmeyle Kocatepe de layık olduğu ilgiye mazhar oldu...

    Kanaatimce artık sıra İlbulak'a geldi... Kocatepe'den anlatım, taarruzun ilk iki günü için idare eder; ama bütün bir Büyük Taarruz anlatımı için daha geniş perspektif sunan bir yer lazım. O yer, yukarıda açıklandığı üzere İlbulak dağlarıdır... Oradan doğuya baktığında Eskişehir sınırını, kuzeyde Altıntaş ovasını, güneyde taarruzun başladığı Kocatepe'yi ve nihayet batıda Dumlupınar'ı aynı anda görebilirsin...

    Benimki de bir hayal işte... Lakin unutulmamalı ki her şey hayalle başlar...



02 Eylül 2025

Halibanağanın Çeşme

   
    İlbulak dağ sırasında Resulbaba tepesinin kuzeyine uzanan İnceburun düzlüğü bulunuyor. Batıya doğru ilerleyince ona benzer geniş bir Dombeyalanı düzlüğü ile, daha küçük Demirce düzlükleri diziliyor. Orman içinde ağaçsız bu düzlüklere alanlık da deniliyor. Tabi yüksek olmaları sebebiyle buralara plato da denilebilir.

    Dombeyalanı ile Demirce arasında, daha sıradağ yüksekliğinden kurtulup vadi inişine tam geçilmediği çanak başlangıcının tatlı meyilinde bir çeşme bulunuyor. Demirce ile Şerafettinemmi gibi iki kuru çeşme arasında şırıltılı sadece kendisi bulunan bu çeşmeyi keşfedeli altı ay olmadı. Bilebildiğim kadarıyla onu anlatacağım.

    Garadelinin Halil İbrahim Kızılyel tarafından yapıldığı için böyle adlandırılıyor. Daha önce söz edildiğini duymuştum, ama Halibanağanın çeşme tam olarak nerededir bilmezdim. İlk Almalı yürüyüşünde nasıl karşılaştığımızı anlatmıştım. Demirce düzlüğünden doğuya doğru hafif sarkınca onu göreceğimiz söylenmişti. Büyük dalları kurumuş koca bir söğüt gövdesini fark etmemek mümkün değildi zaten. Çeşme de hemen onun yanında. Çok yakında görülüyordu, ama ulaşmamız zor oldu. Çünkü yol yok, sıkıntılı bir patikadan ilerlemek zorundasınız...

    Biz gördüğümüzde siçanguyruğu tabir edilen miktarda şırıldıyordu. Büyük ve hantal görünümlü iki ahara akan bu su malesef aharlarda durmuyordu. Kırıklık ve patlak, çatlaklardan su akıp gidiyor. Bir de çeşmenin gövdesi yok, dolayısıyla lula da bulunmuyor; bir bütün boru özentisiz uzatılmış, işte eser miktarda su o borudan akıyordu. 

    Buna rağmen bu ilk karşılaşmamızın ayrılığında, çeşmesinden ayrılırken Halibanağa'yı rahmetle yad ettik. Çeşmeyi neliklerle yaptığını, hangi kıt imkanlara kafa tuttuğunu hem gözlemlemiş hem de çoğu kişiden dinlemiştim. Almalı'ya doğru geçip gittik...

    Bu çeşme tekrar gündemimize girdikten sonra yapılış hikayesine dair ilginç ayrıntılar öğrendim. Bizim şimdi piyade olarak zor ulaştığımız bu noktaya eşekle malzeme taşıdığını, günlerce burada yattığını, sadece cuma namazı ve ertesi günkü pazarda köfte satmak için köye gittiğini, yardımcı olarak arada sırada yanında Selami'nin görüldüğünü, bu sırada en dişe dokunur yemeğinin bulgur pilavı olduğunu, bütün bu süre zarfında hiç ihmal etmediği namazlarını nasıl huşu içinde kıldığını filan şahitlerinden dinledim.

    Halibanağa'nın çeşme nasıl gündemimize girdiğini anlatmam lazım. Şamlı tamir edilirken, orada çalışanların ilhamını rahmetliden aldıklarını ve her sözü geçtiğinde kendisinden nasıl sitayişle bahsettiklerini fark etmiştim. Bu arada onun çeşmeyi de bu ekibin tamir ettiğini orada öğrenmiş oldum. Hani lula yerine rastgele uzatılmış boru filan demiştim ya yukarıda, işte onu uzatan bunlarmış; yani Meşhur, Tekeli ve Kuşçu... Meğer iki yıl önce Halibanağa'nın çeşme dinikmiş. Bunlar önce kuyuyu bulmuşlar, sonra eski künklerin içinden o boruyu geçirerek çeşmenin belli belirsiz gövdesinden aharlara uzatmışlar. Böylece çeşme siçanguyruğu da olsa akmaya başlamış...

    Geçen hafta Şamlı tamiri sırasında Meşhur usta, bir sonraki projenin Halibanağa'nın çeşmenin yeniden düzenlenmesi olduğunu söylemişti. Geçtiğimiz günlerde bu işe başlandı. 250-300 metrelik bir yol ve üzerinde iki köprü yapıldı. Yeni çeşme yeri için alan açıldı, dinmek üzere olan çeşme standart siçanguyruğu suyuna kavuşturuldu. 

    Bir kaç hafta sonra tesviye betonu atılacak ve o düzgün zemine yeni aharlar yerleştirilecek. Halibanağa'nın ellerinin değdiği orijinal lula çöğürlerin arasında bulunmuştu, o da ait olduğu yere, yeni yapılacak çeşme gövdesine yerleştirilecek.

    Yeni yapılacak çeşme gövdesine ayrıca, bunun rahmetli Halibanağa hayratı olduğunu anlatan basit ibareli bir mermer plaka yerleştirilecek. Bakarsın bundan sonra Halabinağa'nın Çeşme, o mevkiye de ad olur...



31 Ağustos 2025

Şerafettin Emmi Çeşme/leri


    Bugün Halibanağa'nın çeşme yolu için Demirce'de kepçe çalışırken can sıkıntısı bastı, Almalı'ya varıp geleyim dedim. Artık yolu biliyordum, Dombeyalanı'nı aşınca Almalı vadisine iniyordunuz. Öyle yaptım, Almalı çeşmelerine varmadan yolumun üstündeki Şerafettin Emminin çeşmeye uğradım.

    Baharda buraya ilk geldiğimizde aynen böyle karşımıza çıkmıştı. Önce bunu yukarı Almalı çeşmesi zannetmiş, fakat Almalı'nın karşı yamaçta olduğunu, bunun Şerafettin Azbay emmi tarafından yaptırıldığı için onun adıyla anıldığını öğrenmiştim. 

    Aharları ve gövdesiyle gayet muntazam bir çeşmeydi; lakin işte ne boş aharların sağlamlığı işe yarıyor, ne de kuru lulanın güzelliği... Baharda akmıyordu burası, şimdi ise o zaman akanlar bile dinmiş... Dolayısıyla yine kupkuru bir manzarayla karşılaştık.

    Burada dağdaki çeşmelerin genel sorunu olan mevsime bağlı su azalması ve kaynak kuruması hususlarını bir kenara bırakıp, Şerafettin emminin çeşme hakkında yakınlarda yaşanan bir tartışmayı ele almak istiyorum.

    Sosyal medyada çeşmenin bir fotoğrafını paylaşmıştım. Turabilerin Ahmet Külte, babasından duyduğu bir bilgiyi nakletti ve bu çeşmenin aşağısındaki derede başka bir çeşme daha olduğunu, ikisinin de Şerafettin'in çeşme diye bilindiğini söyledi. Sonra bu bilgiye itirazlar yükseldi. Deredeki o çeşmenin Haceller (Hacı Aliler)in çeşme olduğu, Şerafettin Azbay ile alakası bulunmadığını söylediler. 

    Bilgim olmayan konularda susar, ortalığı dinlerim; tartışmaya katılmam. Ben de öyle yaptım, fakat içimden bir ses iki görüşün de haklı olabileceğini söylüyordu...

    Neyse, tartışma orada kaldı. Geçende Şamlı'da çalışırken Meşhur Abi konu nasıl geldiyse bilmiyorum, Hacellerin çeşme kuyusunu nasıl bulduğunu anlatmaya başladı. Söz bittikten sonra çeşmeyle ilgili tartışmayı sordum 'Yok, orası Hacellerin çeşme' dedi. Yine itiraz etmeden dinledim, ama kafamdaki iki tarafın da haklı olabileceğine dair kanaatte bir değişiklik olmadı...

    Sülale araştırmasından aşinayım, Eğret tarihinde iki tane Hacı Ali var. Aslında hacca giden her Ali potansiyel bir Hacı Ali'dir. Lakin hacı ünvanı lakaplaşıp isme dönüşen, hatta bununla da kalmayıp sülalesine ad olan iki tane Hacı Ali bulunuyor. 

    İlk ve en çok bilinen Hacı Ali, Veyislerden Daldal Hüseyin'in torunlarından olup Şebek Ahmet Dadak'ın babasıdır. Bu Hacı Ali Dadak, adını kendi ailesine sülale ismi olarak bırakmış ve Haceller sülalesinin atası olarak 1952 yılında vefat etmiştir.

    İkinci Hacı Ali ise ilkinden bir asır kadar önce yaşamış olan İdris oğlu Hacı Ali'dir. Şimdi hepsine birden Hacılar sülalesi dediğimiz Arzımanoğullarından olan Hacı Ali, aynı zamanda Tanzimat sonrasında atanan ilk Eğret muhtarı olduğu kayıtlarda var. Körhoca dedemin annesi olan Nazik ninemizin baba adı nüfus kayıtlarında hala Hacı Ali olarak yazılıdır ve bahsedilen İdris oğlu Hacı Ali'nin kızıdır.

    Tamamı Azbay soyadını taşıyan Hacılar sülalesine mensup herkesin mutlaka Hacı Ali ile bağı bulunmaktadır. Buna rahmetli Şerafettin Azbay emmi de dahil...

    Şu halde çeşmenin altındaki derede bir yerlerde bulunan çeşmeye Hacellerin diyenler de, Şerafettin'in diyenler de haklı olabilir. 

    Aslında gereksiz bir tartışmayı uzatmak değil gayem. Burada üzerinde durmamız gereken asıl husus ikisinin de akmıyor olmasıdır. Şerafettin emminin kamyonuyla buralara kadar inşaat malzemesi indirdiğini söylüyorlar. Dediğim gibi, muntazam görünümlü bir çeşme yapmış. Ne zaman dindiğini ve dinme sebebiyle ilgili bir çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. 

    Deredeki çeşme kuyusunun bulunduğunu söylemiştim. Neden akmıyor, yapılabilecek bir şey var mı diye Meşhur ve arkadaşları incelemişler. Kuyuya ulaştıklarında malesef orayı kupkuru bulmuşlar. 

    Bugün Almalı yürüyüşünde gözlemlediklerimi, demir tavında dövülür esasınca hemen yazayım dedim. Sonuç; elverir ki Şerafettin emminin çeşme için bir şeyler yapılabilir... Böylece Almalı'nın sol yanağı da yeşerir...




