1957 Yılı... Gatçayır...
O yıllarda buralar çayırlık...
Yer yer su birikintileri, olağan görüntülerden...
Otlar dizboyu, dibine bastığında yemeni çamura saplanıp kalıyor.
Çocukların oyun alanlarından biri, en azından kaz güderken oyun oynamaları çok normal. Yalnız bu üç dört çocuk kaz filan güttükleri yok, oynuyorlar orada. Az ileride vıdik sürüleri peşlerinde anaç kazlar, daha yukarıda taze kuzular, büylek tutmaya hazır şaşkın öküzler, kuyruk sallayıp sineklenen çakılı beygirler, özgür eşekler...
Oyun için orada bulunan çocuklara göre o hayvanlar sıradan... Her gün beraberler, dikkate değer bir yanları yok yani.
Oysa asıl seyre değer macera çayırlıkta yaşanıyor...
Uzun turuncu bacaklarını, inceliğiyle uyumsuz yavaşlıkla hareket ettiriyor bir leylek... Bacaklarıyla aynı renkte gagası sürekli yerde... Uzun boynu, ucundaki turuncu gagasıyla leyleğe üçüncü bacak olmuş sanki... Şu haliyle o kadar miskin görünüyor ki... Görsen, 'Ne kara kara düşünüyor bu kuş!' dersin, o kadar yavaş yani... Çocuklar, bu yavaşlığın ardından olacaklara hazırlıklı gibiler... İzlemedeler...
Birden leylek, olgun duruşundan beklenmeyen bir çeviklikle harekete geçti. Çocuklar nefeslerini tutmuş, gözleri leylekte... O ana kadar yerden hiç çıkarmadığı gagasını aniden yan tarafa, yukarı doğru kaldırıverdi. Beş altı metre öteye bir şey sıçradı, ağır kayış gibi bir şey...
Bu bir yılandı... Ve öyle bir fırlatılıştı ki bu, yılan sersemlemişti. Deminden beri yavaş hareket eden leylek hemen başında bitti. Henüz kendine gelemeyen yılanı gagasıyla belinden kavrayıp tekrar fırlattı. Hızlı adımlarla yılana varıyor, hayvanın kafasını toparlamasına fırsat vermeden bir darbe daha indiriyordu. Birkaç raundluk fırlatma dövüşünden sonra hırsını alamamış gibi yılanla birlikte havalandı. Yukarıda, gagasının iki yanından sallanan hayvan yarı baygın görünüyordu. Ne kadar yükseldi bilinmez, gagasındaki yükünü bırakıverdi. Yılan yere düştüğünde, leylek yine başındaydı. Gerçi ölmemişti, ama yaşıyor da sayılmazdı. Buna rağmen leylek acımadı, gagasıyla son darbeyi indirdi...
Leylek bu avlanma sırasında gagasını çok fonksiyonlu bir silah gibi kullanıyordu. Onunla avını sapan gibi fırlatıyor, bazen bir hançer gibi avına saplıyor, bazen de çekiç gibi tartaklıyordu. Göğe kaldırırken gagasını penseyle sıkıştırır gibi yapmıştı. Şimdi ise öldürdüğü avının başında o gaganın başka bir marifeti meydana çıktı. Yılanın baş tarafından, yirmi otuz santim uzunlukta bir yerden öyle bir ısırdı ki... Hart diye kopuverdi ölü gövde... Sonra kalan kısmı da ortadan ikiye ayırdı. Bir makasa dönüşen gaga, cesedi iki hamlede üç parçaya bölmüştü.
'Ne gagaymış be!' diyecekler için söyleyelim, daha bitmedi o gaganın vazifesi... Üçe böldüğü avını gagasına alıp kanatlandı. Macerayı meraklı gözlerle izleyen çocuklar, leyleğin lokma haline getirdiği avını yutmadığını fark etmişlerdi. Lakin uçtu gidiyordu işte... Filmin final sahnesini merak ediyorlardı. Leylek havadan, çocuklar karadan köy içine doğru ilerlemeye başladılar. Leylek bu uçuşta tonajı yüksek yük taşıdığından yavaş ilerliyor, bu yüzden aşağıdaki çocuklar onu rahatça takip edebiliyordu. Gaga, bu sefer yemek servis aracına dönmüştü... Şimdi Lütfi Tüblek'in evin olduğu yere vardıklarında leylek de yuvaya ulaşmış, yavrularına taze yılan servisi yapmakla meşguldü.
