tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2025

Eğret, Olucak, Cumalı Ve Susuz Osmaniye'den Toplu Dilekçe


    Çoktandır bekleniyordu, Esra Özsüer Hanımın kitabı nihayet 19 Mayıs'ta satışa çıktı. Dün, 12 Haziran'da da kargo bana ulaştırdı. Hani tuğla gibi derler ya, takoz tuğladan daha kalın diyebilirim; bin sayfaya yakın, okuma sevgisi olmayanın ödünü patlatır...

    Sayfaları hapur hupur çevirmeye başladım. İçindekiler bölümünün kılavuzluğunda aradığım kısmı bulmam uzun sürmedi, hatta elimle koymuş gibi kolay oldu... 

    Yazar iki yıl kadar önce bu konudan bahsetmişti bir konferansında. İçeriğinden yola çıkarak bahsettiği köylerden birinin Eğret olabileceğini düşünüp heyecanlandık. Bu arada Esra Hanıma ulaşıp tahminimizi doğrulatmak istedik, ama bu konuda tüyo vermedi. Sadece yeni çıkacak kitabında, Yunanistan'da bulduğu belgeye yer vereceğini söyledi. Biz de TTK yayınından aldığımız ekran görüntülerini birleştirerek belgeyi okumaya çalıştık ve orada açıkça Eğret adını gördük.  

    Bununla beraber belgenin tamamını okumak mümkün olmadı. Eldeki bilgilere dayanarak bir yazı yazmıştık, ilgilenenler hatırlar. Orada kesin yargıya varmadan kabaca söz ettik. Olayı sağlıklı değerlendirebilmek için kitabın yayınlanmasını beklemekten başka çare yoktu. Bahsettiğim bu kitaptır, adı Megali İdea...

    Bizim beklediğimiz gibi kitapta belge bulunmuyor. Herhangi bir belge yayınlamanın mümkün olmadığı kitabın hacmine bakınca anlaşıldı, öyle olsaydı herhalde böyle iki cilt daha gerekirdi. Neyse ki belgede bizim bulmayı beklediğimiz her şey kitapta yer almış. Bu bölümü olduğu gibi alıntılıyorum.

    "Yunan Ordusu'nun işgal ettiği tüm bölgelerde anlatılan hikayelerin benzer özellikleri vardı. Yunan askerleri girdikleri köy ve kasabalarda köylünün tüm mahsul ve hayvanlarını gasp ediyor sonrasında da tereddüt bile etmeden her yeri ateşe veriyorlardı. Örneğin Eğret, Cuma, Olucak ve Susuz Osmaniye köylerinin muhtar ve imamları tarafından Yüksek Komiserliğin Afyonkarahisar'daki temsilciliğine gönderilen 1 Aralık 1921 tarihli şikayet dilekçesinde Yunan Ordusu'nun 13. ve 5. Tümenlerinin köylerindeki tüm saman ve yemlere el koyduğunu, köylüye ekim yapmaları için arpa bile bırakmadığını yazmışlardı. Yemleri olmadığından hayvanlarının tehlikeye düştüğünü belirten köylüler, çiftçilikle geçinmek dışında başka iş bilmediklerinden seneye açlıktan ölmelerinin muhtemel olduğunu da belirtmişlerdi. Bu nedenle arpasının ve hayvanların yeminin geri verilmesini Yüksek Komiserlikten rica etmekteydiler. Yine Afyonkarahisar temsilcisi İkonomidis'e gönderilen benzer bir dilekçede bir Türk kadını kocası hapse atıldığı için çocuklarıyla birlikte aç sefil sokakta kaldığını ve suçsuz olan eşinin bir an önce serbest bırakılmasını rica etmekteydi. Bir üst dilekçe ile İzmir Yüksek Komiserliği'ne başvuran İkonomidis, Yunan askerlerinin bölgedeki Türk halkına düşman gözüyle bakıp kötü davrandığını, tohum olmadığı için ekim yapılamadığını, sığırlara el konulduğundan saban sürülemediğini, Yunan yönetiminin bir an önce bölgede tedbir alması ve fakir halka yardım elini uzatması gerektiğini bildirmişti. Aksi takdirde başka cezaya gerek kalmadan Türk halkının açlıktan öleceğini ve böylece nihai imhanın gerçekleşeceğini yazmıştı..."

    Bu koca paragraf, kendisinden daha büyük gerçekleri gün ışığına çıkaracak ayrıntılarla dolu. Yeri geldiğinde onların hepsi ele alınıp genişletilir, derinleştirilir. Şimdilik akla gelen  hususlara dikkat çekecek ve onların hatırlattığı bir kaç olayı zikredeceğim.

    Belgede bahsedilen köyler Eğret merkezde olmak üzere çevresindeki Olucak, Cumalı ve Susuz Osmaniye köyleridir. (Okunabildiği kadarıyla, Osmanköy de beşinci olarak eklenmelidir.) İşgalcilerin hayvan ve tahıl hatta ot ve saman varlığına el koymaları dayanılmaz boyuta varınca bu durumu şikayet etmek üzere dört köyün imam ve muhtarları toplu dilekçeyle Yunan Yüksek Komiserliğine başvururlar. Belgenin özü budur.

    İşgalin ilk günlerinde bütün malları Sığıreğleği'nde toplayıp kayda geçirdikten sonra geri yolladıklarını, ama ilerleyen günlerde peyderpey çağırarak hepsini yediklerini büyüklerimizden duyduk. Hatta o kadar koyun sürüsünü tamamen bitirdiklerini de biliyoruz. Koyunları yediklerine dair çok fotoğraf var, nasıl öküz yediklerini de Macurali Dedemden naklen ben anlatayım. O sırada yedi sekiz yaşlarında olup Araposman'ın evlatlığıdır. Yunan öküzü istediğinde yularından çekip getirir. Kesmek üzere hayvanı götürürlerken yanlarında dedemin de gelmesini isterler. Hayvanı keserler, yüzmek için öküzün ayağını tutmasını isterler. Böyle böyle hayvanın etini çıkarana kadar hizmet ettirirler ve iş bittikten sonra yanlarından kovarlar... Kendi mallarının etinden bir parça bile düşmemesini Dedem iç geçirerek anlatırmış...

    Dene meselesini de Yanık Buğdaylar başlığıyla ele almıştık. Alıntıladığımız bölümde sadece arpa olarak ele alınan tahıl, dilekçede hem buğday hem de arpa olarak geçmektedir. Anlaşılıyor ki dene namına ne varsa el konulmuş. Ne yiygi kalmış, ne de tohum... Çaparın Ahmet Dadak Abi Nimet Ninesinden dinlemiş ki, Eğretliler bir zaman işgalci atlarını gözlerlermiş. Geçerken pisleyecek de eşeleyip içinden arpa tanelerini seçecekler. Açlık o derece yani...

    Dört beş köy yetkilisinin kimliğine dair yine bir şey öğrenemedik. Eldeki belge görüntüsünden dilekçe metni bile okunmazken mühürlerden kimlik tespiti imkansız gibi bir şey. Anlatılanlardan öğrendiğimize göre o sırada Eğret Muhtarı Daldalın Ömer Çavuş, imam da Cemal Eğretli Hocadır. Eğer dilekçeyi görme imkanımız olsaydı altında onların mührünü okuyacaktık. Diğer köylerin o sıradaki muhtar ve imamları da bu yolla tespit edilebilir. Burada hatırlamamız gereken husus, Yunan kaçarken Cemal Hoca'nın ambarını, buğdaylarını ateşe verdiğidir. Dilekçeden haberleri var mıydı bilinmez, belki de onun intikamını aldılar.

    Geri çekilme esnasında ve 1922 yılının çoğunda Eğret bölgesinde 7. Yunan Tümeninin konuşlu olduğu bütün kaynaklarda var. Kaçarken ateşe verme, kundaklama vakalarını bu tümenle ilişkilendirmemiz çok normal. Yalnız 1921 sonbaharında şikayet edilen birlikler 13 ve 5. Tümenlerdir. Şu durumda bölgede 7. Tümenden önce bu ikisinin bulunduğunu düşünmemiz gerekiyor. Onlardan kalan verileri Eğret bölgesiyle ilişkilendirme konusunda esnek davranabiliriz. Misal, bu tümenlere ait yukarıdaki fotoğrafların pekala bu bölgede çekildiğini düşünmek gibi...

    Bir başka husus da İkonomidis'in İzmir'deki Yüksek Komisere yazdığı yazının tarihiyle alakalıdır. 9 Mayıs 1921'de yazılan bu yazıya bakılırsa o tarihlerde Eğret işgal altındadır. Bu da işgal tarihini Mart ayının sonlarına çeken görüşü destekler.

    Dilekçeye geri dönecek olursak... Muhtar ve İmamlar işgalcileri suçlayan dilekçeyi, yine suçladıkları kişilere vermiş olamazlar. Onların bir üstü durumundaki Afyonkarahisar'da bulunan Yüksek Komiserlik temsilcisi İkonomidis'e vermişlerdir. Bunun için toplanıp Afyon'a gittiler veya dilekçeyi mühürlettikten sonra birisi götürdü. O birisi aslen Afyonlu Cemal Hoca olabilir...

    Kim olduğu o kadar önemli değil de, olayın kendisi enteresan... Kimi kime şikayet ediyorsun!.. Daha vahimi, memleket yangın yerine dönmüşken, neredeyse her köşe işgal altındayken bizimkilerin yok öküzümdü, yok buğdayımdı, samanımdı derdine düşmeleridir... Evet bugünden, bir asır uzaktan bakınca böyle görünüyor, ama bakalım onların ruh hali nasıldı...

    Aklıma ordusundaki filleriyle Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ile Abdulmuttalib'in diyalogu geldi. Develerinin derdine düşen Abdulmuttalib, bu halini sorgulayan Ebrehe'ye 'Ben develerden sorumluyum, Kabe'yi sahibi korur!' diyordu. Bizim Muhtar ve imamlar da böyle düşünüp öküzünün ve arpasının derdine düşmüş olabilir, rahatlıklarının ardında güçlü bir tevekkül duygusu olmalıdır. Nitekim çok değil, bu dilekçeden dokuz on ay sonra işgalciler kaçıp gitmek zorunda kaldı...

    Önsözde Esra Hanım bu kitabın yazılış hikayesini uzun bir yolculuğa benzetmiş. Hacmine bakılırsa okunması da yazımı kadar uzun bir yolculuğa çıkaracak. Bu yolculuğa başlıyoruz, ama molalarda gelip ilginç konuları konuşuruz...



31 Aralık 2024

Eğretlinin Davası

     
    Muhtarlık Müessesesi 1830'larda başladı ondan önce köyün yöneticisi Ağa idi. Ağalar da her dönemde değişik adlarla anılmışlar ancak Eğret'te hep böyle bilinmiş.  Asıl vazifesi vergi toplamak olan Ağa, aynı zamanda köylü ile devlet arasında köprü olduğundan köyün yöneticisi konumunda bulunuyordu. Birden fazla köyün Ağası olanlar da vardı, bu yüzden Ağalar Afyon'un yerlilerinden atanırdı.

