köyodası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
köyodası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

09 Eylül 2025

O Güdüyo Ben Çeviriyon

 
    Dün küçük çobanlar mevzusunu yazdık, sohbet konusu koyun ortakçılığıydı, bugün Hacapo (Abdullah Erdem)den benzer bir hikaye dinledik. Hacı'nın küçük yaşlardayken inek, dana çobanlığını biliyorduk. Bu kez koyun çobanlığına nasıl başladığını anlattı.

    Çakırmehmet bu bölgede çok etkin ve itibarlıymış. Çevre köylerin hemen hepsinde ticari faaliyetleri var, alıyor satıyor sürekli... Bu arada köylerde en az bir ortakçısı da bulunurmuş. Koyun, keçi fark etmiyor; ağalık edip birine sürüyü teslim ediyor... Mütemadiyen bu köyleri dolaşarak hem alavere yapıyor hem de ortakçıların takibini yapıyor, böyle hareketli bir hayatı var...

    Babası 1961 yılının Ekim-Kasımında Osmanköy'deki ortakçısından sürüyü alıp getirdiğinde Abdullah 12-13  yaşlarındadır. Yüz civarında koyundan ibaret küçük sürü artık ona emanet... Daha önce hiç deneyimli bir çobanın yanında çeltiklik filan da yapmamış. Bu, ilk koyun çobanlığı olacak... Ancak içindeki hevesle pek de zorlanmamış.

    Daha o dönemde köyün geniş arazisi, asfaltın iki yanında dönüşümlü ekilir, bir taraf ekin ise diğer taraf nadas olurmuş. O senenin durumuna göre, koyunlar batı tarafında güdülüyor. Abdullah da önüne kattığı sürüsünü herkesin güttüğü yerlerde dolaştırıp geliyor. Bu iş hoşuna gittiği için zorluk çekmemiş, tabi kendisine yardımcı olanlar da bulunmuştur. Buna ihtiyaç duyup duymadığı belli değil, kendi halinde dört beş ayı sorunsuz geçirmiş...

    Sonraki günlerde bazı koyunlardaki tuhaflığı fark etmiş. Nihayet bir gün o koyunlardan birinin kuzulama vakti erişmiş. Daha önce böyle bir tecrübesi yoktu, dolayısıyla kuzulatmanın acemisi... Burada imdadına Yumrukların Ahmet Ağa yetişmiş... 'Hayvanı şööne devircen, şurasını şööne galdırıp burasını böönece basdırcen. Guzuyu çıkardıkdan soona emzirip yalatcen...' filan diye hem göstermiş hem kuzulatmış. Gözlemlediği bu ilk olay ile bizimki aslında kuzulatmayı kavramış, kendine de güveniyor. Fakat Ahmet Ağa;
    - "Bubana de de 150 lire vesin, dölünüzü alıveren" diye teklifini yapmış. Döl almak bir koyuncu terimi, mevsimi geldiğinde guzuleci koyunların hepsini kuzulatana kadar sürüyü gütmek oluyor. Bizim Hacı bir görüşte kuzulatma işini kapmış, ama Ahmet Ağa onun bir çocuk ve tecrübesiz olduğunu düşünerek bu işin üstesinden gelemeyeceğini hesap ediyor.

    Madem bunlara bir çoban lazım ve madem hep buralardayız bari o kişi ben olayım, diye düşünmüş olabilir Ahmet Ağa... Çakırmehmet bu teklifi kabul etmemiş. Belki istediği ücreti yüksek buldu, belki  ona güvenmedi, yahut başka bir gerekçesi var... Dedik ya, her köyde tanıdıkları var, çevresi geniş... Gitmiş, döl alması için Beyköy'den bir çoban getirmiş; adam yetmiş yaşında...

    Beyköylü ihtiyar çobanla yıldızı pek barışmamış. Aliyeninguyu civarında güdüyorlar mesela, yolun öbür tarafına bölündü sürü... 'Git çevir şunnarı' diyormuş, sonra yolun kendi tarafındakileri de çevirmesini istiyormuş. Hacı'nın tepesi atmaya başlamış, zira adam oturduğu yerden çobanlık yapıyormuş. İlginç bir tabirle 'sürüyü o güdüyo, ben çeviryodum' diyor... Nihayet dayanamamış ve;
    - "Le galkıp o yandekileri de kendin çevirsen ya!" diye gürlemiş... 

    Çakırmehmet erken uyurmuş zaten, o gece de ilk akşamdan yatmış. Odada kalan çoban, Ağa uyuduktan sonra usulcecik eşyasını toplamış ve çekip gitmiş. Abdullah Abi bu gidişten memnun, ama sabah olayı öğrenen babası 'Çoban buluyoz adamı gaçırıyonuz, ne haliniz varsa görün!' diye çıkışmış... Yine bir başına kalan oğlu halinden şikayetçi değil ki, mutlu mesut ve başına buyruk çobanlığına devam etmiş.

    Ahmet Ağa'dan öğrendiği teknikle çoğu koyunu kuzulatmış. Bu arada fırsatını buldukça tecrübeli çobanlardan yardım istemekten çekinmemiş. Mesela Eselerin Hüseyin Eminç o sırada Gobaklarda çobanmış, sürüsüne ve kendisine gözkulak olmasını rica etmiş. Kabul etmiş bunu Hüseyin enişte... Hatta ertesi gün sürüyü ağıla getirmesi konusunda da sözleşmişler...

    Tabi Çakırmehmet de boş durmuyor, onun da planı var:
    - "Yarin sürüyü Beyköy'e sürün" demiş. Orada yeni bir ortakçı bulmuş meğer... Oysa, o vakte kadar 80 kadar koyunu kuzulattığını söylüyor Hacı... İşi hemen hemen öğrenmişmiş yani.

    Çaresiz götürüp teslim etmişler Beyköy'deki ortakçıya... Sonrasının önemi yok... Köye döndükten sonra gözü bir şey görmemiş; koyunu güttüğü, çevirdiği, suladığı vb. sürüyle vakit geçirdiği her yer zindan olmuş. O kadar alıştığı ve sevdiği koyun çobanlığında ilk ve son deneyimi böyleymiş...



07 Eylül 2025

Alagabaklar

 
    Çocuklar eskiden çok erken hayata atılırlarmış. Kız çocukları ev işlerini, fırın işlerini daha oyun çağları bitmeden öğrenir, ayrıca aynı dönemde çeyizlerini hazırlamaya da başlarlarmış. Oğlan çocukları ise hem oynar hem çobanlık yapar, hem oynar hem ileşberlik öğrenir, hem oynar hem büyürlermiş. Şimdiki gibi el bebek gül bebek değiller yani...

    1976 veya 77 Haziran ayı idi, son haftasındayız, okullar tatile girecek. Rahmetli Kemik Mehmet Patlar okula gelmiyor. Ali Zafer Durna öğretmenimiz... Neden gelmediğini sordu, bilen yok... Derken eski asfalttan gürültülü bir kalabalık geçtiğini gördük. Sağlık ocağı inşaatına giden ustalar, işçiler... Aralarında bizim Mehmet de var ve bir gözü bizim sınıf penceresinde... Galiba abisinin de bulunduğu kalabalığın arasından bizim sınıfa bakarken 'Ben büyüdüm, işe gidiyorum, ne işim var sınıfta!' der gibiydi...

    Geçen gün birisi anlatırken duydum. 'Üç veya dördüncü sınıftayken öğretmen beni çifte giderken gördü, çok korkmuştum.' diyor... Korkusunun sebebi, okulda olması gereken bir saatte onu dışarıda gördüğü için kızacağını düşünmesiymiş. Ertesi gün okula vardığında hiç de kızmamış öğretmeni. O kadar küçük bir çocuğun çifte yollanmasındaki acınası durumu fark etmiştir öğretmeni, çocuğun kızılacak bir yanı kalmamış ki... Dediğine göre bırak pulluk kaldırmayı, öküz koşmayı; o yıllarda an tümseğine veya bir taşa yanaştırmadan eşeğe bile binemezmiş...

    Benzer hikayeleri Dayımdan da dinlemiştim. İçlerinde o yaşta çift sürme, mal gütme, bol bol korku, biraz ürperti, ara ara komedi ve her şeyiyle buram buram çocuk saflığı bulunduran hikayeler...