Yuvanın bulunduğu yer, tam olarak Kırtişin Apilin evi idi. Bu yüzden olsa gerek 'Kırtişin Leylek' diyorlardı ona. Bugünün yazlıkçıları gibi yaza doğru gelir, sonbaharda kışı geçireceği diyarlara çeker giderdi. Eğretlilerce köyün bir ferdi gibi benimsenmişti.
Rivayete göre bu yuvayı Kırtişin Apil (Apil Özen, ölümü 1939) yapmış. Düzgün uzamış bir söğüt dalının ucuna, yine ağaçtan minare şerefesi gibi bir platform çakmış. Belki çer çöple örerek yuva biçimi verdiler belki de bu işi leyleğe bıraktılar... Kaldırıp dikmişler bu yuvayı ve duvara çakarak sağlamlaştırmışlar. Galiba tabanını da yere gömmüşler bir miktar... Kuş gelip beğenmiş, yerleşip yumurtlamış. Özel yuva dikildiğine göre seviliyormuş demek ki hayvancıklar.
Yavrular çıkınca ilgi daha da artmış bunlara. Tırmanıp kontrol ederlermiş mesela... Daha küçükken yavrunun bacağına boncuk takmışlar... Ne kadar sevilseler de vakti geldiğinde kışlık memleketlerine, Afrika'ya doğru yollanmışlar. Ertesi baharda tekrar gelmişler. Gelenlerin onlar olduğunu ayağındaki boncuktan tanımışlar... Sonraki yıllarda hep aynı leylek ailesi gelip konmuş yuvaya. Bir kaç yıl sonra, boncuklu leylek yuvanın büyüğü olmuş. Arada sırada başka leylekler de gelip oraya yerleşmeye niyetlendiklerinde, bizimki gagasıyla öyle bir kovalarmış ki bunları... Hasılı kelam kimseye kaptırmamış o yuvayı... Kırtişin Leylek dedikleri işte bu boncuklu leylekmiş. Eğret'te deyim haline gelmiş, geçimsiz onunla bununla kavgaya hazır kimseleri 'Kırtişin Leylek gibi' diyerek ona benzetirlermiş.
Yuvanın yeri bir kaç kere değişmiş; önce Kırtişin evin tam karşısına almışlar, yetmişlerde oradaydı, hatırlıyorum. Sonra Terlemezin odanın yanına aldılar. İkinci yerindeyken ve son yerinin ilk zamanlarında leylek sakinleri bulunuyordu. O yuvanın ve leyleklerin akıbeti bilinmiyor.
Kırtişin Leyleğe ve yuvasına özenerek, Çerçilerin eski evin, sonradan Yanık Ali'nin durduğu evin yanına da bir zaman yuva dikmişler; lakin buraya leylekler pek itibar etmemiş. Sonraları Güdük Mehmet Işılak, benzer bir yuvayı evinin dibine kondurmuş; ama o da tutmamış... Kendilerince rüzgar ölçümlerini ve diğer hava şartlarını değerlendirip yuvanın uygun olup olmadığına karar veriyor demek ki hayvancıklar. Hafızam beni yanıltıyor olabilir; sanki bir leylek yuvası da Keliban'ın evin dibinde vardı gibi hatırlıyorum.
Kubbe yapılmadan önce Gocacami'nin çatısında bir leylek yuvalanmış. Kırtişin Leylek gibi orayı kendine tapulayan bir leylek miydi bilinmiyor; ama orada uzun süre bir yuva bulunduğu, bilenler tarafından anlatılıyor.
Eğretliler yazın habercisi sayılan leyleklerin gelip gelmediğini, gökyüzüne bakarak takip etmezler, bu yuvalara bakarak anlarlarmış. Kırtişin Leylek yuvada takırdamaya başladıysa, yazın yaklaştığını anlarlarmış. Genelde Hıdrellezden kırk gün evvel bu yerli misafirlerin sesi işitilir, bu takvim pek şaşmazmış.
Leylek leylek lekirdek!
Hana bana çekirdek!
Çekirdeğin içi yok!
Kel Fatmanın saçı yok!
Bunları dedikten sonra, portakal çekirdeklerini kirli çevrelere çıkılayıp dambeşe atardık... Niye ki?...
1957 Yılında bir kaç çocuk, yavrularını Gatçayır'da avladığı yılanla yemleyen leyleğin bacağında boncuk var mı yok mu, hiç dikkat etmediler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder