29 Nisan 2025

Turaç Hanım


    1946 Yılının Mayıs ayında Tureş Nine vefat etti. 82 Yaşındaydı. Sanki sülalenin son temsilcisiymiş gibi, lakabını ruhunu teslim ettiği evdekilere miras bıraktığından Kölgeciler aynı zamanda Tureşler olarak bilindi. Gerçek Tureşler ise bundan habersiz... Bu yazı, Tureşler ve Tureş Hanımın hikayesidir.

    Kara Musa'lardan başlamak lazım. Garamusaoğlu Ali'nin oğlu olmamış, beş kızı var. 1847'de vefat ettiğinde Havva, Ayşe ve Fatma evli olup, Emeti ile Ümmühan henüz küçükler. Kayınpederinin vefatından sonra dava açan Ahmet oğlu Ahmet, büyük kardeş Havva'nın kocasıdır. Onun davası ise şu: 'Sağlığında kayınpederim damıyla samanlığıyla evini bana satmıştı' deyip bunların mal paylaşımından çıkarılmasını istiyor ve davayı kazanıyor. Artık Garamusaların ev büyük damada geçiyor, ihtimal kaynanası ve iki küçük baldızının bakımını da üzerine aldı Ahmet oğlu Ahmet... Bu ev şimdi Gocamatlar olarak bilinen Tektaş soyadlı ailenin evidir.

    Ortanca kız Fatma/Fadime'nin evliliğine dair bir kayıt bulunmuyor. Ancak Ayşe ablası Tureyc/Tureşoğlu Mustafa'ya varıyor. Tureşlerle Garamusalar da komşu zaten, kayınpeder vefat edince iki bacanak komşu olarak da başbaşa kaldılar. Tureşlerin evi Garamusalarınkinin batısındaymış. Fakat kayınpeder Garamusaoğlu Ali ölünce mahkeme kanalıyla büyük damat Goca Ahmet evi üzerine almıştı ya, meğer diğer yarısını  da Tureşoğlu Mustafa almış. İşte bu yüzden Gödeşler ile Gocamatların ev sırt sırtadır...

    Tureşlerin neden böyle bir lakapla anıldığı bilinmiyor. Kekliği andıran bir kuş çeşidine dürrac/turaç deniliyormuş. İki asır önce Eğret'te de bol bulunduğu düşünülen bu kuşla ilgili olmalıdır lakap. Nasıl Keklikler, Gödeler, Banguşlar diye lakaplar oluşurken bu kuşlarla bağlantı kurulduysa, Tureşlerde de böyle bir yol izlenmiştir. Evde beslemiş olabilirler, çok avlamış olabilirler, onun sesini yahut yürüyüşünü taklit etmiş olabilirler veya halk turaç kuşuna benzetmiştir...

    Tureşoğlu ile Ayşe Hanım evliliğinden bir oğlan ve iki kız dünyaya geliyor; Mehmet Ali, Ayşe ve Emine... Sonra Garamusaların kızı Ayşe Hanım vefat ediyor. Başka bir Ayşe ile, Ayanoğluların kızıyla evleniyor. İkinci hanımını ilk eşinin vefatından önce de almış olabilir, orası net değil. Kesin olan şu ki, ikinci Ayşe Hanımdan Ahmet ve Emeti/Ümetullah dünyaya geldiler... 

    Tureşoğlu Mustafa'nın çocuklarının durumunu söyleyince taşlar oturacak. Büyük oğlu Mehmet Ali, Tingildeklerin dedesidir. Emine, Büküroğlu Hüseyin'e vardı ve Bükürlerin ninesi oldu. Ahmet, Gödec diye lakaplandı, Gödeşlerin dedesi; Emeti, Küpelilerin İbrahim'e vardı, Urganlı ve Teke'nin anasıdır... 

    Gelelim Ayşe'ye... Tureşlerin kızına daha çocukluğundan itibaren Tureş lakabı takıldığı anlaşılıyor. Belki Eğret'te çok yaygın bir yakıştırmayla Danagızı, Ganigızı, Paşagızı örneklerinde görüldüğü gibi Tureşgızı biçiminde başlamış olabilir bu yakıştırma... Ama neticede Ayşe bu lakapla bütünleşmiş. Hatta sülalesinin lakabı iki erkek kardeşinde tamamen değişerek Tingildekler ve Gödeşler kollarına ayrılmasına rağmen, varlığını beş kardeş içinde yalnız Ayşe'de sürdürebilmiş. Bu açıdan da Ayşe'ye Tureş denilmesi önemlidir...

    Sülale adını sürdürmesinin yanında Ayşe'ye Tureş lakabının takılmasında güzelliğinin payı olduğu da düşünülüyor. Şu durumda Tureşgızı ile başlayan lakaplanma süreci, tek başına Tureş ile noktalanmasının gerekçesi temellenmiş olur. Çünkü turaç kuşu da gerçekten güzel görünüşüyle dikkat çekermiş.