    Öküz gütmeye tek başına göndermezmiş Dedem... Geceleri de kırda kaldıkları için, bir büyüğe teslim eder onun yanından ayrılmamasını tembihlermiş. Bir keresinde Aşşağılıların Osman Öncül emminin yanındaymış. Demiş ki 'Ha yiyenim, sen gündüz çevir, ben gece güden!..' Böyle  adil(!) bir işbölümü yapmış rahmetli... Dediğini uygulamışlar; Dayım gündüz akşama kadar büylek ile dellenen malların peşinde koşturur durur, gece olduğu zaman da Osman emmiye nöbeti devredermiş. Emmi de herkesle birlikte uykusu gelince vurur kafayı yatar, sabah gündüz saatlerine dahil olduğu için malları toplamak yine Dayıma düşermiş...

    Bir gece Hacıahmedinguyu civarındalar... Hangi büyüklerin yanındalar, başka hangi küçükler var hatırlamıyor. 'Alagabaklar gelir sizi yer, sakın uyumayın' diye korkutmuşlar. Gelecek olan bu korkunç şeylerin neye benzediğini bilmiyorlar; hayalet mi, hayvan mı, yoksa başka bir mahluk mu ondan da haberleri yok. Korkuyorlar ama, çocukluk işte, bir ara dalmışlar uykuya... Sonra kuş sesine mi uyandılar, kabus mu gördüler, başka bir şey sebebiyle mi silkindiler, ne olduysa uyanmışlar ki bir de ne görsünler... Uzun, kocaman bir yaratık kollarını açmış üzerlerine abanacak... Korkmaya, bağırmaya, çığlık atmaya bile dermanları yok o haldeler... Gördükleri şeyin kuyunun gövdesi ile sereni olduğunu anlayana kadar canları çıkacak gibi olmuş...

    Alagabak numarasını her çocuğa yaparlarmış. Gelip sizi yiyecekler, çocukları sevmezler, gözünüzü oyarlar, gagalayıp giderler, çok küçük olanları yanlarında götürürler... gibi türlü hurafelerle belki ilk defa kırda geceleyen çocukların kafasını karıştırırlarmış...

    Dayım biraz daha büyüyünce, belki bir iki sene sonra sadece mal gütmekle kalmamış, gündüzleri çift sürmekle de görevlendirilmiş. Lakin mesela öküzleri boyunduruğa koşamazmış. Dedem sabah koşuverir gidermiş, kazara öküz zevleden fırtarsa filan birinin gelip tekrar koşması lazım, ne kadar büyüdüyse artık... Mesela Gaklık'ta böyle bir şey olmuş, öküzün biri boyunduruktan boşanmış, aksi gibi oradan kimse geçmeyince iş öylece kalmış. Akşama Dedem gelip bakmış, tarla evlek kestiği gibi duruyor...

    Galiba 1965 filan... Dayım 12-13 yaşında... Azatardı mevkiindeler, yalnız değil, ortalık şenlik... Hatırladığı kadarıyla Bilallerin ÖmerAğa, Böbülerin Hasan Hüseyin Emmi, Patırın Bekir Dayı filan varlar... Daha başkaları da vardır belki, olayın içinde bizzat bulundukları için bunları unutmamış...

    Dedem sabahları ekmek getiriyor, evlek kesip gidiyor. Evlek kesmek o günkü hedefi belirlemektir, şuraya kadar tarlayı sür diye işaretlemiş oluyorsun. Onun dediği yeri sürene kadar da hemen hemen ikindi oluyor, öküzler acıkıp yoruluyorlar. Bu yüzden akşama doğru çift sürmeyi paydos edip hayvanları Çatalınguyu'dan suluyorlar,  sonra ver elini Dağ... Hayvanları yayarken kendileri de orada geceliyorlar. Sabah kalkınca tarlaya varıp çifte devam. Birbirine benzeyen günler böyle akıp gidiyor...

    Bekir Yırgal'ın Azatardı'nda bulunma sebebi de aynı, O da gündüz çift sürüp gece dağda malları doyuruyor. Yalnız o sırada Gödeşlerde bekar, Gödeşlerin de o mevkide tarlası var. Hatta Gödecin Mısdık Ağa her sabah bekarı kontrol amacıyla tarlaya geliyor, Dedem gibi...

    Bilallerin Ömer Ağa ve Böbülerin Hasan Hüseyin emmi de herhalde çift sürüyorlarmıştır. Ömer Ağa ile Salih Kabadayı emmi sağdıçlar, Hasan Hüseyin emmi o yaşta Gocabubasına emanet edilmiş olabilir. Gerçi ne kadar küçük olsa, yine de Bekir ve Bahtiyar'dan büyüktür, kendi başına da çift sürebilirdi herhalde...

    Aralarındaki dört beş yaşın ne kadar önemli olduğunu anla; Dayım, Hasan Hüseyin emminin yanından ayrılmaz, O da Dayımı her şeye karşı korur gözetirmiş... Hasan Hüseyin, Bekir ve Bahtiyar'ın doğum tarihleri sırasıyla 1948, 50 ve 52'dir. Yani olay sırasında 17, 15 ve 13 yaşındalar; anlatacağım olayı o yaşlardaki çocukların ruh halini de göz önüne alarak değerlendirmek lazım...

    Mutad olduğu üzere o gün de ikindiye doğru çifti bırakıyorlar. Kuyudan öküzleri suladıkları  sırada Hasan Hüseyin emmi Dayımı yine çağırmış 'yanımızdan ayrılmayın' diye... Esasında aynı bölgede çalışıp, aynı bölgede yemeklerini filan beraber yedikleri için sürekli bir arada bulunuyorlar. Fakat o gün nedense Bekir dayı 'A-ah!' diye diretmiş, Dayıma 'biz ayrı gidem' demiş.

    Yine de Balaban'a kadar hep beraber malları sürmüşler. Bekir kafaya koymuş, orada ayrı kamp kuracaklar. Tabi kamp dediğim kepineğe bürünüp yatmaktır... Dağda normalde açık alanlarda yatarlarmış. Bizimkilerin kafası tersine çalıştığı için Bekir 'ille de orman içinde yatam' diye tutturmuş. Öyle yapmışlar...

    Eşekleri yularlarından çalıya bağlamışlar. Öküzler için tedbir almaya gerek duymamışlar. Herhalde onların kaçmasına ihtimal vermemişler. Yahut her ne düşündülerse, eşekleri bağlayıp öküzleri salıvermişler. Uyumadan önce yaptıkları en önemli şey bu...

    Gecenin bir yarısında uyanıp bakmışlar ki öküzler yok. Eşekler bağlandığı yerde tîsırıyorlar, toynaklarıyla yeri döğüyorlar filan; ama öküzlerden eser yok... Gayet doğal olan bu durum bizim uyku semesi çocuklara şaşırtmış olmalı. Telaşlanmışlar, arayan gözlerle sağa sola bakınmaya başlamışlar... Derken o gri karanlıkta Bekir, Gödeşlerin ak öküzü görmüş. Bu hayvan çok gösterişli, iri yarı bir şeymiş, orman arasında bile fark edilmemesi mümkün değil... 

    Goca öküzü bulduğuna sevinmiş Bekir, demek ki diğerleri de buralarda diye düşünmüş. Gelvelakin hayvana kızmış da biraz... Kızgınlığını belli etmek ve yakınlarda yayıldıklarından kuşku duymadığı diğer öküzlere gözdağı vermek istemiş. Büyük kütümekli değneği iki eliyle kaldırıp hayvanın sırtına indirirken 'Bilmemnetdimin malı!' diye bir küfür savurmuş... Fakat... O kadar gerinip küfürle de destekleyerek indirdiği değnek öküzün sırtını değil doğrudan yeri dövmüş. Sanki o anda goca ak öküz maddesi, cismi olmayan şeffaf bir şeye dönüşmüş de değnek içinden geçmiş gibi...

    Bu durum, bizim iki küçük kafadarı her şeyden çok korkutmuş. Gözlerinin önündeki goca öküz nereye gitti de değnek yeri dövüyor... Yoksa öküz olarak gördükleri öküz değil mi?.. Değilse ne?.. Alagabak?!!... 

    Korku ve panik arasında besmele çekmeyi akıl etmişler. İşte o anda, ne olduğunu anlayamadıkları goca ak öküz ortadan kayboluvermiş. Artık yok... Rahatladılar mı, daha çok mu korktular orası belli değil... Bir nebze sakinleşmiş olabilirler...Tekrar yatıyorlar, ama uyudular mı uyumadılar mı, sabahı nasıl ettiler, hiç sorma...