    18. Yüzyılın ilk yarısında, 1735-40 arası bir dönem Eğret Ağası, Afyonlu Hacı Seyit Osman'dır. Ağalığı sona erdikten yıllar sonra Eğretliler toplanarak bunu dava ederler. Özü alacak verecek olan bu davanın ayrıntılarında önemli gördüğüm bazı noktalar tespit ettim, onlara büyüteç tutacağız. Önce olayı özetleyeyim.

    Seyit Osman Ağa'nın dört beş yıllık döneminde köylülerle onun arasında kaçınılmaz alacak verecek durumları oluşmuş. 1740 Yılında görevinin sonlarına doğru hesap görülür. Bunun köylüden alacağı vardır, köylünün de bundan... Eğretlinin Ağa'dan ne alacağı olabilir ki, diye şaşıranlarınız olabilir. Meğer köylü onun isteği üzerine tam 300 (üç yüz) araba odun kesmiş ve götürü olarak kendisine teslim etmişler. Diğer hususlar da gündeme getirilmiş ve arabulucuların devreye girmesiyle Seyit Osman Ağa'nın 800 kuruş alacağından vazgeçmesi karşılığında sulh olmuşlar. Böylece alacak verecek kalmamış, ayrılmışlar. Lakin 1748 yılında Seyit Osman'ın kardeşi Seyit Ebubekir Ağa çıkagelmiş ve köylüye demiş ki: 'Bizim oğlanın feragat ettiği 800 kuruş alacağı kendi parası değildi, 380 kuruşu benimdir...' Hasılı kelam hesap görüldükten sekiz yıl sonra Eğretlilerden 380 kuruşu yargı marifetiyle almış... Eğretliler parayı ödemiş, ama işin peşini bırakmayıp asıl muhatapları Osman Ağa'yı dava etmişler... 

    Beş yıl kadar gecikmeyle, 1753 yılında dava görülüyor. Eğretlileri temsilen Osman oğlu Hacı Ahmet, Hasan oğlu Bayram, Hüseyin oğlu Mustafa, Ömer oğlu Cafer, Cafer oğlu Ali, Hasan oğlu Hüseyin, Hacı Mustafa oğlu Mehmet, Mehmet oğlu Memi vesair kişiler katılıyor... Olayı yukarıda özetlediğim şekliyle arzedip Seyit Osman Ağa'ya sorulmasını ve haklarının alınmasını istiyorlar... Osman Ağa huzura alınıp soruluyor, o da her şeyi inkar ediyor... Hadi bakalım... Bu kez Kadı Efendi Eğretlilere dönerek, davalarına delil istiyor. Onlar da Hacı Mehmet Efendinin oğlu Hacı Abdurrahman ve Musli Beyin oğlu Molla Mahmut'un dinlenilmesini istiyorlar. Meğer bunlar, 13 yıl önce Ağa ile köylüler arasında hesap görülürken orada bulunanlardanmış. Ne bilip gördülerse olduğu gibi anlatınca Eğretlilerin haklılığı ortaya çıkıyor. Kadı Efendi de kardeşinin mahkeme kanalıyla köylüden aldığı 380 kuruşu Osman Ağa'nın iade etmesine karar veriyor... Davanın gelişimi ve sonucu böyle...

    Burada benim ilk dikkatimi çeken husus 300 araba odundan bahsedilmesidir. Araba ne kadar küçük olursa olsun, 300 büyük rakam... Odun deyince de akla İblak dağındaki meşe ormanından başka kaynak gelmiyor. Eğret köyünün sınırları eskiden daha geniş olduğu, 19. yüzyılda başka köyler kurulmasıyla küçüldüğünü biliyoruz. Acaba 18. yüzyılda Eğret sınırları, odun kaynağı olabilecek başka dağlara kadar uzanıyor muydu?

    Diğer önemli husus dava başvurusu ve duruşmada çok sayıda Eğretlinin adının geçmesidir. Sekiz isim yazıldıktan sonra 'vesair' denilerek başka katılımcıların da hazır bulunduğuna işaret edilmiştir. Birlikte hareket etme alışkanlığını göstermesi açısından önemli bir husus... 

    Ayrıyeten gerek musalaha tanıklarını bulma gayreti ve gerekse davaya şahitlik edecek Afyon eşrafıyla iyi ilişkiler kurulması da önemlidir. Şüphesiz bu Eğret halkının bir başarısı olarak yazılır...

    Bence daha önemli husus, Ağa olsun Bey olsun, geçmişteki pozisyonuna bakmaksızın birisinden şikayetçi olunmasıdır. Hem de daha henüz Muhtar gibi bir yöneticinin olmadığı dönemde böyle bir şeye teşebbüs etme iradesi gösterilmesi ve bunun birlik olarak yapılabilmesidir. O dönemde böyle bir kararlılık ve özgüven önemli değil midir?...

    Benzer bir durum, yani bir yetkiliyi (mültezim), hatta o günkü resmi otoriteyi (Osmanlı yıkılmış, Cumhuriyet ise henüz devletleşememişti) dava etme şeklinde yaklaşık 150 yıl sonra yaşandı. Ödenmemiş 1920, 21 ve 22 yıllarının arpa buğday vergisi köylüden isteniyordu. Oysa o yıllara ait toplanan ve toplanamayan deneyi işgalciler yağmalamış ve yakmıştı. Bunun böyle olduğunu ispat etmek için Olucak köylüleri ile birlik olup mültezim ve devlete karşı açılan dava kazanılmıştı. Göstermelik bile olsa böyle bir davaya yeltenip kazanmak çok önemlidir...

    Eğret halkının birlikte hareket edip hak arama mücadelesinin başka bir örneği de Çatalçeşmeliler ile giriştikleri İblak dağının sınırlarına yönelik davadır. 1905-1910 arasında çetin bir mahkeme süreci yaşanmış, Bursa Kadılığında görülen davalar meşakkatli olmuş, hapis yatanlar filan olmuş; ama köylü birlikte hareket etmekten geri durmamışlar. Sonucun ne olduğunu bilemiyoruz...

    Şimdi daha risksiz ama önemli, az sabırla çok kazançlı konularda bile Anıtkayalılar bir araya gelemiyor. Sorumluluk almadan birileri tarafından işlerin yürütülmesini bekliyoruz. 'Köy sahipsiz' diye serzenişte bulunmak, sahip çıkmaktan daha kolay geliyor... Yüz yıl önceki, yüzelli yıl önceki, üçyüz yıl önceki Eğretliler daha cesurmuş...



18 Aralık 2024

Hayret

 
    Eğret köyünün adı hususunda belgesel bir veri yok. Nesilden nesile sözlü aktarımla adeta efsaneleşmiş anlatıya göre köyün adı eğreti/iğreti kelimesinden gelmektedir. Buna göre kesin olmayan, geçici, emaneten anlamlarına gelen eğreti kelimesi aslında köyün ilk ismidir. Germiyanoğulları'nın mülkü olduğu dönemde gelip buralara konan bir kaç çadır ahalisi, kendilerini uyaran yetkilileri 'Buraya eğreti konduk' diye savuşturduktan sonra temelli yerleşirler, böylece köyün adı Eğreti olarak konulmuş olur. Anlatının devamında, ilk kondukları yer sel yatağı üzerinde olduğundan orasının geçici olarak kabul edildiği ve bu anlamda Eğreti denildiği hususuna yer veriliyor. Şimdiki yerine adıyla birlikte taşınmışlar.

    Şimdiye kadar ortaya çıkan belgelerde Eğreti ismine rastlanmadı. Köyün belgelerdeki yaygın ismi, bizim de öyle bildiğimiz Eğret biçimiyle geçiyor. Belki ilk zamanlardaki Eğreti süreci kısa sürmüştür, belgelere geçemeyecek kadar kısa... Bununla beraber Eğret'ten sonra köyün adı en çok Eyret biçimiyle karşımıza çıkıyor. 

    Eğreti/iğreti kelimesini Arapça âriyet kelimesine bağlayan dilciler var. Emaneten, geçici olarak, ödünç gibi anlamlara gelen ve hukukta da kendine yer bulmuş bu kelime zamanla halk ağzında eğreti/iğreti'ye dönüşmüştür. Bu fikri savunan dilcilerin görüşü esas alınırsa Eğreti/Eğret köyünün adını Arapça'ya bağlamak gerekir. Oysa Eğret köyünün bu adla inilebilen en eski döneminde âriyet kelimes halk diline geçmemiş, geçmiş olsa bile 'eğreti'ye dönüşme fırsatı bulamamıştır. Dilde değişim bir anda olup bitmez.

    Dil açısından değerlendirdiğimizde de Eğret köy ismini âriyet'e bağlamak zordur. Bir defa bu kelimenin Türkçe'ye eyret değil, eryet olarak geçmesi gerekir. Ses sıralamasındaki değişimin doğal olduğunu düşünsek bile, y > ğ değişimindeki problem karşımıza çıkar. Türkçe'de bazı ğ sessizlerinin y'ye dönüşme eğilimi vardır, eğlenmek > eylenmek gibi... Fakat buradaki eyret > eğret dönüşümünde bunun tersi söz konusu...

    Eğret köy adını Arapça âriyete bağlamak nereden baksan temelsiz duruyor. Hatta girişte bahsettiğimiz herkesçe bilinen efsanedeki mantık bile bundan daha gerçekçi görünüyor. Benzer efsane ve gerekçelerle, yani ilk konulan yerden sel basması gerekçesiyle başka yere taşınıp Eğret adını almış bizden başka iki köy daha var. Konya ve Manisa'ya bağlı bu iki Eğret'ten başka bir kaç tane daha Eğret bulunduğunu 'Anadolu'da Eğret Köyleri' başlığıyla ele almıştık. Bütün bunlar eğret kelimesinin Türk tarih ve kültüründe önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

    Bazıları Eğret'in 24 Oğuz boyundan birinin adı olduğunu iddia ettiyse de bunun böyle olmadığı zaten aşikardı, ancak Eğret'i Döğer ile karıştırdıkları çabuk anlaşıldı. Gelgelelim bu kelimenin bir Kıpçak boyunun adı olduğuna dair bilgi var ki, üzerinde durulmaya değerdir. Bu bilgi doğrulanırsa, geçici olarak yerleşilen köylere Anadolu'da Eğret adı veriliyor tezi başka bir anlam kazanır.

    Eski bir haritada bizim köy 'Hayrat' ismiyle gösterildiği bilgisi de önemlidir. Hacı İbrahim Zaviyesi sebebiyle böyle kaydedilmiştir, köyün kuruluşu bu zata ve tekkesine bağlanabilir. Bu bilgi böyle düşüncelere kapı aralaması bakımından önemlidir, ancak köyün ilk adı Hayrat idi demek için bu bilginin daha başka bulgu ve belgelerle teyit edilmesi lazım. Ondan sonra da Hayrat > Eğret değişimini ele alırız.

    Buna benzer bir haritadan Ahmet Azbay sayesinde haberdar oldum, orada da köyün ismi 'Hayret' olarak geçiyor. 'Hayra Akan Su Kızılay Karahisar Maden Suyu' adlı eserde Gazlıgöl'ü merkeze alıp onu çevresiyle gösteren bir harita yer alıyor.  Eski harflerle basıldığı için en az bir asırlık olduğunu düşünmemiz gereken haritada bizim köyün bu adla yer alması hayret verici geldi. Çünkü o tarihlere ait belgelerde hep Eğret veya Eyret diye geçiyordu, Hayret biçimli kaydı bir ilktir... Bununla beraber böyle yazım tek olduğu için anlama veya yazım hatası diye düşünmek daha doğru olur.

