13 Eylül 2024

Bir Fotoğraf Analizi

 
    Biri demişti, 'Eski Türk filmlerini sevmem, ama mazideki İstanbul manzaralarını görmek için arada sırada bakarım...' O görüntüler filmlerde kaldı çünkü... Gerçekten de öyledir, kırk elli yıl önce filmin çekildiği zamanlardaki İstanbul ile günümüzdekinin pek benzerliği bulunmuyor. 

    Bu tatsız durum yalnız İstanbul'a has değil, yurdun her yeri için geçerli olsa gerektir. Hatta Anıtkaya için bile... 'Garaörtü' kelimesini açıklayacak hala kullanılan bir dambeş aradım da bulamadım. Bugünün çocukları köyün herhangi bir yerinde elli yıl önce çekilmiş fotoğrafı tanımayıp onun Anıtkaya'ya ait olduğunu anlayamayabilir.

    Öyle bir fotoğraf üzerinde biraz konuşalım. Köyün en merkezi yerinde, Galip Bey caddesinde çekilmiş. Berber Emmim arşivindeki bu fotoğrafta Dayıların Adem Yola ile poz vermiş. Tam yılını bilemeyeceğim, onlar tarih ve diğer konularda daha net bilgileri vereceklerdir.

    Fotoğrafı çeken Galipbey caddesine inip sağa doğru çaprazlama yönelmiş. Haliyle arkadaki binalar fon olarak kullanılmış. Tam lokasyon istenirse, burası şimdi Tuğra marketin bulunduğu noktadır. O dönemde cadde ile binalar arasında geniş bir boşluk vardı, o boşluk kullanılmış.

    Malum olduğu üzere o cadde doğal bir rampa üzerine kuruludur. Batıdan çekilecek bir fotoğrafta nesneler yukarı doğru uzar. Bir de çömelerek objektif biraz daha aşağı alınırsa, doğal rampa açısı artırılmış olur. Aynen öyle olmuş ve arkadaki binalar kareye sığsın diye gayret edilmiş. Öyle yapılmasaydı bir fotoğrafı sözkonusu bile etmezdik...

     Yılını bilemeyiz, ama işaretlerden fotoğrafın çekildiği mevsim ve zamanı az çok tahmin edebiliriz. En iyi işaret gölgelerdir. Burada gölgelerin bir hayli uzadığı açıkça görülüyor. İkindiden sonra henüz kerahat vakti girmemiş, ama gün akşama meyillendiği belli... Kış günleri güneş Olucak hizasına bile varmadan çabucak batar, bahar sonu gündönümünde ise tamamiyle kuzeybatıdan Yenice'ye yakın iner. Hatta Haziran sonunda portakal gibi kızardığında neredeyse kuzeye dayanır. İkindi ile akşam arasındaki çaprazlama çekilmiş bir fotoğrafta bile gölgelerin daha çaprazda güneydoğuyu gösterdiği dikkatlerden kaçmasın. Akşam üstü görme imkanı olsa, o gölgelerin hemen hemen kıbleye döndüğü görülecektir. Bütün bunlardan fotoğrafın hangi mevsimde çekildiği çıkarılabilir.

    Yeri gelmişken, fotoğrafı örtmeli bir kadının çektiği zannedilmesin. Burada yine bir ışık oyunu var. Caddeye çapraz duruş bir yana, güneş o kişinin de çaprazında bulunuyor. Bu yüzden makineyi tutan iki elin koltuk altlarındaki boşluk gölgeyle dolmuş, yani örtmeli kadın görüntüsü vermiş. Kim çekerse çeksin, kendi gölgesini almak yerine arkadaki binanın tamamını kareye sığdırmak için makineyi biraz daha kaldırsaymış iyiymiş...

    Lafı uzatmayalım, arkadaki Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkandır. İki katlı dükkanın bu halini yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Cumartesi günler dışında çok da işlek olmayan bir bakkaldı. Kepenkler kapalı olduğuna göre, günlerden cumartesi değil... Arkada çok az kısmı görünen dükkanlar ise Hacemirlah (Emrullah Onay)a aitti. Galiba oralarda pek değişiklik yok.

    Aynı açıdan bir fotoğraf çekilebilir, ama bugün çekilecek bir fotoğraftan aynı manzarayı yakalamak mümkün değil. Dediğimiz gibi, başta cadde ile binalar arasında boşluk kalmadı. Manda (Ahmet Öztürk)e ait yere oğlu Mahmut Öztürk yeni bir bina yaptı, böylece orası tamamen kapandı.

    Arkada, iki kanatlı kepengin yarısı yukarı dayanmış, diğer yarısı ise altına bir yağ varili konularak tezgaha dönüştürülmüş dükkan acaba Manda'nın dükkan mıydı. Oralarda bir yağhane hatırlar gibiyim, ama bu dükkan daha beride gibi duruyor. Sakın Sarasan (Hasan Dadak)ın bakkalı olmasın. Tezgahtakiler de gazoz şişesine benziyor. O dükkanın önünde bir ara düğen dişediklerini hatırlıyorum.

    Orasını pek bilemeyeceğim, Sarasan'ın dükkan iki katlıymış, fotoğraftaki de bu tanıma uyuyor. 1960 Darbesinde Belediye ile beraber Koruma Başkanlığına da kayyım atanmış ve Jandarma Onbaşı Koruma Başkanı ilan edilmiş. O dönemin Koruma odası işte bu dükkanın üst katıymış.

    Fotoğraf o kadar canlı ki, sanki Sarasan gözlüklü başını peykenin üstündeki açık camdan uzatıverecekmiş gibi geliyor. O değil, lakin bir çocuk kareye başını uzatmış bile. Kim bilir kim?...

    Bizim yapacağımız analiz bu kadar olur; çuvallamış olabiliriz, düzeltmelere açığız... 

 


10 Eylül 2024

Katmer

     
    Nasıl olduysa mevzu yeni gelinlerin yaşı kaç olursa olsun mahalledeki bütün erkeklere 'ağa' diye hitap etmesine geldi. Günümüzde yeri kalmayan bu adet, eskilerin saygı göstergesi kabul ediliyordu; ama zaman zaman gülünç durumlara düşülmesine de sebepti. Bir gelin, okula dahi gitmeyen çocuklara ağa diyordu... Buna dair örnekler verip güldük, sonra bu anlayışın saçmalığını dile getirip yürürlükten kalkmış olmasına sevindik...

    Bu sırada Berber Emmimin sesi, ısrarla bir olay anlatmak istediği zamanlardaki tona büründü. Bu ses tonunu iyi tanırım, sürpriz bir neşe barındırır ve mevzuya son noktanın konulacağını ima eder. Söyleyeceklerindeki ayrıntıları kaçırmamak için dikkat kesildim.

    Abisi Hasan Hüseyin Kabadayı Emminin düğünü var, yıl 1968-69 olmalıdır. Düğün ön hazırlıklarının önemli bir kısmını eş dostu davet etmek oluşturuyor. O yıllarda bu iş, şimdiki gibi davetiye göndermekle halledilmiyor; bir hediye bohçasıyla gidip davet ediyorsun, buna okuma/okunma deniyor. Götürdüğün hediye paketinin adı da okuntu...

    Yakın akrabaların okuntusu bohça iken daha düşük seviye davetlilerin okuntusu Cuma-Cumartesi (Perşembe gelini ise Salı-Çarşamba) günleri kapısında çalgı çaldırmak suretiyle yapılırdı. Tabi bu işlem Anıtkaya düğüncüleri için geçerli, başka köylerden davetlilerin varsa onları bizzat davet etmelisin, yani okuntu yoluyla...

    Böbülerin aslı Kütahya'nın Kuruçay köyü olduğu için Çaylıoğlular diye biliniyor. Müezzin Hüseyin Kabadayı Dede Belce'den gelmiş, ama bir kolları da Muratlar köyüne uzanıyor. Oradaki akrabalarıyla irtibatlarını koparmamışlar. Ben hatırlıyorum Salih Emmi atları koşar, sık sık ziyarete giderlerdi. Bugün de ilişkiler sürdürülüyor, hatta eskisinden daha kavi...

    Muratlar'daki Çaylıların Cemal Emmiye okuntu götürülmesi lazım, bunun için güveyinin kardeşi Berberahmet'i görevlendiriyorlar... Berber yalnız gidecek değil, yol arkadaşı Dayıların Adem Yola...

    İki kafadar atlıyorlar velespitlere... O yıllarda bisiklet lüks olmalıdır, ama bunlarda varmış demek ki... Yolda teker patlamadıkça iyi bir ulaşım aracı...

    Muratlar'da Cemal Emmilere varıyorlar... Sıcak bir karşılama var. Hoşgeldiniz, ne var ne yok derken kaşla göz arasında hamur yoğrulup sac kuruluyor; katmer edilecek... Daha sohbet yarılanmadan ilk katmer bişirgeçle getirilip önlerine devriliyor. Şöyle dikine dikine vurup pullandırmaya fırsat bırakmadan, o kadar el saldırıp ne kaptılarsa ufulaya pufulaya yutuyorlar... Sonra sıcak, yağlı sohbete devam...

    O sohbetten ne olacak, yeni katmer geldiğinde ufulamayla yine kesintiye uğruyor. Öyle bir trafik ki, bişirgeç dolu gelip boş gidiyor. Yalnız daha saca varmadan Cemal Emmi'nin sesi onu geçiyor;

    - 'Hadi gız!..' E sacın başında makine yok ki, hamur açılıp saca atılacak, çevrilecek, arada ocak ateşlenecek. Evin kızı ile anası bunun hakkından nasıl gelsin... Yine de sofrayı katmersiz bırakmıyorlar... Bırakmıyorlar, ama giden katmer bir anda ortadan kayboluyor; sanki hiç gitmemiş gibi, o kadar boğaz birer dıkım alınca bitiyor. Ardından herif bağırıyor 'Hadi gız!..'

    Berbergil de sofra ile ocak arasındaki bu hızlı trafiği farketmişler, hatta çok fazla katmer geldiğini de anlamışlar. Neylersin ki o kadar yemelerine rağmen doymamışlar. Adem'e sormuş çaktırmadan 'doyduñ mu' diye, O da 'ı-ıh' demiş... Bununla beraber katmer çok lezzetliymiş, sıcak sıcak kapışmak bu lezzeti katmerlemiş, bunu da ayrıca belirtiyor...

    Birdenbire katmer kesilivermiş. Daha parmaklarını soğutmadan yeni katmerin gelmesine alışan sofradakiler sabırsızlanmışlar. Cemal Emmi bu sabırsızlığını biraz yüksek perdeden 'Hadi gız!' diye seslendirince evin hanımı dayanamamış;

    - 'Bi diliñi dutamadıñ! Hadi gız, hadi gız!... Bi dur heyerif! Hamır bitdi, gız hamır yuğuruyo!.. Az sabret gali!'

    Meğer bunlar o hay huy arasında bir tekne hamuru tüketmişler. Hadi hadi derken geleni yutmuşlar, ama ne yediklerini bilmediklerinden doyup doymadıklarını da anlayamamışlar. Evin hanımı haklıymış, katmer pişirilmesi tamamlanıp yığılsa, ekşisi turşusu tam tekmil sofra kurulsa daha iyi olmaz mıymış...

    Şüphesiz daha iyi olurdu, pişirenlerin de iki ayağı bir pabuca sokulmazdı. Lakin yiyicilere katmerler o kadar lezzetli gelir miydi, bak orası şüpheli...

