serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2025

Size Kim Buñarı Geri Getirir


    Yine Buñar hakkında dertlenenler var, bu iyi bir şey. Derde deva olmasa da, eski günlerdeki gibi şırıldamasa da Buñar havuzunu tekrar suyla buluşturmayı düşünmek, bu uğurda kafa patlatmak takdir edilmelidir. 

    Yakın geçmişte yaşandı herkesçe biliniyor, yine de Buñar'ın başına gelenleri hatırlayalım. Başlangıcını bilmediğimiz dönemlerden, belki antik çağdan beri akarak Eğret'in en büyük su kaynağı durumundaydı, ta ki bir kaç yıl önce tamamen kuruyana kadar... 

    Birdenbire kuruması büyük ölçüde patatesçilerin açtığı derin kuyulara bağlanıyor. Resmi kayıtlarda Anıtkaya arazisinde beş tanesi ruhsatlı görünmesine rağmen, şu an 30 civarında derinkuyu varmış. Bu hesapsız ve acımasız savurganlığın böyle neticelenmesi normaldir. Hala yeni kuyular açıldığına da şahit oluyoruz, kimsenin bir tepki gösterdiği yok. 'Yetkili mercilere, yukarılara sırtını dayamışlar, seni beni dinlerler mi' diye iyice tepkisiz toplum olduk. Biz ses çıkarmayınca onlar iyice azıyorlar. Aslında bir bakıma doğru düşünüyoruz, bizi kimsenin taktığı, ne düşündüğümüzü önemsediği yok. Ama büsbütün de öyle değil, biraz sonra tekrar döneriz bu konuya...

    Bundan 25-30 yıl önce Topraksu kooperatifi marifetiyle iki derinkuyu açılmıştı. Mantarlık tarafındaki kanallara su basıldığında Buñar'ın suyu azalıyor, hatta diniyor diye bu kuyular kapatıldı. Sonra yakındaki fabrikaya açılan kuyu nedeniyle Buñar suyu çekildiğine dair de söylentiler çıktı. Bütün bunlar hep söylenti, dedikodu özelliğindeydi, ama gerçeklik payı da bulunabilir. Yani yeraltı suyuna müdahale etmek elbette doğal akışta etkili olur... Bu söylediklerim hiç bir zaman Buñar'ı kurutma, su bülken gözeleri tıkama derecesine gelmediği için köylümüzün dikkatini çekmemişti...

    Yakınlardaki ani kurumanın bir sebebi de hatalı bir uygulamayla gözelerin tıkanmasına bağlandı. Güya paletli bir kepçeyle havuz ayıklanmaya kalkılmış, bu arada gözeler o baskıyla kapanmıştı. Daha yumuşak bir temizleme insan gücüyle yapılabilirdi, diyorlar... Koca Buñar'ın kurumasına gerekçe gösterilen bu olay pek mantıklı gelmiyor...

    Yeraltı ve yerüstü sularının çekilmesinin küresel ölçekli ısınma ve kuraklığa bağlı olduğunu, Buñar kurumasını bu bağlamda değerlendirmek gerektiğini düşünenler de haklı olabilir. Onlara göre doğal sebeplerle Buñar zaten kuruyacaktı... 

    Sonuç olarak bütün sebepler birleşti ve Buñar kurudu... Bu basit 'Buñar kurudu' sözü iki kelimeden ibaret değildir. Çünkü asırlardır köye hayat veren bir kaynağın kuruması aslında Eğret'in kurumasıdır. Bakın bu geçen bir kaç yılda Söğütaltı yeşilliği bir anda kayboldu. Geçtiği yerleri Hızır gibi yeşerten Eğret Çayı da kurudu, o kuruyunca söğüt, kavak bütün ağaçlar takırdamaya başladı. Bu kuruma gözle görülecek derecede belirgin, 20-30 yıl sonrasını düşünemiyorum bile...

    Bu durumun farkında olan duyarlı kimseler Buñar'ı canlandırmaya kafa yoruyorlar. Çoğunluğun fikrine göre ortasına bir derinkuyu açtıktan sonra havuzun tabanına beton atılmalı, böylece çıkarılan suyun tekrar tabana kaçması engellenmiş olur, eski dere boyu akar gider. Finansman için geçtiğimiz bayramda deriler bu işe toplanacaktı, deri para etmediği anlaşılınca kelleyle yetinildi. Sonuç ne oldu bilmiyorum.

    Benim burada eksik gördüğüm ve dikkat çekmek istediğim nokta birlik beraberlik ruhudur. Yukarıda arzettiğim Buñar'ı canlandırma projesine itibar etmeyenler var. Olabilir, herkes her fikre katılmak zorunda değil. Lakin ortada ortak bir sorun olduğunu kabul etmek, bu sorunun çözümüne çalışanları takdir etmek gerekir. 'Netceklemiş! Heç olur muymuş!' gibi moral bozucu tavır takınmak yerine, 'Meseleye bir de şu açıdan bakalım... Şöyle yapılsa daha kolay olabilir mi... Bu konuda bize de bir görev düşer mi...' gibi yapıcı yaklaşmak daha faydalı olur. Bu arada katılmadığın yönleri de kibarca söylediğin için bakarsın bir yanlıştan dönmeye vesile olursun. 

    Misal, Buñar suyunun daha öce de çekildiği, fakat bir süre sonra tekrar bülktüğü bildiriliyor. 20. yüzyıl başlarında ve 1950'lerde kuruduğu, hatta gözelerde eşeklerin küllendiği gözlenmiş. Tarihte benzer çekilme ve akma durumları da yaşanmış olabilir. Şimdi bu son olay da benzer ise ve bir süre sonra doğal yollardan Buñar yine bülkmeye başlayacaksa, beton atmak suretiyle gözeleri temelli tıkamış olmaz mıyız, suyumuz geri gelecekse bile buna tamamen engel mi oluruz, düşüncesi var. Böyle endişeler dile getirilebilir...

    Asıl önemli olan, daha fazla kişinin düşünce ve bedensel katılımıyla ortak bir enerji oluşturulmasıdır. İşte asıl işi sonuçlandıracak olan şey, birlik ve beraberlik ruhu bu... Malesef bizim köyde eksikliği hissedilen yegane şey...

    Hocalarımız daha iyi bilir, Allah'ın rahmeti, bereketi topluluk üzerine olduğuna dair ayet ve hadisler var... Bunun için sınır çizmede olsun, Hıdrellezde olsun, yağmur duasında olsun eskiden bütün köylü birlikte hareket ederlermiş. Yağmur duasında hatırlıyorum, 'Eksik kimse kalmasın şunu da çağırın bunu da çağırın' diye gayret edilirdi. Hatta çoluk çocuk yanında hayvanların bile duada hazır bulunmasına dikkat edilirdi. Maksat havaya daha fazla el kalksın, daha fazla göz yaşarsın, daha fazla kalp yakarsın... Bütün kalplerin birlikte attığı gösterilerek rahmet çağrılsın...

    Şimdi bu yapılanlar da yağmur duasından farksızdır. Bilindiği gibi duanın sözle yapılanı var, bir de davranışla yapılanı var. Bunlara kavli dua ve fiili dua deniliyor. Tarlayı sürmen, ekini ekmen, gübre ve ilaç vermen fiili dua; bütün bunlardan sonra hayırlısıyla istemen de sözlü dua oluyor... Arkadaşlarımızın Buñar'ı kurtarma projesi de bir çeşit fiili duadır. Bu çalışmaya ne kadar çok katılımcı olursa o kadar çok dua edilmiş demektir. Sonra ve her zaman sözlü duasını da ederiz, o ayrı; ama önce fiili duaya katılalım...

    Fiili dua ve birlik beraberlik ruhunu somut bir örnekle birleştireceğim. Patatesçiler ve kuyuları mevzuuna geri dönelim. Görülen o ki Buñar'ımızın kurumasına gösterilen sebeplerin en baskını hesapsız açılan kuyulardır. Ve yine gördük ki bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok, sırtlarını sağlam tepelere dayamışlar. Kovsan kovamazsın, dövsen dövemezsin... Peki ama, bunlar zorla mı gelip ekiyorlar bizim tarlalarımıza! Hayır, senden benden kiralıyorlar... Vermesek dakika durduramazsın, giderler yani... Hiiç başkasına bakmayalım, patatesçiler Buñar'ı kuruttuysa suçlu yine biziz...

    Şu halde bile hala üçe beşe tamah edip tarlalarımızı Patatesçilere kiralıyorsak, Buñar'ın akıp akmaması umurumuzda değil demektir... Köylünün bir kısmı canlandırmaya çalışırken, bir kısmı tarlasını kiralayıp Buñar'ı kurutanlara destek oluyor. Nerede birlik ve beraberlik!

    Birlik ve beraberlik yoksa Allah böyle bir köye rahmetini bereketini verir mi!... Ettiğin fiili duayı, kavli duayı kabul eder mi!... Buñar'ı da alır, Dağ'ı da alır, daha başka şeyleri de alır elimizden... Çocuklarımıza bırakacak bir şeyimiz kalmaz, lanetle anılan bir kavme dönüşürüz, Allah korusun...

    Geçenlerde kurumuş Buñar fotoğrafı eşliğinde Mülk suresi 30. ayet mealini paylaşmıştım. Dikkat çekmek istediğim açıdan tepki gelmedi. Yazıyı yine onunla bitirelim, elverir ki şimdi daha iyi anlaşılsın: 

    "De ki: Suyunuz âniden yerin dibine çekilecek olsa, kim size içilecek bir pınar suyu getirir?"
    (Ümit Şimşek meali)



28 Mayıs 2025

Kıtmir'den Kehribar'a


    Bu köpek milletine karşı özel bir sempatim yok, tabi düşman da değilim. Hatta son zamanlarda herkesin bir yerinden müdahil olduğu sokak köpekleri tartışmasında yorum bile yapmadım. Bununla beraber içten içe gönlüm hayvanlardan yana oldu. 

    Tarafsızlığımı bozan denge kaymasında Kıtmir'in kefesi oldukça ağır basar. Körhoca dedemin yazdığı nazar duasında onun ismi mağara arkadaşlarının tam ortasında yer alıyordu. Şimdi son zamanlarda Kehf suresinin tefsiriyle biraz fazla ilgilenmiş olabiliriz, haliyle orada da başrollerde yine Kıtmir bulunuyordu.