    Tureş Ayşe 1864 yılında doğdu. Çocukluğundan itibaren Tureş/Turaç lakabına muhatap olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Vakti geldiğinde onu Ayanoğlulardan Halil'e verdiler. Turaç'ın analığı Ayanoğlulardan olduğu hatırlanacaktır, o sülale ile başka irtibat olmasa bile analığının bu evlilikte etkili olduğu düşünülebilir.

    Turaç Hanımın kocası Ayanoğlu Halil hakkında çok bilgi yok, hatta doğum tarihi bile bilinmiyor, karısıyla emsal veya ondan biraz büyük olduğunu farz edersek 1888'de temel askerliğinin sonlarında bulunuyordu. O dönemde dört yıllık temel ve sekiz yıl kadar süren redif askerlik sistemi uygulanıyordu. Dört yıl bittikten sonraki rediflik dönemi, uzun ve sık izinlerle biraz daha rahat bir askerlik süreci demekti. Bu yüzden bir erkeğin askerliği 12 yıla kadar uzayabiliyordu.

    Ayanoğlu Halil'in rediflik dönemini yaşayamadığı anlaşılıyor. Çünkü 1888 yılında Alasonya'da birliğinde vefat etmiş. Şehitlik kavramı günümüzdeki gibi ayağa düşmediğinden o yıllarda asker ölümleri böyle ifade ediliyordu. Fakat onun şehadetinden dört beş yıl sonra, 1893'te düzenlenen bir belge sayesinde ancak bunlardan haberdar olabiliyoruz.

    Belge ve mahkeme sürecine gelmeden önce, kocasının ölüm haberini alan Turaç Ayşe Hanımın hikayesini sürdürelim. Bahsedilen dönemdeki Türk aile kurumu çok sağlam inşa edilir, şimdiki gibi hafif sarsıntıda yıkılacağı düşünülmezdi. Boşama ve boşanma yok gibiydi, kurum eşlerden biri ölene kadar sürerdi. Gelin dul kaldığında ise ana babasının evine dönmez, merhum kocasının ailesinde kalır, evlendirilecekse yine o aile içinde evlendirilirdi. Bu durumda da söz sahibi babası değil, baba yerine geçen gayınta/kaynatası olurdu. Şu durumda Turaç'ın kaynatası Ayanoğlu Ömer, çok sevdiği gelinini diğer oğlu Hüseyin'e vermeyi düşünüyordu. Köyde çok yaygın ve trajik sonuçları olan bu adeti 'Eğretli Ezo Gelinler' başlığıyla ele almıştık...

    Turaç Hanım dul kaldığında taze gelin sayılırdı, çocuğu da yoktu. Kendi geleceğine dair söz hakkı bulunmuyordu, bununla beraber kayınpederine de saygılıydı, verilecek karara boyun eğecekti. Gelgelelim merhum kocasının küçük kardeşi Hüseyin bu evliliğe yanaşmadı. Nişanlısıyla evlenmekte ısrar ediyordu.

    Israr etti ve Ayanoğlu Hüseyin nişanlısıyla evlendi. Onun karısı Ümmühan Hanımdan da bahsetmek lazım... Yaşayan torunları onun Turaç'ın kardeşi olduğunda ısrar ediyorlar, ancak Tureşoğlu Mustafa'nın böyle bir kızı olduğuna dair bulgu yok. Söylentiye dayanak yalnızca Kölgecinin Turaç Hanıma teyze demesi, daha doğrusu ortada bir teyze kavramının dolaşmasıdır. Yerleşik kanaatin tek sebebi budur ve bence yanlış anlaşılmaktadır. 

    Olayın doğrusuna yönelik tahminimi söyleyeyim. Ümmühan ile Turaç, teyze çocuğu oluyorlar. Hafızamızı tazeleyelim, Garamusaoğlu Ali vefat ettiğinde beş kızının üçü evli ikisi de çocuk yaştaydı. Küçük kızlar Ümmühan ve Emeti büyüyemeden vefat ettiler. Ablaları kendi çocuklarına, küçükken ölen kardeşlerinin adını verdiler. Turaç'ın kardeşi Emeti'nin hikayesi böyle. Fatma/Fadime teyzesi de bir kızına Ümmühan adını vermişti, işte Ayanoğlu Hüseyin'in hanımı odur, yani Turaç'ın teyzesinin kızı... Ayrıca bazen teyze çocuklarının birbirine teyze dediği de unutulmamalı...

    1889/90 Yıllarında Ayanoğlu Hüseyin, babası da dahil kimseyi dinlemeyerek Ümmühan ile evlendi. 1891 Yılında Ayşe adını verecekleri bir kızları dünyaya geldi. Bu arada babası Ayanoğlu Ömer de vefat etti ve bütün bunlar olurken Turaç Hanım hala o evdeydi. 1892'de merhum kocasının gaipliği davasını açtığında durum bu idi. Dava açıldığında kayınpederi hayatta olabilir, ama sonuçlandığında vefat etmişti.