    Yeni hamur hazırlanırken Berber ile Adem yavaş yavaş ayaklanıp müsade istemişler. Bunu duyan evin kızı karşı çıkmış;

    - 'Duruñ gali Ağa' demiş, 'Hamır hazır, bişirem de Hacı Emmime götürüñ, ıscecik O da yisiñ.' Kabul etmişler bu teklifi... Kabul etmelerinin sebebi köye katmer götürmek değil, tadına doyamadıkları katmerleri yolda mola verip mideye indirmek...

    Sarıp sarmalanan emanet katmerlerle yola düzülmüşler, ama ne açlık hissetmişler ne de yolda durup yemişler. Meğer katmerin lezzeti hapur hupur yedikleri o sofra başındaymış. Köye döndüklerinde de dönüp katmerlerin yüzüne bakmamışlar... 



Böbülerin Çocuk

     
    Daha önce bahsetmiştim, sosyal medyada çoğu kişinin sayfasına yüklü fotoğrafları taradım. Dün akşam bir gözümle maçı izlerken, diğeriyle Berber Emmimin bu fotoğraflara bakmasını sağlıyordum. Aslında eski fotoğraflar üzerinde yapacağı izahata odaklıydım, yen nesli zaten bilmezdi. Bu karışıklıkta erken gelen ilk golü göremedik.

    Yenilerde çekilmiş çoğu selfi tabir edilen fotoğrafları hemen geçiyordum. Birisini geçince 'Ha, Böbülerin çocuktu o geçtiğin' dedi. Benzetmiş olmalıydı, çünkü slaytta hızlıca geçtiğim fotoğraf Hatcamehmetlerin Hasan oğlu Mehmet Saki'nin pozuydu. Mardaklar/Hatcamehmetler nere, Veyisler/Böbüler nere; kesinlikle birine benzetmiştir...

    'Yok bu Profesörün resmi' diyerek yanıldığını göstermek için döndük geriye... Hayır, yanlış görmemiş, yanılmamış da... Mehmet Saki'nin 'Böbülerin Çocuk' olduğuna dair hikayeyi anlattı. Bana da bunu not etmek düştü...

    Olay, Berber'in henüz çıraklık devresindeyken yaşanmış. Omarcıkların Berberhüseyin'in çırağı iken göz doldurmaya başlamış. Millet odalarda konusu açılınca konuşuyor, şu berber iyi, şu şöyle bu böyle... İşte orada 'Böbülerin Çocuk' ne kadar iyi traş ettiği anlatılıyor. O sırada çocuk dedikleri Berber 17-18 yaş civarı olmalıdır. Yaşlıların gözünde çocuksun...

    Büyüklerin kendi aralarında konuşmalarını, o sırada çok küçük yaşta bulunan Mehmet de işitmiş. Hatcamehmet dedesinin yanına takılıp gitmiştir. Bir de dedeler kendi adını taşıyan torunlarına çok düşkün olurlar, bu yüzden Mehmet'i her gittiği yere götürüyormuştur... 

    Her nasıl olduysa küçük Mehmet'in zihninin bir yerine 'Böbülerin çocuk gözel treş ediyo' sözü kazınmış. Saçları uzayınca dedesi bunun elinden tutup Takgasların Berberhüseyin'e (Öncül) götürmüş. Demek ki kendisi onun müşterisiydi. Hakla traş olunan o günlerde hangi berberin müşterisiysen harman kalktıktan sonra yıllık ücretini (hak) buğday olarak ödüyordun... Hatcamehmet torununu bu yüzden kendi berberine götürmüş...

    Kafasında 'Böbülerin Çocuk' bulunan torun Mehmet dükkana girince ortalıkta çocuk filan görememiş, yaşlı yaşlı adamlar. Berber de öyle... 'Ben Böbülerin çocuğa gitcen!' diye tepinmeye başlamış. Berberhüseyin de bu duruma anlayış gösterince dedesi tekrar elinden tutup öteki Berberhüseyin'in (Sağlam) yolunu tutmuşlar...

    İçeri girdiklerinde dedesi sormuş; 'Hana Böbülerin çocuk?'... Daha önce hiç görmediği halde Mehmet 'Aha bu' diye Berberahmet'i göstermiş. Daha sonraki yıllarda hem Hatcamehmet hem de oğlu Hasan Saki Berberahmet'in müşterisi olmuşlar, Emmim bunu da Mehmet'in 'Böbülerin Çocuk' ısrarına bağlıyor...

    Sonra 'Böbülerin Çocuk' usta çıkıp dükkanını açıyor, evleniyor, askerlik şu bu derken İzmir'e göçüyor; ayrı bir hikaye... Yıllar sonra bir gece, Gadıngızların evdeki bir düğününde, bir delikanlı gelip Berber'in karşısına dikiliyor; 'Hoşgeldin Ahmet Ağa, beni tanıdın mı?' diye soruyor... Emmim tanıyamamış... Tam çıkaramadığını söyleyecekken 'Ben Böbülerin Çocuk' diye kendini tanıtmış Mehmet Saki...

    Emmim bu hikayeyi anlatıp diğer fotoğraflara bakarken ben de harıl harıl yazıya geçirdim. Bu arada milli takım beraberlik golünü yemiş, onu da göremedik...



05 Eylül 2024

Bir Öküzüm Ahara Düştü Vakası Daha

     
    Berber Emmimin anlattığı Öküzüm Ahara Düştü hikayesini arzetmiştim. Benzer bir vakayı bugün işittim. Yalnız önceki gibi Almalı çeşmesinde geçmemiş. Bu seferki on onbeş yıl kadar daha önce düz ovada, meşhur Balıklı çeşmede yaşanıyor, onu hikaye edeceğim.

    1946-47 Yıllarındayız, Babam daha küçük çocuk, aklı yeni eriyor... Körhoca Dedem gidip malbazarından bir çift öküz almış, o zaman pazar nereye kuruluyorduysa... O hevesle oğlanları kemire getirmeye yollamış. Dağ'da çok sayıda ağıl bulunuyor ve köylü yakacak ihtiyacının bir kısmını da ağıllardan kaldırılan kemirelerle karşılıyor. Senin ağılın yoksa bile bir dostunun vardır...

    Babamın yaşı küçük ama Mevlüt Emmim on yaşının üzerinde, yanına küçük kardeşini de alarak yola çıkıyorlar. Bu arada yeni alınan öküzlerin huyunu suyunu bildikleri yok. E hayvanlar da yabancıysa, haliyle evi yolu bilmiyor onlar da... Gademguyu yakınlarına varınca öküzler neden ürktülerse, hop dereye uçurmuşlar arabayı. Emmim büyük olduğundan kendini atmış aşağı, ama Babam altında kalmış. Sürüklene sürüklene dereye kadar o vaziyette... O civarda Hakkıların çayırlar var, Patır Dayı (Ahmet Yırgal) öküzlerin önüne geçip durdurmuş, ama altta sürüklenen yeğeni perişan...

    Ölü gibi çocuğu getirmişler eve, sonra bir kırıkçıya göstermişler. Onun kim olduğunu hatırlamıyor Babam, bizim köyden de olabilir, başka bir köye de götürmüş olabilirlermiş... Adam demiş ki; 
    - "Ne kadar eti, kası varsa kırılmış; bir koyun postuna sarın bu çocuğu, 15 gün postun içinde kalırsa ayağa kalkar." 

    O yıllarda Dedemin koyunları var, yatırmış birini kesecekken Mazinin Ömer Emmi (Kabadayı) durdurmuş;
    - "Yav Hoca ne gerek var koyun kesmeye, aha bizim evde deri dolu..." Getiriyorlar bir deriyi, çocuğa giydirip güzelce dikiyorlar. Boynuna kadar bir tuluğun içinde on onbeş gün bekletiyorlar. Vakti gelince çıkarmışlar posttan, Babam gerçekten iyileşmiş.

    Bu arada sicili bozuk yeni öküzler bir vukuat daha işlemiş. Sulamaya götürülürlerken Gödecin Halil'in Afyonlu eşi Naciye Hanıma toslamışlar. Dedem, komşuya zararı olan hayvan bana yaramaz diye çekip sattırmış. 

    Biz hastaya dönelim... Babam posttan diri çıkmış, ama bu sefer de başka bir hastalığa yakalanmış. Sütce demişler, hadi bakalım Elpirek'e Patır Dayısı... Patır Dayı yeğenini çok severmiş, her lazım olduğunda işini bırakmaktan yüksünmüyor. Kendi öküzlerini koşup yola düzülmüş.

    Elpirek'teki adam hastayı enine boyuna süzmüş ve; 
    - "Bir haftaya kalmaz ölür bu" diye tükürür gibi söylemiş... Şu yaptığına bak, iyi olacaksa da öldürecek hastayı... Hiç olmazsa diyeceğini hastanın yüzüne deme... Düşün ey okuyucu, bütün bunları bana o hastanın kendisi anlattı...

    Moraller bozuk dönüş yoluna düşüyorlar. Gecek karşısındaki Balıklı çeşmede mola... O vakitler eski yolun üzerinde çeşme, şimdiki gibi bir kuytuda nisyana terkedilmiş değil. Her zaman etrafı çok şenlik oluyor. Balıklı çeşme denilmesinin sebebi de lulasının balık ağzı biçimli olmasıymış... Öküzleri sularken, birisi delleniyor veya hesapsız haraket edip cup ahara düşüyor. Bütün bu ayrıntılar morali bozuk çocuk hastanın aklında kalmış... Zor bela kurtarıp yola revan olmuşlar...

    Köye geldiklerinde Elpirek'te olanları anlatmışlar.  Çocuğa yakında öleceğini müjdeleyen adama mahalleli koro halinde sövmüş, tabi gıyabında... Lakin bunun hastaya bir faydası yok, ölümü bekleniyor... 

    Biri akıl mı verdi yoksa kendi fikri miydi bilinmez, Patır Dayı'nın aklına cıngırdık kurmak geliyor. Avlunun ortasına bir direk dikip koca söğüt dalını da onun üzerine yerleştirip mekanizmayı kuruyor. Cıngırdığın bir ucuna ağırlık dengelesin diye delikli bir taş bağlıyor, öteki ucuna da yeğenini oturtup başlıyor döndürmeye. Tam bir hafta belli aralıklarla babamı sallamış, hiç üşenmeden... 

    Bir haftaya kalmadan çocuk ölecekti ya, tam aksine bir haftalık sallanmanın sonunda cıngırdıktan sapasağlam inmiş... 

    Bütün etleri kırıldıktan sonra 15 gün koyun postuna büründürülen, posttan sütce olup çıkan, bir hafta içinde öleceği haber verilen, buna karşın cıngırdıkla kurtulan Babam bütün bunları bana anlattığı şu gün 83 yaşında...




04 Eylül 2024

Kerrat Cetveli Ve Sağlama

    
    Her defterin arka kapağında haftalık ders programı ve kerrat cetveli olurdu. Ders programını sadece öğretmenimiz bildiğinden orası hep boş kalırdı, ama sonradan adı çarpım tablosu diye değiştirilen kısım parmak izlerimizden oluşan bir lekeyle kaplanırdı. İkinci sınıftan itibaren bu durum hiç değişmedi.

    Dört işlem denilen matematiğin esası için kerrat cetvelini ezberlemek gerekliymiş. Gerçi toplama çıkarma parmak hesabıyla hallediliyordu, iş çarpmaya gelince durum değişiyor, ille de kerrat cetvelini zihninde canlandırman gerekiyordu. Bu yüzden her birimiz düzeye göre ikilerden başlayarak dokuzlara kadar ezberleme sürecinden geçtik.

    Adı değiştikten sonra çarpım tablosu dedik ve zaten deftere de öyle basarlardı. Fakat Güdüğizzetlerin Abdullah Sağlam ısrarla kerrat cetveli demeye devam etti. Büyüklerimiz de öyle diyordu, bu yüzden Abdullah'ın söyleyişi bana daha samimi gelirdi. 