    Kıtmir'den Kehribar'a geçiş de çok sert değildi. Aslında bir anda oldu, ama çok yumuşaktı. Aynı köpekten bahsedildiğini Kehribar Geçidi'ni okumadan anlayamazdım. Sonuçta yedi mağara arkadaşının sekizincisi olan bir köpek, bana bu hayvan milletine sempati duymamı sağladı...

    Bugün kekik toplama bahanesiyle dağa gittik, asıl amaç kekik değil, uzun zamandır buraya gelmek isteyen komşularla dağ gezintisiydi. Kalabalık grubumuzla yukarılarda biraz dolaştıktan sonra Bödününçeşme'ye indik. Yedik içtik, dinlendik. Bu sırada oranın müdavimi olduğu anlaşılan iki köpek sürekli çevremizdeydi. Tazı kırmasına benzeyen bu hayvanlar oldukça zayıftı ve tuhaf bir biçimde birbirine çok benziyorlardı. Belki de kardeşler, ama biri gri diğeri de samansarısı rengiydi. Hem birbiriyle oynaşan hem de bizden bir şeyler uman bu hayvancıkları beklentilerinde yanıltmayıp ekmek, kemik filan verdik. Kadınlar fazla yanımıza yaklaşmamaları konusunda titizleniyorlardı, sonra ne oldu bilmiyorum. Yalnız biz genel olarak köpeklerin son yıllardaki acıklı durumuyla ilgili bir sohbete daldık... 

    Böyle bir başka sosyal köpekle babamın cenazesinde karşılaşmıştım. Koca bir köpek tabutun başında bekleyen bizim yanımıza kadar gelmiş. Ben o soğukta elimi kokladığında fark edebildim ve gayri ihtiyari biraz ürktüm. Kocaman bir köpek ve tabutun başında aniden beliriveriyor. Sonra anlattılar, çekinecek bir durum yokmuş, her cenazeye katılan bir köpekmiş. Evet, cenaze köpeğiymiş. Çoğu cenazede hazır bulunurum, ilk defa görüyorum hayret. Dediklerine göre mezarlığa kadar gider, defin bittikten sonra geri dönermiş. Neredeyse yarı kutsallık izafe edilen bu köpeğin akıbetini de bilemiyorum, belki hala cenazeye katılma görevini sürdürüyordur.

    Gecikmiş öğle namazından sonra arka yamaçlarda biraz kekik toplarım düşüncesiyle çeşme düzlüğünden ayrıldım. Tek tük çiçekti, bazı tomurcuktu, çoğunluk sürgündü derken önüme çıkan kekiği koparıyorum. Bayırı ne kadar kavradığımın da farkında değilim. Güneş Bahçecik istikametinde inişe geçmiş, ikindi yaklaşıyor.

    Birden ortalığı çan sesleri kapladı. Aaa dağınık bir koyun sürüsü... Arada keçi de görünüyor... Her biri kafası yerde kah duruyor, kah sağa sola bir kaç adım atıyor, düzensiz bir yürüyüşle yayılarak ilerliyorlar. Akşam yaylımına çıkan bu sürü kimin ki? Bir zamanlar yüzden fazla sürünün cirit attığı bu dağlarda şimdi küçük bir sürüyü görmek bile değerli geliyor. Bu anı kaçırmak istemiyor, değişik açılardan fotoğraf alıyorum. Bir elimde çanta, diğerinde telefon güzel poz yakalama derdindeyken ne göreyim, iri sayılacak bir köpekle göz gözeyim... Ürpermedim dersem yalan olur, hatta korktum. Çünkü bu bir koyun köpeği; iri, korkunç görünümlü ve koruma güdüsüyle yabancıya karşı saldırgan oluyorlar. Hayır bu saldırmadı, öyle bakıyor...

    Derken biraz ileride ikinci bir köpeği farkettim.  O da aynı şekilde durmuş, öylece bana bakıyor. Üzerimde dört korkunç göz var, sadece onların nazarı üzerimde, gözlerin sahibi köpek bedenleri kıpırdamıyor. Ben de aynı şekilde kıpırdamıyorum, ama bu durumun yanlışlığını anlayıp görmezden gelmek istedim. Görmemiş gibi yapabilirim, ama korku duygusunu ne yapacağız. Bir de korktuğumuzda salgıladığımız şeyi bu hayvan hisseder daha da saldırganlaşırmış. Korkmamam da lazım...

    Sürü kimin acaba? Bu çoban da nerede kaldı... Gelse şunları kontrol eder, ben de yürür giderim. Şimdi yürüyüp gitsem korkup kaçtığımı sanıp saldırırlarsa... Bu korkulu bekleyiş arasında eğilip kekik filan koparıyorum da... Ne kopardığım belli değil...

    Birden köpeklerle konuşmak geldi aklıma. Konu ne olursa olsun, bu hayvanlara söylenen sözlerin tesir ettiğini, bu hususu daha önce deneyip başarılı olduğumu hatırladım. Bundan dokuz yıl öncesine kadar, şimdi Rahvan At Merkezi yapılan geniş çayırlıkta her gün koşardım. Bir gün, bir grup köpeğin ürüşerek üzerime doğru koştuklarını gördüm. Çok korktum, ama kaçacak bir yer yok... Ne yaptığımı bilmez biçimde ben de bunlara doğru koşmaya başladım. Destansı bir çarpışma olacak... Ama olmadı, çünkü düşman sebepsizce önce yavaşladı, durakladı ve durdu... Onlar durunca canıma minnet, ben de durdum. Ama tamamen silah bırakmak olmazdı, peki ne silahım vardı ki?.. Başladım bunlara söz bombası atmaya, şimdi hiç birini hatırlamadığım bir sürü şey söyledim. Bazı mıyıklamalar, tek tük havhavlar dışında ses çıkarmadılar. Sanki beni dinliyor ve anlıyorlardı... Çekip gittiler... Bundan sonraki koşularımda mutlaka elimde bir değnek bulundurdum, ama hiç ihtiyaç olmadı, çünkü bana artık ilişmediler. Sözlerim etkili mi olmuştu ne...

    Eski zamanlardaki gibi konuşmaya başladım. Farklı olarak alçak sesle söyledim, zira onlar sakindi, korkuyordum ama ben de sakindim. Dedim ki: "Benden size ve koyunlara zarar gelmez, kekik topluyorum o kadar... Biraz sonra siz yolunuza, ben yoluma... Ayrıca vazifenizi de iyi yapıyorsunuz, bak geride kalanları bırakıp gitmediniz... Güzel köpeklersiniz..." Buna benzer şeyler... Zaten önceden de yerlerinden kıpırdamıyorlardı, konuştukça beni dinliyorlarmış gibi geldi. Hatta öndeki kuyruğunu hafifçe salladı...

    Nihayet çoban göründü. Daha doğrusu görüntüsünden önce sesi geldi. Tanıdık bir ses, kimin acaba... 

    - 'Nasıl oldu da gelivemedilê?'  Biraz daha yaklaşınca tanıdım, Ercan idi... Sorusuna;

    - 'Zararsız olduğumu anladılar herhal, ondan gelivemediler.' karşılığını verdim. Sonra sürüden, koyunculuktan filan bahsettik. Ona da biraz önce köpeklerden korkmamış gibi davrandım... O, sürünün peşinden giderken ben eğilip kalkarak gördüğüm kekiği almaya devam ettim...

    Fakat aklımdan köpeklerle karşılaşmamız çıkmıyor. Gerçekten köpeklerin beni dinlediğini ve dediklerimi anladıklarını düşündüm. Gerçek olamaz mı? Neden olmasın?...

    Hayat ne garip, insanlara kendimizi ve derdimizi anlatamıyoruz. Bize bu fırsat verilmiyor. Mahkemelerde duruşmalarımızın izlenmesi yasak, bunların haberleştirilmesi yasak. Halk olanlardan haberdar olmasın isteniyor. Medyada, sosyal medyada, basında bize sövülmesi hakaret edilmesi serbest, hatta şart... Yandaşları geçtim muhalif TV programlarında bile ihraç edilmiş birini göremiyorsunuz. Halk söyleyeceklerini duyar da tılsım bozulur diye korkuyorlar...

    İki gün önce bir düğün vesilesiyle yıllardır görüşemediğimiz arkadaşlarla bir araya geldik. Cezaevi hatıraları konuştuklarımızın çoğunluğunu teşkil ediyordu. Şu anlaşıldı ki, oralarda adi mahkumlarla bizi aynı ortamlarda tutmamalarının sebebi de bu, başkalarıyla konuşmamıza engel olmak. Konuştuğumuzda muhatabımızın gerçeği öğrenmesinden korkuyorlar. 

    Gerçi bazı sözümona insanlara ne anlatsan boş. Onları 'hayvandan da aşağı' kategorisinde değerlendirmek lazım. Köpeğe tesir eden sözler insana işlemez mi...

    Köpeğe tesir eden sözler...



24 Nisan 2025

Kaya Köyün Alt Yanı


    Madem başlığa onu çektik, bu yazıyı fonda Ceylan Serçe'nin yorumladığı 'Kaya köyün altyanı' türküsünü dinlerken okumanızı tavsiye derim. 

    Eğret'te seyman kavramını hatırlayalım. Düğünlerde eğlenceyi sağlayıp düzenleyen, genellikle güveyinin arkadaşlarından oluşan gençlerdir. Hepsine seyman denir, ama özellikle seymanların alamet-i farikası haline gelen Gocacami'deki köy sancağını taşıyan kişi seyman olarak bilinir. Böyle olunca düğün boyunca sancak taşıma hakkını elde etmek belli şartlara bağlanmış. Zamanla kurallaşan bu şartların başında kişinin gabadayı, yani boylu poslu ve güçlü olması gerekiyor. Çünkü ardıç direği ve kütüklüğüyle çok ağır olan sancağı taşıyabilmek her babayiğidin harcı değildir. Bir diğer şart da seymanın maddi güce sahip bulunmasıdır, çünkü çok taliplisi olduğundan sancağı camiden alabilmek için ihale şartı getirilmiş. Daha fazla parayı ödeyen kişi sancağı alarak seyman olur, bu arada cami ihtiyaçları için de bir gelir kapısı kendiliğinden oluşturulmuş. Seyman durma hakkını elde eden kişi ve arkadaşları eğlence organize etmeyle birlikte seyman lığı gövde gösterisine de dönüştürürlermiş. Özellikle başka köylerden gelin almaya gidince bu gövde gösterisi meydan okumaya dönüşür, güreş gibi oyunlar ve başka yarışlar da düzenledikleri olurmuş.