    Sabah yine telaştalar, çünkü öküzler hala kayıp... Hayret bir şey, eşekler bağladıkları yerde, ama öküzler yok... İkisi birden gün aydınlığında kayıpları aramaya çıkıyorlar... Nihayet buldular... Buldular, ama bu kez de eşekleri bağladıkları yeri bulamıyorlar... Bekir demiş ki 'Sen öküzleri tarlaya götür, ben eşekleri bulup getiren...'

    Dayım iki çift öküzü sürmüş Azatardı'na doğru... Lakin her zamanki mevkiden yola çıkmadığı ve de yalnız olduğu için yanlış tarafa yönelmiş ve vara vara Gambırarifinguyu'ya varmış. Hadi bakalım, oradan dön tekrar Azatardı'na doğru...

    Bütün bunlar olurken vakit de kuşluğa yaklaşmış. Gödecin Mısdık Ağa her zamanki saatte tarlasının başına varmış ki ne bekar var, ne öküzler... Dedem de aynı şekilde tarlayı boş görünce, elindeki ekmek çıkısını azada asıp dağın yolunu tutmuş. Tahmin etmiş çocukların başına bir şey geldiğini... Ormana girdiğinde anırtıları takip ederek eşekleri bulmuş. Meğer geceyi aç susuz geçiren bu hayvancıklar dertlerini anırarak anlatmaya çalışıyormuş. Az sonra aynı sese Bekir de gelmiş, hep beraber tarlaların yolunu tutmuşlar. Bu arada öküzlerle yolunu kaybeden Dayım da Azatardı'na ulaşmış. O gün bir kaç saatlik gecikmeyle çifte başlayabilmişler...

    Çocukların biri Ağa'ya, diğeri babasına durumu nasıl açıkladıklarını bilemiyoruz. Büyüklerin bütün bu macerayı yaşayanların nihayetinde çocuk olduğunu hesaba kattıklarını zannetmem. Burada daha korkunç olan şey ise 15 yaşındaki Bekir Yırgal'ın bekar durabildiğidir. O yıllarda çocuk bekarlar sıradan ve çok yaygınmış...



29 Ağustos 2025

İzmir Karşıyaka'da Angara Helvası

    
    Fahrettin Altay Paşa'nın askerlik hatıralarından oluşan On Yıl Savaş Ve Sonrası adlı kitabından altını çizdiğim bölümleri aktarıyordum. Büyük Taarruz bölümünde 28 Ağustos Eğret baskını ile ilgili birinci ağızdan en ayrıntılı anlatım Paşa'ya aittir. Onları başka başka yazılarda alıntılamıştım. 30 Ağustos Dumlupınar bozgunundan sonra iyice dağılan Yunan ordusu, bir an önce kendini İzmir'e atmanın derdine düşmüş, artık durdurabilene aşk olsun... Banaz, Uşak, Manisa, Salihli derken Türk süvarileri 9 Eylül'de İzmir'e girerek üç yıldan fazla süren işgale son vermişler...

    Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Paşa aslen İzmirli'dir. Yunan işgalinden kurtaran birliklerin kumandanı olarak Paşa İzmir'e girişte çok değişik duygulara gark olmuş. Bu hassasiyetinin satırlarına yansıdığı apaçık görülüyor. Bununla beraber Paşa'nın İzmir'de yakınları vardır, ailesi hala orada bulunmaktadır. Duygulanmasının bir sebebi de bu olabilir. O gün Karşıyaka'daki annesiyle buluşmasını bakın nasıl anlatıyor:

    "Karşıyaka da yalılar boyunda küçük bir evde oturan ihtiyar annemle teyzemi görmek için oraya doğru gittim. İhtiyar Babam ve tüccar olan kardeşim RODOS'a kaçmak zorunda kalmışlardı. İzmir de kalan teyzemin kocası ECZACI YÜZBAŞISI AHMET'i Yunanlılar işgal günü şehit etmişler böylece iki ihtiyar kadın yalnız başlarına ev bekçisi kalmışlar.

    Savaş sırasında zaman zaman gözlerimin önüne gelen evimize yaklaştığım sırada çarşaflı ye uzun boylu ile eğile, eğile gelmekte olan anamı tanıdım. Bilmiyorum nasıl bir duygu içindeydim o anda. Atımı insiyaki bir şekilde O'na doğru sürdüm ve önünde atımdan atlayıp ellerine sarıldım. Annem belki de o anda dünyanın en mutlu insanlarından birisiydi. Önce vatanı kurtulmuştu. Sonra ben, O'nun oğlu muzaffer ordumuzun generallerinden birisi olarak İzmir'e ilk giren süvari birliklerinin kumandanıydım... Ve her şeyden önce beni sağ salim karşısında bulmuştu...

    İşte ihtiyar anacığım çeşitli heyecanlar içinde geçen ömründe bu yeni heyecanın ağırlığına dayanamadı ve:

    «— Vay Fahri'm!..» diyerek düşüp kaldı. Arkadaşlarım O'nu kucakladılar ve evimize götürdüler. Yaşlı anacığım askerlerimizden benim hakkımda bir bilgi alabilir miyim diye dışarı çıkmış imiş...

    Evde biraz oturdum. Teyzem küçük bir tepsi içinde BİR DİLİM EKMEKLE BİRAZ TUZ VE KARABİBER ikram etti. «Hayrola...» diye sorduğum vakit aldığım cevap şu oldu:

    «— İşte evladım son günlerde buna kalmıştık...»

    Hasretimi bir parça olsun gidermiş, bu akşam işlerimin çok olduğunu bu sebeple gelemiyeceğimi ancak ertesi gün öğle vakti yemeğe gelebileceğimi söyledikten sonra tekrar ellerini öpmüş ve görevimin başına dönmüştüm. Yapılacak işimiz o kadar çoktu ki anamıza doya doya bakmamıza bile vaktimiz yoktu."*

    Kahramanların ana sevgisinden bile fedakarlık yaptıkları bir yana, burada benim dikkatimi çeken teyzesinin Paşa'ya ikram ettiği bir dilim ekmekle tuz biber karışımıdır. Adet olduğu için veyahut köklü bir geleneğe dayandığı için değil, yokluktan dolayı önüne konulan bu katığa bizim kuşak ve öncesi yabancı değildir. Büyüklerimizin sık sık karabiber değil (çünkü o bile lüks sayılır pek bulunmazdı) ama kırmızı toz biberle tuzu karıştırıp ekmeği bana bana katık ettiklerini biliriz. 

    Oğlundan dinlemiştim, rahmetli Resul Ayas hoca bu karışıma 'Angara helvası' der, ne kadar lezzetli bir katık olduğunu böyle anlatırmış. Fakirlikten, yokluktan bile lezzet yakalayabilen bir anlayış... 

    Fahrettin Paşa, kendi yaptırdığı Anıtkaya Şehitliği'ndeki 28 Ağustos kurtuluş şenliklerine defalarca katılmış. Resul Hoca bu şenliklerde defalarca konuşma yapmış. Tuz-biberden ibaret Angara helvasından lezzet devşiren bu iki insan, karşılıklı sohbet imkanı buldular mı acaba?...


     *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.355-356.



01 Ağustos 2025

Kavağın Ucu, Dizinin Dibi

    
    Macurali dedem aslında bir kaç yaş daha büyük olmasına rağmen 1917 doğumlu diye yazdırılmış. Veyislerin odaya gelmiş memur, galiba Böbüdedenin Veyisoğlu Hasan Hüseyin muhtar imiş. Kendi yeğeni Ahmet (Varlı) ile Ali (Öncül) dedemi birlikte kaydettirmiş. Ahmet emminin 1917'de doğduğu doğruymuş, ama kimsesiz Macur çocuğu Ali de daha büyük olmasına rağmen 1333 (1917)li olarak yazdırılmış. 

    Daha o zamandan birlikte dolaşır, birlikte kaz güder, birlikte öteye beriye giderlermiş. Önce Arap Osman'da, daha sonra Aliye ninede evlatlık olan Macur Ali sürekli Veyisler ve Hacıların evlere yakınmış, ikisinin arkadaşlığında bu durum baş etken olabilir. Aynı mahalle, sokak delikanlıları... Ayrıca resmi akran olmaları sebebiyle bir de tertiplik durumları var; askerlikleri de aynı döneme denk gelmiş.