    Kerrat cetvelini ezberleme toplu okumalarla başlardı. Belli bir ritimle şarkı söyler gibi ikileri bağırır, koro halinde yapılan bu ayinde bilmeyenlerin ayıbı kapatılırdı. Bununla beraber iyi bir öğrenme metodu olacak ki bireysel olarak altıları, yedileri ezberlerken de aynı ritme kendimizi kaptırırdık: 
    Altı kere dööört yiiirmidört!
    Altı kere beeeş oootuz!
    Altı kere altıııı oootuzaltı!

    Her defasında tekrar edilen kere sözünün kerrat ile bağlantılı olduğunu ve bu yüzden kerrat cetveli dendiğini sonraları anlayacağız. Büyüklerimizin güya okuldaki öğrenim seviyemizi ölçmek için imtihan soruları kerrat cetvelinden gelirdi. Aradan dereden sorulduğu için ansızın sorulan 'üç kere yedi?'ye hemen cevap veremez yahut yanlış cevap verirsen imtihanı geçemezdin. O vakit sadece ezberlemenin öğrenmeye yetmediği anlaşılır; büyüklerimizin yüzünde hınzırca bir gülümseme belirir, biz ise utanırdık.

    O vakitler gördüğümüz matematik klasikmiş, moderniyle bir kaç yıl sonra ortaokulda karşılaşıp afallayacağız. Şimdilik elimizdekinin tadını çıkaralım. Problem kurma ve çözmeye dayalı, içinde dört işlemin kullanıldığı ve eskilerin hesap dediği matematikte Adem Tok hep bir numara oldu. Nasıl işliyorsa, acayip bir matematik zekası vardı; kalemsiz problem çözdüğü olurdu. Elbette bu, sadece kerrat cetvelini bilmekle ilgili olamazdı, işin içinde başka bir şeyler vardı. Adem'i geçemeyeceğimiz anlaşılınca durumu kabullenip üzerinde durmadık...

    Klasik matematikte 'sağlama' denilen bir kavram da önemliydi. Yapılan dört işlemin sonucunu teyit etmek manasına gelen sağlama basitti. Toplamanın sağlaması çıkarma, çıkarmanınki toplamaydı. En eğlencelisi de çarpmanınkiydi. Kocaman bir X işareti koyuyor, çarpma işlemindeki sıraların her birini toplayıp koca X'in ilgili bölümüne yazıyorsun. Karşılıklı iki rakam eşleşiyorsa işlem doğrudur. Adem kadar pratik problem çözemesek de sağlama filan yapabiliyorduk. O yıllarda matematik anlaşılır, güzel ve eğlenceliydi...

    Ortaokulda işler değişti. Kümelerle başladık birleşim, kesişim şu bu... Sonra x,y,z ve daha bilmediğimiz bir sürü şey... Arada sırada kerrat cetveli yine lazım oluyordu, ama bu matematik başka bir şeydi. Allah'tan Ata Hoca iyi bir adamdı da dersler büsbütün çekilmez olmaktan bir nebze çıkıyordu. Yine de matematiğe karşı eski duygularımızdan eser kalmadı. Adem'in bile eski havası yoktu. Sonradan Cevat Hoca geldi, o da işleyişi değiştiremedi, o dersle aramıza soğukluk girmişti bir kere. Belki biraz daha somut olduğundandır, geometri kısmını biraz anlıyorduk, o kadar... Üstelik bazı defter kapaklarından kerrat cetveli silinmeye başlamıştı, zira hesap makinesi denen bir şey dolaşıyordu ortalıkta...

    Matematik alerjisi lisede de değişmedi. İsmail Dalmışlı Hoca ile aynı köylü olmamızdan, dersle aramızdaki buzları azıcık erittik, fakat bu hiç bir zaman matematikle senli benli olmaya yetmedi. İkinci sınıf matematiğini ittire kaktıra geçtik, üçüncü sınıfta seçmeliydi; seçer miyim!... Seçmedik ama, Mekanik zorunluydu ve bu bildiğin Fizik, yani Matematik dersiydi. Rahmetli Meydanoğlu ile de o dersi götürdük... 

    Matematikle böyle mesafeli bir maceram oldu, o eğlenceli ilkokul klasik hesap matematiğiyle bir daha hiç karşılaşmadık.

    Lisedeyken hafta sonlarını köyde geçirirdik. Cumartesi günü Dedem buğday satmış; 
    -'Kilesi şu paradan şu gada buydey kaç lire edê?' diye sordu. Hesaplayıverdim. Sonuç, elindeki parayla tutuyordu; ama ikna olmadı, kazıklandığını düşünüyordu. 'Sağlamasını yap' dedi... İşte o anda dondum kaldım. Unutmuştum. Matematikle cebelleşirken ilkokulda öğrendiğim sağlama buharlaşmıştı... Ben kara kara düşünürken; 
    -'Bilmiyoñ mu yosa len, ve baken şunu' deyip kağıdı elimden kaptı ve kızaran yüzümün önünde işlemin sağlamasını yaptı. Oysa Dedem okula filan gitmemiş, ne öğrendiyse askerde Aliler Mektebinde öğrenmişti. Utandım, ama öyle böyle değil... Daha başka şeyler de dedi, bunların hiç biri benim utancımdan daha ağır değildi...

    Bu olayın üzerinden kırk yıl geçti. Devir değişti, değerler değişti, nesil değişti... Eğitim değişti, okullar değişti, dersler değişti... Kaçınılmaz değişim... 

    Geçenlerde televizyonda yayınlanan bir yarışma programının videosunu izledim, tam ibretlik. Soru: 'Üçün üç katından ikinin iki katı çıkarıldığında sonuç ne olur?' İlkokuldayken böyle bir soru sorulsaydı, mesele Adem'e kalmadan ben bile çözebilirdim. Z Kuşağından yarışmacı bilemedi, İstanbul Üniversitesi'nden mezun mühendis arkadaşını aradı, o da yanlış cevap verdi. Kısa süreli yarışma heyecanı diye anlayışla karşılanabilecek bir durum... Fakat bu rezil durum karşısında gençte hiç bir utanma belirtisi görülmemesi çok üzücü...

    Cehalete bir nebze anlayış gösterilebilir, ama ar damarının çatlamasına ne demeli. Büyüklerimiz şaşırtmacalı sorularını bilemeyince hoş görseler de biz utanırdık. Kerrat cetvelini bilmeyebilirsin, dört işlemi de... Ammavelakin arsızca sırıtmak da ne oluyor...

 


03 Eylül 2024

Diñmek


    Nazal ñ ile söylenen diñ kelimesi isim olarak Kamus-ı Türki’de iki anlamda karşımıza çıktı. Bunlardan dikkatlere sunacağımız ilki rahat, huzur, sessizlik, sakinlik anlamlarına geliyor. Belki tam olarak asude kelimesinin Türkçesi diyebiliriz diñe. İkinci anlamı ise iki şeyin aynı ölçüde bulunması, denklik demek oluyor. Nazal ñ sesinin bildiğimiz n ile g seslerinin karışımı bir ses olduğunu unutmadan “denge” kelimesinin bu “diñ” isminden geldiğini rahatça söyleyebiliriz sanırım. Fakat bizim asıl işimiz kelimenin birinci anlamıyla ilgili. Yani huzur, rahat anlamlarıyla. Açıklaması zor olabilir ama ruhun karşılığı “tin” ile bu kelimemizin bir ilişkisi olabilir mi? Huzur, sükun, rahatlık gibi kavramlar ile ruh arasında bir bağ ve bunun üzerine tin ile diñ arasında başka bir bağ…

    Tarama sözlüğünde diñ veya dıñ ismine başka bir anlam daha yüklendiğini görüyoruz. Evet dıñ ses, seda demeye geliyormuş. Yine isim fakat üzerinde durduğumuz rahatlık ifade eden o malum anlamla bir yakınlığı yok gibi duruyor ilk bakışta. Bu isimle yapılan bir birleşik fiil örnek olarak gösterilince aynı kelime olduğunu anlıyorsunuz. Zira “dıñ dur-“ sükut etmek, ses çıkarmamak demekmiş. Bu birleşik fiili görünce aklıma yine Eğret’te çok kullanılan “tek dur-“ birleşik fiili geldi. Eğret’te kullanılan mana, yaramazlık yapmamak, sessiz sakin durmak şeklinde. Azıcık araştırınca bu birleşik fiilin hemen hemen bütün lehçe ve şivelerde kullanılan bir fiil hatta deyim olduğunu öğrendim. “Dıñ dur-“ fiili ile “tek dur-“ fiili aynı anlama geliyorsa belki de bugün hala kullanılan “tek dur-“ aslında bu “dıñ dur-“ tan geliyordur. Çünkü “tek” ile “dik” kelimeleri arasında ses benzerliği açık. Ayrıca Divan-ı Lügati’t Türk’te “tiñ”, dik demek olduğu söyleniyor. Bu kadar çok ses benzerliği, anlam yakınlığı zincirleme olarak karşımıza çıkınca ister istemez şaşırıyoruz ama durun daha bitmedi. Eğer “tiñ” ismi böyle dik manasında ise yine Eğret’te sık duyulan ve ayakta durmak, ayağa kalkmak anlamına gelen “diñel-“ fiilini de bu kategoride saymalıyız. Hatta diñel-, dikil- fiilleri arasında bile bağlantı kurmak zor olmaz. İleride diñel- ve dikil- fiilleri için özel bir yazı yazılabilir, şimdilik asıl konuda kalmakta fayda var.

    Yine DLT’te “tıñ” kelimesini dinmiş, haylaz, işsiz, aylak, tembel manalarında görüyoruz. Az daha zorlansa sakin, rahat, huzurlu denecek neredeyse. O kadar da baştaki mana ile ilintili yani.

    Bu anlam ile direk ilgili fiiller çıkıyor karşımıza. “diñ-“ bu sefer isim değil de fiil olarak görünüyor. Yine iki anlamı var Kamus’ta. Birincisi durmak, bitmek, kesilmek, sakinleşmek gibi. “Yağmur diñdi” ve “Buñar diñdi” bu manadan. İkincisi rahatlamak, istirahat etmek oluyor. Tam burada diñgin ve diñlen- kelimelerini zikretmek gerek. Diñgin, yorgun halsiz demek oluyor. Diñlenmek ise rahatlamak, huzur bulmak, yorgunluk atmak vb anlamlarda. Ayrıca diñlendir- fiili daha başka anlam kalıplarına da bürünmüş: Çayı dinlendirmek, tarlayı dinlendirmek, işini devralarak çalışan birini dinlendirmek vs. DLT te ilginç bir kelimeyle daha karşılaşıyoruz: Tıñ dur- fiili rahat ettirmek, dinlendirmek demekmiş.

    Yukarıda dıñ/tıñ kelimesinin ses, seda anlamına geldiğinden de bahsetmiştik. Hatta “dıñ dur-“ ses çıkarmamak demeye geldiğini de belirtmiştik. Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılan tın-/tınma- fiilleri bu ismin bu anlamından geliyor olsa gerek. Çünkü tınma-, sessiz tepkisiz duyarsız kalmak anlamında kullanılıyor. “Onca söze rağmen tınmadı bile.”…  Dıñ kelimesinin ses anlamına tekrar dönmemiz sırf bu tınma- fiiliyle ilgili değildi. Dinle- fiilinin de buradan geldiğini belirtmekte fayda var. Zira herkesin bildiği gibi bu fiilin temel anlamı sese kulak vermek ve onu işitmektir. Sesle ilgili bir fiildir dinlemek, yani “dıñ” ile alakalı. Zaten tarama sözlüğünde “diñlemek” fiilinin karşılığı olarak, iki kişinin kendi aralarında konuştuklarına yani çıkardıkları fısıltılara kulak misafiri olmak diye gösteriliyor.