    Üzerinden yarım asırdan fazla geçti, köyün adı değişti, niye eskileri karıştırıp duruyorsunuz diye çıkışacaklar olabilir. Biz hazırlığımızı yapalım da...



10 Ekim 2024

Devşirme Malzeme

     
    İnceleyenler Eğret tarihini Han/Kervansaray veya Hacı İbrahim Zaviyesi ile başlatıyorlar. Öncesinde başka bir yere konan ahalinin sel baskınlarından kaçıp bu tepeye yerleştiği benzeri söylenti, tarihi bir miktar geriye çekse de şimdiki yerine taşınma hadisesi yine Han ve Zaviyeye bağlanıyor. Şimdiye kadar bu kalıbın dışına çıkılabilmiş değil... Bu köyün tarihi 13-14. yüzyıldan daha gerilerde olamaz mı? Bu konu tartışılmalıdır...

    Tartışmaya katkı adına bazı gözlem, derleme ve düşüncelerimi paylaşacağım...

    Resmi adı Maltepehöyük olan ve Anıtkayalılarca Üyük olarak bilinen tümülüs hakkında şu ifadeler önemli: "Önemli bir yerleşim yeridir. Olasılıkla İTÇ'de büyük bir yerleşmeyi bünyesinde barındırmaktadır. Yerleşme; 2005 yılında Frig Vadisi Turizm Kuşağı Projesi kapsamında yapılan arazi çalışmaları sırasında tekrar belgelenmiştir." Belgelendiği söylenen yerleşim, İlk Tunç Çağına (M.Ö. 3000-2000) tarihlenmiş. Bu önemli bilgi şurada dursun...

    Başka bir bilgiye göre Anadolu'ya tümülüs geleneğini getiren Lidyalılar'dır, onlardan önce böyle bir mezar adeti yoktu. Bu bilgiye göre bütün tümülüslerin tarihi M.Ö. 8-6. yüzyıllara kadar götürülebilir, daha eskisi yok. Yalnız çoğu tümülüsün Frigyalılar döneminde yapıldığını söyleyenler de var. Hangi teori doğru olursa olsun, Maltepehöyük tümülüsü, yani bildiğimiz Üyük, milattan önce inşa edildiği kesin. Ayrıca bu tarihlendirmeye Çatalüyük ve Çatalınkuyu tümülüslerini de dahil etmek gerekir.

    Tümülüsler/üyükler konusunda vardığımız sonuç onların milattan önce yığılmış olmaları... Bu tarihlemeden başka bildiğimiz bir diğer gerçek de onların kral veya soylu mezarı olduğudur. Elbette bir krala teba ve ülke lazımdır. Bahsettiğimiz teba/halk bu civarda bir yerlerde kurulu köy/kasabada yaşıyordu. O ülkeyi şimdiki Anıtkaya'dan uzak bir yerlerde aramamak gerekir... 

    Bir üçgenle Eğret'i çevreleyen üç üyüğün üçünde de kaçak kazılar yapılmış. Bulunan bir şey olup olmadığını bilmiyoruz, ancak Maltepe'de çömlek benzeri iki buluntu kayıtlara geçmiş. Bunun dışında gerek köy içinde gerekse arazide bir çok kıymetli şeyin bulunduğuna dair söylentiler var. Falanca para buldu, filancanın tarladan define çıkmış vesair vesair...

    Bir de bizim kuşağın yakından bildiği bir kaç olaydan bahsedeyim... 

    Yetmişlerin sonunda olması lazım, Bakkal Seydi Selman evini yenilerken, üzerinde kadın heykeli bulunan bir mermer bloğu duvara yerleştirmişti. Antik dönemden kalma olduğu aşikar bu mermer, epeyce bir süre gocagapının dibindeki duvarda gelen geçeni selamladı. Sonradan birileri 'tarihi eserdir başın belaya girer', yahut 'puttur dinen sakıncalı' diye uyardıkları için birden ortadan kayboldu. Üzerini sıvayla kapattığını söyleyenler de var, taşı oradan çıkarıp icabına baktığını söyleyenler de...

    Aynı yıllarda bir buluntu olayı da Tellilerin Halil Öztürk'ün başına geldiğini duyduk. Evine su almak için tepedeki şebekeden uzun bir boru hattı döşemesi gerekiyor. Tabi bunun için de o kayalık sert toprağı kazması lazım. Kazarken bir heykelcik takılıyor küreğin ucuna. 'Böbek' diye önemsemedikleri o şey meğer bir tanrıça heykeliymiş. O dönemde köyde bulunan Jandarma Karakoluna haber veriliyor. Böylece ilgili mercilere teslim edilen heykel çok değerliymiş, halen Afyonkarahisar Müzesinde teşhir ediliyor.

    Galiba 1999 yılıydı... Tellilerin Halil'in tanrıça heykeli bulduğu tepenin kuzey yamacında Fişek Cengiz Öztürk kepçeyle kazı yapıyor... Yağışlı bir havada yapılan bu kazı esnasında kepçeye bir sürü nakışlı heykel parçası takılıp geliyor. Dikkatli bakınca bunların bir çok heykelin parçaları olduğu ve çok önceden kırılmış oldukları anlaşılıyor. Hepsini teslim ettikleri müze yetkilileri, oranın adak merkezi, sayısız parçanın da adak heykelleri olduğunu söylemişler... Öteden beri birilerinin o bölgeden önemli tarihi eser bulduğuna yönelik dedikodular eksik değil...

    Ayrıca Seydi'nin duvar örneğinde olduğu gibi bazı evlerin duvarlarında, diğer taşların arasında sırıtan nakışlı bazı mermer parçaları görülürdü. Başka bir yerden alındığı besbelli bu taşlar üzerinde pek durmazdık, sıradan şeylerdi çünkü...

    Bize sıradan görünen, ama diğerlerinin yanında çok farklı duran taşların kaynağı da farklıymış. Her biri başka bir yerden getirilip yerleştirilmişler. Bu yüzden bunlara devşirme malzeme denildiğini de sonradan öğrendik. Han/Kervansaray hakkında bilimsel bir çalışma yapan Ferhat Öztürk, bu binanın yapımında çok sayıda devşirme malzeme kullanıldığını örnekleriyle anlatmış. Yıllardır gözümüzün önünde duran bu taşları ancak Ferhat Hoca'nın söylemesiyle fark edebildik. Dahası var... Cumacamisi duvarlarında bu tür devşirme malzeme kullanıldığını da yine kendisinden öğrendik...

    Ayrıca üç asırlık Yörükçeşmesi, iki asırlık Omarcık ve Mezerböğrü altındaki çeşmelerde bu türden taşlar kullanıldığı dikkat çekiyor. Hem gövdede hem de yalaklarda kullanılan bu hazır taşlı çeşmelerin köy merkezinde ve uzak mevkilerde olması göz önünde bulundurulsun.

    Başta Kervansaray ve Cami olmak üzere Eğret köyündeki binalarda da göze çarpan devşirme malzeme kavramı böylece gündemimize girdi. Olayın nasıl geliştiği Seydi'nin duvardaki heykel örneğinden net anlaşılıyor. Elde bulunan güzel/ilginç/değerli bir malzeme, estetik yahut ekonomik kaygılarla binanın, çeşmenin uygun bir yerine yerleştiriliyor. Bu kadar...

    Devşirme malzeme kullanılması, bu kadar basit bir endişeden kaynaklanmış. Selçuklu veya Germiyanoğulları dönemine tarihlenen Eğret Han'ında devşirme malzeme kullanılmış olması çok da garip karşılanmıyor, çünkü her eserde karşılaşılabilecek bir durum... Fakat bu durum taç kapıda öyle bir abartılmış ki, bir benzeri daha yok. İşi, kapının iki yanına devşirme altı sütun yerleştirmeye kadar götürmüşler. Eğret Han'ı ayrıcalıklı yapan belki de bu değişik taç kapıdır...

    Gelelim esas meseleye... Bu kadar yaygın bir kullanım alanına sahip devşirme malzeme nasıl temin edildi, nereden devşirildi? Çok uzaklardan getirmiş olamazlar, yakınlarda bir yerlerden, mesela eski/antik bir kalıntıdan almış olmalılar...

    Yunan zamanında çekilmiş fotoğraflardan, taç kapı sütunlarının bir kaçı eksik olduğu görülüyor. Yirminci yüzyılda yapılan ilk onarımda sütunlar tamamlanmış. Bu sütunlardan birinin Hoca Dedemin babası Hacı Arif Dedenin mezar taşı olduğunu söylüyorlar. Eski Mezarlıktan uygun gördükleri taşlarla restorasyonu tamamlamışlar. Devşirme malzeme teminine güzel bir örnek...

    Hacı Arif Dede öldüğünde başına diktikleri o koca sütunu nereden buldular peki? İhtimal onun da dedelerinden birinin taşıydı... Peki onlar nereden devşirdiler? Antik bir kalıntıdan getirip diktiler. O koca heyula gibi sütunları çok uzaklardan getiremeyeceklerine göre, hemen yanıbaşlarındaydı... Eski kabristanı inceledim, vaktiniz olursa siz de girin dolaşın, çok değişik biçim ve boyutta antik taşların mezar taşı olarak dikildiğini göreceksiniz. Bu kadar çok devşirme malzeme, ancak çok yakınlardan devşirilir...

    Mezarlığa da gitmeye gerek yok... Eski dambeşlerin her birinde loğ taşı bulunduğunu orta yaşın üzerindekiler hatırlayacaktır. İşte o loğ taşları kim bilir hangi sütunun parçasıydı, her biri Eğret'ten daha yaşlıdırlar... Gocacami duvarının dibinde bir sütun başı, Bunar camisi ile kuyunun arasında su deposu olarak kullanılan mermer lahit, Hacıların Ağıl kuyusunun dibindeki lahit kapağı ve Anıtkaya'ya serpiştirilmiş onlarca benzeri... Her bir devşirme malzeme buraların antik yerleşim olduğunu bağırıyor...

    Geçtiğimiz yaz ilk defa duyduğum, Frig Vadisi olarak sunulan turizm bölgesinin ne kadar yanıltıcı olduğunu, Frigya Salutaris (Şifalı Frigya) sınırlarına Ömer-Gecek-Bayramgazi-Eğret hattının da dahil edilmesi gerektiği fikrini çok iddialı bulmuştum. Çengelli iğneyi Frigyalıların icat ettiğini, göğüslerinde kullandıkları bu alet şimdi bütün dünyaya yayılmış olduğu halde, Frigya bölgesi içinde yalnız Anıtkaya'da cenevinnesi diye adlandırıldığını keşfedince yavaş yavaş bu iddialı fikre hak vermeye başladım. Devşirme malzemeleri de düşününce artık inanıyorum; Eğret'in tarihi Friglere kadar gider...


 

27 Ağustos 2024

28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı


    Eğret-Olucak-Bayramgazi Üçgeninde gerçekleşen 28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı
    Dr. Selami Kurt

    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.


    Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.




Binbaşı Galib ve Silah Arkadaşları


    Adını Anıtkaya (Eğret) Şehitliğine Altın Harflerle Yazdıran Türk Süvarisi: Binbaşı Galip ve Silah Arkadaşları
    (Dr. Selami Kurt, 100. Yılında Büyük Taarruz Sempozyumu'nda sunduğumuz yayınlanmış tebliğimizden)

    Öz
    Türk süvarisi, tarih boyunca sayısız destanlar yazmıştır. Bu destanlardan sonuncusu Türk İstiklal Harbi’nde yazılmıştır. Ordusu dağıtılan ve vatanı işgal edilen Türk milleti, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan Milli Mücadele ile hiçbir şekilde esaret altına alınamayacağını göstermiştir. Önce Kuvâ-yı Milliye adı verilen yerel güçlerle başlayıp sonra bu güçlerin de içinde yer aldığı düzenli ordu ile devam eden Milli Mücadele’nin kazanılmasında manevra kabiliyeti yüksek süvari birliklerinin büyük rolü olmuştur. Türk insanı, at binmedeki mahareti ve cesareti ile düşmana galip gelmesini bilmiştir. Sayıları sınırlı, eğitim ve techizat yönünden eksik olsalar da Türk süvarisi ilk defa I. İnönü Savaşı’nda düzenli ordu içerisinde yer almış ve başarılı olmuştur. II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra ise Türk süvarisinin Bursa istikametinde düşmanı takiple görevlendirilmesi ve düşman arka bölgelerine akınlar düzenlemesi, kendilerine olan güveni oldukça artırmıştır. Bu iki savaşta yenilgiye uğrayan düşmanın butün cephelerde taaruza geçmesiyle Eskişehir ve Kütahya muharebelerinde düşman taarruzuna dayanamayan Türk birliklerinin zayiat vermeden ve çevrelenmeden geri çekilebilmesi, yeni oluşturulan 5. Grup Süvari birliklerinin örtme harekâtı sayesinde mümkün olmuştur. Türk milleti için dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde düşmanın başlattığı kuşatma taarruzunun başarısız olmasında, Türk süvarisinin düşmanın yan ve arka kısımlarına gerçekleştirdiği taarruzların büyük etkisi olmuştur. Bununla birlikte Türk süvarisi bütün dünyayı şaşkına çeviren imkan ve kabiliyetini 5. Süvari Kolordusu’nun kurulmasından sonra Büyük Taarruz aşamasında göstermiştir. Büyük Taarruz başlarken üç tümenli 5. Süvari Kolordusu’nun düşman gerisine sarkarak düşmanın ikmal ve haberleşme hatlarını kesmesi ve düşman birliklerine baskınlar düzenlemesi, düşmanda büyük korku ve panik havası yaratmıştır. Türk süvarisinin Büyük Taarruz’da giriştiği en kanlı muharebeler, 28 Ağustos günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattında gerçekleşmiştir. Türk süvarisinin yoğun düşman birlikleri arasına dalarak gerçekleştirdiği bu baskınların bedeli ağır olmuş ancak bu baskınlar Büyük Taarruz’unun zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır. Bunun sonucu olarak düşman birlikleri bir araya gelip yeni bir savunma hattı oluşturamamış ve Türk kıskacına düşmek zorunda kalmıştır. Günün kahramanları ve büyük zaferin müjdecileri 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve 200’ü aşkın silah arkadaşı olmuştur. Ruhları şad olsun.
Binbaşı Galib Bey

    28 Ağustos 1922 Süvari Harekâtı
    2. Süvari Tümeni 13. ve 20. Süvari Alaylarının Bayramgazi/Çatalçeşme Yakınlarında Gerçekleştirdiği Harekât: 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay’ın hatıralarında bu baskın şu şekilde aktarılmaktadır: 2. Tümen aldığı emir doğrultusunda karanlık basmadan Başkimse köyünden geçerek dağın boyun noktasını aştı. Kısa bir istirahatten sonra gece yürüyüşüne devam etti. Bataryasını da sabahleyin Eğret istikametine ateş edecek şekilde Olucak ilerisindeki mevziine yerleştirdi. Kolordu karargahı da 2. Tümen’in peşinden Olucak’a ulaştı. Gece yarısı Olucak köyünü geçen 2. Süvari Tümeni, fundalık içinden geçen bir patikadan ilerlerken arkadaki iki alayı (13. ve 20. Alay) sağa ayrılan başka bir patikaya saparak diğer iki alaydan (2. ve 4. Alay) kopmuş, sabah olunca kendilerini tümenden ayrı Bayramgazi-Çatalçeşme istikametinde düşman birliklerinin ortasında bulmuşlardır. Sonradan bu birliklerin Afyon cephesinden çekilmekte olan Cephe Komutanı Trikopis komutasındaki iki veya üç tümenlik bir düşman kuvveti olduğu anlaşılmıştır. Alay komutanları bu karmaşa içerisinde ne yapacaklarını değerlendirmişler ve düşmanın Kütahya istikametinde ilerlemekte olan bir kamyon koluna baskın kararı vermişlerdir. Bu kamyon koluna yapılan baskında araçlar tahrip edilmiş, içindekilerin çoğu kılıçtan geçirilmiştir. Türk Süvarisinin gerçekleştirdiği bu gözü pek baskın Trikopis’i çok sinirlendirmiş ve tümenlere araziye yayılarak bütün ağır silahlarıyla saldırı emri vermiştir. Bu şekilde ağır makineli ve top atışı altında kalan Türk süvarisi zayiat vererek İlbulak Dağı üzerinden Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak’a çekilmiştir. İki Türk süvari alayının Yunan Cephe komutanı Trikopis’in komuta ettiği iki veya üç tümenin ortasında gerçekleştirdiği bu cesur saldırı düşmanı ve harp eleştirmenlerini çok şaşırtmış ve bir intihar saldırısı olarak değerlendirilmiştir.

    Askeri ve bazı sivil kaynaklarda ise bu olay şu şekilde tespit edilmiştir: 2. Süvari Tümeni Olucak köyünü geçtikten sonra arazinin yapısı ve karanlık nedeniyle iki ayrı kol halinde ilerlemek zorunda kalmıştır. Sağ kolda Tümen komutanıyla 13. ve 20. Alaylar, solda ise 2. ve 4. Alaylar tümen bataryasıyla beraber ilerlemektedir. Sabaha karşı soldaki kol Eğret’e, sağdaki kol da Eğret’in beş kilometre güneyindeki şoseye varmıştır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki’nin (Soydemir) gün ağarmakta iken 13. ve 20. Alaylara istirahat verdiği sırada Afyon istikametinden bir düşman kamyon kolu çıkagelir. Bu konvoya taarruz etmeye karar veren tümen önde 13. Alay ve gerisinde 20. Alay bulunduğu halde saldırıya geçer. Konvoydan 10 kamyon tahrip edilir, yüz kadar Yunan askeri öldürülürken beşi subay 35 esir alınır. Bu sırada 13. Alay, yetişen bir Yunan taburunun saldırısına uğrar. Mevzi muharebesine girmemesi gerektiği halde at inerek yaya olarak muharebe etmek zorunda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, hırpalanan 13. Alay’ı derhal arka tarafta güneye karşı mevzilenmiş 20. Alay’ın arkasına ihtiyata alır. Burada emir komutayı 20. Alay Komutanı Binbaşı Kazım’a (Tuzcuoğlu) veren Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, olumsuz bir durum olursa Olucak’a çekilmelerini emrederek Eğret’teki diğer iki alayın yanına gider. Daha sonra şiddetli ateş altında kalan bu iki süvari alayı çekilmeye başlar ve 14. Türk Süvari Tümeni’nin elinde sandıkları Olucak’ın güneyindeki Akkaya tepesine sığınmak için o tarafa yönelir. Vadide tepeye doğru ilerledikleri sırada Akkaya tepesinden açılan şiddetli ateş altında kalırlar. Başka çare kalmadığından bu iki alay Akkaya tepesine doğru atlı hücuma kalkar. Yunan kaynakları tarafından tamamının imha edildiği ifade edilen bu iki alaydan çok azı ateş çemberini yararak Akçaşar’daki 4. Kolordu birliklerine ulaşabilmiştir.
2. Süvari Tümeni 2. ve 4. Süvari Alaylarının Eğret’te Gerçekleştirdiği Harekât: Eğret istikametinde ilerleyen 2. ve 4. Alaylar ise havanın aydınlanmasıyla birlikte Eğret’teki Yunan 9. Tümen ordugahına baskın yaparlar.Yunan II. Kolordu Komutanı General Diyenis’in de içinde bulunduğu ordugah kendisini toplar ve karşı saldırıya geçer. Yunan tümeninin beş kilometre uzaklıktaki Yenice köyünde bulunan alayı soldan süvarilerimizin arkasına dolanınca bu iki alay da zor durumda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki, 13. ve 20. Alayların yanından ayrılıp 2. ve 4. Alayların yanına ulaştığında bu iki alay Yunan tümeninin açtığı topçu ateşi altında Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak istikametine çekilmektedir. 2. Süvari Tümeni’nin bataryası da bu yoğun topçu ateşi esnasında tahrip olmuştur.

    14. Süvari Tümeni’nin Harekâtı: 28 Ağustos sabahı Olucak’a ulaşabilen 14. Süvari Tümeni’nin harekâtı ise şu şekilde tespit edilmiştir: Çatkuyu’dan batıya doğru düşman kollarının gittiğini öğrenen Fahrettin Altay, 14. Tümen’in sadece bir bölüğünü Olucak’ta bırakarak tamamını Yunan tümenlerinin batı yönünde çekilişinde önemli bir basamak olarak gördüğü Akkaya tepesini tutmakla görevlendirmiştir. Bu emir üzerine Suphi (Kula) komutasındaki 14. Süvari Tümeni sabah 08.00’de Akkaya, Gökkaya ve Emretepe’yi tutmuştur. Fahrettin Altay, 14. Tümen’in Akkaya tepelerini savunmasını, gerekli olduğu takdirde de 2. Tümen’in çekildiği Beşkarış’a çekilmesini emretmiştir. Tümen komutanı Suphi Bey, beş taburlu Yunan 23. Alayının Başkimse’den Akkaya tarafına yöneldiğini müşahede ederken 2. Süvari tümenimizin de Olucak’tan Beşkarış istikametine çekildiğini gördüğünde düşman çemberinde kalmamak için Beşkarış’a çekilme kararı almıştır. Bu kararı almasında 2. Tümen’in bütün unsurlarıyla Beşkarış yönüne çekildiğini zannetmesinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. 14. Türk Süvari Tümeni’nin Akkaya tepelerini muharebe etmeden terketmesi üzerine, Yunan 23. Alayı burayı işgal etmiştir. Bayramgazi/Çatalçeşme yönünde Trikopis güçleriyle muharebe eden 2. Tümen 13. ve 20. Alaylarının geri çekilişi ise Yunan 23. Tümeni’nin Akkaya tepesini işgal etmesinden sonra gerçekleşmiştir.