    Davaya gelelim... Küçük oğlu Hüseyin'den ümidi kesince, Ayanoğlu Ömer dul gelinini kendi sağlığında başgöz etmek için acele etti, böylece dava açıldı. Niyeti, Turaç'ı yeğeni Derviş Ahmet ile evermekti... Davanın amacı ve özü şudur; kocan ölmüş, yeniden evleneceksin, ama dul olduğunu ispatlamalısın önce. Şimdiki gibi Mernis filan yok, bunun kaydı kuydu da tutulmuyor... Yalnız doğrudan benim kocam öldü bunu kayda geçirin diye başvurulmuyor. Mahkemeye 'Kocamın falancadan şu kadar alacağı vardı, payıma düşen miktarın tarafıma verilmesi...' diye başvuruyorsun. Borçlu kişi de diyor ki 'Benim borcum kocasına idi, öldüğü ne malum?'... Bunun üzerine iki şahit gösteriyorsun, onlar da merhumun nerede ne zaman nasıl öldüğünü, nasıl defnettiklerini bütün ayrıntısıyla anlatıyor. Böylece her şey kayda geçiyor, sen de istediğin hisseyi alıyorsun. Fakat asıl amacın dul olduğunu ispatlamaktı, onu da elde ediyorsun... Turaç Hanımın davası da aynen böyle işliyor ve 1893'te sonuçlanıyor. Artık Ayanoğlu Derviş Ahmet ile nikahlanabilir...

    Turaç Hanımın Derviş Ahmet ile evlenmesinde tek etken merhum kayınpederi olmayabilir. Babası Tureşoğlu Mustafa'nın ikinci eşi, yani Turaç'ın analığı da Ayanoğlulardan demiştik. Doğrudur ve Derviş Ahmet'in ablasıdır. Yani Turaç Hanımı bu evliliğe babası ve analığı da teşvik etmiş olabilirler... 

    Bir başka husus da Derviş'in Turaç'tan 10 yaş daha küçük olduğudur... Her neyse, evlendiler ve 1902 yılında bir oğulları oldu, adı Seydi Ahmet. Bu isimde Karacahmet etkisi dikkatlerden kaçmasın, Ayanoğlu Ahmet'in dervişliği Karacahmet Sultan ile alakalı olabilir. Bir diğer hususu da belirtelim, Derviş ile davadan hemen sonra evlendikleri düşünülürse sekiz dokuz yılda başka çocuklar da olup vefat ettikleri ihtimali bulunuyor. Zaten Seydi Ahmet de çok yaşamıyor, babasıyla art arda bir kaç yıl içinde vefat ediyorlar. Yani Turaç Hanım yine dul, yine yalnız...

    Öte yandan Ayanoğlu Hacı Hüseyin ile evlenen teyzesinin kızı Ümmühan, 1902 yılında bir oğlu dünyaya geldikten kısa süre sonra vefat etmişti. Bakıma muhtaç çocukları, özellikle oğlu Ömer için yeniden evlendi. Fakat çocuklarına tam 'üvey annelik' yaptığını fark edince bu hanımıyla kısa sürede ayrıldılar. Turaç Hanım dul kaldığında Ayanoğlu Hüseyin'in evindeki vazıyet böyleydi.

    Kader Turaç Hanım ile Hacı Hüseyin'in yollarını bir kez daha kesiştirmeye niyetlendiği sırada ikisi de kırkını aşmışlardı. Ayrıca Turaç Hanımda bir gönül kırgınlığı da vardı, bu yüzden Hüseyin ile evliliğe sıcak bakmıyordu. Diğer yandan ortada öksüz yeğenleri, özellikle daha pek küçük Ömer vardı. Onunla aynı yaştaki Seydi Ahmet'i de yeni ölmüşken, içinde bir boşluk oluşturan analık duygusunu Ömer'i bağrına basarak doldurabilirdi. Bu duygularla Hacı Hüseyin ile evlenmeyi kabul etti.

    Aslında gönülsüz gerçekleşen bu evlilik herkese iyi geldi, çünkü tam da Ömer'in bir anaya Turaç'ın da yavruya ihtiyacı olduğu zamandı... Ayşe gelin edildi, babası Ayanoğlu Hacı Hüseyin de bir süre sonra vefat etti. Böylece yeğeni küçük Ömer ile başbaşa kaldılar. Teyze ana yarısı derler, Ömer de teyzesi bildiği Turaç'ı bundan böyle anası kabul edecektir. Öylesine hürmet, öylesine sevgi ki dışarıdan bakanlar onları hep ana oğul zannetti...

    Halkın gözünde Turaç Hanım da Ayanoğlularla özdeşleşmiş. Üç eşi aynı sülaleden, son durumu da Ömer'i ana gibi bağrına basmak olunca, o sülaleye Turaçlar/Tureşler demeye başlamışlar. Tureşlerin kimler olduğunu yukarıda anlattım, şimdi gerçek Tureşler yerine Ayanoğluların bir koluna bu yakıştırma yapılmasının sebebi sadece Tureş Hanımdır. Ömer ile Turaç Hanımın bütünleşmesini göstermesi açısından ilginç bir durum...