    “Dıñ” kelimesinin asıl manasına bir kere daha dönerek konuyu bağlayalım. Rahat, huzur, sükunet, sessizlik… Diñmek fiilinin sadece Anıtkaya’da rastladığımız bir manası daha var: Yorulmak, çok yorulmak, yorgunluktan sesi soluğu çıkmamak, sessiz sakin kalmak. Bütün bu anlamlarla buraya kadar gösterdiklerimiz arasında bir bağlantı var mı siz karar verin. Çünkü ben diñdim…



02 Eylül 2024

Bereñarı


    Añ özelde tarla sınırı demek ama orijinalinde genel olarak uç ve sınır anlamları var. Añyeri ve Añıdini özel adlarındaki bu kelimenin orijinal anlamıyla da bir ilgisi olduğu düşünülebilir. Açıklayamıyoruz ama añız kelimesinin de bir şekilde bu kökten geldiği düşünülebilir.

    Añrı kelimesi Azeri ağzında “öte” manasına geliyor ve bugün hala kullanılmakta. Türkçedeki añaru edatıyla aynı kökten geldiğine şüphe yok.

    Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılmasa da añaru edatının “öte, ileriye doğru, öbür taraf, karşı taraf” gibi anlamları var. Orta Anadolu ağızlarında sık rastlanan “ârı” edatının -dan öte, -dan sonra anlamına geldiğini biliyoruz. Şimdi kullanımdan düşen añaru edatının da bir zamanlar aynı anlamı taşıdığını biliyoruz. “Ârı” edatının “añaru”dan geldiği konusunda gerek Necmettin Hacıeminoğlu ve Radloff gerekse diğer bilim adamları söz etmiyorlar ama bizim bilimsel kayıtların dışında bulunmamız böyle bir iddiayı kolaylaştırıyor.

    Konuyu dağıtmayıp esas meseleye dönecek olursak; “añaru” edatı “añaru berü” şeklinde birleşik kullanımıyla bu sefer zarf göreviyle karşımıza çıkıyor. Anlamında bir belirsizlik, ortalama ifadesi olarak “şöyle böyle, ileri geri, öte beri” gibi bir şeyler var. Elbette bu birleşik kullanım da şu anda yok. Biz bunları eski eserlerden veya Tarama Sözlüğünden bulduk.

    “Añaru berü” birleşik kelimesinin “berü añaru” şeklinde söylenilebileceğini düşünemez miyiz? Bu çeşit ikilemelerde bugün bile kelimelerin yerini değiştirmiyor muyuz? “Büyük-küçük” de deriz, “küçük-büyük” de. Bunun tam olarak ne zaman gerçekleştiğini bilemeyiz; Eğretli añaruberü'yi tam tersine çevirip berüañaru yapmış. Bunun çok çeşitli sebepleri olabilir, en geçerlisi de söyleyiş kolaylığıdır. Yani öyle kolayına gelmiş. 

    Bugün Anıtkayalılar “añarı beri” yerine “beri añarı” diyorlar. Elbette Türkçe  kurallara göre böyle iki kelimenin birleşmesinde hece düşmesi kaçınılmazdır. Kelimenin varacağı yer: “Bereñarı”…

    Anıtkaya’da bereñarı zarf olarak kullanıldığında sözü edilen işin tam yapılmadığını belirtir. ‘Bereñarı garışdırıve’ denildiğinde, tam ve mükemmel karıştırma istenmediği anlaşılır. Böyle durumlarda ya zaman kısıtlaması vardır, ya da bu kadar itinaya gerek yoktur, iş basittir. Ayrıca işin geçiciliği gibi bir anlam da gizlidir.

    Bazen sıfat göreviyle de kullanılır. O zaman sözü edilen şeyin mükemmel olmadığı, kusurlarının bulunduğu, özensiz hazırlandığı gibi manalar kastedilir. Misal 'Bereñarı çayı filan içmez.' sözüyle çayın kalitesizliği vurgulanır.

    Bu kelimenin zarf ve sıfat görevi dışında bir kullanım alanı daha var, ünlem; fakat bu seslenme, azarlama, sevinme, üzülme gibi duygu yüklü ünlemler gibi değildir. Karşılaştırma ve onaylama karışımı bir anlam yüklenir. Bir örnekle açıklamak gerekirse… Diyelim ki herhangi bir hususta fikir beyan ediyorsun;
    - “Haşeş de emme sık saçılmış, çapıla çapıla bitmedi.” dediğinde, karşındaki tek kelimeyle cevap veriyor;
    - “Bereñarı mı!” Bu soru kalıbında olsa da aslında bir tepki/ünlem cümlesidir. Bu fikre sonuna kadar katıldığını, aynı dertten kendisinin de muzdarip olduğunu filan bildirir. Onaylamanın ötesinde, 'az bile söyledin, dediğinden daha fazlası' gibi manalar da çıkarılabilir.

    Kelimenin zarf kullanımı daha yaygın, sıfat ve ünlem kullanımı ise seyrektir. Bununla beraber bu kullanımların, özellikle ünlemin, Anıtkaya’ya has olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tabi Eğret ağzının etki alanını hesaba katarak çevre köyleri de unutmamak lazım…




31 Ağustos 2024

Daştarla

     
    Köyün batı tarafında Gatçayır ile Hendekarası'nda Akkaya'ya kadar uzanan mevkiye eskiden beri Daştarla deniliyor. Hendekarası yolunun öbür tarafında kalan küçük bir uzantı da aynı mevkiye dahil edildiği olur. Oranın yukarısındaki Akkaya bile halk nazarında Daştarla'ya dahil edilmiş. Bu yüzden Daştarla'nın sınırlarını çizmek çok zordur.

    Günümüz açısından bakınca bu mevkiyi yolların belirlediğini söyleyebiliriz. Bir defa eskiden beri Eğret kenarından geçen Afyon-Kütahya şosesi (Susa), resmi karayolu olarak düzenlenince, bu yol Daştarla'nın doğu ucu olmuş. Sonradan DSİ tarafından açılan Eğret Çayı kanalı bu yola paralel seyretti.

    Güney tarafında ise Hendekarası yolu çok eskiden beri vardı. Her yıl alınan hendekler sayesinde tarlalar dağdan gelen sellerden korunuyordu, ama bu kez de orada bulunan yol sele maruz kalıyor, çamurdan geçilmiyordu. Hep Hendekarası diye anılan bu yolun kaderi bugün de aynıdır, sele bir çözüm bulunabilmiş değil. Sadece yol asfaltlandı, eski kronik dertler devam ediyor. 

    Yarım asır önce Afyon-Kütahya karayolu yeniden yapılırken güzergah da yenilendi ve yol Anıtkaya'nın dışına çekildi. Köy için iyi oldu, kötü oldu tartışmalarını bir kenara bırakırsak, bu yeni yol Daştarla'nın batı sınırı oluverdi. Ondan önce hangi adla anılırsa anılsın, artık yola kadar her yer Daştarla'ydı... Yol kenarına yapılan Güdüğizzetler'in evler sebebiyle o küçük kısım 'Üçevler' diye adlandırıldı, fakat orası da zaten Daştarla'nın içinde yer alıyordu.

    Gelelim Daştarla'nın kuzey tarafına... Buradan önceden beri geçen yol zaten Gatçayır ile Daştarla'yı birbirinden ayırıyordu. Bundan 15 yıl önce Remzi Kayır zamanında çift şeritli bir yola çevrildi. Galip Bey caddesinin devamı niteliğindeki bulvar görünümlü bu geniş yol, Anıtkaya'nın yeni girişi olacaktı. Siyasi inatlaşmalar veya başka sebepler yüzünden ana yola çıkış verilmediği için proje akim kaldı, ama Daştarla'nın kuzey sınırı olmayı başardı.

    Tarla denildiğine bakılmasın, köyün hemen dibindeki bu mevki ben kendimi bildim bileli hep bahçedir. Gerek Eğret Çayı onu yalayarak yoluna devam etmiş olmasından, gerekse taban suyunun kuvvetli olmasından dolayı ekilen ıvır zıvır pek susuzluk çekmez. Bir de köye yakın olmasıyla ulaşım kolaydır. Acil patates lazımsa gider kazarsın; fasulyeni, baklanı toplar yemeğini yaparsın; kokulu domates ve hıyarla salata malzemen elinin altındadır. Bir keresinde bükme edenlere yetiştirmek için gidip bir kese ıspanak kazmıştım. Daştarla böyle bir yer...

    Yüz yıl önce çekilen fotoğraflarda Daştarla'nın şimdiki gibi ağaçlık bir bölge olmadığı görülüyor. Eski belediyenin yanından çekilen bir fotoğraf var, Şeytanhasan'ın bahçe civarı çok net seçilebiliyor. Galiba ilk olarak dere kenarındaki söğütler filan dikilmiş. Sonradan söğüde kavak eklenmiş, 1960'larda vişne erik gibi meyve ağaçları dikilmiş. Dipte bir yerlerde, vişnelerin arasında büyük bir ceviz ağacı olduğunu hatırlıyorum, kimindi bilmem. 1980'li yıllarda Dayım Artvin'den fındık fidanı getirmiş, bahçeye dikmiştik. Sonradan çok yer kaplıyor diye Dedem hepsini bir araya toplamış. Her sene meyve veren o fındık ağaçları hala Dedemin topladığı yerde duruyorlar... Daştarla zerzevat kadar meyve yetiştiriciliğine de uygun...

    Bahçe deyince Şeytanhasan'ın bahçeye ayrı bir paragraf açmak lazım. Burası dört yanı yüksek duvarlarla çevrili kale gibi gizemli bir yerdi. Bize ürkütücü görünmesinin sebebi içinde ne olup bittiğini bilemememizdir. Diğer bütün bahçelere giriyor, yiyor içiyor, bozuyor çekip gidiyorsun. Sürekli beklediği halde İncemehmet'in bahçeye girer elma yiyebilirdik mesela. Yine içinde sürekli birilerinin bulunduğu Kumpirhasan'ın bahçeye de girerdik. Gelvelakin Şeytanhasan'ın bu korunaklı bahçeye hiç giremedik. Dediklerine göre sahibi çok zalımmış, içeride yakaladığını fena dövermiş. İkinci kuşaktan yeğeni olduğu halde birini nasıl bağıttırdığını kendisinden duydum... Hasılı kelam bize ancak dışardan bakmak düşerdi. Kahveci'nin Metin Yırgal ile dağdan kuru getiriyorduk. Yüksek duvardan sarkmış kızıl vişneler 'al beni ye' diyordu. Uzaktan dudaklarımızı yalamakla yetindiğimizi unutamam...

    O bahçenin dibindeki serenli kuyu da hep dikkatimi çekmiştir. İş kuyuda değil de bileziğindeydi sanki. Beş altı metrekarelik yekpare bir doğal taş... O kadar doğal ki şimdi parklarda filan dekor olarak kullanılıyor böyle delikli taşlar. Bir kuyu bileziği olarak kullanılmasını sağlayan ise ortasında bir metre çapında muntazam bir büyük delik bulunmasıydı. Bu harika daire tamamen doğal olabileceği gibi, bir kısmına insan eli değmiş olabilir. Kuyu kullanımdan düşünce, bu deliğe bir söğüt kökü tersine kapatılarak insan ve hayvanlar için emniyetli hale getirilmişti. O doğal bileziğe böyle doğal bir kapak da görülmeye değer ilginçlikteydi. Geçmiş zaman kipinde anlatmam kimseyi yanıltmasın, oradan geçerken başını çevirenler manzarayı hala görebilirler.