    Bununla beraber ikisinin hayata bakışı ve hayatla mücadelesi hususunda zerre benzerlik bulunmaz. Macurali dedemin yabancısı olduğu bir köyde her şeye sıfırdan başlayıp defalarca batıp çıkmasını, köyde ilk traktörü alan kişi de, finali arabaya eşek koşarak yapanın da kendisi olmasını; pazarcılık, yağcılık, bakkallık, ileşberlik gibi bir çok sahada girişimciliğini; ilk yıllarda yatacak yeri olmamasına rağmen son zamanlarında köyün sözü dinlenir ileri gelenlerinden biri hale gelmesini filan başka bir yazıda anlatacağım. Bütün bunlar olurken hiç boş durmadığı, ömrü boyunca sürekli koşturduğu onu tanıyanların malumudur. Fakat arkadaşı Ahmet emmi için 'Bu kelin hiç sırtı terlemedi' dediğini bir kaç kere duydum...

    İkisinin hayat yolculuğunda böyle bir farklılaşmaya işaret olabilecek bir olayın varlığı efsane gibi anlatılır. Bir kaç kere başka başka ağızlardan farklı rivayetler biçiminde dinlediğim bu hikaye, bir türlü aklıma net ve gerçek bir olay gibi yerleşmemiş. Hep sisler ve bulanıklıklar ülkesinde bir karartı gibi duruyor, anlat desen anlatamam... Belki de kendilerinden işitmediğim içindir...

    Bugün cumayı kahvenin önünde Hacapo (Abdullah Erdem) abi ile bekliyoruz. Daldan dala atlayarak konuşuyoruz, ama çoğunlukla Hacapo konuşuyor. Bunun böyle olmasını biraz da ben istiyorum. Sorularımla yönlendiriyor, dişe dokunur hikayeler devşirmeye çalışıyorum. Kendisi zaten konuşmaya teşne, dinlemeye hazır kulaklar bulmuşken anlatıyor. Dallanıp budaklansa da konunun merkezini dünya hayatının ibret alınacak noktaları oluşturuyor.

    Herkesin malumudur ki Hacı yüksek sesle konuşur. Bunu kulaklarının az işitmesine bağlıyor; ama hep böyleydi, fısıltısı mırıltısı yoktur, hep güm güm söyler. Sağdan soldan onun bu halinden şikayetçi olan çoktur, duymadığından emin bir şekilde onu ayıplarlar filan... Gerçekten de sağır olduğu için bunların hiç birini duymaz ve aldırış etmeden sözüne devam eder... İşte hali yine öyleydi, her zamanki gibi anlatıyordu, biz de ona uyduk umursamazca soruyoruz...

    Dedem ile Ahmet emminin meselesi aklıma geldi, tam yeriydi sordum. Önemli bir şey anlatmaya başlamadan önce oturduğu yerden kalkıp ayak değiştirir, yine öyle yaptı... Meğer bildiği bir konuymuş, olayın kahramanlarının ikisine de ayrı ayrı zamanlarda sorup konuşturmuş. Başladı onlardan dinlediğini anlatmaya...

    Bekiroğlu Mehmet dayının da bulunduğu bir gün odada dedeme sormuş. Macurali dedem de anlatmış. 1930'lu yıllar, daha askere gitmemişler... Bir gün iki arkadaş Hacıların odaya gitmişler... Şimdi yerinde Kuran Kursu bulunan bu oda o vakitler köyün en merkezi yerlerinden... Hacılar sülalesinin büyükleri oturuyor; ama bilen bilir, odalar herkese açıktır. Bununla beraber, anası Hacılardan olan Ahmet emminin uğrak yerlerinden biri burası olabilir. Her neyse, o gün iki arkadaş Hacıların odadalar...

    Çapıtçı Hafız diye bilinen Hacıların Süleyman Azbay da odada bulunuyormuş.  Dururken dedeme 'Ali eliñi uzat baken' diyor ve avucuna bakarak 'Hımmm, seniñ ekmek gavağıñ ucunda; durma çalış, durma çalış!' diyor... Sonra aynı şekilde Ahmet emminin eline bakıp 'Seniñ ekmek de diziñiñ dibinde, durma ye, durma ye!' diyor. Kelimesi kelimesine aynen böyle demiş... O vakitler hayatın anlamını tam bilmeyen bu gençler Hafız'ın sözlerine de pek mana verememişler. Onun garip hallerinden biri olduğunu düşünmüşler... Yıllar geçtikçe, dünya ile cebelleşip yukarıda biraz bahsettiğim batıp çıkmaları yaşadıkça dedem Çapıtçı Hafız'ın söylediklerinin harfi harfine karşılık bulduğunu görmüş. Kavağın tepesindeki ekmeğe her ulaştığında tepetaklak olup tekrar en aşağıdan tırmanmaya başlamış. Bu böyle sürüp gidiyormuş... 

    Hacı Apo, aynı olayı Ahmet Emmiye de sormuş. Cuma camisinde kolları sıvamış, abdest alacakmış galiba, dedemin anlattıklarını doğrulamış ve 'Hakgatden annım terlemedi, emme cebimde para heç eğsik olmadı.' demiş...

    Hacıların Çapıtçı Hafız Süleyman Azbay 1956'da vefat ettiğinde, yirmi yıl önce avuçlarına bakarak söylediklerini Macurali dedem ve Ahmet emmi yaşamaya başlamışlardı bile... Rızık, Ahmet Emmimin hep dizinin dibindeydi. Bu minval üzere yaşadı ve 86 yaşında huzur içinde vefat etti. Dedeme gelince... Onun ekmeği hep kavağın ucundaydı, ulaşmak için durmadan çalıştı. 2008'de doksan küsur yaşındayken vefat ettiği gün, ağaç gövdesi kırdığını görenler var...

    Hacapo sözünü bitirdiğinde, sesinden rahatsız olanlardan hiç kimse kalmamıştı. Biz bizeydik. Zaten ezana bir kaç dakika kalmıştı. Kalktık...



17 Haziran 2025

Vay Yonan Malı Vay!


    Gerilerde kalan şu 'Bırak Eskileri' başlıklı yazıyı okumak, konuyu anlamlandırmak için iyi bir başlangıç olabilir.

    Meğer Kelbekir, Aliefe'den yediği dayağın daha acısını yirmi yıl kadar öncesinde işgalci Yunan askerlerinden yemişmiş. Bu seferki olayı Nebi Tüblek'ten değil, görünce çağrışım yaptığı Selahattin Atay'dan dinledik.

    İşgal yıllarında Sakanın Bekir 10-11 yaşlarında çocukmuş. Çocukmuş ama, o dönemde çocukluk oyunla değil çalışmakla geçiriliyor. Tam da harpler darpler döneminin başında doğan Bekir'in bütün çocukluğu bu kara günlere denk gelmiş. 10 yaşına geldiğinde  ise Eğret'te 'gavur' askerler dolaşmaya başlamış. Bu durumda hangi oyundan, ne çocukluğundan bahsedeceksin...

    Selahattin Abi de konuya tam bu noktadan girdi. Çeşme başında işgalciler tarafından çekilen fotoğraftakilerin kimlikleri bilinip bilinmediğini sordu. Bunun mümkün olmadığını, sadece katırın yularını tutan yalınayak çocuğun Timitiri Arif olabileceğine dair tahminler bulunduğunu söyleyince, bir çocuk olarak babasından dinlediklerini hatırlamış. Başladı bize anlatmaya...

    Sakanın Bekir o yaşında çifte gidermiş. Sabanı, örendireyi anca tutabiliyormuştur herhalde. Dombeylerle sürermiş çifti. Sakaların altı çift sağım, bir çift de koşum dombeyleri varmış, çift sürme işini bu koşum dombeyleriyle yapıyor Bekir. 

    Yunanlar köydeki sığır öküz ve koyun keçilerin, hatta kaz tavuk gibi kümes hayvanlarının kökünü kurutmasına rağmen dombeylere itibar etmemesi ilginçtir. Acaba bu türün etini sevmemişler miydi?