14 Ağustos 2025

Şamlı Çeşmesi

     
    Bir çeşmenin en garip hali nedir? Herhalde bu soruya verilecek en doğru cevap 'susuzluğudur' olurdu. Lulasından su akmıyorsa, aharları dolu değilse, çevresine şırıltı yaymıyorsa o çeşme gariptir. Kendisi susamıştır ki başkalarını nasıl sulasın. Gerçi suyu olmayan bir çeşmeye çeşme denir mi, bu da ayrı bir husus.

    Anıtkaya'daki çeşmelerin birer birer kuruduğu herkesin malumu. Genel kuraklık veya başka sebeplerle kuruyan bazı çeşmeler pompa marifetiyle tekrar akar duruma getiriliyor, bunu bile sevindirici buluyoruz. Dağdaki çok sayıda çeşmenin kuruduğuna dair bilgiler geliyor, üzülüyoruz. 

    En son Şamlı'nın kuruduğu haberi milleti daha fazla üzdü, bunun sebebi var. Dağ çeşmelerinin temelli kuruyanları da oluyor, Şerafettin'in çeşme ile Demirce çeşmesi bunlara örnektir. Diğer kurumalar muvakkattir, yazın en kurak döneminde suyu kesilir, sonbaharla tekrar akmaya başlarlar. Millet bu duruma alışmış. Amma Şamlı bugüne dek hiç dinmemiş, belli dönemlerde suyu siçanguyruğu seviyesine de düşse akmaya devam edermiş. Şamlı'nın dinmesi bu yüzden dağ ile ilgisi olanları üzüntüye boğdu.

    Meşhur Ahmet Sağlam, Şamlı'nın kunduz veya başka bir sebeple tıkandığını düşünüyor. Akmamasının sebebi bu, kuyusu ve yolu temizlenirse tekrar akmaya başlar dedi geçenlerde... Bir kaç güne çalışmalara başlayacaklarını söyleyince bana da haber edin demiştim. Çağırdılar bugün gittik. Ben çeşmeye vardığımda sesleri biraz yukarıdan geliyordu. Orada biraz eğlendim, çeşmenin garip ve sessiz hali insanı bayıyor. Önceki halini bilenlerin içi daha da kıyılır...

    Önceki halini derken, belirsiz bir geçmişten bahsediyoruz. Şamlı'nın tarihini bilen yok, bu hususta bir kaç hikaye anlatılıyor; ama bunlar adını açıklamaya yönelik, yapılış zamanıyla ilgili değil.. 

    Bilinmeyen bir geçmişte dağın bu bölümünde çam ağaçları varmış, bu yüzden o mevkiye Çamlı diyorlarmış, zamanla bu kelime Şamlı'ya dönüşmüş... Çeşmeyi orada görevli Şamlı bir asker yaptığı için kısaca Şamlı çeşmesi denilmiş, zamanla o mevkinin adı da Şamlı olarak yerleşmiş... Böyle anlatılarda mantığa ters noktalar bulunabilir, halk hafızası onlara da bir açıklama bulabilir; fakat Şamlı çeşmesi ile ilgili daha mantıklı bir hikaye var.

    Sefer araçları bilindiği gibi gelişmediği zamanlarda hac yolculuğu develerle yapılırmış. En az altı ay sürdüğü için Eğretliler hac ibadetine 'uzun yol' diyorlar. Aylarca süren yolculukta günün sonunda konakladıkları yerler var. Şam ise sadece konaklama için değil gezilip görülmesi gereken önemli bir merkez... Eğretlilerin bulunduğu hacı kafilesine yaşlı birisi nerelisiniz filan diye sormuş. Memleketlerini öğrenince adamın gözleri parlamış ve yakınlık göstermesinin sebebini anlatmış. Meğer Türkmen/Yörük olan bu ihtiyar zamanında İblak'ta çok yaylamış. Bu dağlar yazı geçirmek için onların en gözde yaylasıymış. Nihayetinde yerleşik hayata geçip Şam'ı yeni vatanı olarak seçmiş. Hatta falanca yere bir çeşme yaptığını da söylemiş... Tarif ettiği mevkide, dediği gibi bir çeşmenin hala akmakta olduğu haber verilince adam iyice coşmuş. Çok sıcak, samimi sohbetler olmuş Şam molasında... Hicaz'dan dönünce Eğret'te bu olayı anlatmış bizim Hacı... O günden sonra Şamlı çeşmesi diye adlandırmışlar. Zaman geçtikçe halk ağzında hem çeşme hem de onun bulunduğu mevki kısaca Şamlı olarak anılır olmuş ve bugünlere böylece gelinmiş...

    Belgeye dayalı bir olay olmadığı için hikayenin zamanı belirgin değil. Ancak çeşmenin önceleri daha yukarıda olduğunu söylüyorlar. Ne zaman ve ne maksatla şimdiki yerine indirildiği meçhul. Bir kaç yıl önceki dağ gezisinde karşılaştığımız eski künk yolunu görmemiz heyecan vericiydi.  Çünkü, ne kadar eski olduğu bilinmeyen nesnelere bakıyorduk. Belki onlar sadece su nakil künkleri değil, eski çeşmeyi taşıyan su yollarıydı. 40 yıl kadar önce, Salim Kurt döneminde plastik boru döşenerek bu künklerin boşa çıkarıldığını bugün öğrendik. Şiddetli akan sellere dayanamayıp toprak yüzeyine çıktıkları anlaşılıyor.

    Künkleri boru ile değiştirme işini görenlerin beyanına göre, kesik atma yoluyla boru bir noktadan tespit edildi. Meşhur'un özel teknikleriyle boru içinde su olmadığı anlaşıldı, yani varsa tıkanıklık daha yukarılardaydı. Bugünlük burada bırakıldı, ama yarın ve sonraki günlerde kademe kademe yukarı çıkılarak suya ulaşmaya çalışacaklar.

    Asıl hedefleri çeşmenin kuyusunu bulmakmış. Eskilerden kimse kuyuyu tespit edememiş, yani işe yarayacak bir işaret yok. Bu yüzden tek kılavuz boru ve sonrasında onun eklendiği künkler takip edilecek. Bu yüzden doğal biçimden uzak bir taş gördüklerinde 'Aha! Bu Haliban Ağa'nın nişanı olmasın.' diye çevresini kazıyorlar...

    En son onarımda Halibanağa (Halil İbrahim Kızılyel) de bulunmuş, bu yüzden yol gösterici olarak taşlardan bir mesaj bekliyorlar. Rahmetliden gün boyu sitayişle bahsedildi. Sıfırdan kendi yaptığı çeşmeler dışında, diğer çeşmelerin onarımında da bulunmuş böyle bir hayırsever her türlü övgüyü hak ediyor. Yaptıklarının manevi karşılığını tayin kimsenin haddi değil. Fakat kendinden sonrakilere örnek olma hususundaki manevi mirasını yakından gözlemledim. Şimdi burada Şamlı'nın suyunu bulmaya çalışanlar, daha önce aynı işi başka başka çeşmelerde de yapmışlar. En son merhum Halibanağa'nın çeşme suyunu yenileyerek bunu göstermişler. Bu anlamda Halibanağa'nın kendilerine örnek olmasından dolayı, şimdi bunların manevi kazançlarından da pay aldığını düşünüyorum. Allah rahmet etsin...

    İnşallah Meşhur'un düşündüğü gibidir; Şamlı çeşmesinin kuyusu kurumuş değil, sadece tıkanmadan dolayı dinmiştir, bir kaç gün sonra lula tekrar şarlamaya başlar. Zira çeşmenin kurusu ve sessizi yürek yaralayıcı...



09 Temmuz 2025

Uluyol Ve Tali Yollar

 
    Eski asfaltta Çorbeciguyusu'ndan başlayarak Yıldız petrol dengine kadar tatlı bir rampayla çıkıldığı malumdur. Belki o rampayı ancak küçük tepeye vardığınızda anlarsınız, o kadar kendini hissettirmez yani. Oradan geldiğiniz tarafa dönüp bakarsanız Çorbeciguyusu'nun bir kaç metre derine düştüğünü görürsünüz. Güney tarafı ise bir o kadar yüksekçedir. 

    Yüksekliğin başladığı noktadan sola, Çolağınçeşme'ye dönen yol ayrımına kadarki mevkiye Uluyol denildiğini yarım asır kadar önce öğrenmiştim. Asfalt kenarındaki tarlasını tarif ederken Ninem böyle derdi. Gerçi bu mevkiyi böyle isimlendiren başka birine rastlamadım. Zaten bizim köyde 'ulu' kelimesi kullanılmaz; şimdi herkesin 'Ulu Cami' dediğine bakmayın, oranın orijinal ve yaygın adı Gocacami'dir. Eğretli aynı anlama gelen 'ulu' kelimesine itibar etmeyip Türkçe 'goca'da ısrar etmiş. Ulu ise sadece Uluyol mevki isminde kendine yer bulmuş. Gelvelakin Uluyol'un bilinirliği de sınırlı kalmış, sadece Ninemden duymamdan hesap edin...

    Kütahya'da yerleşik Tekirgızıların büyük emmisi Himmetoğlu Halil, babasından kalan tarlalarını alabilmek amacıyla 1905 yılında mahkemeye başvurmuş. Mahkeme kararında bahse konu tarlalar sıralanırken birinin Uluyol mevkiinde olduğu kaydedilmiş. Eğret'teki Uluyol mevkiinin adını bu resmi belgede gördüğümüzde yıl 2021 idi ve hala bu isim pek bilinmiyordu.

    O kadar bilinmiyordu ki, 1989'da kadastro kaydı yapılırken Ninemin tarlası Kepez mevkiinde diye yazılmış. Demek ki bilirkişiler bile oraya Uluyol denildiğini bilmiyorlarmış. Köylü bir asır önceki mevki adını unutma sürecine daha o yıllarda girmişmiş...

    Mevkinin adı unutulmuş, ama oraya adını veren ve tam ortadan geçen yola bir şey olduğu yok, günümüze kadar gelmiş. Bu, eski asfalt dediğimiz Afyon-Kütahya karayoludur. Eğretlilerin hafızasındaki adıyla susa... 

    Henüz otomobil ve kamyonların yaygın olmadığı zamanlarda tam da böyle adlandırılıyormuş; susa, şosenin Eğret ağzında aldığı biçimdir. Asfalt atımına daha sonraki yıllarda başlanmış, ama 1930'ların sonlarında Eğretlilerin bir vergi türü olarak bu yolun yapımında makbuz mukabili çalıştıklarına dair belgeler var. 

    Ondan daha önce, misal işgal yıllarında da tam olarak şose diye adlandırılıyormuş. Hatta Büyük Taarruzun ikinci günü verilen bir emirde, orduların sorumluluk alanı belirlenirken Afyon-Kütahya şosesi sınır olarak bildirilmiş. 

    Daha gerilere gidersek, bu yolun Afyon ile Kütahya'yı birbirine bağlayan sıradan bir şehirlerarası yol olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Çünkü güneyde Selçuklu başkenti Konya'ya, kuzeyde Doğu Roma başkenti İstanbul'a uzanır. Üstelik ilk dönem Osmanlı başkenti Bursa bağlantısı da var.