    Tam karşısındaki meydanda benzer bir serenli kuyu daha vardı. Bunlardan birine 'Gulizinguyu' derlerdi, fakat hangisine emin değilim. Belki ikisi de aynı kişinin hayratıydı. Bahsedilen kişi 'Gocaguliz' olarak bilinen Ali Osman Uysal'dır. İkinci kuyu kapatıldıktan sonra yerine torunu Kadir Haykır bir çeşme yaptırdığına göre orası Gulizinguyu olabilir. Ayrıyeten son zamanlara kadar o dar meydana Gocaguliz'in damadı Bödümehmet harman dökerdi...

    Kuyunun hemen ardında selyolağı başlar, burası ta dağa kadar köylünün kum ihtiyacını karşılardı. Kum deyince akla inşaat gelmesin, o vakitler bu kalın kum avlulardaki çamurun tek ilacı olarak görülür, hemen herkes vakit buldukça evine kum götürürdü; tabi bunun çoğunluğu Akkaya ile Daştarla arasındaki bu selyolağındandı...

    Veyislerin veya Hacıların bahçe olduğunu tahmin ettiğim dere kenarına yakın bir yerde, işgalci Yunanlar hendek kazarken çekilmiş bir fotoğraf var. Tuhaf google çevirisine göre mezar kazıyorlar. Köylüyü angareye getimeyip kendileri kazdığına göre bu bilgi doğru olabilir. Bir küçük araştırmayla oralarda mezar olup olmadığı açığa çıkarılır da... Bunun kimseye faydası yok...

    Gavur mezarlığını bilemem, yalnız bir keresinde çift sürerken pulluğun ucuna bir şey takıldıydı. Benim yaşım küçük, çift süren Arif Emmim... Bir sürü patlamamış mermi cizinin iki yanına dağıldı sonra demirin ucunda koyu kahverengi bir paçavra gördük. Meğer meşin mermi torbasıymış, çürüyüp köhnemiş haliyle pulluğun ucunda parçalanmış. Korktuk tabi, patlarsa filan diye... İlerideki karakoldan jandarmaları çağırdık, toplayıp gittilerdi... Emmim 'Ha köylüden gaspettikleri altınlar olaydı' filan diye hayıflandı. Sonra kanal açılırken atılan toprakla alt üst olmuş olabileceğine yorumladılar... Bütün bunları birleştirdiğimizde işgalcilerin Daştarla civarında da çadır kurmuş olabilecekleri akla geliyor...

    Ben baştan beri Daştarla diyorum da, bu kelimenin aslının 'taşlı tarla' olduğunu cümle alem bilir. Halk ağzında bu hale gelmiş. Söyleyiş kolaylığından Daştarla'ya dönüşümü açıklayabiliriz, lakin Taşlıtarla'nın izahı o kadar kolay değil. Zira sözünü ettiğimiz Daştarla mevki zannedildiği gibi taşlı bir arazi değil. Hatta yukarıda bahsettik, gayet verimli bahçe toprağına sahip. O halde bu isimlendirmenin sebebi ne ola ki?

    Dediklerine göre bu bölgede taş olarak göze batan sadece büyük temel taşları varmış. Onları alıp anlara yığmışlar, çoğunu da ayıklamışlar. Vaktizamanında bölgenin adı Taşlıtarla olarak kalmış, ama bugüne gelene kadar o taşlardan eser kalmamış. Şimdi sadece adında taş kelimesi var, o kadar. 

    Bu basit açıklama bizi daha önemli bir hususa götürür. Herkesçe bilinen Eğreti köyü hikayesine göre, önce bir dere yatağına yerleşen köylüler sel baskınlarından başını alamayınca daha yüksek olan bugünkü yerine taşınmışlar. Bu hikayedeki ilk yerleşim yeri Örenler mevki gösterilir, buna göre oradaki temel taşları da eski bina kalıntılarıdır. Örenler ile Anıtkaya arasında 5-6 kilometrelik uzun bir mesafe olmasa hikaye gayet akla yatkın. Yerleştiğin yeri sel basıyorsa yakınlardaki bir tepeye, mesela Çirçir civarına çıkarsın olur biter. Ta buralara gelmenin mantığı nedir?

    Buradaki olaylarda bir mantıksızlık yok, ayrı ayrı ele alındığında hepsi doğru kabul edilebilir. İlk yerleşilen yeri sel bastığı için bugünkü yere taşınıldığı doğrudur. Örenlere Eğretlilerin yerleştiği de doğrudur, fakat bunlar birbirinden farklı olaylar. Örenler yerleşimi 20. yüzyıl başlarında gerçekleşmiş, belli bir maksada binaen yirmi otuz yıllık geçici bir süreçtir. 1930'lu yıllarda maksat hasıl olunca tekrar Eğret'e dönülmüş.

    Peki sel baskınlarına maruz kalınan yer neresi? Neresi olacak, Daşlıtarla... Evlerini damlarını yapıp yerleşmişler. Bir iki baskın derken, bu böyle olmayacak şu karşı bayıra çıkalım demişler. Yeni evlerini oraya yapmışlar, zamanla eski köylerini de zirai amaçlı kullanmak istemişler. O kadar taşı ayıklamak kolay olmamıştır. Neticede eski köye yeni bir ad bulup Daşlıtarla demişler.

    Daştarla'nın eski Eğret olduğuna dair yeni öğrendiğim bu hikaye bana Örenler hikayesinden daha mantıklı geldi. 



27 Ağustos 2024

28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı


    Eğret-Olucak-Bayramgazi Üçgeninde gerçekleşen 28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı
    Dr. Selami Kurt

    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.


    Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.




Binbaşı Galib ve Silah Arkadaşları


    Adını Anıtkaya (Eğret) Şehitliğine Altın Harflerle Yazdıran Türk Süvarisi: Binbaşı Galip ve Silah Arkadaşları
    (Dr. Selami Kurt, 100. Yılında Büyük Taarruz Sempozyumu'nda sunduğumuz yayınlanmış tebliğimizden)

    Öz
    Türk süvarisi, tarih boyunca sayısız destanlar yazmıştır. Bu destanlardan sonuncusu Türk İstiklal Harbi’nde yazılmıştır. Ordusu dağıtılan ve vatanı işgal edilen Türk milleti, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan Milli Mücadele ile hiçbir şekilde esaret altına alınamayacağını göstermiştir. Önce Kuvâ-yı Milliye adı verilen yerel güçlerle başlayıp sonra bu güçlerin de içinde yer aldığı düzenli ordu ile devam eden Milli Mücadele’nin kazanılmasında manevra kabiliyeti yüksek süvari birliklerinin büyük rolü olmuştur. Türk insanı, at binmedeki mahareti ve cesareti ile düşmana galip gelmesini bilmiştir. Sayıları sınırlı, eğitim ve techizat yönünden eksik olsalar da Türk süvarisi ilk defa I. İnönü Savaşı’nda düzenli ordu içerisinde yer almış ve başarılı olmuştur. II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra ise Türk süvarisinin Bursa istikametinde düşmanı takiple görevlendirilmesi ve düşman arka bölgelerine akınlar düzenlemesi, kendilerine olan güveni oldukça artırmıştır. Bu iki savaşta yenilgiye uğrayan düşmanın butün cephelerde taaruza geçmesiyle Eskişehir ve Kütahya muharebelerinde düşman taarruzuna dayanamayan Türk birliklerinin zayiat vermeden ve çevrelenmeden geri çekilebilmesi, yeni oluşturulan 5. Grup Süvari birliklerinin örtme harekâtı sayesinde mümkün olmuştur. Türk milleti için dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde düşmanın başlattığı kuşatma taarruzunun başarısız olmasında, Türk süvarisinin düşmanın yan ve arka kısımlarına gerçekleştirdiği taarruzların büyük etkisi olmuştur. Bununla birlikte Türk süvarisi bütün dünyayı şaşkına çeviren imkan ve kabiliyetini 5. Süvari Kolordusu’nun kurulmasından sonra Büyük Taarruz aşamasında göstermiştir. Büyük Taarruz başlarken üç tümenli 5. Süvari Kolordusu’nun düşman gerisine sarkarak düşmanın ikmal ve haberleşme hatlarını kesmesi ve düşman birliklerine baskınlar düzenlemesi, düşmanda büyük korku ve panik havası yaratmıştır. Türk süvarisinin Büyük Taarruz’da giriştiği en kanlı muharebeler, 28 Ağustos günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattında gerçekleşmiştir. Türk süvarisinin yoğun düşman birlikleri arasına dalarak gerçekleştirdiği bu baskınların bedeli ağır olmuş ancak bu baskınlar Büyük Taarruz’unun zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır. Bunun sonucu olarak düşman birlikleri bir araya gelip yeni bir savunma hattı oluşturamamış ve Türk kıskacına düşmek zorunda kalmıştır. Günün kahramanları ve büyük zaferin müjdecileri 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve 200’ü aşkın silah arkadaşı olmuştur. Ruhları şad olsun.
Binbaşı Galib Bey

    28 Ağustos 1922 Süvari Harekâtı
    2. Süvari Tümeni 13. ve 20. Süvari Alaylarının Bayramgazi/Çatalçeşme Yakınlarında Gerçekleştirdiği Harekât: 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay’ın hatıralarında bu baskın şu şekilde aktarılmaktadır: 2. Tümen aldığı emir doğrultusunda karanlık basmadan Başkimse köyünden geçerek dağın boyun noktasını aştı. Kısa bir istirahatten sonra gece yürüyüşüne devam etti. Bataryasını da sabahleyin Eğret istikametine ateş edecek şekilde Olucak ilerisindeki mevziine yerleştirdi. Kolordu karargahı da 2. Tümen’in peşinden Olucak’a ulaştı. Gece yarısı Olucak köyünü geçen 2. Süvari Tümeni, fundalık içinden geçen bir patikadan ilerlerken arkadaki iki alayı (13. ve 20. Alay) sağa ayrılan başka bir patikaya saparak diğer iki alaydan (2. ve 4. Alay) kopmuş, sabah olunca kendilerini tümenden ayrı Bayramgazi-Çatalçeşme istikametinde düşman birliklerinin ortasında bulmuşlardır. Sonradan bu birliklerin Afyon cephesinden çekilmekte olan Cephe Komutanı Trikopis komutasındaki iki veya üç tümenlik bir düşman kuvveti olduğu anlaşılmıştır. Alay komutanları bu karmaşa içerisinde ne yapacaklarını değerlendirmişler ve düşmanın Kütahya istikametinde ilerlemekte olan bir kamyon koluna baskın kararı vermişlerdir. Bu kamyon koluna yapılan baskında araçlar tahrip edilmiş, içindekilerin çoğu kılıçtan geçirilmiştir. Türk Süvarisinin gerçekleştirdiği bu gözü pek baskın Trikopis’i çok sinirlendirmiş ve tümenlere araziye yayılarak bütün ağır silahlarıyla saldırı emri vermiştir. Bu şekilde ağır makineli ve top atışı altında kalan Türk süvarisi zayiat vererek İlbulak Dağı üzerinden Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak’a çekilmiştir. İki Türk süvari alayının Yunan Cephe komutanı Trikopis’in komuta ettiği iki veya üç tümenin ortasında gerçekleştirdiği bu cesur saldırı düşmanı ve harp eleştirmenlerini çok şaşırtmış ve bir intihar saldırısı olarak değerlendirilmiştir.