    Oğulcuğu Ömer'in evliliklerini ve torunlarını da görmüş Turaç Hanım. Ömer'e Kölgeci lakabı ne zaman verildiği bilinmiyor, ancak Kıyır/Kayır soyadını aldığı 1934 yılında da oğlunun evinde bulunuyormuş. Ne var ki oğlunun nüfusuna kaydetmemişler memurlar. Belki yasal engel vardı. Zira Ayanoğlular sülalesinde üç evlilik yapmış, son evliliğinin çocuğunun evinde duruyor, ama resmi olarak Ayanoğlularla bağı görünmüyor. İlk kocası çocuksuz şehit olmuş, ikinci kocasının vefatından hemen önce tek oğlu ölmüş, üçüncü kocasından yadigar yeğeni Ömer de onun çocuğu değil... Bu durumda onu küçük kardeşi Gödec Ahmet'in kütüğüne kaydedip Seviş soyadını vermişler.

    Nüfus kayıtlarına Ayşe Seviş'in 28 Mayıs 1946'da vefat ettiği işlenmiş. Bacıdede'nin defterini incelediğimde bu kaydı göremedim. Herkes tarafından bilinen Turaç Hanımın vefatını Bacı Seydi dedenin ıskalaması mümkün olmadığına göre işin aslı başka olmalıydı. Yakın tarihlere baktım, 7 Mayıs'ta 'Galgancıların Ayşe Ninenin ölümü' ibaresi var. Rahmetli Osmanlı Türkçesi ile tuttuğu kayıtlarında hiç soy isme yer vermemiş, tanımlamaları hep lakaplar ve sülale adlarıyla yapmış. Kendinden sonra defteri devralarak Latin harflerine çevirenler, yorum olarak soyisimleri de eklemişler. Galgancıların Ayşe Ninenin soyadını da doğal olarak Aytar diye belirtmişler. İşin garibi Galgancılarda gerçekten Ayşe nine olduğu için, ben de o kaydı hep Ayşe Aytar diye yorumladım. Sonradan anladım ki '7 Mayıs 1946 günü vefat eden Galgancıların Ayşe Nine' Turaç Hanımdır. Çünkü Kölgecilere Galgancılar dendiği de bilinen bir ayrıntı...

    Resmi kayıtlar, yerel kayıtlar, birbirine giren sülale adları ve lakaplar... Durum iyice karmaşıklaşsa da Turaç Hanımın 1946 Mayıs'ında 82 yaşında vefat ettiği gerçeği değişmiyor. Tabi o günden beri Turaç lakabının kullanılmadığı, 'Son Turaç'ın 1946 Hıdrellez ertesinde toprağa verildiği de...



24 Nisan 2025

Kaya Köyün Alt Yanı


    Madem başlığa onu çektik, bu yazıyı fonda Ceylan Serçe'nin yorumladığı 'Kaya köyün altyanı' türküsünü dinlerken okumanızı tavsiye derim. 

    Eğret'te seyman kavramını hatırlayalım. Düğünlerde eğlenceyi sağlayıp düzenleyen, genellikle güveyinin arkadaşlarından oluşan gençlerdir. Hepsine seyman denir, ama özellikle seymanların alamet-i farikası haline gelen Gocacami'deki köy sancağını taşıyan kişi seyman olarak bilinir. Böyle olunca düğün boyunca sancak taşıma hakkını elde etmek belli şartlara bağlanmış. Zamanla kurallaşan bu şartların başında kişinin gabadayı, yani boylu poslu ve güçlü olması gerekiyor. Çünkü ardıç direği ve kütüklüğüyle çok ağır olan sancağı taşıyabilmek her babayiğidin harcı değildir. Bir diğer şart da seymanın maddi güce sahip bulunmasıdır, çünkü çok taliplisi olduğundan sancağı camiden alabilmek için ihale şartı getirilmiş. Daha fazla parayı ödeyen kişi sancağı alarak seyman olur, bu arada cami ihtiyaçları için de bir gelir kapısı kendiliğinden oluşturulmuş. Seyman durma hakkını elde eden kişi ve arkadaşları eğlence organize etmeyle birlikte seyman lığı gövde gösterisine de dönüştürürlermiş. Özellikle başka köylerden gelin almaya gidince bu gövde gösterisi meydan okumaya dönüşür, güreş gibi oyunlar ve başka yarışlar da düzenledikleri olurmuş.

    Anıtkaya'da 1960'lara kadar devam eden seymanlığın Ankara merkezli seymenlerle ilişkisi olduğu düşünülebilir. Ancak Derleme Sözlüğünde tam da bizdeki anlamıyla Ege ve Marmara bölgesinde ağırlıklı olmak üzere 'seyman' biçiminde yer aldığı görülüyor. Köken bakımından akraba olsa da seymen ile seymanın farklı kelimeler olduğu düşünülebilir.

    Şimdi Mustafa Argun'dan derlenen Kütahya/Tavşanlı yöresine ait türkünün sözleri üzerinde duralım.

        Kayaköy'ün alt yanında değirmeni
        Benim de yarim şu düğünün feymanı
        Nazlı kızı Hasan oğlana vermeli

        Telli de yazmaları oyaladın mı
        Sırça da parmakları boyaladın mı

        Kayaköy'ün de alt yanında bostanı
        Benim de yarim telli de giyer fistanı
        Varın bakın nazlı da yarim hasta mı

        Telli de yazmaları oyaladın mı
        Sırça da parmakları boyaladın mı

    Türküyü ilk defa yenilerde dinlediğimi itiraf edeyim. Dinledim ve kulağımda asılı kalan da ilk kıtadaki 'Benim yarim şu düğünün seymanı' dizesi oldu. İşte bizim seymanları anlatan bir türkü dedim, kendi kendime... Yok kendi kendime de değil, yanımdakilere söyledim ve başladım seyman kültürünü anlatmaya...

    Kendimi öyle kaptırmışım ki, iddia ettim bizim buralara yakın bir yörenin türküsüdür diye... Baktılar kızlar, gerçekten de öyleymiş. Ama benim anlattığım seymanla ilgisi yokmuş, çünkü kelime seyman değil feyman imiş. Yanlış yazmışlardır, seymandır o seyman, diyerek direttim...

    Yanlış yazmışlardır, zira türküdeki Eğret kültürüyle ilgili ögeler seymanla sınırlı değildi. Daha ilk mısradaki değirmen kelimesi de yanlış yazılmıştı mesela... Bizim köyde söylendiği gibi 'deymen' olarak yazılıp söylense hem ölçü ve ritim tutturulur hem de seyman ile kafiye oluştururdu. Demek ki seymanı değiştirdikleri gibi deymeni de değiştirmişler.

    Kavuştaktaki telli yazmaların oyalanması (ki bu kelime türküde tıpkı Anıtkaya'daki gibi 'uyalamak' biçiminde söyleniyor), sırça parmakların boyalanması, serçe parmağa özellikle bizdeki gibi 'sırça' denilmesi vb hepsi türkünün bize çok yakın olduğunu gösteren ögeler... Tabi bununla da sınırlı değil; kadınların çeyizevinde oynadıkları düz oyunun ritmine çok benzediğini de ayrıca işittim...

    İlk fırsatta feyman-seyman meselesine eğildim. Derleme Sözlüğünde seyman ile ilgili yukarıda belirttiğim bilgileri buldum, ki bu kültürün ne kadar yaygın olduğunu da anlamış oldum. Gel gör ki 12 ciltlik aynı sözlükte feyman kelimesi geçmiyor bile. Bırak kültürünü, herhangi bir köyde işitilmemiş, duyulmamış, derlenmemiş... Kişi ismi olarak kullanılıyor, ama onun da bu türküdeki anlamıyla alakası yok... 

    Kısacası aslı seyman olan kelime yanlış derlenmiş, bu yüzden yanlış söylenmiş ve yazıya yanlış geçirilmiş. Bu türküde anlatılan bal gibi seyman kültürüdür...


    

18 Nisan 2025

Küçük Bir Dağ Yürüyüşü

     
    Dere Tepe Eğret yazılarında görmediğim, gezmediğim ve tanımadığım hiç bir yerden bahsetmedim. Sadece duyup işittiklerimizle, rivayetlerle olacak iş değil bu, öyle anlatırsan başarılı olmazsın çünkü... Bu yüzden çok iyi tanıdığım bir yer bile olsa, yazı için mutlaka yeniden bir inceleme yapmış, sormuş soruşturmuşumdur. İlbulak/İblak için de geçerli bu durum...

    Beş altı kilometrelik hafif yay biçiminde dizilmiş irili ufaklı tepelerden oluşan İlbulak dağlarının genel tanıtım yazısında bir çok kaynaktan yararlandım. Bazı bölümlerini iyi bilmeme rağmen, hiç bilmediğim, yarım yamalak tanıdığım, gezip dolaştığım halde adını bilmediğim çok değişik kısımlarını da sonra sonra keşfettim. Üzerine en çok konuşulan yerlerden biri Almalı idi ve benim Almalı hakkında bildiklerim sadece duyduklarımdan ibaretti. En çok yazı yazdığım bir yeri görmemiş olmam büyük eksiklikti, ilk fırsatta giderilmesi gereken bir ayıp... 

    O fırsat dün elime geçti. 16 Nisan Çarşamba günü Almalı'ya kadar uzanan bir geziye çıkacağımızı sabah hiç bilmiyorduk, öğleyin çapından habersizdik, ikindinde ise bu gezinin mutlu yorgunluğu üzerimizdeydi...

    Ayvaz ile Köroğlu başbaşa kahvaltı ediyoruz... Dedi ki 'Otura otura koflaşacağız, çıkıp şu Çapakçayırı'nda dolaşalım biraz...' Madem yürüyüş yapacağız gerçek bir doğa yürüyüşü olsun diye Dağ'a gitmeyi teklif ettim... Hemen sofrada kararlaştırıp yemeyi hızlandırdık, bir an önce yola çıkmalıydık...