    Bir de bu yolun tarihi İpek Yolu kollarından biri olduğunu düşünürsek, konunun boyutu genişleyiverir. Çekül Vakfı, İpek yolunu tarihi veriler ışığında bir haritayla somutlaştırmış. Yüksek çözünürlüklü İpek Yolu - Kültür Yolu haritasının ilgili kısmını buraya aldım. Yol üstünde Eğret Kervansarayı önemli bir nokta olarak işaretlenmiş. Ayrıca Afyon ile Eğret Kervansarayı arasında Üçgöz Köprü diye başka bir noktanın işaretlenmiş olması da dikkatimi çekti. Uluyol'un biraz ilerisinde böyle adlandırılan bir mevki olacaktı. Acaba kastedilen burası mıdır, asfalt atılmadan önce yol üzerinde tarihi bir köprü var mıydı, bunları bilmiyoruz. Belki Araplı civarındaki bir köprü böyle adlandırılıyordu...

    Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken husus, bahsedilen yolun ne kadar önemli bir ticaret yolu olduğudur. Böyle bir yol da elbette geniş ve alabildiğine büyük olmalıdır. O kadar büyük ki, Eğretlilerin sıradan büyüklükler için kullandığı 'goca' kelimesi bile bu anlamı karşılayamasın; Gocayol değil Uluyol diye adlandırılsın. Ancak o vakit sözünü ettiğimiz mevkinin neden böyle adlandırıldığı anlaşılabilir.

    Bu yolun Kütahya istikametini çevreleyen mevkiye Kütahyayolu/Kötâyolu deniliyorken, Afyon istikametindeki uzantısına Uluyol denilmesi de bir başka gariplik. Acaba yalnız o tarafta mı belirgin bir büyüklük vardı? Fakat şu da akıldan çıkmasın, güneydeki bir mevkiye Şehiryolu/Şeheryolu adı da veriliyormuş...

Asıl konudan fazla uzaklaşmadan, bu yolun önemini anlatan 18. yüzyılda kaleme alınmış bir metni dikkatlerinize sunayım. Alman matematikçi, haritacı, kaşif, gezgin Carlsten Niebuhrs Afyon'dan İstanbul'a dönüş yolunda:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi." *

    Eğret köyü 1767 yılında düz ve geniş bir yol üzerinde diye konumlandırılmış. Bu tarif  'Uluyol' isimlendirmesinin ne kadar isabetli olduğunu adeta haykırıyor. Fakat yolun her etabı aynı değilmiş ki, gezginimiz Gecek hamamını gördükten sonra, oradan Çorca yoluyla Gazlıgöl'e varmış, Dandır üzerinden Eğret'e ulaşmış. Bu dolambaçlı güzergahı keyfinden değil de Araplı boğazı ve rampasını geçemeyeceğinden tercih etmek zorunda kalmış. Dediğine göre kış aylarında bu yoldan geçmek mümkün değilmiş. Dediğim yerlerden geçişin iki üç asır önce ne kadar imkansız olduğunu şimdi bile tahmin edebilirsiniz.

    19. asırda coğrafyacı bir Rus gezginin anılarını okurken şaşırmıştım. Kasım ayı sonları, adam geçtiği yerlerin gece sıcaklığı ve rakım değerlerini ölçe ölçe İstanbul'dan doğru geliyor. Eğret'te bir odada geceliyor, bu arada ölçümlerini yapıyor. Sabah kalkınca tasını tarağını toplayıp yola koyuluyor, ama bildiğimiz Şeheryolu/Uluyol'a doğru değil de Dandır'a doğru yönelip o güzergahtan Afyon'a varıyor. Yolunu değiştirmesinin sebebini şimdi anlayabiliyorum. Bu gezginler yanlarında Rum veya Ermeni bir kılavuz bulunduruyorlardı. Yolları iyi bilen kılavuzu kasım ayında Araplı civarının geçilmez olduğunu bildiği için Gazlıgöl'e doğru yönelmiş demek ki...

    Yalnız Dandır-Gazlıgöl istikametine giden yolu da küçümsememek lazım. Tamam kışın zor şartlarında tercih edilen bir alternatif rota imiş, ama ben antik çağda da orasının işlek bir yol olduğunu düşünüyorum. Hele Çatalüyük civarının antik değeri düşünülürse bu fikir daha sağlam bir temele oturtulabilir. 

    Kapıyeri'ni işlerken burasının çok eski zamanlarda Eğret (veya adı her ne ise) köyüne giriş yeri olduğu için böyle adlandırılmış olabileceğini söylemiştim. Şimdi o kapının uzantısı olan antik yolu da tasavvur çerçevemize almalıyız. Daha İsgileyolu, Üyükyolu gibi kavramlar da var... Eğret ulu ve tali yollarla örümcek ağı gibi örülmüş...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20


22 Mayıs 2025

Bahçecik


    Onca gezmişiz, yeni yerler görmüşüz; öğrenmiş, benzetmiş, kıyaslamış, beğenmişiz... Kıymeti yok, çünkü burnumuzun dibindeki dağımızı hakkıyla bilmiyoruz. Bu yüzden şimdilerde fırsat buldukça İlbulak dağlarının dip köşe, hiç gitmediğim taraflarına yolumu düşürüyorum. Önce Almalı, sonra Resulbaba tepelerini böyle gezdik. İki gün önce 19 Mayıs günü ise ters istikamete, Bahçecik tarafına yöneldik.

    Gedik orta kabul edilirse Bahçecik onun batı yakasındaki bölgede... 
Yürüyüşümüzü yine İlbulak tepesinden yaptık, eteklerdeki engebede ilerlemek çok zor çünkü...

    Buna rağmen Bahçecik çeşmesi olduğunu düşündüğüm yere varıp dönmek 4,5 saatimizi aldı. Sadece ikindi namazı için çeşme başında mola verdik, o kadar. Çünkü tepeden de olsa yürüyüş kolay değil...

    Almalı tarafındakinden farklı bir bitki örtüsüyle karşılaştığımızı belirtmek lazım. Farklı zamanlarda gözlemlemeye bağlı olabilir bu durum, ama arazi ve toprak yapısı da farklı geldi bana.

    Lale ve sümbüller yoktu artık, onun yerine dağ veya ada çayı olduğunu düşündüğümüz öbek öbek ot ve çiçek ocakları keşfettik. Bunlar diğer tarafta yoktu... Belki vardı da zamanı değildi, orasını bilemem. Zirvede bol gördüğümüz bu çiçeklerden numune aldık, gerçekten adaçayı ise onlardan da toplamak için tekrar gitmeyi düşünebiliriz.

    Tepedeki kekikler gıran kekiği türünden. Onun kokusu da keskin oluyor, ama yaprakları pek canlı değil. Diğer tülü kekik türlerinden de bol var, lakin çiçek açmalarına daha bir hafta on gün var. Bu kekik milletinin her hali güzel ve lazım olduğundan yine de yeter miktarda topladık.

    Yakı otu da diğer mevkilere göre bu tarafta daha gür gibi geldi bize... Belki yağmur sonrası bahar vakti olduğu için öyle gelmiştir, öte taraflarda da şimdi böyle gür ve canlı olabilir, bilemeyiz. Hatırı sayılır miktar da ondan topladık, çünkü mide rahatsızlıklarına şifa olduğunu yakından gördük bu sene... Yakı otunun macerası çok ilginç, sadece bizim sülaledeki bilinirliğiyle günümüze geldiğini iki yıl önce bir yazıyla dile getirmiştim. Kocatepe Üniversitesi'nde bir bitirme tezine konu olduğunun, ayrıca Tübitak destekli bir proje ile araştırılıp literatüre sokulduğunun müjdesini vereyim.

    Çeşmenin başındaki galgan dikenlerine ve çayır gibi otlara bakınca buralara neden Bahçecik denildiğini anlıyorsunuz. Oysa Almalı'da elma, Kirazlık'ta kiraz olmadığı gibi buralarda da bahçe bulunmayacağını düşünmüştüm. Başka yerde görmediğim böğürtlen ve badem ağaçlarını da belirtmek lazım. Gerçi bademlerdeki intizama bakılırsa ormaniye tarafından gerçekleştirilen ağaçlandırma sırasında dikildikleri anlaşılıyor. Bademlerde geçen yılki meyveler hala dallarda... Tabi içleri koflaşmış, yenecek durumda olmadıklarından acıbadem mi, yoksa yinsel mi olduğunu anlayamadık. Galiba soğuk vurmuş, bu yılın meyvesi yok, tadına bakabilmek için en az bir yıl daha beklemek gerekecek... Sonbaharda böğürtlen toplamak için de gelmek lazım bu bölgeye....

    Gedik batısından başladığımız yürüyüşün ilk anından itibaren Altıntaş ovasının gözümüzün önüne nasıl seriliverdiğine şaşıyoruz. Benzer bir görüntü Almalı tarafındaki tepelerden de alınabiliyor, ama o daha çok İhsaniye-Döğer hattına hakimdi. Oysa buradan bütün kuzey bölgesi ayaklarınızın altında... Süvari Kolordu Kumandanı Fahrettin Paşa'nın 27 Ağustos 1922 gününe ait notlarını hatırladım: "İlbulak Dağına çıkan keşif kolları orada düşman bulunmadığını, Eğret bölgesinde büyükçe düşman ordugah çadırları görüldüğünü bildirdiler…" Paşa'nın keşif kolları gözlemini tam da buradan yapmış olmalılar, zira buradan köyün bütün arazisi görülebiliyor ve ayrıca başka keşiflerde Almalı tarafında tek tük düşman askeri görüldüğü belirtilmişti...

    Bulunduğumuz tepeden aşağılara kadar uzanıp giden küçük vadiye Kuyuderesi diyorlar. Vaktüzamanında dere boyunda bir çok kuyu bulunduğu anlaşılıyor, yoksa neden bu isim verilsin. Yine bulunduğumuz noktanın aşağılarında bir yere Gavuryatağı diyorlarmış. Galiba işgal döneminde bir müddet orası Yunan ordugahı olarak kullanılmış. O dönemde İlbulak'ın düşman tarafından nasıl yuvalanıldığı ve meşe çalısının nasıl yağmalandığına dair çok hatıra dinledim. Almalı ve Resulbaba sırtlarına angare yoluyla kazdırdıkları mevzilerin izleri bugün hala belli... Bu tarafta öyle mevzi ve siperler yok, ama işte çöktükleri mevkinin adını köylümüz Gavuryatağı olarak belirlemiş. Elbette bütün bunlar büyük Türk taarruzu başlamadan önceki döneme ait hususlar. Yoksa Süvari Keşif Kolu bizim şimdi bulunduğumuz tepeden aşağılara baktığında Gavur yatağını çoktan boşaltmıştı...

    Biraz daha batıya doğru ilerleyince seyir terası gibi bir çıkıntı var, fotoğraf çekmek ve poz vermek için çok uygun. Oradaki bir fotoğrafı gören Mahmut Omak 'Tahminime göre İncegeriş üzerindesiniz' dedi. Mehmet Ali Kalkan beyin bir yazısından daha yeni öğrendim, geriş ak toprak demekmiş. İncegeriş denilen mevki her neresiyse toprağını incelemek üzere tekrar gideceğim. Bu yüzden dağı iyi bilen biriyle gezmek önemli...