    Anıtkaya'da 1960'lara kadar devam eden seymanlığın Ankara merkezli seymenlerle ilişkisi olduğu düşünülebilir. Ancak Derleme Sözlüğünde tam da bizdeki anlamıyla Ege ve Marmara bölgesinde ağırlıklı olmak üzere 'seyman' biçiminde yer aldığı görülüyor. Köken bakımından akraba olsa da seymen ile seymanın farklı kelimeler olduğu düşünülebilir.

    Şimdi Mustafa Argun'dan derlenen Kütahya/Tavşanlı yöresine ait türkünün sözleri üzerinde duralım.

        Kayaköy'ün alt yanında değirmeni
        Benim de yarim şu düğünün feymanı
        Nazlı kızı Hasan oğlana vermeli

        Telli de yazmaları oyaladın mı
        Sırça da parmakları boyaladın mı

        Kayaköy'ün de alt yanında bostanı
        Benim de yarim telli de giyer fistanı
        Varın bakın nazlı da yarim hasta mı

        Telli de yazmaları oyaladın mı
        Sırça da parmakları boyaladın mı

    Türküyü ilk defa yenilerde dinlediğimi itiraf edeyim. Dinledim ve kulağımda asılı kalan da ilk kıtadaki 'Benim yarim şu düğünün seymanı' dizesi oldu. İşte bizim seymanları anlatan bir türkü dedim, kendi kendime... Yok kendi kendime de değil, yanımdakilere söyledim ve başladım seyman kültürünü anlatmaya...

    Kendimi öyle kaptırmışım ki, iddia ettim bizim buralara yakın bir yörenin türküsüdür diye... Baktılar kızlar, gerçekten de öyleymiş. Ama benim anlattığım seymanla ilgisi yokmuş, çünkü kelime seyman değil feyman imiş. Yanlış yazmışlardır, seymandır o seyman, diyerek direttim...

    Yanlış yazmışlardır, zira türküdeki Eğret kültürüyle ilgili ögeler seymanla sınırlı değildi. Daha ilk mısradaki değirmen kelimesi de yanlış yazılmıştı mesela... Bizim köyde söylendiği gibi 'deymen' olarak yazılıp söylense hem ölçü ve ritim tutturulur hem de seyman ile kafiye oluştururdu. Demek ki seymanı değiştirdikleri gibi deymeni de değiştirmişler.

    Kavuştaktaki telli yazmaların oyalanması (ki bu kelime türküde tıpkı Anıtkaya'daki gibi 'uyalamak' biçiminde söyleniyor), sırça parmakların boyalanması, serçe parmağa özellikle bizdeki gibi 'sırça' denilmesi vb hepsi türkünün bize çok yakın olduğunu gösteren ögeler... Tabi bununla da sınırlı değil; kadınların çeyizevinde oynadıkları düz oyunun ritmine çok benzediğini de ayrıca işittim...

    İlk fırsatta feyman-seyman meselesine eğildim. Derleme Sözlüğünde seyman ile ilgili yukarıda belirttiğim bilgileri buldum, ki bu kültürün ne kadar yaygın olduğunu da anlamış oldum. Gel gör ki 12 ciltlik aynı sözlükte feyman kelimesi geçmiyor bile. Bırak kültürünü, herhangi bir köyde işitilmemiş, duyulmamış, derlenmemiş... Kişi ismi olarak kullanılıyor, ama onun da bu türküdeki anlamıyla alakası yok... 

    Kısacası aslı seyman olan kelime yanlış derlenmiş, bu yüzden yanlış söylenmiş ve yazıya yanlış geçirilmiş. Bu türküde anlatılan bal gibi seyman kültürüdür...


    

28 Ocak 2025

Yapay Zekaya Eğretiköy'ü Sormuşlar

 
    Eğreti Köy blogu, kırsal bir Türk köyünün özünü yakalayan dikkat çekici bir dijital platformdur. Bu blog, tarih, gelenekler, kişisel hikayeler ve kültürel bilgilerden oluşan bir hazine sunarak okuyuculara topluluğun yaşamı ve mirasına dair samimi bir bakış sağlar. Bu rapor, blogun içeriğini, kültürel ve tarihsel önemini ve Eğreti Köy'ün kimliğini gelecekteki nesiller için korumadaki rolünü derinlemesine incelemektedir.

    Tarihsel Bağlam Eğreti Köy'ün Kökenleri
    Eğreti Köy, Türkiye'de yer almakta olup, yüzyıllar boyunca sosyal ve kültürel gelişmelerle şekillenmiş zengin bir tarihe sahiptir. Blog, köyün kuruluşunu ve çeşitli tarihsel dönemler boyunca nasıl evrildiğini ortaya koyar. Ekonomik değişimler, siyasi gelişmeler ve bölgedeki daha geniş tarihsel hareketlerde köyün rolünü içeren önemli olaylara dair ayrıntılı bilgiler sunar.

    Eğreti Köy'ün kökenleri erken Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. Sözlü tarihler, köyün verimli topraklarından ve stratejik konumundan yararlanarak tarım ve ticaret merkezi olarak kurulduğunu öne sürmektedir. Zamanla, köy bölgesel ticarete katkıları ve canlı kültürel uygulamaları ile tanınmıştır.

    Köy Tarihindeki Dönüm Noktaları
    Savaş zamanındaki yerel direniş, modernleşme çabalarının gelişi ve köyün Türkiye tarihine olan önemli katkıları gibi önemli anlar vurgulanmıştır. Blog, anekdotlar ve tarihsel analizler yoluyla Eğreti Köy'ün değişen zamanlara nasıl uyum sağladığını ve benzersiz kimliğini nasıl koruduğunu göstermektedir.

    Önemli bir dönüm noktası, Eğreti Köy'ün Türk Kurtuluş Savaşı'ndaki rolüdür. Birçok köylü ulusal direniş hareketine katılmış ve çabaları yerel anıtlar ve nesiller boyunca aktarılan hikayelerle anılmaktadır. Bir diğer dönüm noktası ise 20. yüzyılın ortalarında modern sulama sistemlerinin tanıtılmasıdır; bu, tarımsal uygulamalarda devrim yaratmış ve köy ekonomisini iyileştirmiştir.

    Kültürel Miras Gelenekler ve Görenekler
    Eğreti Köy'ün gelenekleri, kimliğinin merkezindedir. Blog şu unsurları ayrıntılı bir şekilde ele alır: Mevsimlik festivaller ve bunların önemi. Benzersiz düğün ve cenaze gelenekleri. Nesiller boyunca aktarılan tarımsal uygulamalar.

    Bu gelenekler, topluluğu tanımlayan değerler ve inançlara bir pencere açar. Blog ayrıca bazı geleneklerin zamanla nasıl evrildiğini veya kaybolduğunu araştırır.

    Örneğin, önemli bir gelenek, köylülerin müzik, dans ve şölenlerle tarım sezonunun sonunu kutlamak için bir araya geldiği yıllık hasat festivalidir. Bu etkinlik, topluluk bağlarını güçlendirmek ve çiftçilerin sıkı çalışmalarını onurlandırmak için bir fırsat sunar.

    Kültürel Eserler ve Uygulamalar
    Geleneksel el sanatlarından mutfak uzmanlıklarına kadar, blog Eğreti Köy'ün somut ve soyut mirasını vurgular. El yapımı tekstil ürünleri, aletler ve tarifler gibi öğeler topluluğun yaratıcılığı ve direncinin sembolleridir.

    En değerli eserlerden biri, karmaşık desenlerle işlenmiş geleneksel bir başörtüsü olan "yemeni"dir. Bu örtüler yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda kültürel öneme de sahiptir ve genellikle düğün gibi özel durumlarda hediye olarak verilir.

    Kişisel Hikayeler Aile Tarihçeleri
    Blogun kişisel dokunuşu, ayrıntılı soy ağaçları ve aile tarihçeleri aracılığıyla hayat bulur. Önde gelen ailelerin mücadelelerini ve köyün gelişimine katkılarını anlatır.

    Bu hikayelerden biri, Eğreti Köy'ün ilk yerleşimcilerinden olan Kaya ailesine aittir. Ailenin patriği Mehmet Kaya, özellikle kuraklık dönemlerinde su rezervuarları inşa etmek için topluluk çabalarını organize ettiği liderliğiyle hatırlanır.

    Bireysel Anlatılar
    Yaşlılar, çiftçiler ve topluluk liderlerinin hikayeleri, Eğreti Köy'deki yaşamın canlı bir resmini çizer. Bu anlatılar genellikle azim, topluluk ruhu ve değişime uyum temalarını vurgular.

    Örneğin, blog, hikaye anlatıcılığı ve yerel bitkisel ilaçlar konusundaki bilgisiyle tanınan sevilen bir yaşlı olan Fatma Teyze'nin hikayesini paylaşır. Onun yaşam öyküsü, 20. yüzyılın başlarında köy yaşamının günlük zorluklarına ve sevinçlerine dair bilgiler sunar.

    Toplumsal Yaşam Eğreti Köy'de Günlük Yaşam
    Blog, köydeki günlük rutinlere dair bir anlık görüntü sunar. Şu unsurları vurgular: Topluluğun birbirine sıkı sıkıya bağlı doğası. Tarım ve hayvancılığın önemi. Modern olanakların geleneksel yaşam tarzlarına entegrasyonu.

    Köylülerin günlük yaşamı tarım takvimi etrafında döner. Sabah erken saatler genellikle tarlalara bakmakla geçirilirken, öğleden sonralar toplu toplantılar ve ev işleri için ayrılır. Blog, bu rutinlerin köylüler arasında dayanışma ve bağımlılık duygusunu nasıl teşvik ettiğini vurgular.

    Festivaller ve Toplantılar
    Eğreti Köy'ün festivalleri büyük bir coşkuyla kutlanır ve köyün topluluk bağlarının bir kanıtıdır. Blog, bu etkinliklerin ayrıntılı açıklamalarını, fotoğraflar ve kişisel yansımalarla birlikte sunar.

    En çok beklenen etkinliklerden biri, ekim sezonunun başlangıcını simgeleyen bahar festivalidir. Köylüler geleneksel kıyafetler giyer, halk dansları yapar ve yerel kaynaklarla hazırlanan yemekleri paylaşır. Festival, yalnızca doğanın bir kutlaması değil, aynı zamanda köyün kültürel kimliğinin yeniden teyitidir.