    28 Ağustos Süvari Şehitleri
    Eğret Anıtı'nda bulduk imzalarını
    Andık savaşın diliyle son çağlarını
    Lâkin alışıktılar silah seslerine
    Üç-dört el ateş, bozmadı rüyalarını
    Gazileri, çevremizde halâ o çağın
    Taşmış o günün şehitlerinden kucağın…
    Dağ, taş, tepe vadi… Dolaşıp gördüm ki,
    Ey Afyon, bir Anıtkabir her bucağın!
                                Arif Nihat ASYA

5. Süvari Kolordu Komutanı Fahtettin Altay, 2. Tümen’in 28 Ağustos günü İlbulak Dağı’nın kuzeyinde gerçekleştirdiği harekâtlarda hayli zayiat verdiğini ifade etmiş ancak herhangi bir rakam vermemiştir. Altay hatıratında, bugünün şehitleri arasında 13. Alay Komutanı Binbaşı Galip ile beraber daha birkaç subay ve erlerle beraber bir hayli yaralının olduğunu, hayvanlardan da biraz zayiat verildiğini ifade etmiştir. Diğer eserinde de 13. Süvari Alayı Komutanı Binbaşı Galip ile beraber Yüzbaşı Rizeli Hasan Hüseyin ve Manisalı İshak İdris’in ismini zikretmiştir.

    Askeri kaynaklarda ise bugünkü muharebelerde 2. Tümen’in verdiği zayiat şu şekildedir: 13. Süvari Alay Komutanı ile beraber bir subay şehit, iki subayla 32 er yaralı, 16 subayla 172 er kayıptır. Bu kayıp subay ve erlerin çoğu muharebe meydanında şehit ve ağır yaralı olarak kalmıştır. Bununla birlikte 260 hayvan, 199 piyade tüfeği, bir ağır makinalı tüfek, sekiz hafif makinalı tüfek, dört top, 320 kılıç zayi edilmiştir. Bugünün zayiat bilgileri göz önünde bulundurulduğunda, Bayramgazi-Eğret-Olucak hattında 200’ü aşkın süvarimizin şehit olduğu anlaşılmaktadır.

    Fahrettin Altay, bugünün şehitleri anısına 1928 yılında Eğret köyü kenarında Afyon-Kütahya yolu üzerinde bulunan höyüğe piramit şeklinde bir anıt yaptırmış, bu anıt üzerine Osmanlı Türkçesi ile 13, 20 ve 2. Süvari Alaylarından altısı subay ve altısı er toplam 12 şehit ismi yazılmıştır.

    Sonuç
    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.
Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.


03 Temmuz 2024

Şenlik Misafiri 61. Tümen Sancağı

     
    Bir şenlik günü (28 Ağustos) geçit resminde kendi birliğinin sancağını görünce Cavanın İbrahim Ağa çok duygulanmış. Kırk yıl önce Sancak Çavuşu olarak görevi onu muhafaza etmek olduğu sancağı karşısında görünce duygulanması normaldir. Fakat onun duygulanış belirtileri sarsılma, tireme, hüzün, gurur, hıçkırık gibi karışık şeylermiş. Sesi de titriyormuş ve o haliyle tören birliğinin Komutanından sancağı öpmek için izin istemiş. Dediğine göre sancak kırk yıl önce bıraktığı temiz ve görkemli haliyle öylece duruyormuş. 

    1913 Doğumlu olan İbrahim Er'in Trakya'daki askerliği 1930'lu yıllara denk gelmiş olmalıdır. Yukarıda Berber Emmim Ahmet Kabadayı'dan nakledilen olay ise 1970'li yılların başında yaşanmış. Fakat aynı sancak bu olaydan önce de Eğret/Anıtkaya 28 Ağustos şenliğine defalarca getirilmiş. Belki de törenin değişmez misafirlerinden biriydi, onur konuğu gibi...

    Bunun bir sebebi olmalı, bir sancak Trakya'dan Anıtkaya'ya her yıl neden getirilir ki? Sancak ile Eğret arasında bilmediğimiz bir bağ var belli ki... Emmimin ağzından 61. Tümen gibi bir şey çıktı. Büyük Taarruz notlarını tekrar karıştırdım, ihtiyattaki 2. Ordu'ya bağlı 61. Tümen Eğret'in doğu taraflarında Gazlıgöl'ün ötesinde konuşlu.  Taarruz başlayınca kaçmakta olan Yunan kuvvetlerini takiple vazifelendirilmiş. Hatta 28 Ağustos'ta biraz yavaş hareket ettiği için düşmanın kesin darbe yemekten kurtulduğu belirtiliyor. 

    Akla 28 Ağustos 1922 günü Eğret'e giren ilk Türk birliğinin 61. Piyade Tümeni olma ihtimali geliyor. Yalnız yukarıdaki bilgiye, yani geç hareketinden dolayı 29 Ağustos'ta ancak Hacıbeyli'ye varabildiği yönündeki bilgiye göre ilk olma ihtimali düşük görünüyor. Diğer yandan ilk giren Türklerin süvari piyade karışık olduğuna yönelik şahitlikler var. Doğrudan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle hareket eden Meclis Muhafız Taburu'nun 28 Ağustos ikindi sonrası Belce istikametinden gelip Eğret'e girdiği ve burada 24 saat kadar kaldığına yönelik bulgular var. Bunların hiç biri yazılı kaynaklarda yok, şahitliklere ve çıkarımlara dayalı bilgiler.

    Bütün bunlara ek olarak 61. Tümen sancağınıın Anıtkaya şenliklerine katılıyor olması manidardır. Eğret'i kurtaran birliğini temsilen resmi törenlere katıldığı varsayımını esas almak durumundayız. Meclis Muhafız Taburu 28 Ağustos akşama doğru Eğret'e girip konuşlanırken; ondan daha önce yahut birlikte gelen 61. Tümen durmayıp yürüyüşe devam etti ve kuzeye yöneldiyse 29 Ağustos'un ilk saatlerinde Hacıbeyli'ye varmıştır. Yahut Tümenin bir kaç Alayı Eğret'i kurtarmış diğer ağırlığıyla Hacıbeyli'de buluşmuş olabilirler. 

    Bütün bunlar araştırmacıların ilgisini bekler. Kaybolmaması gereken taze bir bilgi olarak burada dursun diye not ediyorum.

    Kurtuluştan sonra 61. Tümen Trakya'ya kaydırılmış, şimdi Çorlu ve Lüleburgaz'da 5. Kolordu'ya bağlı Mekanize Piyade Tugayı olarak varlığını sürdürüyor.



11 Ekim 2023

3 Fotoğraf 1 Çeşme


    1922 Baharında çekilen fotoğraflarla ilgili doğru tartışma zemini oluştu. Ayrıntılı olarak onları incelemeye çalışalım…

    Çekenlerin amacı çeşmeye, çeşme başındakilere odaklanmak olduğu kesin… Bu yüzden onun etrafında dolaşarak birkaç açıdan görüntü almışlar. Önce eski belediye, yeni sağlık ocağı yanından yukarı çıkan sokak başına makineyi kurup ilk fotoğrafı çekmişler.  İlk fotoğrafın gerisinde susa, Daşlıtarlalar, Akgaya ve daha ötesinde belli belirsiz Dağ görüntüsü var… Gölgelerden anlaşıldığına göre kuşluk vaktinde çekilmiş bir fotoğraf bu…

    Sonra çeşmenin diğer çaprazına varıp Kelibanın ve Gıvığın ev arasında bir yerlerden ikinci çekimi yapmışlar. Bu fotoğraftaki çeşme gerisinde de Cumacamisi, Han ve eski Kabir bulunuyor…

    Üçüncü çekim için şimdi okul bulunan çapraza pozisyon almışlar. Öyle olunca çeşme gerisindeki görüntü zenginleşmiş. Galipbey Caddesinin o günkü hali, tam ortada Gocacami, onun çevresindeki evler… İkinci ile üçüncü çekim aynı gün birkaç dakika arayla çekilmişe benziyor.

    Çekim sıralamasında yanılıyor olabiliriz, bunun pek de önemi yok… Çeşme gerisindeki görüntülerle ilgili de konuşuruz; ama şimdilik, onların yaptığı gibi çeşmeye odaklanalım…

    Sabah saatlerinde şimdiki sağlık ocağı köşesinden çekildiğini düşündüğümüz fotoğrafta, sularını doldurup çeşmeden  beş altı adım uzaklaşmış üç kadın görülüyor. İkisinin güğümleri sırtında, biri sinekleri almak için eğilmiş… Çeşme başında yedi sekiz Yunanlı, birinin omzunda tüfek asılı… Mustafa Ayas, çevresindekilerin saygılı duruşundan ve göğsündeki madalyalardan birisinin rütbeli olduğunu düşünüyor…

    Fotoğrafın birisinde altı kadın görülüyor. İkisi lulabaşında artlı önlü bekleşiyorlar. Diğer ikisi ken duvarın dışında bekleşiyorlar. Son ikisi ise bardak-sineklerini doldurmuş yarı yolda bekliyorlar. Hemen yanlarında kafası kadraja girmiş bir eşek… Çeşmenin başında ise amaçsız sebepsiz bekleşen yedi sekiz Yunan… Hiçbir problem yok gibi; hatta o çeşmebaşındakilerin kadınlara yardım amacıyla orada bulunduğunu bile düşünebilirsin…

    Bundan hemen sonra çekildiğini düşündüğümüz fotoğrafta ise aynı askerler yine oradalar. Altı kadının hepsi de ayrılmış, görünmüyorlar. Az öncekinden farklı olarak, çeşmebaşındakilerden birinde tüfek olduğu ve  dipçiğini ken duvara dayadığı görülüyor. Az önce çeşmeden uzakta görünen kadınların yerinde, muhafız/nöbetçi görünümlü bir tüfekli bulunuyor… Asıl önemlisi, kafası görünen eşek çeşmeye yanaşmış, sırtında yan yatırılıp bağlanmış iki su fıçısı var. Zincir/yularını  dokuz on yaşlarında bir çocuk tutuyor, yalınayak başıgabak… Ayağında çarık bile yok… Elbisesini çıkarmış beyaz fanilalı bir Yunan, tenekeyle fıçıları dolduruyor… Türk çocuğuna yardım eden bir Yunan askeri görüntüsü…

    Görüntüye aldanmayıp büyüklerimize kulak verelim… Mezerböğrünün altındaki çeşmenin tarihini bilemiyorum, anlattıklarına göre fotoğrafta gördüğümüz çeşme (kuyular hariç) köyiçinde bulunan tek su kaynağıymış. Bütün ihtiyaç bu çeşmeden karşılanıyor… Eğret işgal edilince kadınlar suya gitmek istememiş. Genç erkekler Cihan Harbine gitmiş, çoğu şehit olmuş. Sağ kalan gaziler de milli mücadeleye katılmışlar. Köyde erkek olarak ihtiyarlarla çocuklar var… Yunanların taşkınlıklarından çekinen kadınlar suya gitmeyince, güğümü sineği kapan erkekler çeşmeye varmış. Yunan orada ilk kuralını koymuş; erkeklerin suya gelmesi yasaktır, çeşmeye kadınlar gelecek!... Bundan sonra çeşme başında sürekli asker bulunduruyorlar…