    Aracımızı arkadaki taş ocağının hemen üstüne bırakmıştık. Dağın kuzey yamacında da büyükçe deşilmiş bir taş ocağı bulunuyor. Belki 30 yıla yakın oldu Almalı tarafındaki ocak açılalı. Gerçi şimdilerde bunların hepsi terkedildi, ama bıraktıkları enkaz koca dağın bağrında kapanmaz yaralar gibi görünüyor. Bitki örtüsüyle kapanması, dünyanın varsa o kadar ömrü, bir kaç yüzyılı bulur...

    Koskoca bir yara da Amerikan şirketinin kurduğu göstermelik çiftlik. Devlet desteğini alana kadar biraz hayvan bağlamış olabilirler, sonra defolup gittiler. Geride bıraktıkları çıplak boşluk, uğruna heba edilen onlarca ağılın sessiz ağıdını yakıyor. Vatan insanın nefes alabildiği yerdir, biz bu hazin manzaraya bakarken soluğumuz kesiliyorsa, ortadaki ihanet öyle böyle değil... Öncekiler gibi bizim ömrümüz de kaybettiğimiz nimetlere buğulu gözlerle bakmakla geçecek...

    Ağılların tapusu alınsaydı veya ağaçlandırma yapılsaydı bu yağmanın önüne geçilebilir miydi, zannetmiyorum. Ne yapar eder, orası olmaz da belki başka bir varlığımızı heba etmenin yolunu bulurduk. Öbür taraftaki ağaçlandırmayı kendi ellerimizle durdurmadık mı... Allah'tan Bahçecik bölgesinde daha sistemli bir ağaçlandırma yapılmış.

    Aslında mevkileri çok bilmiyorum, fakat daha önce bir kaç kere çıktığım bir düzlük vardı, Tunanın Tarla diyorlar. Gavur gittikten sonra uzun müddet kıtlık olmuş. Bu kurak dönemde köye yağmur da yağmamış, kuraklık var. Ne de olsa dağdır, buralara yağdığı için uygun yerleri sürüp haşhaş ekmişler. Patlağıntarla, Tunanıntarla gibi isimlendirmeler o günlerden yadigar... Yalnız burada kastedilen bildiğimiz Tuna Hüseyin değil, daha eski ve başka bir Tuna imiş, kim olduğu bilinmiyor... Neyse, daha önce hep aşağıdan çıktığım Tunanıntarla alanlığı baştan aşağı mantar ocaklarıyla kaplıydı. Bu yüzden orayı gözetleyerek ilerledik, gel gör ki tam yerini katiyyen çıkaramadım. Yukarıdan bakınca ne nerededir bilemiyorsun. Önemli değil, zaten mantarı yemeyi değil toplamayı severim diyerek kendi kendimi teselli edip yola devam ettik...

    Bu arada aşağılarda sessiz heyulanın yakınlarında, her nasılsa ayakta kalabilmiş bir kaç ağıla bakarken Keçi yataklarını hemen fark ediyoruz. Keçi sürüleri yatarlarmış burada... Bu geniş düzlükte yatarken boş durmayıp gübreliyorlar, dolayısıyla Keçiyatakları hep mantar ocağı... 30 yıl önce oralarda mantar aramalarımız, yağmurda ıslanmalarımız, Kemiklerin ağıla sığınmalarımız, Ayşe Teyzenin hazırladığı sofrada gıdalanmalarımız aklıma geldi... Bir de buralarda Aşiret yörüklerinin yaylaması... Oysa şimdi koca dağ ne kadar sessiz ve ıssız görünüyor...

    Böyle böyle Bahçecik bölgesine gelmişiz. Bunu, önümüzde aniden muntazam sedirler belirince anladık. Manzara doyumsuz... Nere neresidir, hatta burası Bahçecik midir emin değiliz; ama bir Bahçecik varsa işte burası olmalıdır...

    Büyük bir vadinin ilerledikçe genişleyen havzası burası. Bazı bölümleri, orada burada imam ardında saf tutmuş cemaat gibi sedirlerle ağaçlandırılmış; ama büyük bölümü yine çıplak... Burada bilinçli ağaçlandırmanın ne denli mühim olduğu ortaya çıkıyor. Keşke her taraf yemyeşil olsa...

    Buna rağmen geniş düzlük, adını hak edercesine canlılık saçıyor. Ortalıkta in cin top oynasa da bu canlılığı sırf manzaradan hissedebiliyorsunuz. Eskiden daha canlıymış buralar, pikniğe gelirlermiş insanlar. 1970'lerde Aliefe, gösterdikleri başarıdan dolayı öğrencileri buraya getirerek ödüllendirmiş. Aynı yıllarda Bahçecik'te Hıdrellez karşılama fotoğrafları bulunuyor...

    Bir de çobanlar var... Çobanlar ve sürüler... Asıl canlılığı sağlayan, dağa hayat veren de onlarmış sanki... Ağıllar ve koyun keçi sürüleri malum... Bunun yanında Yörük çadırları ve sürüleri var... Hatta Aliefe'nin beygir sürüsü bile var... Buralarda Metin Tüplek Abi çok beygir gütmüş...

    Yeraltı ve yerüstü sularının da çağladığı zamanlarda Bahçecik'te suları ağzından taşan tam sekiz kuyu varmış. Şimdi bu kuyuların yerini tespit etmek mümkün mü bilmem. Meşhur çeşmeye doğru ilerlerken küçük bir derede nemlilik fark ettik. Mutlaka yukarılarda bir yerde kaynak olmalı. Nitekim az ileride nemlilik damla damla suya dönüştü. Daha gitsek bir kuyu veya minik pınar bulacağız, ama çok yorgunuz, aramaktan vazgeçip tekrar çeşmeye yöneldik.

    Çeşme çirçir aksa da çevresini yeşertmeye yetiyor. Eski aharlarının dikine yenileri eklenerek galiba gövdenin yeri değiştirilmiş. Altı tane mozaik aharlı yeni çeşmenin ucunda gövdesi çatallaşmış bir söğüt dikkat çekiyor. Bir hayırseverin aharları yosundan temizlemesi gerekiyor. Vaktimiz olsaydı yapardık, ama çok yorulduk ve geç oldu. Biraz moladan sonra tekrar yola düştük ve akşama doğru varacağımız yere ancak vardık...

    Hangi bölgesi olursa olsun, İlbulak'ı gezecekseniz oraları bilen biriyle gezin. Bahçecik'e tekrar gidersek biz öyle yapacağız...


18 Nisan 2025

Küçük Bir Dağ Yürüyüşü

     
    Dere Tepe Eğret yazılarında görmediğim, gezmediğim ve tanımadığım hiç bir yerden bahsetmedim. Sadece duyup işittiklerimizle, rivayetlerle olacak iş değil bu, öyle anlatırsan başarılı olmazsın çünkü... Bu yüzden çok iyi tanıdığım bir yer bile olsa, yazı için mutlaka yeniden bir inceleme yapmış, sormuş soruşturmuşumdur. İlbulak/İblak için de geçerli bu durum...

    Beş altı kilometrelik hafif yay biçiminde dizilmiş irili ufaklı tepelerden oluşan İlbulak dağlarının genel tanıtım yazısında bir çok kaynaktan yararlandım. Bazı bölümlerini iyi bilmeme rağmen, hiç bilmediğim, yarım yamalak tanıdığım, gezip dolaştığım halde adını bilmediğim çok değişik kısımlarını da sonra sonra keşfettim. Üzerine en çok konuşulan yerlerden biri Almalı idi ve benim Almalı hakkında bildiklerim sadece duyduklarımdan ibaretti. En çok yazı yazdığım bir yeri görmemiş olmam büyük eksiklikti, ilk fırsatta giderilmesi gereken bir ayıp... 

    O fırsat dün elime geçti. 16 Nisan Çarşamba günü Almalı'ya kadar uzanan bir geziye çıkacağımızı sabah hiç bilmiyorduk, öğleyin çapından habersizdik, ikindinde ise bu gezinin mutlu yorgunluğu üzerimizdeydi...

    Ayvaz ile Köroğlu başbaşa kahvaltı ediyoruz... Dedi ki 'Otura otura koflaşacağız, çıkıp şu Çapakçayırı'nda dolaşalım biraz...' Madem yürüyüş yapacağız gerçek bir doğa yürüyüşü olsun diye Dağ'a gitmeyi teklif ettim... Hemen sofrada kararlaştırıp yemeyi hızlandırdık, bir an önce yola çıkmalıydık...

    Çatkuyu yolu üzerinde, biraz içeriye park ettik. Tepelerin hemen eteğinde, çamlarla gılikler ve çalının harmanlanıp birleştiği hattan gidecek ve dönüş yolunu İblak zirvesinden yapacaktık. Aslında her zamanki güzergahımızdı bu ve akıllıcaydı. Zindeykenki yürüyüşü engebeli, zahmetli ve dolayısıyla yorucu bölgeye denk getirir, iyice tükendiğimiz dönüş yürüyüşünü nispeten düz bir satıhta yapardık.

    Bir kaç gün önceki bembeyaz karlı görüntüsünün etkisiyle olacak, toprak hala ıslak ve gölge hala serin; bununla beraber güneş olanca yakıcılığıyla sahnede... Bu geçiş dönemi iklimini tasvir gerekirse İblak'ın yakaza hali denilebilir. Uyku ile uyanıklık arasındaki bu haliyle yakaladığımız iyi oldu, yoksa uyandığında İblak'ın hızına yetişemiyoruz; bir de bakmışız sonbahar gelmiş...

    Şu halde torbaları poşetleri boşuna almışız. Toprak kızmadığı için mantar filan yok, kekikler de henüz uzamamış. Her taraf yeni filiz yakı otlarıyla dolu, ama onlarla da işimiz kalmadı.  Öyle avare avare yürüyoruz...

    Bödününçeşme dengini aştık, Resulbaba istikametine ilerliyoruz. Nerede bulunduğumuzu anlamak için sık sık solumuza dönüp Dağ'ın eteklerine bakıyoruz. İşte şu terk edilmiş taş ocağı, ötedeki ağıl, karşı yamaçta evveli sene falancanın kotra vardı, onun arkası Gayraklı, şimdi Şamlı hizasındayız...

    Süpürgelik'ten geri dönelim, diyorum. O kadar yürüyüş yeter bence... Oraya neden bu ad verildiğini anlatıyorum, biraz da ukalalık yaparak; eskilerden öğrendiğimi satma zamanı... O vakitler kullanılan çalı süpürgesinin malzemesi olan dikenimsi otlar burada bolca yetişiyor, tam süpürgelik yani... Bu süpürge otlarının bir adı da piren imiş, bu yüzden Süpürgelik'e Pirenliyer dedikleri de oluyor... Her neyse, burası aynı zamanda mantar ocağıdır; hedef belirlememin bir sebebi de bu... Mantara dair kalan azıcık umudumuzu da Süpürgelik'e vardığımızda kaybettik. Orası da bomboş...

    Mantar toplayıcısı olarak çıktığımız seferlerde yürüyüşü hep Süpürgelik'te bitirmiştik. Buradan bulacağımızı bularak, yahut hayal kırıklığını torbamıza koyarak dönerdik; daha öteye hiç geçmedik. Niyetimiz yine o yönde idi, ama hayret ikimizde de hiç yorgunluk emaresi yok... İşte o anda içime düştü Almalı ateşi... Yamaçtaki yolun oraya gittiğini duymuştum, o yola düşersek bizi Almalı'ya götürürdü. Doğuya yürüyüşümüzü sürdürdük...