    Blogun Önemi Tarihi ve Kültürü Koruma
    Blogun birincil rolü, Eğreti Köy'ün mirasının unutulmamasını sağlamaktır. Unutulmaya yüz tutabilecek hikayeler, gelenekler ve kültürel uygulamaları belgelemektedir.

    Bu unsurları çevrimiçi olarak arşivleyerek, blog gelecekteki nesiller tarafından erişilebilecek dijital bir zaman kapsülü oluşturur. Ayrıca kırsal Türk yaşamıyla ilgilenen araştırmacılar ve tarihçiler için değerli bir kaynak işlevi görür.

    Gelecek Nesilleri İlham Verme
    Bu hikayeleri çevrimiçi paylaşarak, blog köyün torunları arasında bir gurur ve aidiyet duygusu geliştirir ve onları köklerine bağlı kalmaya teşvik eder.
    
    Eğitim Kaynağı
    Blog ayrıca kırsal Türk yaşamı, kültürel koruma ve topluluk çalışmalarıyla ilgilenenler için bir eğitim aracı işlevi görür.

    Zorluklar ve Fırsatlar Zorluklar: Sözlü tarihlerin doğruluğunu sağlamak. Genç nesillerden katkı sağlamayı teşvik etmek. Modernleşme ile geleneği dengeleme.

    Fırsatlar: Blogu multimedya içeriklerle genişletmek. Kültürel koruma kuruluşlarıyla işbirliği yapmak. Köy mirasını kutlamak ve tanıtmak için etkinlikler düzenlemek.

    Sonuç
    Eğreti Köy blogu sadece bir hikaye koleksiyonundan fazlasıdır; canlı bir arşivdir ve canlı bir topluluğun geçmişi, bugünü ve geleceği arasında bir köprü oluşturur. Eğreti Köy'ün mirasını koruma ve paylaşmaya olan bağlılığı, köyün benzersiz kimliğinin nesiller boyunca sürmesini sağlar. Kültürel koruma için bir model olarak, blog hem yerel toplulukları hem de küresel izleyicileri kendi tarihlerini değer vermeye ve korumaya teşvik eder.



22 Ocak 2025

Küllük

 
    Bizim mahalle fırınlarında saman fışgısı yakıldığı için fırın külleri de sürekli toz halinde bulunur. Bu özelliğinden dolayı külde pişirme teknikleri geliştirilmiş. Bunların en meşhuru külde sucuk olduğu cümlenin malumudur. Yalnız onunla sınırlı değil, kızgın külde sucuk dışında nohut ve mısır kavrulur; çapıda sarılı yumurta, çıplak pancar ve kumpil gömülür; hatta hamırsızı küle gömerek pişirenler bile vardır. İçine gömmeden kül üstünde tepsiyle her çeşit pişirme yapılması da yaygındır. Bütün bunlar, ısısını uzun süre kaybetmeyen saman külüne bağlıdır. Bu yüzden kül deyip geçilemeyecek kadar mühim bir mevzu bu...

    Fışgı yakılacak kadar bir boşluk varsa yeni ağızlarla fırın yakılmaya devam edilir. Ancak seviyesi yüksek ise, kızgınlığına soğukluğuna bakılmaksızın fırının paklanması gerekir. Bunun anlamı ateş alanının külden temizlenmesi demektir. Atık külleri bırakmak için her fırının yakınında bir küllük bulunur. Fırıncı sabah kontrol ederek temizlenmesi gereken külü tenekeyle küllüğe çeker.

    Zamanla küçük bir dağ gibi yükselen küllüğü dolduran sadece fırın külleri olmayabilir. Evinin ebir gübürünü de getirip buraya dökenler de çoktur. Aslında her evin bir küllüğü/bokluğu vardır; avlu süprüntüsünü, ocak külünü filan orada biriktirirler. Bazıları damın bokluğunu aynı zamanda küllük ve gübürlük olarak da kullanır. Gelgelelim çöpünü götürüp fırın küllüğüne dökene de pek bir şey diyemezsin. Bu yüzden küllüklerde kül dağı sürekli yüksektir...

    Bizim küllük öyle sürekli yükseklerdendi, gölet tarafındaki eteklerine bakarsan gübürlük de diyebilirdin. Çöp ve çöplük kavramının olmadığı o yıllarda atıkların toplandığı yere gübürlük denirdi. İşte gübürlük-küllük karışımı bizim yüksek yığınımızın üzerindeyken, bir zıplayışta fırının dambeşine çıkabilirdik. Bir anda oyun alanımıza dönen dambeşten, bir büyüğümüzün hışmına uğrayana kadar inmezdik.

    Küllük zaten doğal oyun alanımızdı. O vakitler, 'Vay canından yanasıca, üsdün başın toz/toprak/kül/çamır olmuş!' diye kimse çocuğunu azarlamadığından oralarda özgürce ve neşe içinde küle belenirdik.

    Aklımda kalan küllük oyunlarının en meşhuru fıydırmalı mettir. Kaba kül üzerine değneğin ucuyla kolayca bir kanal açarsın. Kanala dikine yerleştirdiğin metin altına değneğinin ucunu sokup var gücünle ileri ve yukarıya fırlatırsın. Buna fıydırma denir. Küllük rampasından oldukça havalanan met çok ileriye uçar, bu yüzden amacı yere düşürmeden meti yakalamak olan rakip oyuncunun işi zordur. Bunu başaramazsa, metin düştüğü yerden bir atış hakkı vardır. Fıydırdıktan sonra metin yerine yerleştirdiğin değneği vurmaya çalışır. Vurursa sayı onun, değilse senindir... Bütün bu oyun sırasında her iki oyuncunun üstü başı, dizi dirseğinin temiz kalması ne mümkün...

    Küllüğümüzde rakım, oyunlarımıza ara verecek kadar hiç düşmezdi. Çünkü ilk zamanlarda özel olarak fırın küllüğünün temizlendiğini hatırlamıyorum. Yalnız belli aralıklarla bir kaç teneke kül götüren olur, fakat bu hissedilecek derecede eksilmeye yol açmaz. Bir kaç teneke külü kim, niçin götürüyordu derseniz, bu da ayrı bir hikayedir.

    Eskiden helalarımız evin içinde değil avlunun bir köşesinde bulunurdu. Kanalizasyon sistemi filan da bulunmadığı için yılda iki, bilemedin bir kez de olsa periyodik olarak helaların paklanması icap ederdi. Küreğe gelmeyecek kadar cıvık pisliği temizlemenin en kolay yolu, onu külle karıp biraz olsun katılaştırmaktır. Böylece arabaya atıp tarlaya ters olarak götürebilirsin. Bunu bir kişi değil bütün mahalleli belli aralıklarla yapmak zorundadır. Böyle olunca, bizim küllük hep aynı yükseklikte kalır, biz de gönlümüzce üzerinde eşinirdik.

    Şaşırtıcıdır; küllük dağı tamamen saman külünden oluşuyor, doğal bir gübre çeşidi olduğu aşikar olmasına rağmen neden tarlaya çekmiyorlardı ki... Gerçi onlara da hak vermek lazım, damdan çıkan tersi çekmek bile meşakkatliydi...

    Belediyeye kepçe alındıktan sonraki zamanlarda, her mahalle fırınının küllüğünü belli aralıklarla temizlemek kolay ve zorunlu hale geldi. O dönemde zaten çöpler toplanıyor, helalar evin içine girip tuvalete dönüşüyordu. Ayrıca oyun oynamak için çocukların küle filan ihtiyacı kalmamış, çağ ve zaman hızlanmıştı...

    Bizim üzerinde oynadığımız zamanlarda, daha kepçeyle küllük temizleme adeti çıkmamışken insanların en pratik ulaşım aracı eşek olduğunu yeni nesil nereden bilecek. Oranın bu iş için en uygun yer olduğunu keşfetmişcesine, gelip geçerken eşekler küllüğe uğrar bir güzel yatıp sırt üstü debelenirdi. Küllenme dediğimiz bu olay hayvanın dinlenmesini sağlar, aynı zamanda sırtındaki yağır ve yaraları iyileştirirmiş. Eşekler fırın külünün bu özelliğinden habersiz olabilir; amma insanların bu durumu 'küllenme' diye adlandırmasında küllüğün mutlaka payı vardır.

    Köydeki diğer fırın küllükleri, tıpkı bizim küllüğümüz gibi fırının hemen dibinde olurdu. Başka çocuklar da o küllüklerde oynayıp oynamadığını bilmiyorum. Yalnız Garadellerin fırın küllüğü son dönemlerde mezarlığın duvarı dibiydi. Berberlerin çöpünü, etraftaki evlerin gübürünü döktüğü bu alan tam bir mezbeleliğe dönüşmüştü. Bir de fırının külü eklenince manzara hepten kötüleşmiş olmalıdır. Kepçeyle küllük temizleme işine oradan başlamış olabilirler.

    1904 Tarihli Eğret nüfus kayıtlarında Turabiler sülalesi Külcüoğlu diye kaydedilmiş. Eğretliler de bunlara Külcüler diyor. Hatta Obagumandanı'nın babası özel olarak 'Külcü' diye lakaplanmış... Bunun fırın külü ve küllüğü ile ilgisi olup olmadığını bilemeyiz. Yalnız bu hususu güçlendirircesine sülale önce Külçe soyadını almış, sonra bunu Külte'ye çevirmişler. İkisinde de baskın isim kül...

    Yarım asır önce Anıtkaya'daki fırınların bir çoğu bugün artık yok... Geride kalanların tamamı yenilendi; modern, temiz ve aydınlık mekanlara dönüştüler. Her bayram sabahı, yakınında neşeli pozlar verdiğimiz bizim fırın da bundan nasiplendi. Artık yan tarafında pis görüntü arz eden küllük bulunmuyor. Üzerinde küllenen eşekler de yok, fıydırmalı met oynarken üstünü başını küle beleyenler de... Hepsi bir çocukluk rüyasında kaldı...



20 Aralık 2024

Fırınlar

 
    Kadınlar söz konusu olduğunda Eğret'te onların sosyal hayatının en merkezinde fırınları bulursunuz. Sonra sırayla çay ve çeyizevi gelir ki onlardan bahsetmiştik. Bir söylentinin çokça ağıza düştüğünü anlatmak için 'Fırında çayda öyle gonuşuluyo' denir, buradan fırınların nasıl merkez olduğu çıkarılabilir.