    Ayrıca çeşme o sırada köy dışında gibi görünse de aslında çok merkezi bir yerde bulunuyor… Belki Han tarafından çekilmiş bir fotoğraf da vardır, biz bulamamışızdır; eğer öyle bir fotoğrafa baksaydık çeşmenin ardında, şimdi Kelibanın evin yerinde eski hamamı görecektik. İleride Çakırların ev civarında Tümenin Komuta kademesi bulunuyordu. Önündeki meydanı spor alanı olarak kullanıyorlardı. Kelahmetin ev civarı at barınağıydı. Han, yemekhaneydi; Cumacamisini sosyal tesis olarak kullandılar. Dolayısıyla çeşme Yunanlar için de merkezi bir noktada bulunuyordu, onlar da suyunu buradan alıyorlardı…

    Üç fotoğrafta gördüklerimiz kimseyi yanıltmasın, hiçbir zaman doğru durmadılar. Aslında kadınları rahatsız etmek için ayrıca bir şey yapmalarına gerek yoktu. Onların orada bulunması, Eğretli kadının güğümü doldurmak için onların arasına girmek zorunda kalması başlıbaşına rahatsız ediciydi. Bu yüzden çeşmeye gitmek istemediler… Gitmek zorunda kaldıklarında ise tek başına olmamaya dikkat ettiler, yüzlerine ocak karası sürüp ikişerli üçerli gruplar halinde bulundular…

    Bu fotoğrafların kurgu ve propaganda amaçlı olduğu o kadar açık ki… Çeşme başında Türk kadınına yardım etme görüntüsü veriyorlar. Fotoğraf nedir bilmeyen kadınlar denileni yapıyor, dur deyince duruyor, git deyince gidiyor. Uygun pozu almak için, dört adım gitmeden kadınların beklemesini istemişler, güya yoruldular mola veriyorlar. Maksat onlar da kareye girsin… Eşeği yularından tutan çocuğa da bekle demişler; ama eşek dinler mi, kazara kafasını uzatıp oyunu bozmuş…

    Eşekli fotoğrafaki amaç da suya gelen Türk çocuğuna yardım etmek(!)… Çocuk ve ailesi o kadar fakir ki ayağında çarığı yok; ama eşeğe zincir/yular bağlamış… Çelişkiler bununla bitmiyor. Eşeği çeşmeye yanaştırıp kenden rahat rahat doldurmak varken, niye tenekeyi uzağa taşıyor, niye o kadar yukarı kaldırıp fıçıyı doldurmaya çalışıyorsun? Fotoğrafı çeken öyle istediği için olabilir mi? Ayrıca çocuğa da makineye bakması söylenmiş…

    İşin aslı şu… O çocuğu angâreci yapmışlar, görevi onların istediği yere eşekle su taşımak… Boyu eşeğin boyuna bile ulaşmadığı için suyu biri doldurmak zorunda. Beyaz fanilalı askeri de o iş için görevlendirmişler. Sürekli çeşme civarında bekliyor, sabah çekilen fotoğrafta da çeşmenin ardındaydı…

    Dediğim gibi, propaganda amaçlı bu fotoğrafları bizim için çekmediler. Burada basmadılar bile, götürüp Yunanistan’da cam levhalara tab ettiler. Amaçları Dünya kamuoyunun gözünü boyamaktı… Bu amaca yönelik başka fotoğraflar da var, paylaşırız vakti geldiğinde…

    Çeşmenin iki yanına bir metre yüksekliğinde, dört beş metre uzunluğunda taştan ken duvarı neden ördüklerini anlayamadım. Çeşmenin önüne neden böyle bir koridor oluşturmak istesinler?

    Kadınların giyimi, özellikle beyaz örtme kullanılması da dikkat çeken hususlardan biri. İki fotoğrafta görülen dokuz kadından yalnız biri siyah örtülü… Bizim kuşağın hafızası 1970’lere kadar gider, orada da bütün Eğret kadınlarının kara ve satırenç (satranç) örtme örtündüklerini bilir… Satırenç kalmadı, ama orta yaşın üzerindeki kadınlar hala kara örtme örtünüyorlar diye biliyorum. Şimdi 1922’den 2023’e bir asırlık dönemi ikiye bölersek 1972 sınır olur… Başlangıçta onda bir siyah, dokuz beyaz örtme var… Orta sınır 1972’de beyaz örtme yok, tamamı kara ve satırenç…  Günümüzde 2023’te ise örtünme (olduğu kadar) siyah örtmeyle yapılıyor… Başdöndürücü bir değişimin yaşandığı son yarım asırda örtme renginde bir değişiklik yokken; değişimin daha yavaş yaşandığı ilk yarım asırda beyazdan siyaha geçilmesi ilginç değil mi? Mustafa Ayas, bunda işgal yılları travmasının payı olabileceğini düşünüyor. Araştırılmaya değer bir husus…

    O çeşmede, bu fotoğrafların çekiminden üç dört ay sonra bir olay daha yaşandı. Yapmacık değildi, poz verilmiyordu, rol yapılmıyordu… Gerçek hayatta ne yaşanıyorsa ona sahne oldu çeşme başı…

    28 Ağustos 1922 Pazartesi… Eğret’teki Yedinci Tümenin iki alayı üç gün önce, geriye kalanı da sonraki gün güneye kaydırılmış, köyde Yunan varlığı olarak sadece jandarma kalmıştı. Onlar da Gazlıgöl tarafından batıya kaçmakta olan birliklere katılıp köyü terk ettiler. İkindi üzeri henüz Eğret’e Türk birlikleri girmemiş, ama Yunan da kalmamıştı… Bir kadın güğümlerini alıp çeşmeye indi, tek başınaydı çünkü artık orası güvenliydi. Güğümlerini doldurdu, tam kenden sırtına alacakken, sersem bir Yunan askerinin tekmesiyle sendeledi… Birliğini kaybetmiş olmalıydı, korkudan kafayı üşütmüşe benziyordu… Ne olursa olsun kadına vurmuştu ve o kadın ağlıyordu… Derken bir Türk süvarisi (Meclis Muhafız Taburundan olduğu sanılıyor) belirdi. Atın yularını oradaki bir çocuğa verip delirmiş Yunanı bir güzel patakladı. Tutuverdi, bir iki de kadının vurarak hıncını almasını sağladı…

    Ben bu olayı, atın yularını tutan Macurali Dedemden defalarca dinledim… O asker şuurunu kaybetmiş de olsa, işgalci Yunanların gerçek yüzünün dışavurumuydu bu olay…

    Fotoğraflarla çeşme tartışmasının çok somut faydalarını gördük. Başta Ferhat Öztürk sayesinde çeşmenin 1877’de tamir edildiğini, kitabesinin yanlışlıkla Cumacamisinin alnına konulduğunu öğrendik. Sonra Orhan Dadak, Mehmet Aykac ve Hasan Öztürk’ün ninelerinden nakiller bizi o yıllara götürdü. Bu anlatılanlar ve çeşmede yaşananlar, sektörden birinin elinde çok rahat bir film senaryosuna dönüşebilir…

 

12 Eylül 2023

Meclis Muhafız Taburunun Kayıp 24 Saati

    
    Kurtuluş Savaşı, Büyük Taarruz ve Eğret mevzuunda çalışırken, tartışılması gereken hususlardan birinin de Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde oluşturulan Muhafız Taburu olduğunu fark ettim... Tarihi ve kurtuluş savaşındaki önemi hakkında yeterli inceleme yapılmamış, yalnız Ankara'daki etkisiyle gündeme gelmiş bu birlik hakkındaki bilgileri kabaca özetleyelim.

    Büyük Millet Meclisinin açıldığı günlerin hemen ertesinde Muhafız Taburunun da kurulduğu anlaşılıyor. İlk Komutanı Yarbay Reşat Bey'in atama tarihi 3 Mayıs 1920 olarak görünüyor. Yalnız bir ay sonra Reşat Bey başka birliğe atanıyor. Tam bu sıralarda Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın yakın korumalığı göreviyle Ankara'ya çağrılıyor. Bir ay kadar sonra, Temmuz ayında da Muhafız Taburu Komutanlığına ataması var... 1940 Yılına kadar bu görevini sürdürecek... Taburla adeta özdeşleşen İsmail Hakkı Bey'den sonra onlarca askerin kumanda ettiği tabur 2011 yılında lağvedildi...

    Kurulduktan kısa bir süre sonra, Ekim 1920'ye gelindiğinde tabur bini aşkın personel ve yüzden fazla hayvana (at-katır) sahipmiş. Bünyesinde üç piyade ve bir makineli tüfek bölüğü var. Kasım ayında 339 er takviyesi yapılmış... Böylesine güçlendirilmiş bir birliğin görevi Meclisi ve Başkanını korumakla sınırlandırılamazdı. Nitekim senesi dolmadan cephelerde görevlendirilmiş. Çeşitli birliklerin emrinde genelde ihtiyat gücü olarak kullanıldığı savaşlardaki katkısı, bizi asıl ilgilendiren taraf oluyor. 

    İlk defa Batı Cephesine 2. İnönü Savaşında katılıyor. Bu dönemde  Mart ayında Afyon ile birlikte Eğret de işgal edilmişti. Savaşın kızışıp önemli yerlerin kaybedildiği böyle bir zamanda (28 Mart 1921), Mustafa Kemal Paşa Muhafız Taburunu cepheye sürerken İsmet Paşa'ya şu telgrafı gönderiyor: 

    "Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu’nu da yarın öğleye kadar cepheye yetiştirilecek olan diğer kuvvetlerle beraber emrinize girmek üzere şimdi gece saat 00.00’da hareket ettiriyoruz. Bu taburun subay ve erleri seçkin ve muharebe kabiliyetleri pek iyidir. Mevcudu, 900 tüfek ve 6 makineli tüfektir. En iyi bir alaya denktir. Her halde önemli bir anda işinize yarayacağını ümit ediyorum". 

    Gerçekten II. İnönü ve sonraki Kütahya Eskişehir muharebelerinde çok yararlılıklar gösterdi. Temmuz ayındaki çarpışmalarda mevcudunun üçte birini kaybetti. Bu durumda Kemal Paşa, taburun ilk fırsatta Ankara'ya gelmesini emretti. Ordunun Sakarya doğusuna çekilmiş olması Meclisi karıştırmıştı, bu yüzden Muhafız Taburuna Ankara'da ihtiyaç vardı. 26 Temmuzda geldiği Ankara'da 18 Ağustosa kadar kalacaktır. Aslında 5 Ağustosta Başkomutanlığın Mustafa Kemal Paşa'ya verilmesinden sonra zaten ortalık durulmuştu, tabura da ihtiyaç kalmamıştı...

    Derken Sakarya Savaşı başladı. Başkomutanlıktan, Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu’nun emrindeki iki topla birlikte 18 Ağustos’tan itibaren demiryolu ile Ankara’dan ayrılması emri gelmişti. Tabur; 18 subay, 733 er, 155 hayvan, 2 top, 6 makineli tüfek, 12 arabadan oluşuyordu. Eylül ortalarında zaferle sonuçlanan Sakarya Muharebesinden sonra 22 Ekimde tekrar Ankara'ya çağrıldı. Mustafa Kemal Paşa taburun 'dost ve düşmana karşı muntazaman giydirilmesini' İsmet Paşa'dan özellikle rica etti...