    Daha Süpürgelik çukuruna inmeden, sonradan adını Dombeyalanı olarak öğrendiğim karşı bayır düzlüğündeki bir traktörü siperiyle rengiyle farketmiştik. Sözünü ettiğim yola varmadan yolumuzu hareketsiz traktöre düşürecek şekilde ilerledik. Maksadımız her kim ise sahibinden, bilmediğimiz bölge hakkında bilgi almak. Artık Dağ'ın eteklerinden de yüz çevirdik, hep doğuya bakıyoruz...

    Dombeyalanı'na varmadan önümüze bir çeşme çıktı. Sonuncusu hafif kıvrılmış üç ahar boş, çünkü akmıyor, kurumuş çeşme. İlk defa gördüğüm çeşmenin adını merak ederken cevabı son ahardaki yazılarda bulduk: "18 Mayıs 1999 Demirce Yeni Çeşme..." Demek ki Demirce burasıymış... Bayırda traktörün yanında yatan Resul Karakaya bu tepenin Demirce olduğunu teyit etti. Almalı'ya nasıl ulaşacağımızı da öğrendikten sonra oradan ayrıldık...

    Resul'un adı Hacıiresil (Resul Tül) dedesine dayanıyor. Onunki de varıp Resul Baba'ya... Hatta Eğret'teki bütün Resul'lerin kadim kaynağı Resul Baba'dır. Resulbaba tepesi istikametinde yürürken bir yandan da bunlar geçiyordu aklımdan...

    Hemen aşağıda Halibanâ'nın çeşmeyi göreceğimizi söylediydi Resul. Rahmetli Halil İbrahim Kızılyel gerek gördüğü her yere çeşme yapmasıyla ünlü gariban bir hayırsever idi. Sayısı bilinmeyen çeşmelerden birisi de buradaymış, hep merak ederdim. Onu bulmamız zor olmadı, gerçekten küçük bayırı aşınca karşı yamaçta belirdi. Önünde her dalı ve gövdesiyle kurumuş kocaman bir söğüt var. Çeşme olmasa bile o söğüdün fark edilmemesi imkansız... Çir çir de olsa çeşmenin hala akıyor olması muhteşem. Dağ o kadar sessiz ki otur bu gariban çeşmenin şırıltısını dinle... Yarılmış bir aharı ve tahliye deliği tıkanmamış öteki aharı su tutmuyor, yine de akıyor olması bile canlılık kaynağı... Sadaka-i cariye nedir, sorusunun canlı cevabı bu çeşme olsa gerek. Buz gibi suyundan içerken, "Nurlar içinde yatarken önüne gelsin Halibanâ" diye dua ettik...

    Hani çeşmenin önünde koca bir söğüt ağacı var demiştim ya, her yanı kuru olan... İşte onun her yanı kuru değilmiş. Daha doğrusu her yanı kuruymuş da hemen her dalında canlılık alameti bir şeyler fark ettik: Ökse otu... TV'de sosyal medyada sürekli kendine yer bulan şifacıların her derde deva dediği bu otlarla çantanın birini doldurduk...

    Mantardan ve kekikten yana nasipsiz teselli kaynağımız ökse otundan ibaret kalmadı. Adı sukulent miymiş ne, bir kaç çeşidini görünce deli oldu. Onlardan kazdık köklü ve topraklı... Sonra bilmem kaçıncı İblak Kekiği Kültür Yetiştiriciliği Projesine temel olmak üzere köklü ve topraklı kekikler kazdık. Bunların hepsini de diğer çantaya koyduk, yükümüz ağırlaşmaya başladı...

    Henüz aşınca Almalı vadisiyle karşılaşacağımız söylenen bayıra varamadık. Orada uzaktan bir kale burcunun yıkıntısıymış gibi görünen taşlar var. Böyle olmadığını, doğal devasa kaya parçalarının bize öyle göründüğünü yanlarına varınca anladık. Üstüne çık, sırtını kuzeye ver; muazzam bir poz oluşturan koca kayalarda bol bol fotoğraf çektik. Bu arada buradan bakınca Eğret ne kadar yakında görünüyordu, havanın ne denli berrak olduğunu anla artık. En az 7-8 kilometre uzakta olan köy sanki yanıbaşındaymış gibi görünüyor. Elektirik hatları yokken, manyetik alan oluşturan hiç bir etkenin bulunmadığı dönemlerde insan sesiyle minareden okunan ezanı Dağ'dan işittiklerini dinlemiştim. Şu görüntüden sonra bu söylentiye daha da inanır oldum...

    Fotoğraf arasından sonra yürüyüşe devam ettik, muntazam kazılmış 2X2 metre ebadında bir çukur gördüm; derin değildi, ama üğünen toprakla dolmuş olabilir. Tahmin edileceği gibi definecilerin işidir... Sonra, daha başta Çatkuyu'ya doğru biraz daha ileriden ayrılan yolun uzantısıyla karşılaşıp kendimizi ona bıraktık. Bu bölüm oldukça kolay bir yürüyüş oldu...

    Nihayet bayırı aştığımızda Almalı vadisi olanca genişliğiyle karşımıza çıkıverdi. Bu manzarayı aniden beklemiyordum, Almalı nazlı bir gelin gibi birdenbire duvağını açmazdı. Yanlış hayal etmişim. Eğer meşeler göğermiş olsaydı 'Vadim O kadar Yeşildi'yi hatırlattı derdim. O kadar olmasa da şimdiye kadar dinlediğim Almalı hikayelerinin boş olmadığını bu ilk görüşte vadinin kendisi anlattı demek yanlış olmaz. 'Öküzüm Ahara Düştü', 'Almalı Suyu', 'Mantara Giden Çocuk', 'Aşiret Yörükleri', 'Kör Hoca'nın Saati', 'Sığırcı' ve benzer hikayelere mekan olmuş Almalı işte karşımdaydı ve her türlü övgüyü hak ediyordu. Sen bir de Mayıs ayındaki halini düşün...

    Önümüzdeki Almalı çanağı bir zamanlar bayram yeri gibi kalabalık olurmuş. Koyun sürüleri, köye ait sığır sürülerinden biri, öküz çobanları, her dönem karşı bayıra konan Aşiret Yörüklerinden Gara Ahmet... Hepsi burada yaylarmış, hayvan ve insan sesleri doldururmuş vadiyi... Oysa şimdi ne kadar sessiz, terk edilmiş bir doğal film setini andırıyor...

    Tepeden aşağı bakan gözlerim hemen çeşmeleri aradı ve buldu. İşte şu önümüzde duran yukarı, daha ileride aharları ve gövdesiyle beliren ağartı da aşağı çeşme olmalıydı. Fakat, bir dakika... O ileridekinin az yukarısında bir ağartı daha var, üstelik aharları da çok belirgin. Oysa bana Almalı'da iki çeşmeden bahsetmişlerdi, üçüncüsünü kimseden duymadım; yenilerde yapılmış olmalı, ama hangisi üçüncü ki?

Yakınımızdakine çabuk ulaştık. Kurumuş... Üç aharı da muazzam mozaikten dökülmüş, gövdede 1981 tarihi okunuyor. Şimdi en aşağıdakine inip, diğerindeyse namaz kılarak dönüşe geçmeyi planladık. (Aylar sonra bu çeşmeye Şerafettin'in çeşme dendiğini öğrendim, asıl Almalı çeşmeleri aynı uzantıda birbirine yakın olanlarmış.)

    Aşağı çeşme daha önce fotoğraflarını gördüğüm Dıkma Mevlüt Özen ve eşi Münevvere Hanım hayratı olarak tamir edilmiş. Suyumuzu içtik, altına üstüne konuşlanıp fotoğraflar çektikten sonra çeşme gövdesinin de arkasına doğru geçip oturdum. Kuzeye, yani köye doğru baktığımda gözümün önündeki manzara tanıdık geldi. İlk defa geldiğim bir yerin manzarası nasıl tanıdık olabilir ki? Sonra sürekli tekrar eden rüyalarımdan birini daha hatırladım. İşte oradandı bu görüntü... Çok uzak olmasına rağmen köye baktığımda hemen şurada görünen, her zaman masalsı gerçekliğinde bulunmaktan huzur bulduğum bir rüya ülkesinin görüntüsüydü. Şimdi bunun benim Almalı'ya ilk gelişim olduğunu nasıl söylerim... Oturduğum yerden o görüntünün bir kaç fotoğrafını çektim...

    Son çeşmeye vardık. Bunun gövdesi yok, yalnız aharları yukarıda gördüğümüz kuru çeşmeninkilerle aynı tarzda ve zamanda dökülmüş gibi... Öğle namazını kılarken Hoca Dedemin seksen yıl önce teravih kıldırmak için Ramazan'ı buralarda geçirdiği aklıma geldi. O vakit Almalı'nın ne kadar şenlik ve kalabalık olduğunu hesap edin.

    Dönüş yürüyüşündeyiz. Domuzlar bir şeyler ekecek sanırsam, iyi sürmüşler her tarafı. Ne kökü arıyor bunlar, gavur pancarı mı, çiğdem mi, yoksa başka şeylerin soğanını mı?... Çiğdem deyince, eskilerin çiğdem (kardelen) kazmak için baharda kırlara çıktığından söz ettik. Kaç kere denediysem çiğdem soğanına ulaşamamıştım, domuz sürdüğü yerlerdeki çiğdemler o kadar kolay yolunuyor ki, çektiğin soğanıyla birlikte geliyor. Böylece ilk defa çiğdem kökü yedim. Tadını tarif edeyim; salatalık, kırmızı turp, havuç, marul, devetabanı... Bunların tadını bilirsiniz, karıştır hepsini, işte çiğdem tadı bütün bunların karışımı gibi bir şey...

    Tahmin ettiğimiz gibi dönüş daha kolay oluyor, yukarıdan ve düzlükten... Bir kaç gün önceki soğuğa maruz kalmış dağ lalesi ve yeni açmış sümbül aileleriyle karşılaştık. Her biriyle hatıra fotoğrafı olmazsa olmaz...

    Fotoğraf için duruşlar, namaz molası filan derken en fazla yarım saat ara vermişizdir, net olarak dört saat yürüdük. Keşiflerle dolu keyifli bir gezintiydi. 

    Sakın bu yazıyı Berber Emmime okutmayın, şuraya niye gitmedin, berikini niye yazmadın diye cahilliğimi yüzüme vurur da vurur... En iyisi onunla başka bir Dağ yürüyüşü yapmak...



06 Nisan 2025

Eğri Para


    Kötayolu (Kütahya Yolu) ile Örençayırlar arasındaki bölgeye Eğripara deniliyor. Karayolu yeni güzergahına çekildikten sonra da Eskiasfalt bölgesi yine Kötayollarına dahil edilip aynı adla anıldı. Bütün bu değişikliklerden Eğripara etkilenmedi, aynı yerinde adıyla sanıyla ekilip biçiliyor.

    Burası Eğret arazi ortalamasına göre verimli bir mevkidir, zaman zaman bahçe yapılmaya eşverişli sulak topraklar. Verimliliğin sebebi Çayırlar ve Örençayırlar ile Atmezarı havzalarının doğal uzantısı olması, iki havzanın kesişim noktasında bulunması olabilir. Böylece hem yeraltı hem de yeryüzü sularınca beslenebilecek konuma sahiptir. Gerçi günümüzde su kaynakları tükenmiş durumda, biz önceki dönemlerinden bahsediyoruz.