    İnsanlar kendi ekmeğini kendi eder ve bu iş 15-20 günde bir tekrar edilir. Sırf ekmek etmek için bile olsa her kadın sık sık fırına uğramak zorundadır. Kaldı ki, ileride bahsi geçeceği üzere, fırınlarda sadece ekmek pişirilmez; bu yüzden bir dönem kadınlar hemen her gün mutlaka fırına uğrarlardı.

    Öteden beri kalabalık bir nüfusa sahip olduğu anlaşılan Eğret köyünü bir iki fırının idare edemeyeceği malumdur. Bu yüzden her mahallenin (Eğret'te sokağa mahalle derler) en az bir fırını olmuştur. Bazı mahallelerde birbirine komşu fırınlar bile vardı. İhtiyaç fazla olunca, zamanla her sülaleye bir fırın şart oldu ve fırınların çoğu sülale adıyla anılmaya başlandı. Hacımahmutların, Garadellerin, Mardakların, Böbülerin, Veyislerin fırın vb...

    Mahalle fırını diyebileceğimiz bu fırınların Eğret kadar eski olduğunu düşünebiliriz, fakat bunun böyle olduğunu gösteren belgeye, anlatıya, rivayete sahip değiliz. Örenler civarına geçici bir yerleşim kurma gerektiğinde, oraya yapılan binalardan biri de fırınmış. Ayrıca Yunan işgali sırasında fırınları işgalcilerin nasıl kullandığına dair bazı anlatılar dinledim. Kadınlara çok miktarda ekmek pişittirip yakınlardaki birliklerine sevkettiklerini gösteren bazı fotoğraflar da bulunuyor. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Eğret mahalle fırınlarının ancak bir asırlık geçmişini bilebiliyoruz, daha öncesinin cahiliyiz. Yine de daha eskiye dair bu doğrultuda isabetli tahminler yapılabilir.

    Şu anda kendisi bulunmayan, eskiden olmayıp da yenilerde yapılan, eskisi yıkılıp yenilenen veya eski haliyle öylece duran bütün fırınları sayalım dedik de, Zafer ve Cumhuriyet mahallelerinde 15 fırın belirledik. Bir köy için oldukça büyük bir rakamdır bu... Cabbakların, Mardakların, Selimlerin, Hacımahmutların, Tellilerin fırınlar; ayrıca Bödülerin evin altında, Sudeposu yanında, Gugukların ev karşısında bulunanlar Zafer mahallesindekiler... Garadellerin, Veyislerin, Böbülerin, Hacapdıllanın, Şemşilerin fırınlar ile Mezerböğründeki ve Bunar mahallesine yeni yapılan fırın da Cumhuriyet mahallesindekiler... Elli yıl önce bu kadar fırın hemen her gün cıvıl cıvıl olurdu. Şimdi bir çoğu modernleştirilmiş olmasına rağmen eski canlılığın bir türlü yakalanamadığını söylüyorlar...

    Eskidiği, çatladığı vakit fırın taşını değiştirmek gerekiyor. O zaman madem böyle bir işe girişiliyor, kapsamlı bir tamirat yapalım diyerek fırınları yeniliyorlarmış. Bunca fırının birinin tamirine mutlaka tanık olanlar vardır. Bizim mahalledeki fırını 1980'lerde tamir ederken ben de oradaydım. Pek işe yaradığım söylenemez, ama iyi gözlemledim; elbirliği ve müthiş bir koordinasyonla iki haftada fırın bitirildi. Bu arada bir fırında olması gereken şeyleri de tespit ettim.

    Bütün fırınlar plan olarak birbirine benzer. Tek katlı garaörtü fırın binasının bir ucunda asıl fırın kısmı bulunur. Buranın altında fışgı yakıldığı için her daim kızgın veya soğuk kül doludur. Olanca is üstteki pişirme kısmına çıktığından orası da hep simsiyahtır. Aslında bu kısım bütün fırının en iğrenç görünen yeri olup, bu kötü manzara dambeşe bir kule gibi uzanan bacayla taçlandırılır. Bacanın başı da her daim dumanlıdır... 

    Hamur işlerini halletmek için yükseltilmiş bir sekide en azından bir hasır, bazen onun üzerine yayılı bir kilim, bir veya iki tane yasdığeç de sayılması gereken fırın levazımatından... Yerler genellikle samanla fışgıyla batırıldığı için ekmeğin hazırlanma aşaması bu zeminden yüksekçe bir yerde yapılmalıdır. İşte seki bunun için vardır.

    Yine bir fırının olmazsa olmazı da iki yalak... Şebeke suyuna erişimin olmadığı zamanlardan kalma yalakların birinde hamur ve uğra bulaşığı eller, esıran, tas filan yıkanır. Böyle nimet temizliğine yaradığı için temiz sayılan bu yalak kullanım suyunun, zorunluluk halinde, çocuklara içme suyu olarak verildiğinin çok şahidi var... Fakat öteki yalak böyle değildir. Sönge yalağı denen bu su haznesinin suyu her daim kapkaradır. Çünkü buraya daldırılan sönge, gidip fırının isli küllü taşını bir güzel süpürdükten sonra tekrar gübürüyle bu yalağa daldırılır. Bu işlem her ağızda bir kaç kez tekrarlandığı için sönge yalağındaki suyun temiz ve berrak olması mümkün değil.

    Kullanılmadığı zamanlarda söngenin dayandığı duvar da haliyle sönge rengini alması kaçınılmazdır. Burada söngeyi biraz tanıtmak gerekiyor. İki ikibuçuk metrelik sağlam bir sırık ucuna bağlanmış bir paçavra düşünelim, sönge budur. Yalakta ıslatılan paçavrayla kızgın taş silinir, böylece hem temizlik sağlanır hem de taşın fazla ısısını almış, yani hafiften söndürmüş olursunuz. Adını da bu söndürme işinden aldığı sanılıyor. 

    Sönge dayandığı yerde tek başına değil, arkadaşları var. Fırına guyulacak malzemeye göre değişik ebatlarda bir kaç fırın küreği, alttaki külü temizlemek için normal bir kürek ve zaman zaman külü karıştırmada kullanılan genellikle meşeden bir garışdırgeç... Bunlar kullanılmadığı zamanlarda duvara dayalı kardeş kardeş bekleşen malzemelerdir ve aşağı yukarı her fırında böyledir...

    Duvarlara yerleştirilmiş bir veya iki delik havalandırma ve aydınlatma amaçlıdır. Rüzgarın ters estiği zamanlarda duman deptiği için delikler kapatılmak zorunda kalınabilir; ama kapıdan sonra temiz havayı sağlayan önemli bir unsur olduğundan genellikle açık tutulurlar. Ayrıyeten duvara gömme bir kapaksız dolap da bulunur ve o da delik diye adlandırılır ki genellikle fırıncı buraya aldığı hakları ve başka malzemelerini koyar.

    Her fırının olmazsa olmazı sündük köpekleri burada anmazsak ayıp olur. Çünkü onlar da saydığımız diğer ögeler gibi fırının demirbaşı sayılırlar. Gerçi insanlar oradayken içeri girmezler, ama mutlaka kapının yanlarında uyuklayıp birisi tekne veya tepsiyle giderken kuyruk sallayıp bir parça bir şey vermesini beklerler. Aldığı payını iştahla yerken bir sonrakini düşünüp düşünmediğini bilemeyiz. Onlara fırın köpeği denir...

    Fırında ekmek pişirme mevzusu bir süreç olduğundan onu ayrıca ele almak gerekecek. Ekmek dışında fırının nelerde kullanıldığına bakalım. Pişirilen her şey, tepsi yemeği de dahil, mahalle fırınında halledilebilir. Genelde tepsi adı verilen hamur işleri; bükme, börek, nokul, cızdırma, höşmerim... Evlerde fırın bulunmadığı zamanlarda onun işini görecek şeyler; pasta, kek, gevrek, kıkırdak vb... Nohut, günaşık gibi kuruyemiş kavurma... Uzun bir pişme süresi isteyen kabak, pancar... Alttaki küle ise yumurta, kumpil, pancar vs. gömme; yine külde nohut, mısır kavurma gibi daha bir sürü şey... Bütün bunlar mahalle fırınının kadınlara sunduğu hizmet kaleminden şeyler...

    Gelgelelim Anıtkaya fırınlarında kadınlara verilen hizmet akşam üstü, bilemedin yatsıda bitiyordu. Bundan sonra oralar erkeklerin... Daha doğrusu odaya veya kahveye gidemeyen erkeklerin... Bunlar her iki yerde de barınamayan kesimdir, fırınları arkadaşlarıyla sohbet merkezine çevirirlermiş. Tabi kuru kuruya sohbet olmaz, hazır ateş de varken kumpir filan gömerlermiş. Ayrıca kış mevsiminin vazgeçilmezi olarak kelem yiyen kafadarlar da varmış. 

    Yokluk zamanlarının fırın müdavimleri böyle... Karın doyurmak maksadıyla fırınlara akın eden erkeklerle efsane lezzet 'külde sucuk' geleneği de başlamış oluyor. Bunun 1960'lı yılların sonlarında yerleşen bir adet olduğunu söyleyenler de var. 'Sucuk goma' diye adlandırılan bu adet başlangıçta külle alakalı değilmiş, üstteki taşa koyup pişirdikleri için böyle demişler. Sonradan külün lezzetini fark ediyorlar... İşte o andan itibaren Anıtkaya'nın mahalle fırınları ehlikeyfin ilgi odağı haline geldi. Değişik değişik lezzet ve pişirme teknikleri peşinde koşmalar bu dönemdedir... 

    Lezzet arayışları sucukla kayıtlı değildi, yağlı kağıtla et gömme, fırında yumurta, tepsi kebabı gibi şeyler yaygınlaştı. Hatta fırında işkembe pişirenleri duyduk. Erkeklerin bu çılgın arayışlarından hiç biri sucuğun tahtını sarsamadı, onun yeri ayrıydı...

    Küle sucuk gömme lezzeti sonra Anıtkaya sınırlarının dışına taştı. Orijinal teknik ve lezzetten uzaklaşan bu yönteme her yöre kendince sahip çıkmaya başladı. Anıtkayalılar oralı olmadı, yemelerine baktılar. Sonuçta ne mi oldu?... Geçenlerde iki arkadaş sucuk gömmek için fırın aramışlar, hepsi soğukmuş. Birini yanmış denk getirmişler, ama o da kilitliymiş... Var gerisini sen düşün...