    Çatkuyu yolu üzerinde, biraz içeriye park ettik. Tepelerin hemen eteğinde, çamlarla gılikler ve çalının harmanlanıp birleştiği hattan gidecek ve dönüş yolunu İblak zirvesinden yapacaktık. Aslında her zamanki güzergahımızdı bu ve akıllıcaydı. Zindeykenki yürüyüşü engebeli, zahmetli ve dolayısıyla yorucu bölgeye denk getirir, iyice tükendiğimiz dönüş yürüyüşünü nispeten düz bir satıhta yapardık.

    Bir kaç gün önceki bembeyaz karlı görüntüsünün etkisiyle olacak, toprak hala ıslak ve gölge hala serin; bununla beraber güneş olanca yakıcılığıyla sahnede... Bu geçiş dönemi iklimini tasvir gerekirse İblak'ın yakaza hali denilebilir. Uyku ile uyanıklık arasındaki bu haliyle yakaladığımız iyi oldu, yoksa uyandığında İblak'ın hızına yetişemiyoruz; bir de bakmışız sonbahar gelmiş...

    Şu halde torbaları poşetleri boşuna almışız. Toprak kızmadığı için mantar filan yok, kekikler de henüz uzamamış. Her taraf yeni filiz yakı otlarıyla dolu, ama onlarla da işimiz kalmadı.  Öyle avare avare yürüyoruz...

    Bödününçeşme dengini aştık, Resulbaba istikametine ilerliyoruz. Nerede bulunduğumuzu anlamak için sık sık solumuza dönüp Dağ'ın eteklerine bakıyoruz. İşte şu terk edilmiş taş ocağı, ötedeki ağıl, karşı yamaçta evveli sene falancanın kotra vardı, onun arkası Gayraklı, şimdi Şamlı hizasındayız...

    Süpürgelik'ten geri dönelim, diyorum. O kadar yürüyüş yeter bence... Oraya neden bu ad verildiğini anlatıyorum, biraz da ukalalık yaparak; eskilerden öğrendiğimi satma zamanı... O vakitler kullanılan çalı süpürgesinin malzemesi olan dikenimsi otlar burada bolca yetişiyor, tam süpürgelik yani... Bu süpürge otlarının bir adı da piren imiş, bu yüzden Süpürgelik'e Pirenliyer dedikleri de oluyor... Her neyse, burası aynı zamanda mantar ocağıdır; hedef belirlememin bir sebebi de bu... Mantara dair kalan azıcık umudumuzu da Süpürgelik'e vardığımızda kaybettik. Orası da bomboş...

    Mantar toplayıcısı olarak çıktığımız seferlerde yürüyüşü hep Süpürgelik'te bitirmiştik. Buradan bulacağımızı bularak, yahut hayal kırıklığını torbamıza koyarak dönerdik; daha öteye hiç geçmedik. Niyetimiz yine o yönde idi, ama hayret ikimizde de hiç yorgunluk emaresi yok... İşte o anda içime düştü Almalı ateşi... Yamaçtaki yolun oraya gittiğini duymuştum, o yola düşersek bizi Almalı'ya götürürdü. Doğuya yürüyüşümüzü sürdürdük...

    Daha Süpürgelik çukuruna inmeden, sonradan adını Dombeyalanı olarak öğrendiğim karşı bayır düzlüğündeki bir traktörü siperiyle rengiyle farketmiştik. Sözünü ettiğim yola varmadan yolumuzu hareketsiz traktöre düşürecek şekilde ilerledik. Maksadımız her kim ise sahibinden, bilmediğimiz bölge hakkında bilgi almak. Artık Dağ'ın eteklerinden de yüz çevirdik, hep doğuya bakıyoruz...

    Dombeyalanı'na varmadan önümüze bir çeşme çıktı. Sonuncusu hafif kıvrılmış üç ahar boş, çünkü akmıyor, kurumuş çeşme. İlk defa gördüğüm çeşmenin adını merak ederken cevabı son ahardaki yazılarda bulduk: "18 Mayıs 1999 Demirce Yeni Çeşme..." Demek ki Demirce burasıymış... Bayırda traktörün yanında yatan Resul Karakaya bu tepenin Demirce olduğunu teyit etti. Almalı'ya nasıl ulaşacağımızı da öğrendikten sonra oradan ayrıldık...

    Resul'un adı Hacıiresil (Resul Tül) dedesine dayanıyor. Onunki de varıp Resul Baba'ya... Hatta Eğret'teki bütün Resul'lerin kadim kaynağı Resul Baba'dır. Resulbaba tepesi istikametinde yürürken bir yandan da bunlar geçiyordu aklımdan...