    Neyse, Bekir hangi tarlayı sürdüyse sürdü... Hayvanlar boyundurukta getirilirmiş eve... Saban tarlada bırakılıyor, ertesi gün devam edilecek çünkü... Yularından yederek veya ardından örendireyle dürtükleyerek hayvanları sürerlermiş. Yalnız her türlü köyden çıkışlar, hatta tarlaya gidişler bile kontrol altında olduğu unutulmamalıdır. Çocuk yaşta da olsan izin belgen yanında olmadan, karnesiz ayrılamıyorsun; köyden çıkarken ve geri girerken böyle kontrolller yapıyor işgalciler... Hatta çok basit zirai aletleri alıp kullanmak dahi izne tabi imiş. Bütün bunlarla ilgili çok tatsızlıklar yaşanmış, mesela izinsiz urgan aldın diye Araposman'ı öldüresiye dövmüşler...

    Neyse ki Bekir kazasız belasız köye dönmüş, evlerine sürmüş dombeyleri. Hayvanlar da alışık, biliyorlar ki artık evdeler boyunduruktan kurtulma vakti geldi. Özgürlük hissi yalnız insana mahsus değil, dombeyler de buna düşkün... Onların bu özgürlük içgüdüsü bakalım Sakanın Bekir'in başına ne işler açacak...

    Boyunduruktan kurtulma içgüdüsüyle hayvan dış zevleye yükleniyormuş boynuyla. Bu müthiş baskı sebebiyle zevleyi çekip çıkaramıyor Bekir... Dombeyin baskısına insan gücü dayanabilir mi; söyledikti, zaten daha çocuk sayılır... Hayvan boyunduruktan kurtulmak için yükleniyor, o yüklendikçe Bekir milim çekemiyor zevleyi... Çok bunalmış çocuk ve;

    - 'Vay bilmemnetdimin Yonan malı!' diye kükremiş... Hayvana mı kızdı, kendi güçsüzlüğüne mi yandı, yoksa Gavurun boyunduruğunda bulunmaktan mı bunaldı da böyle bağırdı bilinmez...

    Yalnız her yerde vıgır vıgır karşına çıkan askerler de duymuş bunu. Çocuğun dediklerini tam anlamasalar da, içinde Yunan kelimesi geçen bu bağırtıyla kendilerine küfrettiğini düşünmüşler. Böyle düşünmekte haklı olabilirler, çünkü sadece Eğret'te bulunmalarından dolayı bile en galiz küfürleri hak etmekteydiler...

    Her türlü küfrü hak eden askerler hışımla koşmuşlar ve tekme tokat, yumruk dipçik karışık çok fena dövmüşler Bekir'i... Bu arada onlar da 'Gamudu kerata! Gamudu kerata!' diye küfürler savuruyormuş. Dediğine göre kan revan içinde kalmış, aklı başında olmasına rağmen ölü-baygın numarası yapmış da öyle kurtulmuş. 

    Sakaoğlu Ali ile Kezban Hanım, o vaziyetteki oğullarını Gavurun elinden kurtarıp kenara sürümüşler. Galiba Yunanlar da öldü diye bırakmışlar. Taze koyun derisine sarıp sarmalayıp kırığını çıkığını, yara beresini tedavi etmişler de öyle ayağa kalkmış. Yunan yediği hayvanın ayaklarıyla kellesiyle uğraşmayıp atarmış o vakitlerde ve attıklarının içinde deri de varmış. Yeni yüzülmüş deri eksik olmazmış...

    28 Ağustos 1922'de boyunduruktan kurtulmuşlar...  1940'lı yıllarda Aliefe'nin pataklaması ne ki, Kelbekir asıl dayağı Yonan'dan yemiş... Aliefe 1982, Kelbekir 1983'te vefat etti; nurlarda yatasılar...


08 Haziran 2025

Sakatat Yemezlermis

     
    Ünlü yiyicileri anlatırken olayın ayrıntılarına tam vakıf olmadığım için hiç girmedim. Ayrıca müstakil bir hikaye barındırıyor, özel bir başlığı hak ediyordu, bu yüzden anlatacağım olay bugüne sarktı.

    Tekelilerin rahmetli Şükrü Taşkın emmi erken dönemde İzmir'e yerleşmiş, kendince geniş bir tanıdık çevresi oluşmuş. Böylece yeni gelecek köylülerini orada işe yerleştirme konusunda başvuru merkezi gibiymiş, çoğu kişinin iş bulması ve İzmir'e yerleşmesine öncülük etmiş. Orada olsun, köye geldiğinde olsun köylüler kendisine hürmette kusur etmiyorlarmış.

    Onun bir başka özelliğinden de bahsediyorlar, giyim kuşamına çok titiz, insan ilişkilerinde alabildiğinde kibar imiş. Ütüsüz pantolon, ensesi ile yakası arasına tampon bir mendil koymadan gömlek giymezmiş. Yüzü sürekli tıraşlı, ayakkabıları boyalı olurmuş. Belki de sosyal çevresinin genişliği onu böyle bir yaşantıya zorluyordu. Her neyse, bu görüntüsü sebebiyle köylüler arasında Zeki Müren diye anılırmış...

    İş bulmasına yardımcı olduklarından biri de Keçimehmet'in Ahmet Seçan... Tuborg fabrikasına yerleştirmiş onu... Ahmet bunun hatırına köyde ağırlamak istemiş. Galiba seksenlerin sonları bu dediğim. O sırada bizim köyde misafir ağırlamaya en uygun yer dağda Bödünün Çeşme, misafirleriyle orada piknik yapacaklar...

    Bütün hazırlıklar tamamlanmış. Bir keçi kesmiş mesela, sonra diğer ikramları da ayarlamış ve varmışlar dağa... Şükrü Taşkın'ın arkadaşları da kendisi gibi titiz ve seçici kişilermiş. Oraya vardıklarında keçi etini görünce; 

    - 'Biz sakatat yemeyiz' diye açıkça söylemişler. Sakatat dedikleri koyun keçi gibi küçükbaş hayvanlardır. Akdeniz bölgesinde nasıl küçükbaş eti tüketiliyorsa İzmir'de kokusundan mıdır nedir, bu ete itibar edilmezmiş. Bunun üzerine Ahmet köye dönüp kasaptan biftek bonfile ne bulduysa alıp getirmiş. Biraz da kızmış herhalde, sen kalk koca keçiyi boğazla, misafirlerin burun kıvırsın... 

    Keçi eti bir kenarda dururken onlar sığır etiyle oyalanadursun, bu sırada köyde bir şeyler olmakta, biz oraya bakalım...

    Büyük ihtimal Misginin kahvedeler; Kelahmedin Halil Bar, Sucu Nuri Toka ve Sağıroğlunun Adem ile Mehmet Sancak kardeşler... Mevzu varıp boğazlar meselesine dayanmış. Ne yapalım ne edelim, neyi nasıl yiyelim...

    Biri Afyon'dan yeni geldim demiş, öteki yemeği yeni yedim... Fazla yiyemeyiz demeye getiriyorlar. Bu yüzden az almışlar ne aldılarsa... Sonra nerede yiyelim düşüncesi almış bunları... Söğütaltına mı gitsek, Beylikbahçesine mi... Boş ver, dağa gidelim demişler. İstikamet Bödününçeşme... Herhalde Nuri'nin taktakla gidiyorlar...

    Bödününçeşme düzlüğünde vaziyet bıraktığımız gibi... Bir keçinin eti kenara itilmiş küskün... Misafirler birer parça sığır etini uzun çubuklara takmış ateşe uzaktan tutuyorlar, etler pişsem mi pişmesem mi aralığında... Ahmet ise misafirlerini memnun edememe endişesiyle telaşlı ve tedirgin... Galiba biraz da morali bozuk...

    Tam da bu haldeyken, helikopter patırtısıyla yeni gelenleri görünce Ahmet'in yüzü ışıldamış;

    - 'Valla iyi geldiniz' demiş, 'Aha keçi de orada...' Şimdi düşünelim, pişirilmeye teşne, ama kimsenin yüzüne bakmadığı bir yığın et bir tarafta; yakılıp köz haline getirilmiş, ama üzerine vazife yüklenmemiş, boşa tütmekte olan meşe ateşi diğer tarafta... Sen olsan ne yaparsın!...