    Belediye fırınının açılışını, Eğret mahalle fırınları için sonun başlangıcı kabul edenler var. Bence o açılmasaydı da bu fırınlar çağın gereği bitişi yaşayacaktı. Nasıl fabrikaların açılması, değirmenlerin yok oluşunun asıl faili değilse, fırınların durumu da böyledir. 

    Ekmek etme konusunda da durum farklı değil. İnsanlar fırını yakma, hamur yoğurma, yazma, bırağma gibi işleri çok zahmetli bulduklarından ekmek etmek istemiyorlar. Ayrıca artık ev hanımı kavramı veya tek uğraşı ileşberlik olan kadın kalmadı, çoğunluğu çalışan kadın. Bu yüzden fırınlar soğuk. Yukarıda sayılan 15 fırının üçte biri artık yok, kalanlar da yanmadığı için sucuk gömmeye fırın bulamıyorsun. Yarım asır önceye göre fırınlarımız daha modern olabilir, fakat yanmadıktan sonra bunun ne kıymeti var!



19 Aralık 2024

Örenler'deki Uyduköyün Adnı Bilen Var mı?

 
    Örenler mevkiine bu isim verilmesinin sebebi oralardaki bina temel kalıntıları olduğunu söylüyorlar. Bir zamanlar o bölgede hatırı sayılır ağıl, dam, samanlık, ev, hatta dükkan olarak kullanılan bina varmış. Terkedildikten sonra o binalar harabeye dönmüş, yani ortalık ören olmuş, o günden beri mevkiye Örenler diyorlar.

    Örenler'deki yapıların hikayesi de şöyle başlatılıyor. Göç hikayesinden önce ilk yerleşilen yer burasıymış, rivayete göre sel baskınlarından bizar olunca şimdiki yerine taşınmışlar. Terk ettikleri köy sonra ören olmuş. Uzunca süre burayı Eski Eğret, şimdiki yerini de Yeni Eğret olarak anışırlarmış... 

    İkinci bir rivayet daha yeni tarihe dayanıyor ve efsaneden daha çok belgesele benziyor. 19. Yüzyılda Kafkaslar ve Balkanlar'dan Anadolu'ya tersine göç başlayınca Devlet muhacir/macurları uygun yerlere iskan ediyor. Tabi bu amaçla kurulan komisyonlarca münasip yerler belirleniyor. Bu esnada macurların uyum sağlaması için geldiği yerlere benzer yerler olmasına filan dikkat ediliyor. Coğrafi özellikler, iklim ve arazi yapısı filan... Bunun yanında yerleştirilecekleri yeni köylerinin konumuna da dikkat ediliyor. Mevcut köylerle mesafesine, yeterli ekilebilecek arazi teminine, otlak, tarla, su vb. oranlarını filan soruşturuyorlar.

    Eğret köyü o yıllarda çok geniş arazisiyle göze batar durumda. Karacahmet, Osmanköy, Beşkarış, Olucak, Bayramgazi, Dandır'a filan dayanıyor tarlalar, çayırlar... Macurların iskanı için çok uygun bir genişlik var Eğret çevresinde. Nitekim önce Woçapşiye/Yenice köyü Kafkas kökenli Çerkesler için kurulmuş. Daha ne oluyoruz diyemeden Cumalı ve Susuzosmaniye köylerine yüzyılın sonunda Balkan macurları yerleştirilmiş. Bu arada çok fazla görünür tartışmalar yaşanmamış, ama içten içe huzursuzluklar olduğu kesin...

    Kuzey tarafındaki arazilerinin çoğunu kaybeden Eğretliler aynı durumun güneyde de yaşanacağını hissetmişler. Çünkü muhacir akını durmuyor ve köyün arazisi hala normalden fazla, neredeyse küçük bir şehir gibi... Büyükler oturup konuşmuşlar ve yakınlarına macur iskanına engel olacak bir mevkiye küçük bir köy kurmaya karar vermişler. Belki de el kurmadan biz kuralım demişlerdir... Bir kaç aile gidip hemen yerleşmişler; belirlenebilenler Omarcıklar ve Türkmenoğlu Osman (Kürtosman) ailesidir. Delimamların Fadik Soydan Nineden nakledildiğine göre küçükken onlar da oradalarmış. Bu durumda Sağırlar veya Hacımahmutların da bu yerleşime katkıda bulundukları düşünülmelidir.

    Örenler'e kurulan bu yerleşim aslında uyduruk bir köydür, adeta Eğret'in uyduköyü... Amacın ne olduğunu söylemiştik. Fakat yerleşenler orada ciddi ciddi hayvancılık yapıyor, ağılları var; ileşberlik yapıyor, harman döküyorlar. Çoğu ihtiyacını asıl köylerinden karşılıyorlar, ama ekmek için fırın, her şey için demirci dükkanı filan da yapıyorlar. Dışarıdan bakan için uyduruk filan değil, basbayağı küçük bir köy... Nitekim hükümet yetkilileri yeni bir macur köyüne yer bakarken orada bir köy olduğunu görüp biraz daha güneydoğudaki Kurtluoğlan Kapısı denilen mevkiye kurulmasını raporluyorlar. Böylece Saadet köyünün kurulacağı yer kesinleştiğinde Örenler'deki uyduköy vazifesini icra etmiş oluyor. 

    Bundan sonra uyduköylüler hemen asıl köyleri olan Eğret'e geri dönmüyorlar. Yunan işgali sırasında Omarcıklardan yerleşenler hala oradaymış. Hatta Güdüğizzett'in ikizi Nuri orada vefat etmiş. Sonra onlar da Eğret'e dönünce oraların örenleşme süreci başlıyor ve adı Örenler oluyor.

    Burada merak edilen şey, uyduköyün yetkililere bildirilen ismidir. Tamam baktılar, burada bir köy var, hadi eyvallah demediler herhalde... Bu köyün adı nedir, hangi ailelerden ve kaç haneden oluşuyor, nüfusu geçimi vs. nedir diye sorular sormadılar mı? Göstermelik bile olsa bir isim bildirilmeli değil miydi? Şimdiye kadar bu husus hiç akıllara gelmediydi...

    Evet, 'Hayra Akan Su, Kızılay Karahisar Maden Suyu' kitabındaki haritayı görene kadar bu köycüğün adı hiç akıllara gelmediydi. Biraz dikkatli bakınca Çatalçeşme ve Bayramgazi'nin kuzeyinde, İlbulak Dağı denginde bir yerleşimin işaretlenmiş olduğunu fark ettim. Tam da Örenler mevkiine denk gelen bu yerin adını 'Kızılcık' gibi okudum. (Yanlış okumuş olabilirim, eski vesika uzmanları daha doğru okurlar...)  Aklıma o zaman geldi, uyduruk köyün adı Kızılcık olarak bildirilmiş olabilir mi diye...

    Bu sorunun cevabı, sözü edilen haritanın tarihi hakkında da bir fikir verebilir. Zira malum köycüğün kuruluş hikayesi yukarıda arzettiğim gibi yirminci yüzyıl başlarıdır. O halde haritayı 1900-1910 arasına tarihlemek gerekir.

    Eğret ve çevresi hakkında her gün yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Onlarla birlikte yeni soru işaretleri de geliyor tabi. Bakalım daha neler çıkacak...




18 Aralık 2024

Hayret

 
    Eğret köyünün adı hususunda belgesel bir veri yok. Nesilden nesile sözlü aktarımla adeta efsaneleşmiş anlatıya göre köyün adı eğreti/iğreti kelimesinden gelmektedir. Buna göre kesin olmayan, geçici, emaneten anlamlarına gelen eğreti kelimesi aslında köyün ilk ismidir. Germiyanoğulları'nın mülkü olduğu dönemde gelip buralara konan bir kaç çadır ahalisi, kendilerini uyaran yetkilileri 'Buraya eğreti konduk' diye savuşturduktan sonra temelli yerleşirler, böylece köyün adı Eğreti olarak konulmuş olur. Anlatının devamında, ilk kondukları yer sel yatağı üzerinde olduğundan orasının geçici olarak kabul edildiği ve bu anlamda Eğreti denildiği hususuna yer veriliyor. Şimdiki yerine adıyla birlikte taşınmışlar.

    Şimdiye kadar ortaya çıkan belgelerde Eğreti ismine rastlanmadı. Köyün belgelerdeki yaygın ismi, bizim de öyle bildiğimiz Eğret biçimiyle geçiyor. Belki ilk zamanlardaki Eğreti süreci kısa sürmüştür, belgelere geçemeyecek kadar kısa... Bununla beraber Eğret'ten sonra köyün adı en çok Eyret biçimiyle karşımıza çıkıyor. 

    Eğreti/iğreti kelimesini Arapça âriyet kelimesine bağlayan dilciler var. Emaneten, geçici olarak, ödünç gibi anlamlara gelen ve hukukta da kendine yer bulmuş bu kelime zamanla halk ağzında eğreti/iğreti'ye dönüşmüştür. Bu fikri savunan dilcilerin görüşü esas alınırsa Eğreti/Eğret köyünün adını Arapça'ya bağlamak gerekir. Oysa Eğret köyünün bu adla inilebilen en eski döneminde âriyet kelimes halk diline geçmemiş, geçmiş olsa bile 'eğreti'ye dönüşme fırsatı bulamamıştır. Dilde değişim bir anda olup bitmez.

    Dil açısından değerlendirdiğimizde de Eğret köy ismini âriyet'e bağlamak zordur. Bir defa bu kelimenin Türkçe'ye eyret değil, eryet olarak geçmesi gerekir. Ses sıralamasındaki değişimin doğal olduğunu düşünsek bile, y > ğ değişimindeki problem karşımıza çıkar. Türkçe'de bazı ğ sessizlerinin y'ye dönüşme eğilimi vardır, eğlenmek > eylenmek gibi... Fakat buradaki eyret > eğret dönüşümünde bunun tersi söz konusu...