    Hemen aşağıda Halibanâ'nın çeşmeyi göreceğimizi söylediydi Resul. Rahmetli Halil İbrahim Kızılyel gerek gördüğü her yere çeşme yapmasıyla ünlü gariban bir hayırsever idi. Sayısı bilinmeyen çeşmelerden birisi de buradaymış, hep merak ederdim. Onu bulmamız zor olmadı, gerçekten küçük bayırı aşınca karşı yamaçta belirdi. Önünde her dalı ve gövdesiyle kurumuş kocaman bir söğüt var. Çeşme olmasa bile o söğüdün fark edilmemesi imkansız... Çir çir de olsa çeşmenin hala akıyor olması muhteşem. Dağ o kadar sessiz ki otur bu gariban çeşmenin şırıltısını dinle... Yarılmış bir aharı ve tahliye deliği tıkanmamış öteki aharı su tutmuyor, yine de akıyor olması bile canlılık kaynağı... Sadaka-i cariye nedir, sorusunun canlı cevabı bu çeşme olsa gerek. Buz gibi suyundan içerken, "Nurlar içinde yatarken önüne gelsin Halibanâ" diye dua ettik...

    Hani çeşmenin önünde koca bir söğüt ağacı var demiştim ya, her yanı kuru olan... İşte onun her yanı kuru değilmiş. Daha doğrusu her yanı kuruymuş da hemen her dalında canlılık alameti bir şeyler fark ettik: Ökse otu... TV'de sosyal medyada sürekli kendine yer bulan şifacıların her derde deva dediği bu otlarla çantanın birini doldurduk...

    Mantardan ve kekikten yana nasipsiz teselli kaynağımız ökse otundan ibaret kalmadı. Adı sukulent miymiş ne, bir kaç çeşidini görünce deli oldu. Onlardan kazdık köklü ve topraklı... Sonra bilmem kaçıncı İblak Kekiği Kültür Yetiştiriciliği Projesine temel olmak üzere köklü ve topraklı kekikler kazdık. Bunların hepsini de diğer çantaya koyduk, yükümüz ağırlaşmaya başladı...

    Henüz aşınca Almalı vadisiyle karşılaşacağımız söylenen bayıra varamadık. Orada uzaktan bir kale burcunun yıkıntısıymış gibi görünen taşlar var. Böyle olmadığını, doğal devasa kaya parçalarının bize öyle göründüğünü yanlarına varınca anladık. Üstüne çık, sırtını kuzeye ver; muazzam bir poz oluşturan koca kayalarda bol bol fotoğraf çektik. Bu arada buradan bakınca Eğret ne kadar yakında görünüyordu, havanın ne denli berrak olduğunu anla artık. En az 7-8 kilometre uzakta olan köy sanki yanıbaşındaymış gibi görünüyor. Elektirik hatları yokken, manyetik alan oluşturan hiç bir etkenin bulunmadığı dönemlerde insan sesiyle minareden okunan ezanı Dağ'dan işittiklerini dinlemiştim. Şu görüntüden sonra bu söylentiye daha da inanır oldum...

    Fotoğraf arasından sonra yürüyüşe devam ettik, muntazam kazılmış 2X2 metre ebadında bir çukur gördüm; derin değildi, ama üğünen toprakla dolmuş olabilir. Tahmin edileceği gibi definecilerin işidir... Sonra, daha başta Çatkuyu'ya doğru biraz daha ileriden ayrılan yolun uzantısıyla karşılaşıp kendimizi ona bıraktık. Bu bölüm oldukça kolay bir yürüyüş oldu...

    Nihayet bayırı aştığımızda Almalı vadisi olanca genişliğiyle karşımıza çıkıverdi. Bu manzarayı aniden beklemiyordum, Almalı nazlı bir gelin gibi birdenbire duvağını açmazdı. Yanlış hayal etmişim. Eğer meşeler göğermiş olsaydı 'Vadim O kadar Yeşildi'yi hatırlattı derdim. O kadar olmasa da şimdiye kadar dinlediğim Almalı hikayelerinin boş olmadığını bu ilk görüşte vadinin kendisi anlattı demek yanlış olmaz. 'Öküzüm Ahara Düştü', 'Almalı Suyu', 'Mantara Giden Çocuk', 'Aşiret Yörükleri', 'Kör Hoca'nın Saati', 'Sığırcı' ve benzer hikayelere mekan olmuş Almalı işte karşımdaydı ve her türlü övgüyü hak ediyordu. Sen bir de Mayıs ayındaki halini düşün...

    Önümüzdeki Almalı çanağı bir zamanlar bayram yeri gibi kalabalık olurmuş. Koyun sürüleri, köye ait sığır sürülerinden biri, öküz çobanları, her dönem karşı bayıra konan Aşiret Yörüklerinden Gara Ahmet... Hepsi burada yaylarmış, hayvan ve insan sesleri doldururmuş vadiyi... Oysa şimdi ne kadar sessiz, terk edilmiş bir doğal film setini andırıyor...