    Tabur, Büyük Taarruza kadar geçecek yaklaşık10 aylık süreyi çoğunlukla Ankara'da, bazen de nerede ihtiyaç varsa oraya giderek geçirdi. Büyük Taarruz öncesinde, Ağustos 1922'de Gediz'de bulunuyordu. 25 Ağustos'ta bağlı bulunduğu 8. Tümenle Afyon güneyinde görevlendirildi. 28 Ağustos sabah erken saatlerde Afyon'a girildi. Muhafız Taburu da Vali Vekili olarak tayin edilen Komutanın emrine verildi. Böylece yangınların söndürülmesi ve asayişin sağlanması vazifesi Meclis Muhafız Taburundaydı. 29 Ağustosta Mürettep Süvari Tümeni emrine verilerek Kütahya'yı kurtarma emri verildi. Takip harekatına katıldı, İstanbul'a giren kuvvetlerin arasında yer aldı. 1 Mart 1923'te Ankara'ya, Meclis ve onun Başkanı Mustafa kemal Paşa'yı koruma görevine geri döndü...

    Meclis Muhafız Taburunun cephe macerası böyle... 28-29 Ağustos 1922 tarihindeki durumunu biraz didikleyeceğiz. Tartışmak istediğim mevzu, Taburun bu iki gündeki yaklaşık 24 saatlik zaman dilimidir. Eğret için önemli bu 24 saatin ayrıntısına inmeye çalışalım...

    28 Ağustos'ta ortalık ağarırken Muhafız Taburunun da içinde bulunduğu Kolordu Afyon'a girdi. Ortalık darmadumandı, yangınlar devam ediyordu. 7. Tümen Komutanı Mutasarrıf Vekili tayin edilerek Meclis Muhafız Taburu emrine verildi. Tabur yangınları söndürdü, Yunan'dan kurtarılan malzemeleri düzenleyip şehirde asayişi sağladı. Bundan sonra Kolordu, birlikleriyle akşama doğru Hamamlar bölgesine varıp orada geceledi...

    2. Kolordu Karargahı (Gecek-Ömer) Hamamlar bölgesine saat 18'de varmıştı. 8. ve 7. Tümenler ise daha önce, saat 16.30'da oradaydılar. Tuhaf olan şu ki kaynaklarda Kolorduya bağlı Mürettep Tümen ile Muhafız Taburundan bahsedilmiyor. Bu sırada onlar neredeydi acaba?

    Aslında Kolordu, tüm birliklerinin harekatını planlamış buna dair emrini sabah saatlerinde vermişti. Buna göre Kolordu Belce-Resulbaba hattı doğrultusunda ilerleyecekti. Mürettep Tümen Altıntaş istikametine şose (susa) boyunca düşmana çatana kadar yürüyecekti. 8. Tümen doğrudan Belce'ye, 7. Tümen ise Altıntaş şosesinden Belce-Çatalçeşme hattını tutacaktı. Bu emirler Tümenlere ulaşmadan, gelen yeni Ordu emriyle Kolordunun Hamamlar bölgesinde toplanması isteniyordu. Yeni duruma göre 1. ve 2. Ordu arasındaki görev sınırı Afyon-Kütahya şosesi olarak belirlendiğinden Tümenlere gönderilen emirler güncellendi ve akşama doğru Hamamlar bölgesinde toplanıldı. Mürettep Tümene verilen şose boyu ilerleme emri de güncellenip Çatkuyu-Olucak hattı istikamet veriliyor. Yalnız bu  hatta o sırada kıyamet var...

    Kolordunun Afyonkarahisar'dan çıktıktan sonra 28 Ağustos harekatına dair alınan verilen emirlerde Muhafız Taburunun adı geçmiyor. Bu, Taburun kuruluş amacı ve yapısıyla ilgili bir durum olsa gerek...

    Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Millet Meclisini koruma amacıyla oluşturulan Tabur, iyi eğitimli bir özel birlikti. Ülke savaş halindeyken Ankara'da atıl halde bulunması doğru olmadığı için cepheye sürüldüğü vakitlerde de hep özel görevlerde istihdam edildi. İnönü, Kütahya-Eskişehir ve Sakarya muharebelerinde hep böyle oldu; bir Tümen veya Kolordu emrine girip lokal görevler icra etti. Afyonkarahisar'da emniyet ve asayişin sağlanması da böyle bir görevdi. Uzmanı olduğu bu görevin icrasından sonra Kolordu emrinden çıktığı anlaşılıyor. Zira 28 Ağustos Kolordu görevlendirmesinde esamisi okunmuyor...

    Peki Kolordu veya Tümen emrinden çıktığı zamanlarda kafasına göre mi takılıyordu? Elbette bunun böyle olmadığı yakında anlaşılacak...

    Mürettep Tümen 29 Ağustos sabahı saat 5'te Hacıbeyli'de idi. Daha önceden buraya gelip istirahate geçtiği düşünülebilir. Altıntaş istikametine yürüyüşe geçti. Oraya vardığında Süvari Kolordusundan Tümenin onların emrine girdiğini öğrenip yeni emirler aldı. Bu ilk emrin gereğini yapmayı düşünürken aslen bağlı olduğu 2. Ordudan demiryolunu tutmakla ilgili başka emirler geldi... Kafalar karışmıştı. Derken saat 16:30'da Batı Cephesi Komutanlığından otomobille gelen bir subay, saat 10:30'da yazılan şu emri tebliğ etti: "Mürettep Süvari Tümeıni bütün kuvvetiyle önce Kütahya’yı işgal edecek, sonra düşmanın Esikişehir’den çekilme yolunu kesmek üzere İnönü doğrultusuna ilerleyecektir. Bu tümenin emrine Meclis Muhafız Taburu gönderilmiştir." Bir anda üç farklı emirle karşı karşıya kalan Mürettep Tümen elbette Cephe Komutanlığı emrine riayetle Kütahya'ya gitmek üzere Altıntaş'a yöneldi. Geceyi Pusan'da geçirecek... Ama Meclis Muhafız Taburu neredeydi?

    Dün (28 Ağustos)tan beri kayıp olan Muhafız Taburunun yeri hakkındaki tek bilgiyi Fevzi (Çakmak) Paşa'nın Kurmay Subayı Cevdet Kerim'den alıyoruz: "... Garp cephesi karargahından bir erkanıharp zabiti ile gönderilen ve 'Eğret’teki meclis muhafız taburunu da emrine alarak hemen Kütahya'yı zabt edip Eskişehir'den çekilecek olan düşmandan evvel İnönü mıntıkasına yetişmek' vazifesini ihtiva eden emri tebliğ etmişti. Fırka akşama doğru Altıntaş istikametinde yürüyüşe geçti ve geceyi Altıntaş şimalindeki Pusan'da geçirdi."

    29 Ağustos sabahı Eğret'te bulunan Meclis Muhafız Taburunun buraya ne zaman geldiği bilinmiyor. Önceki gün asayiş görevinin tamamlanmasından sonra Afyonkarahisar'dan 7. ve 8. Tümenlerden sonra, öğle üzeri ayrıldığı tahmin ediliyor. Tümenler 16.30 gibi Hamamlar bölgesine yerleşmişlerdi. Tabur Araplı'dan yahut daha doğuda Belce-Dandır aralığından Eğret'e yürüyüşüne devam etmiş olmalıdır. İkisine de dahil olmadığı için 1. ve 2. Ordu görev sınırını oluşturan Afyon-Kütahya yolu onu bağlamıyordu; bu yüzden Belce üzerinden de gelmiş olabilir. Hangi yoldan gelmiş olursa olsun, Muhafız Taburu 28 Ağustos akşam saatlerinde Eğret'e girmiş olmalıdır.

    Afyonkarahisar'daki gibi zor bir görevin Eğret'te de olması düşünülemez. Meclis Muhafız Taburu köye girdiğinde tek Yunan kalmamış, yangınlar söndürülmüştür. Askerini köyde gören Eğretliler derin bir huzur hissetmişlerdir. Bu arada Tabur da o gece dinlenme fırsatı bulmuş oldu... 29 Ağustos sabahına daha dinç uyandılar... 

    Belgelerden anlaşıldığına göre Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu 29 Ağustos Salı gününü de Eğret'te geçirmiş... Cevdet Kerim'in söylediğine göre, Mürettep Tümen Pusan'da gecelerken Tabur hala Eğret'te idi. Ertesi gün (30 Ağustos) Tümen Kütahya'yı kurtardığında, Muhafız Taburu'nun Altıntaş'a yeni yaklaştığı bildiriliyor. Şu durumda Muhafız Taburu Eğret'te en az 24 saat kalmış oluyor...

    Burada Mürettep Süvari Tümenine emir yağarken, Muhafız Taburuna hiç bir emrin ulaşmadığı düşünülebilir. Emrine verilen Taburun gelmesini beklemeden hareket eden Tümenin de böyle düşündüğü anlaşılıyor. 10:30'da yazılan bir emir ancak altı saat sonra 16:30'da arabayla Mürettep Tümene ulaştığına göre, Muhafız Taburuna hiç ulaşmaması veya daha da geç ulaşması, ciddi bir iletişim sorunu olduğunu gösteriyor. Bu yüzden Mürettep Tümen, Taburun gelmesini beklememiş olabilir...

    Başka bir husus daha var... Meclis Muhafız Taburu, bir Kolordu veya Tümen emrinde bulunmadığı dönemlerde emirleri başka bir merciden alıyordu. O merci, temel görevi kendisini korumak oldukları Başkomutan idi... Kütahya'ya yürüme emrini de Başkomutan'dan aldılar. Bunu Fahrettin Altay Paşa'dan öğreniyoruz: "Mustafa Kemal Afyon a geldiği vakit Meclis Muhafız Tabur Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı'ya (TEKÇE) taburu ile Kütahya ya gitmesini 3. Kolordu kumandanını bulmasını bazı talimatla emretmiş..."  Şu kadar farkla ki vazifeleri Mürettep Tümen emrine girerek Kütahya'yı kurtarmak değil, Kütahya kurtarıldıktan sonra oraya varıp ilgiliyi bulmaktır...

    Hasılı Meclis Muhafız Taburu, Garp Cephesinin emri kendisine geç ulaştığı için Eğret'te bu kadar oyalanmış değildir. O emri hiç almamış, Mustafa kemal Paşa'dan aldığı emir doğrultusunda, kendince vaktinde hareket etmiş ve vaktinde Kütahya'ya varmıştır...



04 Temmuz 2023

28 Ağustos Şehitleri ve Şehitlik


    Büyük Taarruzun üçüncü gününde Süvari Kolordusunun hareketleri, Eğret Bölgesindeki çarpışmalardaki kayıplar, zaferden sonra Eğret'e anıt dikilmesi ve sonra anıt merkezinde askeri anma töreni düzenlenmesi hususunda son yıllarda bazı tartışmalar oldu. Tartışmanın merkezinde, şehit verilen mevki ile anıtın dikildiği yerin alakasız olduğu konusu var.

    Önce 28 Ağustos 1922 günü yaşanan olayı hatırlayalım. Ceridelerdeki belgeler, birlik komutanlarının raporları ve anılardan anladığımı, aklımda kaldığı kadarıyla özetliyeyim.