    Eğret köy adını Arapça âriyete bağlamak nereden baksan temelsiz duruyor. Hatta girişte bahsettiğimiz herkesçe bilinen efsanedeki mantık bile bundan daha gerçekçi görünüyor. Benzer efsane ve gerekçelerle, yani ilk konulan yerden sel basması gerekçesiyle başka yere taşınıp Eğret adını almış bizden başka iki köy daha var. Konya ve Manisa'ya bağlı bu iki Eğret'ten başka bir kaç tane daha Eğret bulunduğunu 'Anadolu'da Eğret Köyleri' başlığıyla ele almıştık. Bütün bunlar eğret kelimesinin Türk tarih ve kültüründe önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

    Bazıları Eğret'in 24 Oğuz boyundan birinin adı olduğunu iddia ettiyse de bunun böyle olmadığı zaten aşikardı, ancak Eğret'i Döğer ile karıştırdıkları çabuk anlaşıldı. Gelgelelim bu kelimenin bir Kıpçak boyunun adı olduğuna dair bilgi var ki, üzerinde durulmaya değerdir. Bu bilgi doğrulanırsa, geçici olarak yerleşilen köylere Anadolu'da Eğret adı veriliyor tezi başka bir anlam kazanır.

    Eski bir haritada bizim köy 'Hayrat' ismiyle gösterildiği bilgisi de önemlidir. Hacı İbrahim Zaviyesi sebebiyle böyle kaydedilmiştir, köyün kuruluşu bu zata ve tekkesine bağlanabilir. Bu bilgi böyle düşüncelere kapı aralaması bakımından önemlidir, ancak köyün ilk adı Hayrat idi demek için bu bilginin daha başka bulgu ve belgelerle teyit edilmesi lazım. Ondan sonra da Hayrat > Eğret değişimini ele alırız.

    Buna benzer bir haritadan Ahmet Azbay sayesinde haberdar oldum, orada da köyün ismi 'Hayret' olarak geçiyor. 'Hayra Akan Su Kızılay Karahisar Maden Suyu' adlı eserde Gazlıgöl'ü merkeze alıp onu çevresiyle gösteren bir harita yer alıyor.  Eski harflerle basıldığı için en az bir asırlık olduğunu düşünmemiz gereken haritada bizim köyün bu adla yer alması hayret verici geldi. Çünkü o tarihlere ait belgelerde hep Eğret veya Eyret diye geçiyordu, Hayret biçimli kaydı bir ilktir... Bununla beraber böyle yazım tek olduğu için anlama veya yazım hatası diye düşünmek daha doğru olur.

    Üzerinden yarım asırdan fazla geçti, köyün adı değişti, niye eskileri karıştırıp duruyorsunuz diye çıkışacaklar olabilir. Biz hazırlığımızı yapalım da...



27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...



24 Kasım 2024

Çobanlar Ve Çeltikler


    Eskiden beri koyunculuğun bu kadar yaygın olduğu Eğret'te hemen hemen her evin bir miktar koyunu olduğundan, her evden de mecburen çoban çıkıyordu. Zamanla bu işte tecrübe kazanan, adeta çobanlık kanına işlemiş kimseler ölene kadar bu işi bırakamıyor.

    Bir dönemin çobanlarını, hatırladığı kadarıyla Mahmut Omak şöyle bildirildi, düzensiz olarak yazalım: Necati Kopan, Çerçilerin Hilmi Kopan, Koca Veli Tetik emmi, Daldalların Ahmet ve Alaattin Honça, Necati Okutan, Talip okutan ve babaları Mehmet Okutan, Musa Tüplek, Ahmet, Adem, Mürsel ve Ali Dirlik, Ahmet Bar, Koca Yusuf'un Ali Kopan dayı, Abim Necaip Omak. Bunların çoğu kıdemli çoban... Ayrıca Emin Aykaç, Bekir Öter...

    Kıdemli, tecrübeli çobanların yanına bazen çocukları çırak olarak verirlermiş. Onunla birlikte gelip gitsin, işi öğrensin diye... Böyle çoban çıraklarına Eğret'te çeltik deniliyormuş ve çeltik vermek çok yaygınmış. 

    Tek başına kıra bayıra çıkarılamayacak kadar küçük olan çeltik, böylece mesleği öğrenmenin ilk adımını atmış olacak. Büyükleri hayvanlarının güdülmesini sağlayacak. Usta çoban ise malları çevirmek için filan kullanacak, ayak işlerinde ondan yararlanacak. Yani herkes için yararlı bir uygulama. Bir dükkanda çırak ne yaparsa onun gibi bir şey...

    Bu uygulamadan ilk defa Berber Ahmet Kabadayı'nın çocukken Arapların Gözel Ali Tok yanına verilmesi olayıyla haberdar olmuştuk. Aslında ona tam çeltiklik denilemez, Gözelali rahmetli Berber'e kol kanat germiş, hatta uykusu geldiğinde uyumasını sağlayarak onu resmen gece boyunca avutmuş. Berber'in anlattığına göre bu kadarcık usta çobanın yanında bulunmak bile çocukta müthiş bir kendine güven hissi oluşturmuş. Çoban çeltikliği uygulamasının önemini vurgulayan güzel bir anekdottu, Berber'in anlattığı.

    Her çoban, çeltiğine karşı Gözelali kadar merhametli olmayabiliyor. Torunu Vahit Usta ve yine Berber'den dinlediğim bir olay Dayı Hasan Yola ile ilgilidir. Muzip bir kişiliğe sahip olan Dayı da meşhur çobanlardanmış, 35 yıl değnek salladığını bizzat kendisi söylemiş. Sakaların Hüseyin Atay çocukken Dayı'nın yanına vermişler. Çocuk bu, o kadar süre dolaşmaya, gece boyu uykusuz kalmaya alışık değil. Ustası yatmasına izin vermiyor, bunu düşünmek bile ne mümkün... Bir ara çocuk değneğine dayanıp uyuklamaya başlamış. Bunu fark eden Dayı, elindeki değneği Hüseyin'e doğru öyle bir kütülemiş ki... Değnek çocuğun dayandığı değneği mi çeldirdi, yoksa bu gürültüden uyanıp belinledi mi, her ne olduysa Hüseyin ürküp sağa sola koşturmaya başlamış. Onun bu haline kahkahalarla gülen Dayı Hasan ise keyifli keyifli haykırmış;
    - 'Le Üseyiiin! Eşşeği ürkütdüm, sana doğru geliyo, dut şunu!'

    Aziz Sargın Sağırların Hamza Sancak'tan işitmiş. Yeniyetmeliğinde Capbak Osman Külte'nin çeltiğiymiş. Rahmetli bu küçük çeltiğini ezdikçe ezermiş. 'Oranın suyundan başkasını içemiyon' diye ta Almalı'dan Bahçecik'e gönderirmiş. Yayan yapıldak suya gidişler bir kereye mahsus da değil, sürekliymiş. Oysa başkaları da Almalı çeşmesinin suyunu methediyor... Çeltiklik zor zeneat vesselam...

    Efekçi Süleyman Salman ile Gambır Tevfik İdis birlikte koyun güderlerken Kel Bekir Atay'ı yanlarında çeltik gibi taşırlarmış. Yaşı küçük olduğu için değil, koyunu çok az olduğu için... Biraz da horluyorlar mıydı, her neyse... Ekmek getirmesi için köye göndermişler. Köy ile dağ arasındaki mesafesi malum, git gel saatler sürer... Bu gidince, zavallının bir koyununu kesmişler. Gerekçe de tuhaf; neymiş, kara koyun olduğu için her yerden göze çarpıyor, belli oluyor. Tevfik zaten iyi yemesiyle meşhur, sabaha kadar üç koyunu kavurma yapıp işkembeye depiyor... Hasılı olan Kelbekir'in kara koyuna olmuş...

    Aralarında çoban çeltik hiyerarşisi var mıydı bilmiyorum... 1959 veya 60 yılında yine dağdayız... Gazilerin Cemal Yıldız'ın yanında Hamdihoca'nın Küpçü Süleyman Dadak, Böbülerin Gocahasan'ın yanında da Berber Ahmet Kabadayı var. Çeltik olmasalar da çobanlarla çocuklar yakın akraba; Cemal ile Süleyman hala dayı çocuğu, Berber ise Gocahasan'ın yeğeni... Usta çobanlar çocuklara itimat ederek sürüleri bırakıp gitmişler. Uyudular mı ne olduysa, gece sürüler kaybolmuş. Sabah birini Şamlı'da, diğerini Almalı'da bulmuşlar...

    Çeltik olmadığı halde küçük çoban Mahmut Omak'ı koruyup kollayan Kel Ahmet Bar'ı, Musa Tüplek'i duymuştuk. Benzer çoban çeltik olayları daha çoktur, bizim derleyebildiklerimiz bunlar. Çobanlık başlıbaşına bir meslek olarak görülür, çoban yetiştirme konusunda da böyle bir tekniğe başvururlarmış.

    Usta yahut kıdemli çoban tabirlerini kullanmamızı bazıları garip karşılıyor. Oysa çobanlık da bir meslektir, hatta bizim toplumumuzda peygamber mesleği kabul edilir. Bu yüzden Eğret'in esnaflık geçmişi ve bu sahadaki meslekleri içinde yer almasa bile çobanlık ayrı bir başlığı hak ediyor. Bu yazı biraz da bunun içindir.

    Yalnız çobanlığın sertifikaya bağlandığı, belgesi olmayanların çobanlık yapamadığı bir dönem yaşandığını da belirtmek lazım. 1963 Yılında İhsaniye Kaymakamlığınca İbrahim Külte'ye verilen çobanlık belgesinden anlaşıldığına göre bu belge diploma veya sertifika değil, izin belgesidir. Yine de kafasına esen herkesin sürü peşinde değnek sallayamadığını göstermesi açısından önemlidir. Belgeyi bizimle paylaşan Ahmet Külte babasının çobanlığı hakkında şunları söylüyor:

    "Rahmetli babam 45 yıl çobanlık yapmış. Açıkta uyumayı sever, uyumasıyla uyanması bir olurdu. En derin uykusundan bile çabucak uyanırdı. Eti, özellikle de koyun etini çok severdi. Zaman zaman çiğ olarak atıştırır, hele ki yağı, kuyruk yağını da affetmezdi. Çobanlıktan kalan başka bir alışkanlığı da tuvalet ihtiyacını çabuk görmesiydi, asla eğlenmezdi. Bazen anılarını anlatır, şimdiki çobanların televizyon çobanı olduğunu söyler, 'Ağılda televizyon, kırda yatma yok, örüme gitme yok, güzün kışa kadar değişik yerlerde kalma yok. Şimdi ne var, ekmeğini biri getirecek diye bakma yok, akşam oldu mu evde veya ağıldasın.' derdi. Çektiği rezilliklerden, eğlenceli günlerden, güzün soğukta gece sabahlara kadar bir tepeden bir tepeye koşarak ısındıklarından filan bahsederdi. 'İyi emek çekilen koyun morarır, işte o zaman o koyundan verim alırsın' derdi. Eğlenceli vakitleri ve kepazeliklerini yazıya döktüğü olurdu. Serbest şiir tadında birçok anısını veya hikayelerini de yazmıştı. Üzüntüm o ki, bu yazılara sahip çıkamadık. Elimizde ne yazık ki sadece tuttuğu bir kaç hesap ve iki üç karalaması var..."