    Büyükler kendini bileli oraların bu isimle bilindiğini söylüyor. Eğripara... Ama mevkinin özellikleriyle ne alakası var bunun. Coğrafi olarak, zirai olarak, ekonomik olarak, tarihi değeri olarak hangi özelliğinden dolayı böyle isim verilir ki bir bölgeye?...

    Paranın eğrisi ne demek, bütün paralar düzgün de az görülen bazıları eğri olarak mı vasıflandırılmış. Mesela eski sikkeler tam daire biçiminde değil, uçlarında bir kertik mutlaka oluyordu acaba kastedilen bu mu? Gökdaşderesi'ni anlatırken para/altın imal edilen yerin oralarda bir yerde olduğuna dair söylentiye yer vermiştik. Dipdibe değiller, ama sonuçta Eğripara ile Gökdaşderesi aynı köyün mevkileri...

    Eğri para tamlamasındaki anlam işaretlerinden biri de sahte para kavramı olabilir. Yalnız o dönemlerde sahtecilik mevzuu var mıydı bilemeyiz.

    Şimdi bu iki hususu birleştirip düşünelim, bir zamanlar bu mevkide define/gömü bulunsun. Eğret'te defineden kastın para olduğunu biliyoruz, paradan kasıt da altındır; gümüş, tunç, bakır vb. başka madenlerden yapılmış sikkeleri paradan saymıyorlar. Parayı bulmuşsun, ama rengi çil değil, üstelik uçlarında kertikler var... Bu düzgün olmayan buluntuların hatırına o bölgeye Eğri Para dediler, böylece mevkinin adı doğmuş oldu... Bu teoriyi doğru kabul etsek buna dair bir söylenti, hikaye, rivayet gelmesi gerekmez miydi? Ama yok...

    O zaman başka bir senaryoya ihtiyacımız var... Bolu, Safranbolu, İnebolu, Hayrabolu, Gelibolu, Tirebolu... Bunların yerleşim yeri olduğu malumdur. Kelime sonlarındaki bolu kelimesi 'polis'in dönüşmüş biçimi, o da şehir demek. Konstantinapolis Konstantin'in şehri demek, İstanbul'un orijinal hali... Yani onun sonundaki -bul da aynı yerden gelme...

    Bir de kirebolu var, malum balarısının salgısı. Genelde onu kovanın, yuvanın yalıtımında kullanıyor bu hayvancıklar. Yalnız bu kelimenin aslı propolis, Türk halkı Türkçeleştirerek girebolu filan demiş, Eğret'te kirebolu deniyor. Polis kelimesinin burada da bolu'ya dönüştüğü görülüyor. Mantık aynı, arıların yaşadığı yer arı şehri olarak düşünülüp yalıtımda kullanılan madde böyle adlandırılmış.

    Lafı dolandırmayalım, ikinci teoriye göre Eğripara ismindeki para, polis>bolu dönüşümüne benzer bir olay sonucu ortaya çıkmış olamaz mı? Biliyorum bu da zayıf bir teori, ama düşünmeye devam edelim.

    Poros Yunanca'da geçit, derbent, geçit vergisi anlamlarına geliyormuş. Niğde'nin Bor ilçesi bununla ilgiliymiş, hatta 20. yy başında orada önemli oranda Rum nüfus bulunuyormuş. Zaten Anadolu'nun İslamiyet öncesi dönemde sırayla bir çok medeniyete evsahipliği yaptığı biliniyor. Önemli bir devrede Yunan hakimiyeti de yaşanmış. Eğret'in de böyle bir dönemi var. Eski yol güzergahlarında sık sık geçitler bulunurdu, Türk hakimiyeti yıllarında bu geçitlere boğaz veya derbent adı verildi. Önemli yol üstlerinde adı tam olarak 'derbent' olan 24 köy tespit ettim, birleşik kelimelerle yapılanlar hesaba katıldığında bu sayı elliye yaklaşıyor ve çoğu da Ege bölgesinde... Boğaz kelimesi de aynı şekilde ve yüz civarında geçit/boğaz kelimeleriyle anılan köy bulunuyor.

    Köyümüze dönelim. Bir dönem Eğret arazisi olan Cumalı'yı geçip Osmanköy'e yaklaştığınızda böyle bir geçit var ve oraya Süleymanboğazı deniliyor. Daha eski dönemde Sülümenli denilirmiş, bazı mahkeme kayıtlarında bu ibare görülüyor.

    Süleymanboğazı gibi geçitler eski dönemlerde Eğret civarlarında olabilir. Yüzey şekilleri deprem gibi olaylarla yüzlerce binlerce yıl önceden değişmiş olabilir. Şimdi ova gibi görünen Eğripara mevkisinde bir geçit neden olmasın. Madem Yunanca'da geçide poros>bor deniliyor, oradaki geçit de benzer bir şekilde adlandırılmıştır. Peki poros>para dönüşümüne ne dersiniz? 

    Başka bir husus, para kelimesi Farsça pâre kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Tam anlamı parça, bölüm, kısım demektir; yalnız bu anlamıyla dilde pek kullanılmaz, sadece 'paralamak' fiilinde parçalamak anlamıyla karşımıza çıkar. Bununla beraber para kelimesinin terimleşmiş tarihi bir anlamı daha var: 'Kıymetli parça, ayrılmış bölüm'... Bu anlamın arazi ile ilgili olduğu açıktır. Selçuklu, Germiyan hatta Osmanlı döneminde devlet tarafından özel bir maslahata binaen ayrılmış, tahsis edilmiş arazi parçasına bu ad veriliyor. Vakıf arazilerine benzer bir durum... Eğripara mevkiinin zirai, iktisadi ,ticari, siyasi öneminden dolayı özel olarak bir hizmete tahsis edilmiş bölge olduğuna dair tahmin yürütmek mantıksız olmaz...

    Eğripara'nın 'para'sını anlamlandırdığımıza göre 'eğri'ye yoğunlaşalım biraz da... Bunun düzgün karşıtı olan eğrilikle ilgisi olmadığını düşünüyorum. E be kardeşim eğri eğri değil, para para değilse Eğripara nedir? İşte oraya geldik...

    Ben eğri kelimesinin, köyün antik dönemdeki adına işaret ettiğini düşünüyorum. Eğri'ye veya ona yakın bir kelimeye ister polis/bolu, ister poros/bor ekleyin; ortaya Eğripara'ya benzer bir kelime çıkacaktır. Yani bu bölgede antik bir yerleşim vardı ve adı da böyle bir şeydi. Yakınlardaki Maldepesi ve Örençayırlar'da bulunan Üyük, bu teoriyi desteklemekte...

    Halk arasındaki söylentilerde ve sınırlı sayıdaki belgede 'Eski Eğret' veya 'Küçük Eğret' ibareleri var. Ayrıca 19. yüzyıl nüfus kayıtlarında reisi 'Eğretli Hüseyin' olan bir hane bulunmaktadır. Eğret köyünden birinin 'Eğretli' diye lakaplanması da gösteriyor ki yakınlarda bir Eğret daha var. Yaygın ve yanlış kanaate göre bu Eğret Örenler'deydi. Oranın yüz yıllık geçmişi olduğu öğrenilince bu kanaat zail oldu. Taşlıtarla/Akkaya civarına veya başka bir kaç mevkiye yönelik böyle görüşler de bulunuyor. Bunların arasına Eğripara'nın Eski Eğret olma ihtimali de eklenmelidir.

    Bütün bunlar, köyün adının geçici anlamına gelen eğreti ile ilişkilendirilip emaneten yerleşilen bir yerden şimdiki yerine taşınması ve yanında Eğret/Eğreti adını birlikte götürmesi söylentisini boşa çıkarmaktadır. Gerçi iki eski haritada keşfedilen 'Hayrat' ve 'Hayret' adları bu yerleşik kanaati zaten sarsmıştı. Şimdi düşünülmesi gereken Eğret'in, köyün antik dönemdeki ismiyle ilişkilendirilebilme ihtimalidir.

    Son olarak burada yazılanlar Eğret ve Eğripara isimlerinden yola çıkılarak geliştirilmiş bir deneme olduğu, belgesel dayanağı bulunmadığı gerçeği de unutulmamalıdır.



13 Ocak 2025

Bayramgucağı


    Çatalüyük’ten Maldepesi’ne kadar uzanan beş kilometreden fazla Antik Havzanın adı çok meşhur olan Bayram Gucağı mevkiindeyiz. Burası Omarcık ile Yörükçeşmesi mevkilerinin arasındaki bir bölgedir. Bazıları ara bölgenin Yörükçeşmesi’ne yakın kısmı olarak tarif eder, bazıları ise Macur (Susuzosmaniye)ye giderken yolun sağında kalan dere kısmı işaret eder. Diğer bazılarına göre ise  sınırlar çizerek Bayramgucağı’nı daraltmak doğru değildir. İki çeşme arasındaki vadimsi alanla birlikte doğuda İsgileyolu Macurgırı, batıda Alagır Guzuguyusu’na kadar genişletilmelidir. Bütün bu hafif engebeli alan Bayramgucağı olarak anılabilir.

    Antik Havzanın tam merkezinde olması sebebiyle öteden beri çeşitli kazı ve buluntu hikayelerine konu olmuş. Gökdaşderesi’nden bahsederken adını geçirdiğimiz Heykelcemal rahmetlinin gezi ve kazı alanlarından biri de Bayramgucağı imiş. Buralardan bulamadığı para/altının amortisi olarak eline geçen ıvır zıvırı (kendi tabiri, para dışındaki şeylere böyle dermiş)  Hökümete, yani Müze’ye teslim edip ciğara parasını çıkarırmış. Daha başka birilerinin bir şeyler bulduğuna dair hikayeler de hep anlatılır. Beş altı kiloluk külçe altın bulan, lakin ne olduğunu bilmeyip kül diye çöpe atan birinin hikayesi de buralarda geçiyor. Kendisinden dinlediğim dramatik olayı bir gün anlatırım.

    Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız Bayramgucağı mevkii, dediğimiz gibi tam antik bölgenin göbeğinde bulunuyor. Haliyle böyle şeylere meraklı kişilerin de ilgi odağı olmuş. Bir de ilgisiz kişilerin önüne nasip kısmet biçiminde çıkma durumu var. Nasıl? Şöyle; oralar zirai mevkidir, yani her taraf tarla. Ya pulluğun ucuna takılan bir şekilli taş, yahut cizinin ortasında görülen bir mezar kapağı biçiminde karşına çıkabilir. Bir şeyler bulmak için defineci olmaya gerek yok. Bayramgucağı’na dair bu tip olaylar da çok anlatılır.