    Askeri ve bazı sivil kaynaklarda ise bu olay şu şekilde tespit edilmiştir: 2. Süvari Tümeni Olucak köyünü geçtikten sonra arazinin yapısı ve karanlık nedeniyle iki ayrı kol halinde ilerlemek zorunda kalmıştır. Sağ kolda Tümen komutanıyla 13. ve 20. Alaylar, solda ise 2. ve 4. Alaylar tümen bataryasıyla beraber ilerlemektedir. Sabaha karşı soldaki kol Eğret’e, sağdaki kol da Eğret’in beş kilometre güneyindeki şoseye varmıştır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki’nin (Soydemir) gün ağarmakta iken 13. ve 20. Alaylara istirahat verdiği sırada Afyon istikametinden bir düşman kamyon kolu çıkagelir. Bu konvoya taarruz etmeye karar veren tümen önde 13. Alay ve gerisinde 20. Alay bulunduğu halde saldırıya geçer. Konvoydan 10 kamyon tahrip edilir, yüz kadar Yunan askeri öldürülürken beşi subay 35 esir alınır. Bu sırada 13. Alay, yetişen bir Yunan taburunun saldırısına uğrar. Mevzi muharebesine girmemesi gerektiği halde at inerek yaya olarak muharebe etmek zorunda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, hırpalanan 13. Alay’ı derhal arka tarafta güneye karşı mevzilenmiş 20. Alay’ın arkasına ihtiyata alır. Burada emir komutayı 20. Alay Komutanı Binbaşı Kazım’a (Tuzcuoğlu) veren Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, olumsuz bir durum olursa Olucak’a çekilmelerini emrederek Eğret’teki diğer iki alayın yanına gider. Daha sonra şiddetli ateş altında kalan bu iki süvari alayı çekilmeye başlar ve 14. Türk Süvari Tümeni’nin elinde sandıkları Olucak’ın güneyindeki Akkaya tepesine sığınmak için o tarafa yönelir. Vadide tepeye doğru ilerledikleri sırada Akkaya tepesinden açılan şiddetli ateş altında kalırlar. Başka çare kalmadığından bu iki alay Akkaya tepesine doğru atlı hücuma kalkar. Yunan kaynakları tarafından tamamının imha edildiği ifade edilen bu iki alaydan çok azı ateş çemberini yararak Akçaşar’daki 4. Kolordu birliklerine ulaşabilmiştir.
2. Süvari Tümeni 2. ve 4. Süvari Alaylarının Eğret’te Gerçekleştirdiği Harekât: Eğret istikametinde ilerleyen 2. ve 4. Alaylar ise havanın aydınlanmasıyla birlikte Eğret’teki Yunan 9. Tümen ordugahına baskın yaparlar.Yunan II. Kolordu Komutanı General Diyenis’in de içinde bulunduğu ordugah kendisini toplar ve karşı saldırıya geçer. Yunan tümeninin beş kilometre uzaklıktaki Yenice köyünde bulunan alayı soldan süvarilerimizin arkasına dolanınca bu iki alay da zor durumda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki, 13. ve 20. Alayların yanından ayrılıp 2. ve 4. Alayların yanına ulaştığında bu iki alay Yunan tümeninin açtığı topçu ateşi altında Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak istikametine çekilmektedir. 2. Süvari Tümeni’nin bataryası da bu yoğun topçu ateşi esnasında tahrip olmuştur.

    14. Süvari Tümeni’nin Harekâtı: 28 Ağustos sabahı Olucak’a ulaşabilen 14. Süvari Tümeni’nin harekâtı ise şu şekilde tespit edilmiştir: Çatkuyu’dan batıya doğru düşman kollarının gittiğini öğrenen Fahrettin Altay, 14. Tümen’in sadece bir bölüğünü Olucak’ta bırakarak tamamını Yunan tümenlerinin batı yönünde çekilişinde önemli bir basamak olarak gördüğü Akkaya tepesini tutmakla görevlendirmiştir. Bu emir üzerine Suphi (Kula) komutasındaki 14. Süvari Tümeni sabah 08.00’de Akkaya, Gökkaya ve Emretepe’yi tutmuştur. Fahrettin Altay, 14. Tümen’in Akkaya tepelerini savunmasını, gerekli olduğu takdirde de 2. Tümen’in çekildiği Beşkarış’a çekilmesini emretmiştir. Tümen komutanı Suphi Bey, beş taburlu Yunan 23. Alayının Başkimse’den Akkaya tarafına yöneldiğini müşahede ederken 2. Süvari tümenimizin de Olucak’tan Beşkarış istikametine çekildiğini gördüğünde düşman çemberinde kalmamak için Beşkarış’a çekilme kararı almıştır. Bu kararı almasında 2. Tümen’in bütün unsurlarıyla Beşkarış yönüne çekildiğini zannetmesinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. 14. Türk Süvari Tümeni’nin Akkaya tepelerini muharebe etmeden terketmesi üzerine, Yunan 23. Alayı burayı işgal etmiştir. Bayramgazi/Çatalçeşme yönünde Trikopis güçleriyle muharebe eden 2. Tümen 13. ve 20. Alaylarının geri çekilişi ise Yunan 23. Tümeni’nin Akkaya tepesini işgal etmesinden sonra gerçekleşmiştir.

    28 Ağustos Süvari Şehitleri
    Eğret Anıtı'nda bulduk imzalarını
    Andık savaşın diliyle son çağlarını
    Lâkin alışıktılar silah seslerine
    Üç-dört el ateş, bozmadı rüyalarını
    Gazileri, çevremizde halâ o çağın
    Taşmış o günün şehitlerinden kucağın…
    Dağ, taş, tepe vadi… Dolaşıp gördüm ki,
    Ey Afyon, bir Anıtkabir her bucağın!
                                Arif Nihat ASYA

5. Süvari Kolordu Komutanı Fahtettin Altay, 2. Tümen’in 28 Ağustos günü İlbulak Dağı’nın kuzeyinde gerçekleştirdiği harekâtlarda hayli zayiat verdiğini ifade etmiş ancak herhangi bir rakam vermemiştir. Altay hatıratında, bugünün şehitleri arasında 13. Alay Komutanı Binbaşı Galip ile beraber daha birkaç subay ve erlerle beraber bir hayli yaralının olduğunu, hayvanlardan da biraz zayiat verildiğini ifade etmiştir. Diğer eserinde de 13. Süvari Alayı Komutanı Binbaşı Galip ile beraber Yüzbaşı Rizeli Hasan Hüseyin ve Manisalı İshak İdris’in ismini zikretmiştir.

    Askeri kaynaklarda ise bugünkü muharebelerde 2. Tümen’in verdiği zayiat şu şekildedir: 13. Süvari Alay Komutanı ile beraber bir subay şehit, iki subayla 32 er yaralı, 16 subayla 172 er kayıptır. Bu kayıp subay ve erlerin çoğu muharebe meydanında şehit ve ağır yaralı olarak kalmıştır. Bununla birlikte 260 hayvan, 199 piyade tüfeği, bir ağır makinalı tüfek, sekiz hafif makinalı tüfek, dört top, 320 kılıç zayi edilmiştir. Bugünün zayiat bilgileri göz önünde bulundurulduğunda, Bayramgazi-Eğret-Olucak hattında 200’ü aşkın süvarimizin şehit olduğu anlaşılmaktadır.

    Fahrettin Altay, bugünün şehitleri anısına 1928 yılında Eğret köyü kenarında Afyon-Kütahya yolu üzerinde bulunan höyüğe piramit şeklinde bir anıt yaptırmış, bu anıt üzerine Osmanlı Türkçesi ile 13, 20 ve 2. Süvari Alaylarından altısı subay ve altısı er toplam 12 şehit ismi yazılmıştır.

    Sonuç
    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.
Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.


12 Ağustos 2024

Samancılar

    
    Eğret eskiden beri adeta bölgenin tahıl ambarıymış. Kıraç coğrafi yapısı, karasal iklimi, kışın biriken bol kar suyundan sonra 'baharda yağsa da olur yağmasa da' rahatlığına alışık arpa buğday ekimine yönelmişler. Arazi de geniş olunca devlete ödenen vergilerde Eğret hep ön sıralarda yer almış. 

    Eskiden neredeyse tarlalara yakın miktarda çayırlık alanlara sahipmiş Eğret köyü. Kışlık hayvan yiyeceğinin bir kısmı buraların otları kurutularak karşılanıyormuş. Ama samanın yeri ayrı... O kadar deneyi kaldırdıktan sonra ortaya çıkan saman atılacak değil. Otluklara ot yığılırken samanlıklara da saman depiliyor...

    1840-1900 Yılları arasına ait bazı miras paylaşım belgelerinden anlaşılıyor ki o vakitlerde dene kadar kıymetliymiş saman. Bazılarında araba, bazılarında geri hesabıyla belirtilen saman, bazı belgelerde ise birim ve miktar belirtilmeden kayıtlara geçmiş. Her nasıl olursa olsun vefat olayı bahar aylarında değilse, terekede az veya çok mutlaka saman bulunuyor. 

    Şu bir gerçek, Eğret'te arpa buğday üretiminden daha fazla onların samanı çıkıyor, bu yüzden de eskiden beri samana büyük değer atfedilmiş. Bundan ticari anlamda kazanç elde edilip edilmediği bilinmiyor. Yalnız kendi yiygisi nasıl ki buğdaya dayanıyor, aynen bunun gibi ileşberliğin temeli olan hayvanın yiygisi de saman kabul edilmiş. Bu yüzden olsa gerek harman yerinde buğday tane tane devşirilirken, saman da gerekirse avuç avuç toplanmış; ziyan edilmemiş.

    Öncesini bilemiyoruz, ama Cumhuriyet'ten sonra saman satıp harçlık edinme Eğretlilerin belirgin bir ticari hareketi olarak görülüyor. Arabayı tutup (saman doldurup sarmaya 'saman tutma' deniliyor) Afyon ve ova köylerine yöneliyorlar. Ova toprağı az ve meyve sebzeye daha yatkın olduğundan onların samanı hiç bir zaman kendilerine yeterli gelmiyor. Böylece takviye Eğret tarafından geliyor. Hem ovalıların saman ihtiyacı karşılanıyor hem de Eğretliler para kazanıp başka ihtiyaçlarını gideriyor.

    Sadece ova köyleri değil, Eğret kadar ileşberlik imkanı bulunmayan dağ köylerine de saman götürdükleri olurmuş. Bunların birinde bir araba saman karşılığında bir araba tahta alıp dönmüşler. Samanın ne kadar değerli olduğunu söylüyoruz, bu örneği de onun için verdim. Bilenler kıyaslıyor, bu alışverişe göre saman bugünkünün beş altı katı daha değerliymiş.

    Selimoğlu İsmail Ağa'ya otuzlu kırklı yıllarda 'Samancı' lakabı takılmasının tek sebebi bu saman ticaretiymiş. Öküz arabası, at arabasıyla saman satan çok kişi varmış, ama bunların öne çıkanı İsmail Saçak olmuş. Sülalesi hala bu lakapla anılıyor.

    Genellikle bir gün önceden saman tutuluyor. Harman zamanında samanlığa depilen samanı, ihtiyaç döneminde arabaya yükleyip satışa hazır hale getirmeye saman tutma denildiğini söylemiştik. Buna özel yüksek saman tahtaları var, onları önceden arabaya vurmak gerekiyor. Gergiler çekilip aynı yükseklikte ön ve arka kapaklar yerleştirilmeli. Yani evvela araba hazır olmalı. Aslında bu tahta ve kapaklar da yeni sayılır, Tahtalı Mehmet Ün'den önce geriye yükleniyor saman. Geride ise yan tahtaya, kapağa gerek yok, sadece geri kulaklarını tutup gerdirmek için uzun sırık/direkler olsa yeterli. Ölçü birimi de bu duruma göre değişiyor; iki tahta saman veya üç geri saman gibi... Her neyse, arabaya gündüz gözüyle saman tutulur; hedef yere göre gece yarısı yahut sabaha karşı yola çıkılacak vaziyete getirilirmiş.  Varacağın yere sabahleyin varacaksın...