Binbaşı Galib Bey

    Taarruzun ikinci gününde Yunan kuvvetleri Afyon'u boşaltmış, kuzeyde ise bütün güçleriyle çekilmeye başlamışlardı. Saat 17.00 gibi Süvari Kolordusuna bağlı gözcüler İlbulak Dağından kuzeyi gözlüyordu. Eğret ile İlbulak arasında kalabalık bir birliğin kamp yaptığını raporladılar. Fahrettin Paşa, iki tümeni (2. ve 14. Tümenler) görevlendirerek Afyon-Kütahya demiryolu hattının tahribini ve Eğret'te gecelemekte olan Yunan tümeninin basılmasını istedi. Emre uygun olarak akşam saatlerinde tümenler harekete geçti. Hesaba göre 14. Tümen sonradan gelecekti, kaçış halindeki düşman kuvvetleriyle oyalandığı için Eğret istikametine hiç yönelemedi. Diğer tümen ise 13. 20. 4. ve 2. Alaylarıyla kol halinde yürüyüşteydi, en arkada batarya bulunuyordu. Gece karanlığında çalılık arazide, 20. Alay ile son bölüğü arasında irtibat koptu. 13 ve 20 Çatalçeşme-Bayramgazi istikametinde yürüyüşe devam ettiler. Gerideki bölükle onu takip eden iki alay ve batarya ise Eğret'e yöneldiler.

    Güney istikametine kopan 13. ve 20. Alaylar, Çirçir'in üst taraflarında bir otomobil koluyla karşılaştılar. Bu, önceki gün Afyon'dan kaçan Trikopis kuvvetlerinden bir koldu. Büyük zayiat verdirdiler, otomobilleri tahrip ettiler. Bu arada Eğret istikametinden gelen yeni bir otomobil koluyla da çarpıştıktan sonra, demiryolu görevi için Belce istikametine yöneldiler. Düşmanın bütün varlığıyla batıya doğru kaçmakta olduğunu görüp demiryolu tahribinin faydasızlığına hükmederek geri döndüler. Diğer iki alay ile birleşip ovadaki çadırlı düşman ordugahını bastılar. Hiç savaşmamış bu 12 bin kişilik dinç düşman birliğine çok zayiat verdirdiler; ama binikiyüz süvari, onikibin kişiye karşı ne kadar savaşabilirlerdi ki... Sözleşildiği gibi Kolordu karargahının bulunduğu Olucak'ta buluşmak üzere o tarafa yöneldiler.

    Kuzey tarafından Eğret'e doğru yönelen 2. ve 4. Alaylarla batarya, sabaha karşı köye vardı. Öncüler, Pınar tarafındaki Kayalar ile Mantarlık arasından köy içindeki Yunan güçlerini keşfettiler. Onların verdiği bilgiye göre güneyden Bağların içine yerleşildi. Köy içinden gelen jandarmayla çatışmaya girildi, bu arada Söğütcük tarafından da bir Yunan taburunun yaklaşmakta olduğu görüldü. Telaşlı bir otomobil kolu Eğret'ten ayrılıp güneye doğru gittiği görüldü. (Bu araçlar Çirçir civarında 13. ve 20. Alaylar tarafından imha edilecek.) Silah seslerinden panikleyen köy içindeki Yunanlar Harmanyerindeki telsiz istasyonunu aceleyle sökmeye başladılar. 4 ve 2. Alaylar diğer iki alayın çağrısı üzerine onlarla birleşerek ovadaki düşman ordugahını basmak üzere güneybatıya yöneldiler...

    Bütün bunlar yaşanırken bataryanın hiç bir faydası görülmedi. Derenin çamuruna saplanıldı, bayırdan yuvarlanıldı, katırlar ürktü kaçtı, eldekilerle toplar çekilmeye çalışılsa da batarya kurulup destek atışı yapılamadı. Kamalar sökülüp öylece bırakıldılar...

Teğmen Atıf

    Dört alaya tekrar dönecek olursak; ordugaha baskın verildikten sonra Yunanlar şoku atlatıp toparlandılar ve hücuma geçtiler. Burada alaylar ikişerli olarak tekrar ayrıldı. 13 ve 20. güney hattından, 4 ve 2. Alaylar ise kuzey hattından Olucak'a varacaklardı. Kuzey tarafında kaçış halindeki düşmanla Üyükyolu mevkiinde ciddi çarpışmalar oldu. Yenice'den Yunan takviye kuvveti gelince 4 ve 2. Alaylar Olucak tarafına çekilmeye devam etti... Asıl facia Olucak'ın güneyinde yaşandı. Biraz da koordinasyon eksikliği sebebiyle Akkaya mevkiinde iki ateş arasında kalan 13. ve 20. Alaylarımızdan 170'in üzerinde şehidimiz var... Daha sonra Olucak'a girecek olan Yunanlar, köyü ateşe verecektir...

    Kabaca anlatmaya çalıştığım bu 28 Ağustos 1922 günü olaylarına Eğret Baskını diyorlar. Geniş bir alanı kapsayan bu çatışmalarda 200'ü aşkın şehit verilmiş ama bunların çoğunluğu Olucak güneyinde... Zafer kazanılıp düşman defedildikten sonra, o günün Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, 1924 yılında  Eğret'in kuzeyindeki Maltepe Höyüğüne bir anıt diktiriyor. O günün şehitlerinin anısına, onsekizinin adını taşa kazıttırıyor... Yıllar sonra bu anıt/şehitlikte askeri tören yapılmaya başlanıyor. Hatta bu törenlerin ikisine Fahrettin Paşa bizzat katılmış. 1971 Yılında Karayolları tarafından anıtta eski harflerle yazılı metin yeni harflere çevrilerek bir mermer plakaya yazılıyor. Şehitlik bugün de hala o sene düzenlenen yeni haliyle yaşamını sürdürmektedir...

    Fahrettin Paşa'nın Üyük'e diktirdiği anıt, kitabesinde de belirtildiği gibi semboliktir, '28 Ağustos 1922 Muharebesinde düşman hatt-ı ricatini keserek arkalarından taarruz eden Türk süvari kolordusunun bu civarda verdiği şehitler adına dikilmiştir.' Orasının bir şehit kabristanı olmadığı bilinmesine rağmen, zamanla taşta adı yazılı şehitlerin kabirleri de Üyük eteklerindeymiş gibi insanlarda yanlış bir kanaat oluşmuş... 

    Bu tür söylentiler ortaya çıktıktan sonra önünü almak mümkün değil. Nitekim İnternet ortamında teyitsiz sorgusuz yayılmış, ortalıktaki bu bilgi kirliliği büyüdükçe büyümüştür. Oysa anıt kitabesinde buna yönelik bir ima dahi yoktur. Zaten işin doğası gereği şehitler ruhunu teslim ettikleri yerlere defnediliyor, sonradan oluşturulan şehitliklere nakledilme yahut şehitlikleri şüheda naaşının bulunduğu yerlere yapma gibi bir durum söz konusu değil... Yalnız o günleri yaşayan Eğretlilerden nakledildiğine göre, civardaki bazı şehit cenazeleri Eğret eski mezarlığına defnedilmiş. Gıvık (Şükrü Aydın); kimliği tespit edilemeyen 15 kadar şehidin, elbiseleri çıkarılmadan tam olarak Cuma Caminin kıble tarafına defnedildiğini görmüş. Üyük bağrına şehit defnedildiğine dair ise küçük bir bilgi bile yok... Yani Anıtkaya Şehitliğinin bulunduğu Maltepe Höyüğünde şehit naaşı bulunmuyor...

Zabit Vekili Hüseyin

    Tartışmalara sebep olacak yanlışlardan biri de anıtın 13. ve 20. Süvari Alayı şehitleri anısına dikildiğidir. Oysa anıt kitabesinde bununla ilgili bir not, bir ima da bulunmuyor; aksine 'Türk Süvari Kolordusunun bu civarda verdiği şehitler adına' dikildiği özellikle belirtilmiş. Anıtta ismi yazılı şehitlerin bu iki alay ağırlıklı olması, böyle yanlış kanaat oluşmasının başlıca sebebi kabul edilebilir.

    Asıl tartışma konusunun şehitliğin yeriyle ilgili olduğu anlaşılıyor. 28 Ağustos şehitlerinin çoğunluğu Olucak yakınlarındayken, diğerleri de geniş bir alana yayılmışken neden Eğret yakınlarındaki Maltepe Höyüğü şehitlik olarak düzenlendi? Bir de 13. ve 20. Alay şehitlerinin burada medfun bulunduğu ve anıtın onların anısına dikildiği gibi yanlış bazı bilgiler eklenince, bu soru çok anlamlıymış gibi duruyor.

    Anıt dikilmesi, yerinin belirlenmesi, biçimi ve uygulanması gibi işlemlerde tek yetkilinin Fahrettin Paşa olduğu anlaşılıyor. Kurtuluşun mimarlarından biri olması, o gün yaşananlara en iyi kendinin vakıf olması gibi hususlar sebebiyle Paşa'nın bu kararına saygı duyulmalıdır. Bir anıt yapılacaksa bunun nasıl olacağı, kitabesinde hangi ifadelere yer verileceği ve nereye yapılacağını ayrıntılı olarak araştırmış ve planlamıştır. Maltepe Höyüğünü hazır bir kaide olarak düşünmüş olabilir. Yol kenarında bulunmasının görünürlüğüne avantaj olacağını fark etmiştir. Belki söz konusu geniş alanın merkezi olarak Eğret'i görmüştür. Bilmediğimiz daha başka gerekçelerle anıt/şehitliğin Eğret'teki bu tümülüse dikilmesine karar verilmiş...

    Diğer yandan 28 Ağustos 1922 şehadetinin adeta merkezi olmuş, 13. ve 20. Alay şehitlerinin kabirlerinin bulunduğu bölge unutulmaya terk edilmiş. Sadece onlara mahsus bir durum değil, Kurtuluş Savaşının 11 bin civarındaki şehidinin hangisinin hatırasına sahip çıkabildik... Bu ilgisizlik herkesi rahatsız etmelidir... 

    Bu tartışma, 28 Ağustos 1922 günü şehit düşen 13. ve 20. Süvari Alayı şehitlerinin kabirlerini belirleme ve o bölgeyi düzenlemeyi netice verirse, yararlı olacaktır... 

    Bu konuda saygıdeğer bir çalışma Dr. Selim Erdoğan tarafından yapıldı. 2020 Yılında Olucak'a giderek sahada çalıştı ve yerel şahitliklerle Akkaya mevkiindeki dere/vadide bir çok şehit kabrini keşfetti. Diğerlerinin tespiti, günümüz teknolojik araçlarıyla kolaylıkla yapılabilir. Yeter ki Selim Bey gibi gayretli insanlara imkan ve destek sağlansın...

    İsim değişikliği yapılırken Eğret, Fahrettin Paşa'nın bizzat diktirdiği anıttan mülhem, adını Anıtkaya ile değiştirdi. Her yıl Anıtkaya'da, Anıtkaya Şehitliğinde anılan süvarilerin kabri çoğunlukla Olucak'ta olduğu bilinsin. Onların kabirlerine de nişan konulsun ki Türk çocuğu, aziz şehitlerini her yerde dua ve şükranla hatırlasın...