    İleşber olduğu halde toprağı bir başka dikkatle inceleyen, arazi yapısından değişik anlamlar çıkaran Eğretliler de yok değil. Onlara göre İsgileyolu-Omarcık-Yörükçeşmesi üçgeninde, ki tam da Bayramgucağı bölgesi oluyor, irili ufaklı bir çok tümülüs var. Küle benzer toprak yapısından dolayı o tepeciklerin yığma olduğu sonucuna varmışlar. Ayrıyeten aynı yerlerde kul yapısı bir takım kalıntılara da rastlanıyormuş. Bütün bunlar Bayramgucağı hakkında Anıtkayalılarca anlatılagelen şeyler. Bilimsel bir çalışmaya dayanmıyor. Zaten ilk ve tek bilimsel çalışma 2020 yılında Yüzey Araştırmaları biçiminde yapılmış.

    Burada yapılan Yüzey Araştırmaları çalışmasının Türkiye geneli içindeki yeri, 2021 yılındaki e-sempozyum kitapçığında şu paragrafla özetlenmiş:

    “Bu bölgede Anıtkaya Köyü sınırlarında yer alan Bayram Bucağı yerleşmesi ise İTÇ buluntularının zenginliği açısından dikkat çekicidir. Burada farklı renk ve form repertuvarı sunan çok sayıda İTÇ çanak-çömlek parçası tespit edilmiştir. Kütahya yolu yakınlarında yer alan Bayram Bucağı yerleşmesi bu zenginliğinin yanı sıra konumu, büyüklüğü ve bilinen mezarlığı ile birlikte bölgenin önemli İTÇ yerleşmeleri arasında görülmektedir.”

    Bu özet paragrafında bize lazım olan her şey var. Çok çeşitli renk ve biçimde çanak çömlek buluntusuna Maldepesi’nde biz de rastlamıştık. Burada önemli husus, bölgede bulunan mezarlık ve buranın büyüklüğüyle birlikte stratejik konumu gibi özellikler birleşince Bayramgucağı’nın İTÇ döneminde önemli bir yerleşim yeri olduğu hükmüdür. 2022 Yılındaki yayında biraz daha ayrıntıya inilmiş:

    “Susuzosmaniye Köyü’nün güneyinde Terlemez Höyüğü Mevkiindeki bir tümülüs incelendi. Tümülüsün doğu yamaçlarında 8 m derinliğinde bir kaçak kazı tahribatı görüldü. Anıtkaya Köyü’nün 1 km kuzeydoğusunda ve Anıtkaya-Susuzosmaniye köy yolunun 100 m doğusundaki Bayram Bucağı Yerleşmesi ve Mezarlığı incelendi (Bayram Kucağı?). Burada GKÇ ve yoğun İTÇ seramiklerine rastlandı. Höyüğün kuzey ve batısındaki yamaçlarda İTÇ’ye tarihlenen bir mezarlık bulunmaktadır.”

    Görüldüğü üzere ikinci paragrafta da Bayramgucağı’nın önemi vurgulanırken, farklı olarak birkaç ince ayrıntıya değinilmiş. Her bir ayrıntı önemlidir ve her biri hakkında ayrıca yazılar yazılabilir. Şimdilik bahsedilen yerin isimlendirilmesi hususuna dikkat çekmek istiyorum.

    İki paragraf da aynı kişilerin elinden çıktığı için, ortak isimlendirmeyle ‘Bayram Bucağı’ adı verilmiş. Yalnız 2022 paragrafı bu adlandırmanın gelişimi ile ilgili bir ipucu barındırıyor. Parantez içinde verilen (Bayram Kucağı?) ifadesine bir anlam verilemediği anlaşılıyor. Muhtemelen bizim köylülere sormuşlar bu mevkinin adı ne diye. Bayramgucağı sözünü yanlış bulup, kendilerince doğrusunu Bayram Bucağı olarak yazmışlar. Bunu da parantez ifadesiyle belirtme gereği duymuşlar.

    Aslında ilk duyanlar veya benim gibi bir sözün gelmişini geçmişini araştıranlar için Bayramgucağı sözü gerçekten anlamsız görülebilir. Tam teşhis edilemeyen Bayram adında birinin kucağı… Yahut Bayram’dan Ramazan veya Kurban bayramı kastediliyor. Öyleyse kutlanılan bayramın kucağı ne? Nereden baksan anlamlandırmakta zorlanacağın bir tabir. Anıtkaya’nın yabancısı araştırmacıların kendilerine göre Bayram Bucağı yakıştırmasını bu yüzden mazur görebiliriz. Fakat Bayramgucağı’nın bir açıklaması olmalı değil mi, ona kafa yoralım…

    Tiyatro dersimiz vardı, modern tiyatronun gelişimiyle ilgili eski Yunanların Bağbozumu şenliklerinde ortaya çıktığı bilgisi aklımda kalmış. Tabi Anadolu, özellikle Ege bölgesi bu kültürün merkezi sayılır. Üzüm bağları Anadolu’nun hemen her yerinde çok yaygın yetiştiğine göre Bağbozumu şenlikleri de her yerde yapılıyormuştur. Oyuncular ellerinde maskelerle meydana çıkıyor, eğlence amaçlı oyunlar oynuyorlar. Tabi bunu seyircilere sunabilmek için açık hava tiyatroları inşa etmişler. Şimdi antik tiyatro denilen bu açık hava tiyatro alanlarına Ege ağırlıklı olmak üzere Orta ve Batı Anadolu’nun her yerinde rastlanabiliyor. Yunanlardan sonra Roma döneminde iyice yaygınlaşmış.

    Eski Anadolu medeniyetleri bir bir yıkılınca yüzyıllar içinde ona dair eserler de toprak altında kalıyor. Türklerle birlikte yeni gelen medeniyette bu sanatın yeri yok. Haliyle çoğu tamamen nisyana terk ediliyor. Ancak Osmanlı’nın son döneminde Batılı arkeologların öncülüğünde bir çoğu tekrar gün yüzüne çıkarılmaya başlanmış. Bunlardan en önemlisi ve meşhuru belki de Efes antik kentindeki tiyatrodur. Günümüzde bir çok yerde ortaya çıkarılan antik tiyatronun hala çeşitli etkinliklerde kullanıldığı malumdur.

    Binlerce yıl toprak altında kalmış her antik tiyatro Efes’teki gibi şanslı olmayabilir. Bir defa onun gibi büyük bir yerleşime ait olmadığı için daha küçük inşa edilen bir tiyatro toprak altında kalınca belli belirsiz olur, yeryüzünden fark edilemeyebilir. Geç de olsa fark edilen Roma Döneminden kalma bir tiyatro Konya’da bulunmuş. Açılmadan önceki fotoğrafını görseniz, oranın bir tiyatro olduğuna inanamazsınız. Normal bir yükselti gibi gelebilir insana. Konya bölgesi fazla engebeli olmadığı için göze çarpmıştır belki de… Bizim buralarda olsa, mesela Gocagır tepelerinin bir uzantısı zannedilebilir… Bir de çevresi ve hatta kendi üzeri sürekli ekilip biçiliyorsa, nereden bileceksin, yerin altında ne var…

    Sahi bizim buralar da Frigya, Lidya, Yunan, Roma dönemlerini görmüş geçirmiş… Bayramgucağı da önemli bir yerleşim olarak tespit edildiğine göre, bu yerleşimin büyüklüğü, stratejik konumu ve mezarlığı bulunduğuna göre, tiyatrosunun olması normal karşılanmalıdır. Çünkü buralarda da üzüm bağları vardı ve Bağbozumu şenlikleri illa ki yapılıyordu…

    Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, eski yerleşiklerin kültür ve medeniyetini bıçak gibi bir anda kesip atmadılar. Görüp tanıyacak kadar o kültürle bir süre birlikte yaşadılar. Muhtemelen antik tiyatrodaki şenlikleri gördüler, ancak bizim kültürümüzde şenliğe bayram deniliyor. Uzaktan dikkatle baktıklarında bağbozumu bayramını antik tiyatroda kutlandığını görenler, orayı bir insan kucağına benzettiler. Bundan sonra aralarında oradan bahsederken ‘Hana şu bayram etdikleri gucak va ya, Bayramgucağı, işde orası…’ dediler. Böylece o mevkinin adı Eğretlilerin ağzına Bayramgucağı olarak yerleşti…

    Yukarıda bahsettiğim geniş mevkiyi başka bir gözle incelerseniz, eminim Bayramgucağı’nı görürsünüz…             

 

10 Ocak 2025

Gökdaş Deresi

    
    Eğret'in güneybatısından kuzey eksenine doğru, Çatalüyük'ten Maldepesi'ne kadar uzanan büyük dere 'Antik Havza' diye adlandırılsa yeridir. Çatalüyük zaten malum, çevresiyle koruma altına alınmış bir çifte tümülüs. Omarcık ve Yörük çeşmelerinde kullanılan devşirme malzemelerin o bölgelerden toplandığı düşünülebilir. İkisinin arasında Bayramgucağı ve Terlemezin Üyük bulunuyor. Daha kuzeydeki Maldepesi ve hemen ötesindeki Örenyeri Üyüğü de herkesçe biliniyor. Konumuz, havzanın bunların dışında Söğütcük ile Omarcık arasında kalan bölümüdür, oraya Gökdaş Deresi deniliyor.

    Gökdaşderesi, sözü edilen geniş derenin Söğütcük-Omarcık arasındaki bağlantı yolundan ibaret değil. Yolun Gocagır tarafındaki tepelerinden ta Arpalık'taki köy kenarına kadar olan mevkinin de adıdır. O Arpalığın bir yanında Ayanoğlunun Tarla denilen ve içinde Gobaklar, Galgancılar, Tokanoriler, Kölgeciler, Tırılların evlerin bulunduğu alan; diğer yanında ise Gıdiler ve Hacımahmutların evlerinin yer aldığı bölge bulunur. Kuzey- güneydoğu hattında bir yay çizen bu sınırlar daha sonra iki ucundan başka binalarla uzatıldı. İşte Arpalık kenarından doğudaki Gocagır tepelerine kadar uzanan, kuzey ve güney sınırları ise Omarcık-Söğütcük denginde ilerleyen mevkinin adı Gökdaşderesi oluyor.

    Gök kelimesi Eğret ağzında gri, boz, maviye çalan renk, gökyüzü rengini anlatmak için kullanılır. 'Gökgözlü' tabiri mavi gözlüleri tanımlar mesela. Gök taş ise, taşın rengiyle ilgili bir tamlamadır ve koyu renkli taşları ifade eder. Bir yer böyle adlandırılıyorsa o mevkinin gök renkli taşlarıyla meşhur olması beklenir. Ama arazi incelendiğinde başka bölgelerle farkı olmadığı görülecektir. Rengiyle öne çıkan gök taş filan bulamazsınız.

    Hal böyle iken Gökdaşderesi'ne neden böyle bir isim verildi ki? Acaba eskiden böyle taşlar mı vardı? Şimdi bizim göremediğimiz gök taşlar, zamanla toprak altında kalmış olabilirler mi? Bölgenin yukarıda tanımlamaya çalıştığımız Antik Havza içinde yer alması bu soruların cevaplanmasına ışık tutabilir mi?

    Derenin Söğütcük’e yakın tarafındaki Gocagır yamaçlarında iki mağara varmış. İlk çağlarda çeşitli amaçlarla kullanıldığı tahmin edilen bu mağaraların geçtiğimiz yüzyılda bulunduğu söyleniyor. Bir kazı sırasında ortaya çıkmış. Duvarlarının insan eliyle şekillendirildiği belliymiş, ancak bundan öte bir değeri olmadığını düşünüp halk fazla önemsememiş. Bununla beraber kaçak kazıcılar tarafından yanı yöresinde çok fazla kazıntı yapılmış ve hala yapılıyormuş.