    Yarımağa İbrahim Soylu 1953 gibi bir araba yaptırmış, tam 330 liraya mal olmuş. Bu fiyatı dört tahta saman ile ödemişler. Anlıyor musun günümüzden yetmiş yıl önce samanın kıymetini, ve ileşberin dünyasındaki önemini...

    Pilot Mevlüt Soylu yedi sekiz yaşlarındayken bir samancılık macerası yaşadığında, babasının bu kadar liraya yaptırdığı araba da işin içindedir. Toplam dört araba ve dört kişiler. Sağırların İbrahim Sancak ile oğlu Ahmet ve Yarımağa ile oğlu Mevlüt... Saman tutulmuş, arabalar yüklenmiş, öküzler koşulmuş. Akşama doğru yola çıkmışlar, çünkü Savran'a gidecekler. Sipariş aldılar, yahut dostları var orada. Sabahleyin varmayı planlıyorlar, nereden baksan 10-12 saatlik yol...

    Köprülü taraflarına vardıklarında gece olmuş, hava iyiden iyiye kararmış... Kestirim diye o yolu tercih etmişler. Bir de büyükler yolu bildiği için çocuk ile delikanlının içinde korku endişe yok, onlar işin heyecanındalar. Ne kadar bilsen de oraların yabancısısın, karanlığın da etkisiyle yanlış yola girmişler. Tabi girdikleri yolun tersliğini başlarına bir kaza gelince anlayabilmişler.

    Çok kötü bir yolmuş, meyil desen meyil değil, hendek desen hendek değil, acayip indirli bindirli bir şey... Arabalar kaç kere devrilme tehlikesi atlatmış. En sonunda bir yere gelmişler, orada İbrahim Hoca'nın arabalardan birinin yastığı kırılmış. Orada öylece kalakalmışlar, üstelik bir de yağmur bastırmış... Gece, karanlık, yağmur ve yolda kaldın; olabilecek bütün aksilikler bir arada... Yetmezmiş gibi nerede olduklarını bilmiyorlar... İbrahim Hoca çok telaşlanmış 'Amanıñ heyvah!... Amanıñ heyvah!...'

    Bana olayı anlatan Pilot diyor ki; 'Aynı masaldaki gibi, bi yanda ışık yanıyo, bi yanda köpek ürüyo... Netsez, netsez... Biz köpek üren yere gitdik... Işık yanan yere gidemişiz eyiymiş, ora Balmahmut'umuş...' Böylece köpeklerin ürdüğü tarafa yönelip sabah ezanları okunurken Köprülü'ye varıyorlar.  Böyleyken böyle oldu deyip olanları anlatmışlar. İşte o vakit anlamışlar yolu şaşırdıklarını. Köylüler demiş ki: 'Yav siz yanış yola girmişiñiz, ora bizim sap çekdiğimiz gağnı yoludur.' Neyse, olan olmuş, araba devrilince yol gösteren çok olur diye bir söz var, bu da o hesap... 

    Allah var, Köprülülüler hep beraber gidip arabanın tamirine yardım etmişler. Dökülen samanı geri yüklemiş, ilave talisleri de doldurup eski haline getirmişler. Yerde batan ve ıslanan samanın bir kısmı elbette orada kalmış, dönmüşler geri; sapaktan doğru yola girip yollanmışlar yollarına. Ciddi bir gecikmeyle de olsa Nuh'a varmışlar...

    Öküz arabalarıyla böyle saman satmaya gidildiğine göre, daha hızlı olan at arabasıyla samancılığın nispeten yaygın olduğu düşünülebilir. Ayrıca öküzden at arabasına geçiş gibi bir süreç de var. Bu dönemde akşama doğru saman tutulan at arabaları görmek Anıtkaya için sıradan şeylerdenmiş. Yetmişli yılları hatırlıyorum, öyleydi; hatta mübalağa olmasın, bu işe bulaşmayan yok gibidir...

    Tabi at arabasıyla samancılıkta o yıllardaki istikamet genelde Afyon idi.  Yine gündüzden saman tutulur, yola çıkmak için vaktin geçmesi beklenirdi. Sabah erkenden Afyon'da olacak şekilde ayarlanır her şey. Afyon eski mahallelerinde hemen her evde bir iki inek manda bulunduğu için saman satmakta pek zorluk çekilmez. Çoğunlukla yeri hazır olanlar biraz geç vakitte varsa da olur. Saman yıkıldıktan sonra varsa diğer işler görülüp akşam olmadan köye dönerlerdi. 

    Afyon'a dolu arabayla giderken yolun en tehlikeli kısmı Bayramgazi sonrası Araplı rampasıydı. Dar ve dik rampanın inişi çok kazalara sahne olmuş. Mesela Aşşık Halil Omak orada geçirdiği kaza sonrası bacağını kırdığı ve bir daha da kendini toparlayamadığı söyleniyor. Büyük Dayım Manavların Turabi Ahmet Öztürk de oradaki kazada hayatını kaybetti. İçine büründüğü yorganla birlikte yere savrulmuş, üzerinden bir kaç araç geçtiği de söyleniyor. 18 Ekim 1979 Perşembe öğleye doğru cenazesiyle birlikte Palavur'un atları avluya çekmesi hala gözümün önünde...

    Motur/taraktörlerin çoğalmasıyla birlikte onlar da zaman zaman samancılığa yöneldiler. Fakat bu yukarıda anlattığımız öküz ve at arabalarıyla saman tutup satmanın aynısıydı. İhtiyacı kadar, harçlık edecek kadar saman satmaktan ibaretti. Elbette römorka bir kaç tahta saman yüklemiş oluyorsun, sadece işin boyutu biraz değişmiş oldu.

    Samancılıktaki asıl boyut değişikliği tam da bu sıralarda ortaya çıkan kamyonlarla başladı. Bu artık kendi samanını değerlendirmek gibi küçük bir şey değil, basbayağı saman ticaretiydi.

    Yeni samancılar köylüden samanı daha harmanyerindeyken alıyor, büyük çuvallara çiğneyerek depiyor, sonra kamyona yüksekçe istifleyip Anıtkaya dışına satıyordu. Yeni durumda köylü samanını yine değerlendiriyor, ancak bunu kendi satma zahmetine katlanmadan yapıyordu. Kışın da samanlıktaki samanını yine aynı samancılar aracılığyla satabiliyordu. 

    Samancılar açısından düşünürsek, iyi para kazanıyorlardı. Özellikle harman vakti durup dinlenmeden sürekli saman sarıyor, satışa gidiyorlardı. Kış döneminde ise yine işleri hafifleyerek devam ediyordu, çünkü hayvancılık var oldukça samana ihtiyaç bitmeyecek... Kısa sürede fırsatını bulanlar kamyon temin edip samancılığa başladı. Akıl almaz bir şekilde Anıtkaya'da böyle bir sektör oluşuverdi.

    Sektör oluşuyorsa iş sahası da açıldı demektir. Yevmiye usulü iyi para veriyorlardı, milletin cebi para gördü. Bunları yazan da dahil, bir dönemde saman tozu yutmayan Anıtkayalı çok azdır.

    İşin bir yönü böyle... Bir başka açıdan bakıldığında samancılığın Anıtkaya gençlerinin önünü kestiği, onların bir meslek/zenaat sahibi olmasını engellediği, hazır parayı görenlerin başka bir alana ilgi göstermediği gibi görüş bildirenler var.

    Çok yaygın başka bir kanaate göre ise bu yeni nesil samancılık hepten haram bir yoldu. Hile ve hırsızlık üzerine kurulmuştu, elemanlarına böyle fahiş ücret ödenmesinin sebebi de buydu, zira patronları adına hırsızlık yapıyorlardı. Pahalı alıp ucuza satarak muazzam 'kar' elde edilmesi mümkün olmadığına göre bunun başka açıklaması olamazdı... Bu görüşü taşıyanların haklılığı, değişik zamanlarda gelen itiraflarla anlaşıldı...

    Yolun yanlışlığı apaçıktı, ama sıcak para da tatlı geldi... Artık Anıtkaya samancılığı alıp başını gitmişti. Hızlı bir yükseliş rampasına girilmişti bir kere, durmanın imkanı yoktu... Allah var, Hacıların Şerafettin Azbay ve Gakgidi Halil Oran gibi bir kaç kişinin başlangıçta bu işe yönelmesine rağmen işin vehametini görüp hemen uzaklaştıklarını da belirtmek lazım... Samancılığın yalancı cazibesine kapılmayanlar da vardı yani...

    Anafora kapılanların namı aldı yürüdü... Tabi bu menfi anlamdaydı, ama aldırmadılar. Bu kez Anıtkaya adına onlar sayesinde olumsuz anlamlar yüklenmeye başlandı. Buna da pek kulak asılmadı, ama geleceğin karanlık olduğunu görenler samancılık onları bırakmadan onlar bu işi bıraktı. Diğerleri tam yol devam... Böylece bugüne geldik...

    Günümüzde durum ne, bakalım: Yine bir kaç samancı var, işleri nasıl bilmiyorum. Duyduğuma göre gittikleri yerlerde Anıtkayalı olduklarını saklıyorlarmış. Ne kötü bir durum...

    Buñar'da bir sürü saman yığını var, görmemiş olamazsınız. Onların çoğunun geçen yıldan kaldığını söylersem, saman ve samancılığın bugünkü durumu daha iyi anlaşılır sanırım.



09 Ağustos 2024

Yapışak


    Beylik Bahçesini ekerken (1971-72 gibi olması olması lazım) Dedemin ihtiyar bir köpeği vardı. Kendini zor taşımasına rağmen her sabah seninle Gatçayır'a iner, akşam da dönerdi. Oralarda dolaşa dolaşa, yapışan bıtıraklar kuyruğunu keçeye çevirmiş, o ihtiyar halinde taşıyamadığı bu kuyruğu ardında sürümeye başlamıştı. Bir kaç yıl sonra öldü gitti...

    Biz biraz dikleşip kendimiz Söğüt altında gezip oyunlar çıkarmaya başlayınca o bıtıraklarla tanıştık. Ben bıtırak diyorum, ama siz anlayın neden bahsettiğimi. Çünkü bıtırak başka bir şeydir ve çok canlar yakar, o ayrı...

    Bunar'ın beslediği Eğret Çayı'nın çevresi çok yeşillikti. Bu koca yapraklı ot da oraları çok seviyor, Bunar'dan başlayıp ta Atmezeri'nin ilerisine kadar her yerde boy gösteriyor. Yerini bulduğu zaman o kadar uzar ki, senin boyunu geçer; anla ne kadar yüksek olduğunu. Yaprakları ise tohum vermeden önce alabildiğine geniştir. Biz bazen yağmur yağarken koparır şemsiye gibi kullanırdık.

    Şimdi köyiçinde de çıkmaya başlamışlar, fakat çok cılızlar, eski cüsselerinden ve canlılıklarından eser yok. Eskiden Keliban'ın evden Üyük'e varana kadar yol boyu size eşlik ederlerdi, lakin içlerine giremezdiniz koru gibi olurdu... Zaten kim onların içine girmek istesin ki, bizden başka...

    Biz de cephane temini için girerdik. Tohumları çiçek açmadan önce kestane kozası gibi dikenlidir. Yeşilin güzel bir tonuna sahip olan bu dikenli tohumların çok besilileri ceviz büyüklüğünde olabilir. Dikenleri, diken değildir; batmaz. Batmaz, ama her bir dikenin ucu kanca gibi kıvrımlıdır; değdiği yere yapışıp tutunur. Zavallı köpeğin kuyruğunu böyle böyle istila etmişlerdi.