    Tepeden aşağı bakan gözlerim hemen çeşmeleri aradı ve buldu. İşte şu önümüzde duran yukarı, daha ileride aharları ve gövdesiyle beliren ağartı da aşağı çeşme olmalıydı. Fakat, bir dakika... O ileridekinin az yukarısında bir ağartı daha var, üstelik aharları da çok belirgin. Oysa bana Almalı'da iki çeşmeden bahsetmişlerdi, üçüncüsünü kimseden duymadım; yenilerde yapılmış olmalı, ama hangisi üçüncü ki?

Yakınımızdakine çabuk ulaştık. Kurumuş... Üç aharı da muazzam mozaikten dökülmüş, gövdede 1981 tarihi okunuyor. Şimdi en aşağıdakine inip, diğerindeyse namaz kılarak dönüşe geçmeyi planladık. (Aylar sonra bu çeşmeye Şerafettin'in çeşme dendiğini öğrendim, asıl Almalı çeşmeleri aynı uzantıda birbirine yakın olanlarmış.)

    Aşağı çeşme daha önce fotoğraflarını gördüğüm Dıkma Mevlüt Özen ve eşi Münevvere Hanım hayratı olarak tamir edilmiş. Suyumuzu içtik, altına üstüne konuşlanıp fotoğraflar çektikten sonra çeşme gövdesinin de arkasına doğru geçip oturdum. Kuzeye, yani köye doğru baktığımda gözümün önündeki manzara tanıdık geldi. İlk defa geldiğim bir yerin manzarası nasıl tanıdık olabilir ki? Sonra sürekli tekrar eden rüyalarımdan birini daha hatırladım. İşte oradandı bu görüntü... Çok uzak olmasına rağmen köye baktığımda hemen şurada görünen, her zaman masalsı gerçekliğinde bulunmaktan huzur bulduğum bir rüya ülkesinin görüntüsüydü. Şimdi bunun benim Almalı'ya ilk gelişim olduğunu nasıl söylerim... Oturduğum yerden o görüntünün bir kaç fotoğrafını çektim...

    Son çeşmeye vardık. Bunun gövdesi yok, yalnız aharları yukarıda gördüğümüz kuru çeşmeninkilerle aynı tarzda ve zamanda dökülmüş gibi... Öğle namazını kılarken Hoca Dedemin seksen yıl önce teravih kıldırmak için Ramazan'ı buralarda geçirdiği aklıma geldi. O vakit Almalı'nın ne kadar şenlik ve kalabalık olduğunu hesap edin.

    Dönüş yürüyüşündeyiz. Domuzlar bir şeyler ekecek sanırsam, iyi sürmüşler her tarafı. Ne kökü arıyor bunlar, gavur pancarı mı, çiğdem mi, yoksa başka şeylerin soğanını mı?... Çiğdem deyince, eskilerin çiğdem (kardelen) kazmak için baharda kırlara çıktığından söz ettik. Kaç kere denediysem çiğdem soğanına ulaşamamıştım, domuz sürdüğü yerlerdeki çiğdemler o kadar kolay yolunuyor ki, çektiğin soğanıyla birlikte geliyor. Böylece ilk defa çiğdem kökü yedim. Tadını tarif edeyim; salatalık, kırmızı turp, havuç, marul, devetabanı... Bunların tadını bilirsiniz, karıştır hepsini, işte çiğdem tadı bütün bunların karışımı gibi bir şey...

    Tahmin ettiğimiz gibi dönüş daha kolay oluyor, yukarıdan ve düzlükten... Bir kaç gün önceki soğuğa maruz kalmış dağ lalesi ve yeni açmış sümbül aileleriyle karşılaştık. Her biriyle hatıra fotoğrafı olmazsa olmaz...

    Fotoğraf için duruşlar, namaz molası filan derken en fazla yarım saat ara vermişizdir, net olarak dört saat yürüdük. Keşiflerle dolu keyifli bir gezintiydi. 

    Sakın bu yazıyı Berber Emmime okutmayın, şuraya niye gitmedin, berikini niye yazmadın diye cahilliğimi yüzüme vurur da vurur... En iyisi onunla başka bir Dağ yürüyüşü yapmak...



14 Nisan 2025

3. Sayfa

 


Kara Selim Zenger

Mehmet ...

Deli Nuri Taşkın

Yenimısdık Mustafa Haykır

Sait Azbay


Veysel Dirlik

Şükrü Taşkın, Halil Haykır

Halil Tetik


Muzaffer Şık



Mahmut Kaçmaz


Macur Ali Öncül

İdris Saçak

Osman Kızılyel

Şevket Tüplek, Kör Süleyman Salman


Veysel Yavuz, ...



12 Nisan 2025

2. Sayfa

 


Samancı İsmail Saçak




Karabacak





Abdurrahman Yavuz










Kör resul Aydın





Bolşevik Kör Yakup Aydın






Yahya Kalkan


Halil Omak




Çil Mahmut Omak


Çapar Mehmet Dadak

Çakalın Süleyman Eren
















H.İbrahim Kızılyel

Kösenin Mehmet Varlı

Köse Ali Osman Varlı

Şaban Azbay

Çete Mehmet Patlar

Mahmut ...



Kekeç Halil İdis