    Bizimkiler de aynısını yapmış, keçi eti parçalarını patır patır köz ile buluşturmuşlar. Kül bulaşmasın diye sığır eti takılmış şişlerini uzaktan tutan titiz misafirlerin şaşkın bakışları arasında etler cızırdıyormuş. Birisi alasulu piştiğini düşündüğünü, elindeki uzun değnekle met oynar gibi uzağa fıydırıyormuş. Diğer üçü ise düştüğü yerde etin başına çullanıyor, dakikasında onu yok ediyorlarmış. O anda yok ben Afyon'dan yeni geldim, yok ben şimdi yemek yedim karnım tok, diyenlerle karnı aç olanın farkı kalmamış. Hep birlikte düştüğü yerde yiyerek koca keçiyi bitirmişler. Nuri bana bu olayı anlatırken sanki kendisi orada değilmiş gibi üçüncü şahıs ağzıyla konuşuyordu;

    - 'Adam değnekle atıyor, ötekiler anında kapışıyor.' Sen bu olayın neresindesin, diye sordum, cevap vermeyip gülmekle geçiştirdi...

    Dört aç adam bir keçiyi yerken, sakatat sevmeyen misafirlerin şaşkınlığını tahmin edersiniz. Bu arada kazıkta takılı şiş kebapları hala çiğ... Onları ve diğer sığır etlerini de köze atmak suretiyle pişirip yemek yine bizimkilere düşmüş. Seve seve vermişler kendi etlerini de... Çünkü öyle zevkli yiyorlarmış ki, kibar misafirler onları seyrederken doyuyormuş...

    Onlar doyuyor, ama beridekiler doymuş mu? Ne gezeer... Etler bitince sağa sola bakınmaya başlamışlar. Bu hayvanın kellesiyle ayaklarına ne oldu? Aha şuraya atıverdik. Getirip ateşe gömmüşler, pişince onları da yemişler... Kemikler? Onlardan haşlama yapmışlar... Tam bitti derken...

    Garnını n'ettiniz, aha şuraya çıkardık... Dörtlünün performansından iyice başları dönen misafirler Eğret'te işkembeye garın dendiğini ne bilsin, şaşkınlık içindeyken yeni bir şaşkınlık aralığına açılıp olacakları anlamaya çalışıyorlar. 

    Bizimkiler dereye terk edilmiş garnı deşiyor ve içini boşaltıyorlar. Kabaca silkeleyip çeşmenin aharına bandırıyor ve tekrar silkeliyorlar. Tertemiz (!) olmuş işkembeyi getirip közün üzerine seriyorlar. Bir müddet sonra, kesip kesip tuzlayarak işkembeyi de sündüre sündüre yiyorlar. Geriye keçinin derisinden başka bir şey kalmamış. Dediğine göre, doymamış olsalar onu da yerlermiş de Allahtan doymuşlar...

    Bütün bu olanları misafirler kah şaşırarak, kah gülerek, kah hayranlıkla izlemişler. Hayranlıklarını olayın üzerinden yıllar geçtiği halde Şükrü Taşkın hep ballandıra ballandıra anlatmış. 

    - 'Ben sizi iyi biliyorum, nasıl yediğinizi de...' diye takılır, şahit olduklarını yanındakilere hep anlatırmış. 

    Bu olay yaşandıktan kısa süre sonra 1992'de Keçimehmedin Ahmet Seçan, uzun yıllar sonra 2016'da ise Tekelilerin Şükrü Taşkın vefat etti... Keçiyiyen dörtlü hala hayatta... Allah sağlıklı ömürler versin, insan yiyebiliyorken yemeli...



26 Mayıs 2025

Un Tuz Tartmak


    Geçen gün köye gitmek için yolumuzu Gazlıgöl'e düşürdük. Tam orada aklıma Hacı Arif dedemin yaşadığı bir olay geldi, Dandır sapağına dönerken çocuklara onu anlattım. Babamdan defalarca dinlediğim için bütün ayrıntısıyla hafızama kazınmış olan bu ilginç olaya geçmeden önce Hacı Arif dedeyi kısaca tanıtmam gerekti.

    Arif, Böbü dedenin küçük oğludur. Oğlu olmayan Hasan Hüseyin abisi ise, Hamzaların Afyon kolu ile Böbüler ve Sarasanların dedesi oluyor.1880 yılında doğdu Arif... Doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğu bilinmiyor, topaldı. Bu yüzden askere alınmamış. Genelde fiziksel özellikleriyle lakaplama yapılan Eğret'te Topal Arif yerine Hacı Arif lakabı takılması ilginçtir. Oysa hacca 30 yaşından sonra gitmiş...

    Böbü Dedemiz onu Hacılardan Nazik ile evlendiriyor. Nazik Hanımı da tanıtalım, tam olsun; Davılcıarif, Dındınali, Kelsalek, Kelidiriz, Çapıtçıhafız ve Kelarzıman'ın halaları oluyor...

    Olay evliliğin ilk yıllarında geçiyor, Arif ve Nazik delikanlıyken... Henüz çocukları yok, ihtimal 19. yüzyıl sonları... Bunlar arkadaşlarıyla sözleşmişler, gece Gazlıgöl'e hamama gidecekler. Köydeki hamam yanmıyor olabilir veya su, sıcaklık, havuz farkından orası tercih edilmiş olabilir. O dönemde bile çevredeki kaplıcalara gitmenin yaygın olduğu anlaşılıyor...

    Arkadaşları gelip almışlar Arif'i. Yayan gitmezler herhalde, ihtimal ki at arabası ayarlamışlardır. Yolda neler yaşadıkları, ne zaman vardıkları, arkadaşlarının kimler olduğu filan meçhulümüz. Bundan sonra bir süre Arif dedenin anlattıklarını dinleyeceğiz.

    Hamama girmişler. Tabi başka köylerden gelenler de olabilir... Bir vakit her şey normalmiş. Sabunlanmışlar, keselenmişler, suya girmişler... Bir süre sonra içlerinden biri,

    - 'Şu kandilleri söndürün veya şavkını kısın' gibi bir şey söylemiş. Eskiler bilir, idare lambası veya kör kandil denilen aydınlatma araçlarını... Ucunda döndürerek şavkı kısıp açmaya yarayan basit bir düzenek vardır, onunla alevin şiddetini ayarlarsın. Tam söndürmek için fitile üflemek, yahut parmaklar arasında yanmakta olan fitil ucunu ezmek gerekir. Her halükarda kandile varmak zorundasın yani... Fakat kurnanın başında yan gelip keyf çatmakta olan birisi, 

    - 'Durun ben hallederim' diyerek hiç istifini bozmadan ayağını uzatıp gerçekten halledivermiş. Bunu normal, sıradan bir şey yapar gibi yapmış, ama olay hiç de normal değil... Bir defa uzaktaki kandile ulaşmak için yerinden bile kalkmamış adam. Ayağı kandile doğru iki üç metre uzayıvermiş. Ayrıca adamın parmak aralarının perdeli olduğunu da fark etmiş Arif, tıpkı kaz, ördek ayağı gibi... O anda etrafına bakınmış ki, hamamda bulunanların hepsinin durumu aynı; uzun bacaklılar ve perde ayaklılar... Üstelik köyden birlikte geldikleri arkadaşları da aynı... 

    Dehşet içinde kalmış ve korkudan ne yaptığını bilmez bir şekilde kendini dışarı atmış. Dışarı derken, en dışarı değil; çıplak bir şekilde nereye gidecek... Olanlardan habersiz işine bakan hamamcıyı uyarmak istemiş;

    - 'İçerdekilerin hepsi acayip, şeytan mıdır ne!..' Hamamcı oralı bile değil, işine devam ediyor... Arif ısrarla uyarısına devam edince sıkılmış gibi tezgahın ardından öne çıkıyor ve,

    - 'Böyleler mi?' diye sıyırdığı peştamalin altından perdeli ayaklarını göstermiş. Bundan sonrasını Hacı Arif dede hatırlamıyor... Olayın bütününü ve perde gerisini öğrenmek için Eğret'e dönmeliyiz...

    Arif arkadaşlarıyla gittikten bir süre sonra, arkadaşları tekrar gelip onu çağırmışlar. Nazik Hanım çıkmış dışarı ve 'Niye dönüp geldiniz?' gibisinden soracak olmuş. Biraz da endişelenmiş galiba, çünkü yanlarında kocası yok. Başına bir şey mi geldi acaba... Fakat arkadaşları gayet sakin;

    - 'Gelsin Arif, hamama gidecektik.' filan demişler. O vakit endişesine korku ve şaşkınlık da karışmış Nazik Hanımın;

    - 'Demin aldınız gittiniz ya!...' Nasıl olurdu, şuydu buydu derken, mesele anlaşılmış. Arkadaşlarına benzer bir grup gelip götürmüşler Arif'i... Atları koştura koştura Gazlıgöl'e varmışlar. Arif'i hamamın aralığında baygın olarak bulmuşlar... Meğer onu buraya getiren arkadaşları değil, habis ruhlar taifesiymiş. Allah'tan ki aklını yitirmemiş, sadece bayılmakla kurtulmuş. Belki de bayıldığı için kurtulmuş...