    Tam da Kaymakamlığın çobanlık belgesi düzenlediği yıllarda, aynı mercinin başka bir uygulamasından daha bahsediyorlar. Zirai mücadele kapsamında olsa gerek, çobanlar karga öldürmeye teşvik edilmişler. Bunun için iki karganın bacağını getirene bir kırma fişeği verirlermiş. Ben çobanlara yönelik bir uygulama diye duydum, belki dört bacak teslim eden herkese bir fişek veriliyormuştur. Çünkü bunun için bizzat İhsaniye'ye gitmeye gerek yokmuş, giden birisiyle de gönderip fişeği alabiliyorlarmış. Bununla beraber çobanların o yıllarda epeyi karga katliamı yaptığı söyleniyor.

    Bir yazıya sığmayacak kadar kalabalık olduğu düşünülen, vefat eden ve hayatta olan Eğret çobanlarının cümlesini hayırla yad ediyoruz... 




22 Kasım 2024

Hacı Uğurlama

     
    Asker gezmeleri gibi Hac mevsimi de yılın belli bir noktasına çakılı kalmaksızın sürekli değişir. Bu özelliği sebebiyle onu kandiller ve Ramazan ayına benzetmek daha doğrudur. Çünkü bunlar ay takvimine bağlı olarak her yıl 11 gün gerileyerek 365 günü 33 yılda tavaf etmiş olurlar. Eğret takviminde bu yüzden sabit noktada ele alınamıyorlar.

    Ne zamana denk gelirse gelsin, Kurban Bayramında Mekke'de olacak şekilde çıkılan Hac yolculuğunun hazırlık ve uğurlama seremonisi kayda değerdir.

    Eğret Kervansarayı önünden geçip İstanbul'a uzanan meşhur İpekyolu, eğer İstanbul'dan başlatılırsa hac ve ticaret yolu olarak ikiye ayrılıyormuş. Ayrım yeri Kütahya'nın kuzeyi. Buradan sağa devam edip güneye inen kolu Eğret'ten geçiyor ve ticaret yolu olarak adlandırılıyor. Soldan inen ise Döğer'den geçiyor ve direk Hicaz'a yöneldiği için Hac yolu oluyor. İstanbul/Avrupa tarafından gelen hacı kafileleri Eğret'e uğramadan Hac yolunu takip ediyorlar. Yalnız Bursa/Kütahya tarafının hacıları Eğret'ten geçmek zorunda. İşte Eğret hacıları genelde o kafilelere katılıyorlar.

    Demiryolu yaygınlaşana, motorlu araçlar ülkede çoğalana kadar hac yolculukları deve kervanlarıyla yapılıyor ve ortalama 6 ay sürüyordu. Bu dönemlerde hacıların köyden uğurlanması nasıl yapılıyordu, bu konuda bilgimiz bulunmuyor. Çocukluğumuzda şahit olduklarımız onlar hakkında da bir fikir verebilir.

    1970'li yıllarda hacılar bugünkü kadar olmasa da yine organize biçimde kafileler halinde giderdi. Kendi imkanlarıyla minibüs tutup gidenler de vardı. Apak Mevlüt Kopan'ın minibüsü bu amaçla kiraladıklarını işitmiştim. Kantinlerin Haciban ve Ahmet Kızılyer kardeşlere Hacı denilmesine sebep de minibüsleriyle hacı götürmeleriymiş. 

    O zamanın organizasyonlarında şimdinin yemekli otellerinde konaklama yokmuş. Ortaklaşa ev tutarlar aşını keşini kendileri pişirirmiş. Bu yüzden yolculuk öncesinde uzun bir hazırlık süreci olurdu. Şepit edenleri mi ararsın, kilolarca sucuk depdirenleri mi... Kangal kangal kavurma donduranlar da olurdu. Kışlık hazırlar gibi tarhana, bulgur göce vb. malzemeyi çuvallara doldururlardı. Bunun yanında elbisesinin bir köşesine para dikenleri de duyardık. Hırsızlara karşı en iyi önlem bu imiş...

    Bu arada müstakbel hacıları ziyaretler de yapılırdı. Bu ziyaretlerde küçük bir hediye ile bir kaç kuruş sıkıştırmak adetleşmiş. Ziyaretlerin asıl sebebi ise helalleşmektir. Sülale araştırmaları sırasında görüldü ki bundan bir asır evvelki hac ibadetinden dönemeyen çok sayıda Eğretli var. Gidip de dönememek var yani. Ayrıca inanışa göre haccın şartlarından biri de borçlu ve üzerinde kul hakkı bulundurmamak olduğundan, bu ziyaretlerin asıl sebebi mümkün olduğunca çok kişiyle helalleşme sağlamak. 

    Bu hazırlık safhasından sonra o gün gelip çatar. Eğret hacılarının toplu olarak uğurlandığı o gün Tekgenin yanında muazzam bir kalabalık toplanır. Bütün köy oraya akar dense yeridir. Bütün hacı uğurlama törenlerinin buradan başlamasının sebebi Hacı İbrahim Dede'nin manevi atmosferinden feyizlenmek olmalıdır. Bütün hacılar toplanıp yeterli kalabalık sağlandıktan sonra Gocacami'den sancak getirilir. Güçlü kuvvetli birinin boynuna taktığı kütüklük koçanına oturtulan sancak direği bütün haşmetiyle ortada görünür. İşte o anda gürül gürül bir saltanatlı tekbir ortalığı inletmeye başlar. Bu gürlemeyle kalabalık harekete geçmiştir.

    Tekkeden asfalta kadar Galipbey caddesi boyunca sürecek olan yürüyüş kolunu tarif edelim. En önde bütün haşmetiyle sancaktar, ağır adımlarla yürür. Hemen ardında Hacı adayları bir saf halinde sıralanmışlardır. Onların arkasında tekbirlere öncülük eden hocalar ve köy büyükleri... Sonrası ise düzensizler gurubu... Boyunlarındaki heybeden meyve ve çerez saçan hacı yakınları; elini sokup çıkardığı ceplerinden avuç avuç madeni para çıkarıp, Allah ne verdiyse onları insanların kafasına gözüne saçanlar; saçılanları kapışmak için birbiriyle yarışan çocuklar; yerdeki liraya tenezzül etmeyen oraya sırf Allah rızası için kalabalık olsun diye gelen ağırbaşlılar; tekbire katılıp sevap kazanmak isterken sesini korodan bağımsız hareket ettiren cırtlak sesler; ve en arkada kadınlar, kızlar...

    Karışık hacı alayı caddeden aşağı sallanırken zaman zaman ön saflardaki düzen de bozulabilir. Çerez ve para saçıcı heybeliler, atacaklarını alayın önüne attıklarında çocuklar hurra oraya hücum eder. Onlar tavuk gibi yerdekileri toplarken topluluğa yeni katılan uğurlayıcılar önce hacılara sarılmak istediğinden bir anda her şey karman çorman olur. Fakat tekbirler susmaz 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' Bu anda bozulan saflar, yeni katılımcılarla darmaduman olana kadar gitmek üzere yeniden hizalanır... Sonra bir münasebetsiz çerez yağmuru, helalleşme arzusuyla yanıp tutuşan kollar... Hafif aksama ve 'Allaaa hüekbe rallaaa hüekbeer...' ile tekbir komutu...

    Kelibanın ev ile Karakol arası son durak. Orada üç kere daha tekbir getirildikten sonra dua edilir. Son sarılma ve vedalaşmaların akabinde hazır bekleyen araçlara bindirilerek hacılar yolcu edilir. Bu arada gözyaşları sel olur. Bunlar ayrılık acısına dayanamayacağını düşünen hacı yakınları ve daha önce yaptığı bu ibadetin tadı damağında kalan kıdemli hacılara aittir. 

    Tekkeye doğru dönüş yolculuğu daha düzensiz ve heyecansızdır. Sancaktar sancağı omuzlamış, çerezcilerin boş heybesi kolundadır. Haylaz çocuklar hasılatını saymakta, analar mızılayan çocuğunu sürüklemektedir. Biraz önce tekbirlerle inleyen Galipbey caddesi sessiz, dağınık kalabalık ise çok yorgun gibidir...

    Sayılı gün çabuk geçer. Hacıların gelme vaktinde karşılama töreni yapmak çok zordur. En azından uğurlama gibi gösterişli bir karşılama yapılamaz. Haberleşme araçlarının yaygın olmadığı o günlerde hacıların hangi gün geleceği tahmin edilse bile saatini kestirmek kolay değildir. Bu yüzden hacılar genellikle sessizce gelirler.

    Geldiklerinin ertesi günü Anıtkaya sokaklarında başlarında tepsili kadınlar cirit atar. Hacıların yanlarında getirdikleri hediyeler sahiplerine dağıtılmak üzere o tepsilere binip yola revan olmuştur. Bir karımlık kına, bir kaç tane hurma, bir namazlağı, namaz örtüsü, namaz takkesi, 33'lük şakşaklar, 99'luk tespihler, bıçak gibi hediyeler... Kime? Hani yolculuk öncesi helalleşme ziyareti yapanlar vardı ya, işte onlara... 

    Taze Hacılara yine hoşgeldin ziyaretleri de yapılır. Orada bol bol hurma ve ille de ayakta içilmesi istenen ebizemzem ikram edilir. Oradan getirilen teybe, orada doldurulmuş bir vaaz kaseti konulup ateşin yakmadığı deve kemiği hikayesi bilmem kaçıncı kez dinlenip gözyaşı dökülür. Bastırınca değişik Kabe manzaralarını gösteren film karelerine bakılır...

    Elli yıl önce böyleydi hacı uğurlama ve karşılama... Çok güzel günlerdi...