    Cam gibi yalabık nesneler dışında yapışamayacakları bir şey yok desek, mübalağa etmeyiz. Misal, avuç içine yapışmaz; ama parmaklarının ucuna gayet rahat tutunabilir. Biz toplarken parmak uçlarımıza yapışırdı, parmağı ondan kurtarmanın yolu da basitti; diğerinin kancalarına tutturmak. Eline yapışsa da, kardeşine daha iyi yapışır. Onlar sarmaş dolaş olurken sen de kurtulmuş olursun.

    Mesela bir şapka büyüklüğünde bıtırak yumağı toplarsan, yeteri kadar cephanen var demektir. Artık savaşa hazırsın. Parmaklarına yapışsa da daha büyük bir güce boyun eğdiğini birbirine tutturma örneğinde görmüştük. Bu kez parmakların arasından fırlatma kuvvetine boyun eğer ve senin nişan aldığın hedefe varıp yapışır. Bu senin arkadaşının, yani düşmanının bedenidir. Şimdi paintball mı ne diyorlar, ona benzer bir oyundu işte...

    Demek biz oyun oynarken farkında olmadan, o tohumların yayılmasına hizmet ediyorduk. Zavallı köpek ve diğer hayvanlar da öyle. Batmayıp yapışan dikenler sayesinde resmen yürüyorlar...

    Buraya kadar hangi ottan bahsettiğimi elbette anladınız. Lakin otun özelliklerini söylüyoruz, adını yazamıyoruz. Sorduklarımdan da bir cevap alamadım, en fazla 'Ha, biliyorum, şu dikenleri yapışanı diyorsun..' gibi şeyler söylüyorlar. Anıtkaya'da yerleşik ve yaygın bir adı yok...

    Başka yerlerde 'dulavrat otu, uluavrat otu, pıtırak' denildiğini güncel Türkçe sözlükten öğrenebilirsiniz. Bu kullanımlardan biri Anıtkaya için geçerli olabilir mi diye düşündüm. Pıtrak olamayacağını açıklamıştık, çünkü o başka bir otun adı. Uluavrat ve dulavrat da olamaz bence... Çünkü Eğret/Anıtkaya'da avrat kelimesi bir kaç sövgü sözünün dışında kullanılmaz. Gadın denilir, kabalaşılacaksa garı denilir, seyrek de olsa hatun kelimesi kullanılır; ama avrat kullanılmaz. Dolayısıyla dulavrat olsun, uluavrat olsun bu bitkiye Anıtkaya'da ad olamaz...

    İyi de isimsiz ot olur mu, hele Eğret gibi köklü bir köyde... Son çare olarak Türkçe'nin bin yıl önceki en eski sözlüğüne, Divan ü Lugat'i-t Türk'e başvurdum. Bak orada ne varmış;

    "yapuşġak: Fındık büyüklüğünde dikenli, üzeri tüylü bir ot (Atların vb. hayvanların kuyruklarına yapışır. Her işe burnunu sokan adama da böyle denir.)"

    Şimdi biz bu kelimeyi 'yapışak' olarak telaffuz ediyoruz. Baştan beri bitkinin en çok yapışma özelliğinden söz ediyoruz. İşte aradığımız kelime budur, otun Eğret'teki adı da yapışaktır.

    Yapışak kelimesinin parantez içinde belirtilen ikinci (her işe burnunu sokan kimse) anlamı da çok mühim, çünkü bu yol 'yavşak'a çıkıyor. O da ayrıca bir yazı konusu olabilir.

    Eğret ağzının kökleri çok derinlerde derken işte bunu kastediyoruz. Baksana bu sefer de bir ucu Kaşgarlı Mahmut'a uzandı.




07 Ağustos 2024

Doğveli Ve Köse Kardeşler


    Neticeleriyle Cihan Harbi Türk milleti üzerinde derin acılar bırakmış. Bunlardan Eğret'in masun kalması mümkün değildi tabi... Bir çoğunu daha önce ayrıntılı anlattığımız trajedilerden birini Veyisoğlu Veli torunları yaşamış. Kahramanlarımız kısaca Doğveller dediğimiz aileden hayatta kalan iki kardeş, Doğveli Halil İbrahim Varlı ile Köse Ali Osman Varlı'dır... 

    Böbüdede'nin abisi olan Veyisoğlu Veli'nin Mehmet adında tek oğlu vardır.  Ondan da Veli (1889), Halil İbrahim (1895), Şükrü (1901) ve Ali Osman (1904) adlarında dört torunu... Evin en büyük oğlu Veli'ye kulak yapısından dolayı Doğveli (Doğu Veli) diyorlar.  Diğer üç küçük kardeş için henüz bir lakaplama söz konusu değil.

    Doğveli, Gocamat (Ahmet Tektaş)ın ablası Ayşe/Eşe ile evlendi. Yaşı gereği askerliği 1910 öncesinde başladığında çocukları yoktu. Temel askerliğinin bitmesine yakın ülke çoktan hiç bitmeyecekmiş gibi görünen savaşlar dönemine girmişti. 1913 Yılında Emine adını verdikleri bir kızı doğduğunda ise Doğveli'nin rediflik dönemi başladı...

    Halil İbrahim de askere gitmeden evlendi. Hanımının kim olduğu bilinmiyor. Hikayesini öğrenince neden kimliği bilinmediği daha iyi kavranır. Halil İbrahim'in askerliği ile dünya savaşının başlaması aynı yıllara denk gelir. 

    Önce Doğveli'nin şehit olduğu haberi geldi. Belki kızı Emine'yi dünya gözüyle hiç göremedi, bilmiyoruz. Bu arada evin üçüncü oğlu Ahmet Şükrü de vefat ediyor... Şehadetler ve ölümler o sıralarda çok yaygın, herkesin başında olduğu için normal karşılanıyor. Elde kalanlarla hayata devam ediyor millet... Doğveli'nin karısını Hacıların Kelali/Dindin (Ali Azbay)a veriyorlar. Kelali ile şehit Doğveli hala dayı çocuğu oluyorlar. Bu bakımdan Eşe Hanımın yanında kızı Emine tay gitmiş olabilir. Bu kızcağızın akıbeti hakkında bilgi bulunmuyor, resmi kayıtlara göre 1933'te yirmi yaşındayken vefat etmiş.

    Oğulları Doğveli ile Şükrü'nün kaybından sonra Veyisoğlu Mehmet ve ailesi bağrına taş basıyorlar. Ne de olsa geride iki oğlu daha var; biri askerde Halil İbrahim ve en küçükleri Ali Osman... Lakin harp bitiyor, mütareke oluyor; cephede kalan kalıyor, evine dönen dönüyor. Dönenlerin içinde Halil İbrahim yok, demek ki şehit oldu...

    Büyük harp esnasında üç oğlunu kaybeden Veyisoğlu, en küçük oğluyla kalakaldı. Koca ev dağılmıştı. Bu arada Halil İbrahim'den dul kalan gelinini, küçük oğlu Ali Osman ile everdi. O vakitler öyle bir adet var işte... Harp sonunda çok fazla kadın dul kaldı, bunların karnını doyurup hayatta kalabilmek için birinin nikahına girmesi gerekiyordu. Madem öyle, hiç olmazsa şehidin kardeşiyle evlensin diye düşünüyorlardı. Şu ortamda yargılamamız doğru olmaz, o günün şartlarına göre değerlendirmek lazım...

    Fakat düzen böyle kurulmuşken, aylar sonra Halil İbrahim çıkıp geliyor. Kafkas cephesinde çarpışırken esir düşmüş, harp bittiği halde kurtulup memleketine dönmesi meşakkatli olmuş. Çünkü o sırada Osmanlı da yıkılmış gibi bir şeydi... Esarette çektikleri bir şey değil, Eğret'e döndüğünde yıkılmış asıl... Ailesi de öyle, iki arada bir derede kalmışlar; öldü sandıkları oğullarına kavuştuklarına mı sevinsinler, karısını küçük kardeşine nikahladıklarına mı yansınlar... Ya karısı ile kardeşi Ali Osman, onlar da tarifsiz bir ruh haline bürünmüş olmalıdırlar...

    Her şey ve herkes bu haldeyken, Halil İbrahim'e hayat zindan olmuş köyde duramamış. Ordu dağıtılmış olmasına rağmen bir yolunu bulup redif askerliğini tamamlamak üzere eski birliğine teslim olmuş. Bu olay tam olarak ne zaman gerçekleşti bilinmiyor. Maraş'ta uzun yıllar Çerçimehmet ile vazife yapıyorlar. Tekrar Eğret'e gelmesi İstiklal Harbinden hemen sonra diye tahmin ediliyor.

    Yunan işgal etmiş, sonra kurtarılmış; Eğret'te bundan başka bir değişiklik yok. Halil İbrahim'e hayat yine zandan, dayanılacak gibi değil. Eski karısı, şimdi Ali Osman'ın hanımı olan kadın da dayanamamış zaten. Kısa bir süre sonra kahrından vefat ettiğini söylüyorlar. Bu talihsiz kadından günümüze bir iz kalmamış. Bu yüzden adı nedir, kimlerdendir bilinmiyor...

    Aradan bir masum kadın çıkınca işler biraz normale dönmeye başlıyor. Halil İbrahim'i Çolömerin kızı Şerife; Ali Osman'ı da Daldallardan Gülsüm ile everiyorlar... 

    Gerek savaş ve esarette yaşadıkları, gerekse Eğret'te gıyabında olanlar, ne kadar normalleşirse normalleşsin Halil İbrahim'de derin izler bırakmış. Bundan sonra görme bozukluğu, işitme zayıflığı, dalgınlık, zihin dağınıklığı gibi değişik şeyler arkadaşı olmuş... Tabi küçük kardeşi Ali Osman'ın duygularına hiç girmiyoruz... 

    Babaları Veyisoğlu Mehmet 1930 yılında vefat ediyor. O vakte kadar birlikler, hatta ondan sonra da uzun süre birlikte yaşıyorlar. Anlatacağım olay babalarının ölümünden önce mi, yoksa sonra mı yaşandığı bilinmiyor; ama psikolojilerini yansıtması bakımından manidardır. Bunlar iki kardeş çifte mi ekine mi ne gidecekler. Birbirlerinden habersiz çıkıyorlar evden, aralarındaki iletişim ne kadar zayıf, dikkat et... Tarla Kötayolu'nda... Pulluk, saban, boyunduruk, şu bu, her ne lazımsa tarlada. Çünkü dünden kalan tarlayı sürecekler... Her şey tamam derken, oraya varınca anlıyorlar öküzleri getirmediklerini...

    Abisinin şehit olmasından sonra ve kendisi askerden dönünce Halil İbrahim'e Doğveli diyorlar. Oysa adı Veli bile değildir. Bu lakap ile o kadar bütünleşmiş ki, bugün Doğveli diye bilinen kendisidir ve ailesine de Doğveller deniliyor. Doğveli Halil İbrahim Varlı 1964 yılında vefat etti.

    Ali Osman ise Köse diye lakaplandı, torunları hala Köseler olarak bilinirler. Onun travmasının izleri de silinmemiş. Kadife görünümünün altında çok sert bir karaktere sahip olduğunu söylüyorlar. Veyislerin bağı beklerken, içinde yakaladığı Dolak Mehmet Kırım'ı bacaklarından azada asarak nasıl acımasızca dövdüğünü Dolak kendisi anlatmış. Kösedede Ali Osman Varlı da 1989 yılında vefat etti. 

    Cihan harbiyle ilgili anlatılanlar şimdi bize masal gibi geliyor. Oysa dedelerimizin ninelerimizin hayatında öyle bir acı tortu bırakmış ki... Neyse, hepsi tarih olup gittiler. Allah cümlesine rahmet etsin ve Allah onların yaşadıklarını bizlere yaşatmasın...