    Mağaraların daha önceden Eğretlilere malum olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak o civarda öteden beri bir şeyler arayanlar hep varmış. Bunların en ünlüsü Heykelcemal olarak bilinen Cemal Öztürk gösteriliyor. Dediklerine göre elinde kazma kürekle sürekli Gökdaşderesi’ne gelip giderken görülürmüş. Ben o taraflardaki maceralarını bilmiyorum, ama son zamanlarında elinde kürek veya bel ile dolaştığı doğrudur. Sebebini sorduğumda ‘Hendek atıyon’ derdi rahmetli…

    Gökdaşderesi’nde kazma kürekle görülme sebebi hendek atma filan değilmiş. Dediklerine göre o taraftan hiç eli boş dönmezmiş, kandil gibi, çanak çömlek gibi şeyler bulurmuş; lakin bunları buluntudan saymazmış… Onun asıl aradığının para olduğunu söylüyorlar.

    Sadece Heykelcemal’e hakim değilmiş Gökdaşderesi’nden para bulma hayali, böyle şeylere ilgili olan Eğretlilerin çoğu oranın fi tarihinde para döküm merkezi olduğuna inanıyormuş. Onlara göre Gökdaşderesi eski halkların darphanesiymiş… Tabi paradan kasıt altın olduğunu söyleyelim, altın olmayan diğer madenlerden şeyleri para veya hazine kabul etmiyorlar. Düşünün; Lidyalılardan, Romalılardan kalma para buluyorsunuz, paslanmış, küflenmiş kara kara, gök gök bu şeylere burun kıvırıyorsunuz. Üzerinde kelleler veya başka bir takım şekiller var, lakin neylersin ki para değil, sarı sarı ışıldamıyor çünkü…

    Heykelcemal rahmetlinin de arayıp bulamadığı altın olsa gerektir. Bu arada bulduğu başka değersiz(!) şeyleri kim bilir ne yaptı… Kendisinden işitmiş birisi ne yaptığını bana anlattı. Yine bir kazı esnasında sütunlar bulmuş, bildiğiniz mermer sütunlar. Onlar mutlaka koca bir kalıntının parçalarıymıştır, çevresinde daha başka neler vardı kim bilir. Cemal Ağanın umurunda değil ki, algısı paradan, yani altından başka her şeye kapalı… O sütunları geri kapatıp öfkeyle köye dönmüş…

    Gökdaş deresine dair mutlaka başka hikayeler de vardır. Hepsi bir birine benzeyecek olan bu hikayelerdeki ortak nokta bulunan veya bulunmayan şeylerdir. İnsanın aklına gelmiyor değil, acaba bulunup da değersiz diye üzeri kapatılan gök gök taşlardan dolayı mı o bölge böyle adlandırıldı?

 


28 Ekim 2024

Maldepesi


    Resmi kayıtlarda, bağrında şehitliğin bulunduğu ve Eğretlilerin Üyük diye tanıdığı tepe Maltepe Tümülüsü olarak geçiyor. Kayıt tutulurken bir yanlışlık sonucu böyle adlandırıldığı düşünülebilir. Belki köylüye sordular ve yanlış bilgilendirme/anlama sonucunda bu durum oluştu. Yahut bilmediğimiz başka bir karışıklık eseridir, orasını bilemeyiz; ama Anıtkaya arazisinde aynı adla anılan bir mevki ve tepe var.

    Maldepeleri diye bilinen yerler Çayırlar mevkiine yakın bölgeler diye tarif ediliyor. Şimdi çayır kalmadığı için Maldepelerinin net sınırlarını çizmek çok zor, çünkü artık bu düzlük arazinin her yeri tarlaya dönüşmüş. Eskiden çayırların köye doğru güney kısmında ve Karacahmet'e doğru kuzey kısmında bulunan tarlalara hep Maldepeleri derlermiş. Belki kuzeydeki küçük bir bölüm öyle, sonrası Garcamatgırı oluyor; ama güneyi tamamen Maldepeleri imiş... Aradan çayırlar çekilip tarla olarak sürülünce o bölgedeki her yer bugün Maldepeleri...

    Ot orakları zamanında bir haftalığına bütün köylü oraya yığılırdı. Kısa bir süreliğine ot tarlası hükmündeki sulak havza ana baba gününe dönerdi. Bununla beraber kalabalıktan birilerinin çayırların ötesine geçtiğine pek şahit olmazdık. Ötesi Eğret toprağı değilmiş gibi gelirdi bize. Bir keresinde, yakında arpa oraklarının başlayacağını konuşan büyüklerden biri, karşı yamaçta ağarıp duran bir tarlayı göstererek 'Falanca on güne kalmaz orayı biçer' demişti de oranın da bize ait olduğuna şaşırmıştım.

    Yarım asır sonra bugün, Çayırların hemen kuzeyinde Cumalı'ya doğru yaklaşık 200 metre uzayan bir tepeye Maldepesi denildiğini öğrendiğimde de aynı derecede şaşırdım. Yılda bir kez de olsa burnunun dibine kadar yaklaştığımız bir tepenin adını bilmemek ne kadar ayıp. 

    Üzerimize arız olan şaşkınlık yerini hayranlığa bıraktı. Çünkü çoğu boşlukta kalan bazı bilgiler yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Her şeyden önce civar araziye Maldepeleri denilmesinin sebebi işte bu tepe idi. Ayrıca şehitlik anıtına evsahipliği yapan Üyük'e Maltepe yakıştırmasının asıl sebebi de anlaşılmış oldu.

    Bu tepeye neden Maldepesi denildiği, bunun 'mal' kelimesinin meta, mal mülk anlamıyla mı yoksa büyükbaş hayvan anlamıyla mı ilişkili olduğunu bilmiyoruz. Belki de bu iki anlamın dışında bir manaya işaret ediyordur. Bununla beraber Eğret'te mal deyince ilk akla gelenler; öküz, manda, inek, kele, dana ve benzer hayvanlardır.

    Adını bırakıp Maldepesi'ne geçelim. Burası Çayırlar düzlüğünün kuzeyinde, yakınlarında başka bir yükselti olmadığı için hemen fark edilen, doğudan batıya yaklaşık 200 metre uzanan bir tepedir. Asıl yükselme güneyden bakınca anlaşılabilir, kuzey tarafı ise tatlı bir meyille araziye bağlanır. O taraftan bakınca buranın bir tepe olduğu bile anlaşılmayabilir. Batı ucuna varınca, bir terasta olduğunuzu düşündürecek manzarayla karşılaşırsınız. Cumalı ayaklarınızın altındaymış gibi yakınlaşır, şaşırırsınız... Neticede Cumalı ve Susuzosmaniye Eğret arazisi üzerine kurulmuş macur köyleri... Bunun böyle olduğunu bilmemize rağmen bu kadar yakınlığa şaşırdık...

    Cumalı yakın... Anıtkaya ile mesafeyi zihinde karşılaştırmak için güneye yöneldiğinde daha da şaşırmamak elde değil. Zira İblak/İlbulak dağı mor bir siluet olarak o kadar uzaklaşmış ki, arada bizim köydeki bina, minare çizgilerini seçebilmek çok daha zor. 

    Tabi bu bakışı Maldepesi'nden yapıyoruz. Hazır çıkmışken biraz buradan bahsedelim. Baştan belirtmemiz gereken husus tepenin bir tümülüs olmadığıdır. Yani burası sonradan yığılmamış, insan yapısı değil. Altı kaba taş dediğimiz kayalardan oluşuyor, bazı bölgelerde kumtaşı oluşumları da göze çarpıyor. Tümülüslerde bu doğal taş tabakası oluşmaz, sırf yığma toprakla karşılaşırsınız.

    Bunu derken Maldepesi'nin hiç el değmemiş bir yer olduğu düşünülmesin. Çok eski zamanlarda mağara benzeri oyuklar açılmış, koridorlar inşa edilmiş. Kaba taşlar biçimlendirilerek direkler, kemerler oluşturulmuş. O taşlarda kazma çekiç izleri hala çok belirgin. Tepenin her yerinden, çok çeşitli renk ve boyutlarda pişmiş toprak malzeme kalıntıları toplamak mümkün. Bunların kaçak kazı sonucunda bütün olarak çıkarıldığı halde parçalanan testi, küp, kandil vb. malzemeler olduğu düşünülebilir.

    Yakınlara kadar eski çağlarda inşa edilen methal görünür vaziyetteymiş. Definecilerin kazıları talan boyutuna varınca durum bir şekilde yetkililere bildirilmiş. En sonunda Jandarma gözetiminde bütün çukurlar doldurulmuş. Böylece tarihi nitelikteki kalıntılar da görünmez hale gelmiş. En azından biz göremedik. Yalnız geride kalan bazı işlenmiş kaba taş malzemeleri orada burada görmek mümkün. Kapatma işleminden sonra Maldepesi üzerindeki verimsiz kayalık tarla, sahibi tarafından sürülmüş. Bu sırada kuzeydoğu ucundan başlayıp tepenin ortalarına kadar düzensiz kıvrımlarla uzanan bir taşlı hat dikkat çekiyor. Kaya damarı da olabilir, kul yapısı bir duvar izi de... 

    Sonuçta Maldepesi'ne Jandarma müdahalesi bir yönden insanı sevindiriyor. Hiç olmazsa bu kadarlık koruma yoluna gidilmiş. Gönül isterdi ki tarihi miras olarak tescillenerek koruma altına alınsın, fakat bunun için ciddi bir inceleme gerek. O da olur inşallah.

    Asıl Çayırlar'a doğru bakan taraftaki tarlalarda çok miktarda pişmiş topraktan küp gibi malzeme kalıntıları var. Ayrıca  bu tarlalar arasındaki anlara yığılmış koca koca taşlar var ki bunlar da temel taşı izlenimi veriyor. Bahsettiğim yerlerde birilerinin bir şeyler bulduğuna dair çok sayıda hikaye de dinledim. Az ötede 'Üyük' diye adlandırılan ve gerçekten tümülüs olduğu söylenen bir tepecik de çok kazılmış. 

    Bütün bunlar Maldepesi ve çevresinin çok eski zamanların yerleşim yeri olduğuna dair bir kanaat veriyor. Tümülüs geleneği Lidyalılar zamanında Anadolu'ya gelmiş, bulunan bir şeyler arasında para varsa parayı da Lidyalılar icat etmiş. Bu bilgiler  elbette bir şey ifade etmez. Ancak Maldepesi ve çevresindeki kaba taş oymalarına bakarak şunu söyleyebiliriz, bu kalıntılar Roma/Bizans döneminden önceye tarihlenmelidir. 

    Her yeni buluntu bu toprakların daha Eğret kurulmadan binlerce yıl önce önemli yerleşimlere sahne olduğunu gösteriyor. Belki Eğret adının bu antik dönemle bir ilişkisi vardı, kim bilebilir. Bilimsel tespitler yapılmadan bu konuda net bir şey söylenemez. Yalnız şurası kesin ki Anıtkaya Frig Vadisi turizm kuşağında yer almamış olmasına rağmen Frigya Salutaris/Şifalı Frigya ülkesinin içindedir.