    Söğütçük'e geldiğimizde çocuklara Hacı Arif dedenin kuyuyu gösterdim. Seren ve direği yıkılıp yerine çeşme yapılalı otuz yıldan fazla oldu. Şimdi kuyu ağzını kocaman bir kaya ile tıkamışlar... 

    Çeşme yapıldığı yıllarda Anıtkaya'da çalışıyor ve orada oturuyordum. Bazı akşamlar dışarıdan birileri çağırırdı, balkona çıkıp bakardım, kimse yok. Bazen de zile basarak çağırırlardı, yine kapıya bakardım kimse yok. Bu garip çağrılma olayları sıklaşınca babama anlattım.

    - "Yine çağıracak olurlarsa balkona çıkma, kapıya da bakma... 'Gelemem, un tuz tartıyorum' de... Bir daha çağırmazlar, zarar da veremezler."  dedi ve Nazik ninesinden işittiği yukarıdaki olayı anlattı. İlk defa o vakit duyduğum hamam olayını sonra yine defalarca dinledim. Nazik Ninemiz, kocasının travmayı bu tılsımlı sözlerle atlattığını, bir daha habis ruhların kendisini rahatsız etmediğini söylemiş...

    Benim durumum bir yanılsama olabilir. 'Un tuz tartma' hususunu uyguladım mı bilmem, ama bir daha ünnneyen olmadı...



07 Mayıs 2025

Dimitri'nin Çukur


    İlbulak'tan çekilen çiçek böcek, manzara fotoğrafları ve küçük dağ gezisine dair yazılanlar işe yaramış görünüyor. Gerçi zaten dağımızı severiz, imkan bulan sık sık oraya gider, çok uzaklardakiler de bunun özlemiyle yaşayıp hasretlerini her fırsatta dile getirirler. Fakat ayrıntılar arasına gizlenmiş küçük güzellikleri fark etme noktasında galiba biraz bakış zayıflığı vardı. İşte yeni paylaşılan fotoğraflardan anlıyoruz ki, Anıtkayalı'ların bakış açısı değişmeye başlamış, dağın güzelliğini derin derin içine çekmeye başlamışlar...

    Sülale araştırması sırasında elde bir çok fotoğraf birikmişti. İş bittikten sonra dağılıp heder olmasınlar diye bunları sosyal medyada ve blogda paylaşalım dedik. Bunun üzerine bir sürü yeni ve tarihi belgesel değeri olan fotoğraf akmaya başladı, bunları da belli bir sıra ve düzende paylaştık. Bu arada Emetilerin Hasan Kaya merhumun büyük bir dikkat ve özenle oluşturduğu koleksiyonunu Bilal Kaya bize açma inceliğini gösterdi. Ahmet Külte'nin bunun için gösterdiği büyük çaba ve Mustafa Ayas'ın yorucu fotoğraflama-ayrıştırma çalışmaları sonucunda onları da paylaşma ve arşivlemeye başladık. Albüm haline getirip bilinmeyen fotoğrafların tanılanması süreci uzayacağa benziyor.

    Fotoğraf işlerine odaklanınca yazılar ister istemez azaldı, ona pek dikkat ve zaman ayıramadık. Tam bu noktada, acaba fotoğraf işine gereğinden fazla mı zaman ayırıyoruz düşüncesi zaman zaman akla gelmiyor değil. Ancak fotoğraf paylaşımları da bazen yeni güzelliklerin ortaya çıkmasına vesile olabiliyor, bu da yeni bir motivasyon kaynağına dönüşüyor.

    Terzi Musa Türkmenoğlu Abi 'Paylaştığın her fotoğrafı arşivliyorum' deyince, yapılanın önemli olduğunu bir kez daha anladım. Paylaşımlar sosyal medyada kalmayıp, en azından blogda bir kaç albüm halinde kaydedilmeli, bu fikir de pekişti; inşallah öyle olacak.

    1921 yılında işgalciler tarafından çekilmiş meşhur fotoğrafı da konuştuk. Şimdiki Galipbey caddesinin o günkü halini en net gösteren fotoğraftır. Soldaki evlerin Gocacami hizasında sıralandığı, sağdakiler de aynı olduğunu düşünürsek çok geniş olduğu çok açık. Burası sel yolağıyla, köprüsüyle, kayalık yapısıyla bir asır önce de Eğret'in önemli bir merkeziymiş. Alt köşede kemer gibi, mühür gibi amblemin Yunan hükümetinde bir kurumun mührü olabileceğinden bahsettik.

    Bu fotoğraf üzerine daha önce Selami Kurt ile de konuşmuştuk. Selyolağının hemen başında sağda görünen beyaz binanın tekkeye ait olabileceğinden filan söz ettik. Şimdi tekrar baktığımda o binanın hemen yanında derme çatma belli belirsiz bir şey de dikkatimi çekti, türbe olamaz, daha yüksek sanki... Neyse, ben bu önceki konuşmadan aklıma yerleşen fikri dillendirip o binanın tekke/zaviye olduğunu söyleyince Musa Abi, 'Öyle değil' dedi ve başladı anlatmaya...

    Kekliklerin Kel Ramazan Tül ile sohbetteler... Laf lafı açarmış ya, konu nasıl olduysa Kinislerin Arif Soya'ya gelmiş. Musa Abi askerliğini Rumların çok olduğu bir yerde yaptığı için Dimitri ismini biliyor. Sormuş:

    -'Le Irmızan Ağa bu Timitiri gavur adı değil mi, niye adama böyle dediniz?'

    Ramazan dede almış lafı, ve soruyu ayrıntılı bir şekilde cevaplamış. İşgalcilerin içinde Dimitri adında biri ile Arif'in benzerliğinden dolayı böyle lakaplandığını bir güzel anlatmış. Tabi bu arada daha bir sürü ayrıntıya girmiş. Gocacami'yi hastane olarak kullandıklarını, çevredeki gözüne kestirdikleri binaların karargah, komutan evi olduğunu filan... Arif'i de saka olarak kullanır, eşekle çeşmeden su filan taşıttırırlarmış. Kendi aralarında bu kara kuru çocuğa Dimitri diyorlar, böylece onlar gittikten sonra lakap Timitiri olarak yerleşmiş... Konu Dimitri ya, asıl anlattığı o...  Herhalde konuşa konuşa geliyorlarmış bunlar... Tam şimdiki tuvaletle türbe arasına geldiklerinde;

    - 'Aha burda hela vardı, meydan helası... Yonan Timitiri bu helanın b.k çukuruna düşdü bigün. Çıkardılâ emme arkıdeşlêne eğlence olduydu...'

    Musa Abi olayı bu şekilde anlatıp kapatırken, hikaye kafamda şekillenmişti. Elbette amacım hikaye anlatmak değil; ama bu fotoğraf paylaşılmasa Kelırmızan'dan dinlediklerini bize nakletmeyecek, biz de fotoğraftaki bina tekke zannedecektik. Belki de öyledir ve Dimitri'nin çukuruna düştüğü hela hemen onun yanındaki derme çatma şeydir...



19 Şubat 2025

Hacıların Oda

    
    Hatırlıyorum burayı, ama zihnimde netlik yok. Yüksek bir bina, batı yakasında gocagapı, oradan beygir arabasını çıkarmakta olan Aşşağılının Osman Emmi, kapının kanatlarını tutan iki kişi daha, kim olduklarını bilmiyorum. Yerde çamur mu var ne, güz veya bahar olmalı. Kış değil, bundan eminim. Ne münasebetle orada bulunduğumu bilmem, mezarlığa doğru uzanan ara sokaktayım ve bu tabloya tam karşıdan bakıyorum. Bu kadar. Hacıların Odaya dair hatırladığım başka bir şey yok.

    Yıkıldığını ve yerine yeni bir inşaata başlandığını iyi hatırlıyorum bak. Daha önce hiç görmediğim insanların takgıdı tukgudu kalıp çakması, onun üzerine demirler döşenmesi bütün harala gürelesiyle dün gibi aklımda. Gün sonunda herkesin paydos edip sessizliğe terkettiği inşaatı, geceleri nasıl oyun alanına çevirdiğimiz de... Demek ki yaz mevsimine denk getirilmişti Kuran Kursu inşaatı...

    Kuran Kursu tarihi herkesin malumudur, biz yerine yapıldığı Hacılarınoda konusundan uzaklaşmayalım. 

    Tarihi geçmişini bilemiyoruz, şu kadar var ki bazı mahkeme duruşmalarının burada görüldüğüne dair kayıtlar var. Bunlardan birisi 1909 tarihlidir. Hacı Murat'ın odada bir şikayet görüşülüp karara bağlanmış. 

    Bütün davaları merkezde görmek gereksiz yığılmalara yol açacağından Karahisar Kadısı, çoğu küçük davanın mahallinde halledilmesi için bir düzenek kurmuş ve gezici mahkemeler oluşturmuş. Bunlar belli vakitlerde köylere giderek biriken bütün resmi işlemleri, yargısal davalar dahil, sonuçlandırıp dönüyorlar. İşleri bir kaç gün sürebildiği için bu gezici mahkemenin konaklama ve işyeri bulma görevi Muhtarda bulunuyor. Doğal olarak Muhtar odası bunun için ideal bir yer kabul ediliyor. 1909'daki davanın Hacılarınoda'da görülmesinin sebebi o sırada Hacı Murat'ın muhtar olmasıdır.

    Kayıtlarda yok, ama tahminen aynı döneme tarihlenen bir olay duydum torunlarından. Hükümet adamları Hacılarınoda'da ölenin doğanın kaydını tutuyorlar. Muhtar Hacı Murat görevliye lazım gelen bütün bilgileri veriyor, ama bilmediği bazı hususlarda ilgilinin bilgisine başvuruluyormuş, yahut velinin bulunma şartı var. Gademlerin Sarımehmet'i çağırtıyorlar, ev yakın zaten hemen gelmiş. 'Senin kızın nüfus kaydını yapıyoruz, adı neydi?' diye sormuşlar. Sarımehmet biraz duraklayıp başını kaşımış 'Gadıngız diyola da, ben bi adını soren de gelen' diye yekinince millet gülüşmüş, oradan birisi 'Otu len, gızın adı Zehra' deyip konuyu kapatmışlar. 

    Gadıngız Zehra Şık Ninenin 1905'te doğduğu düşünülürse, Hacılarınoda'daki bu olay ihtimal 1909 gibi yaşanmış olmalıdır. Fakat odanın tarihini daha ötelere çekmek gerekir ki bunun belgesel imkanı şimdilik yok. Bununla beraber Tanzimat sonrası ilk Eğret Muhtarının da Hacılardan olduğu unutulmamalıdır. Belki de ilk Muhtarlık ofisi olarak Hacılarınoda inşa edildi, kim bilir... 

    Ayrıca aynı sülaleden Hacıların Süleyman ve oğlu Davılcı Arif'in de muhtarlıkları var. Hadi Arif Azbay'ınki Cumhuriyet dönemi olsun, ama babasınınki Hacımurat'tan da önce olmalıdır. Bu durumda Hacılarınoda belli aralıklarla da olsa en uzun Muhtarlık odası vazifesini yürütmüş gibi görünüyor.

    Tam olarak tarihi belirlenemeyen bir olayı daha önce anlatmıştım. Tahsildar mı, öşür görevlisi mi, yoksa daha başka bir vergi memuru mu, her neyse biri gelmiş köye. Gündüz resmi işlerini burada gördüğü, geceleri burada konakladığına göre Hacılarınoda yine Muhtarodası. Köylü görevliye iyi bakıyor, her gün biri koyun kesiyormuş. Bir akşam haddinden fazla yemiş olacak ki, adam yakıleşmiş, feryat figan... Onun rahatsızlığı Eğretlileri huzursuz etmiş, ama ellerinden bir şey gelmiyor. Biri ordan demiş ki 'Almalı suyundan bi tas içerse bişeyciği galmaz!' Öteki itiraz etmiş 'Len adam bi goyun yidi, Almalı suyu nedivecek!'... Tavsiyesinde direnince 'Git geti o zaman' diye adamı gece vakti Almalı'ya göndermişler, diye anlatılıyor...

    Hacılarınoda'nın konumu da konuşulmalıdır, çünkü onun önemi biraz da merkezi bir yerde bulunmasına bağlı. Malum olduğu üzere, Zaviye orada bulunduğu için köyün merkezi kuruluşundan beri Sığıreğleği'dir. Son dönemde ise ona rakip ikinci bir meydan olarak şimdi Kahvelerin Önü dediğimiz yer ortaya çıkıyor. Gerçi o zamanlar kahve filan yokmuş, ama Hacılarınoda önü canlı bir hayata sahne olmuş. Altı yedi yolun birleştiği küçük bir üçgen adada bulunan oda, sosyal hayatın önemli noktaları sayılan diğer odalar ve fırınlarla çevrelenmiş. Ayrıca Yorgo'nun Dükkan olarak bilinen ilk bakkal ve gayet kullanışlı bir dolaplı kuyu da burada... Sonradan  açılan yeni bakkallar, yağhaneler, kahvelerle bu canlılık hep korunup bugüne taşınmış.

    Bir asır kadar önce belki bugünden daha hareketliymiş o meydan. Gençlerin toplanma alanı, çünkü bazı sportif faaliyetleri burada düzenliyorlar. Güreşiyorlar, met oynuyorlar, ağırlık kaldırıp tokmak atıyorlar. Sen sanırsın olimpiyat meydanı. Bu yüzden her daim şen şakrak, her vakit kalabalık...

    Davılcıarif meydandaki kalabalığa yaklaşmış bir gün, ve taşınacak beş altı dene çuvalı için yardım istemiş. Orada bulunma amaçları birbirlerine güç ve gövde gösterisinde bulunmak olan delikanlılar pek oralı olmamışlar. Müezzinin Ömer Kabadayı ile Hakkıların Patır Ahmet Yırgal Dayı gönüllü hamallığı kabul edip Hacı'nın peşinden odaya yönelmişler. Bunları üçüncü kata kadar çıkarıyor... Terasa yaklaşınca 'Burada denenin ne işi var' diye işkillendilerse de zirveye kadar çıkmışlar. 'Oturun şuraya, yiyin yiyebildiğiniz kadar' demiş Arif Dede... İşaret ettiği yere baksalar ki bir tekne bal... Şaşkın gençler iştahla bala yumulurken açıklamış: 'Bal var desem herkes gelirdi, iş var deyince bala layık olanlar geldi...'

    Maksadım fıkra anlatmak değildi, bu olaydan bazı çıkarımlarımız olabilir. Ömer Kabadayı Dedenin 1902, Patırdayı'nın 1908 doğumlu olması, olayın zamanı hakkında ipucu verebilir. Asıl önemli olan Hacılarınoda'nın üç katlı olduğu bilgisidir. Şüphesiz o günün Eğret'i için müstesna bir bina olmalıdır. Malum konumu düşünüldüğünde nereden baksan görünür bir Hacılarınoda'dan söz ediyoruz. 

    İşgalcilerin 1922 yılında Üyük'ten çektiği bir fotoğraf vardı. Merkezinde Gocacami bulunan bu fotoğraftaki bazı yüksek binaları anlayamamıştık. Bunlardan birisi Hacılarınoda olabilir.

    Oda yıkıldıktan sonra yerine yapılan Kuran Kursu tek katlı ve halen hizmette. Çevresinde bulunan evlerin tamamı yenilense de burası hala merkezi nitelikte. Gatgala'yı yutan kuyu kapanalı çok oldu. defalarca açılıp kapanan dükkanlar, kahveler var. Çok şey değişti senin anlayacağın. Fakat meydan hala her daim canlı ve Hacılarınoda'nın ruhu bunun tam merkezinde...



23 Aralık 2024

Yoldakinin Duası


    Salih amel kısaca insanlığın hayrına olan iyi davranış diye tarif edilir. Bunun en küçüğü, yolda geliş geçişe engel olacak bir taşı alıp kenara koyma diye hadiste belirtildiği aklımda kalmış. Kuran'da ise farklı ayetlerde salih amelin çok çeşitlerine işaret var, isteyen meallere baksın.

    Burada zengin olsun fakir olsun, iyilik ve yardım edilmesi gereken bir kesim olarak 'yolda kalmışlar', daha geniş ifadeyle yolcular üzerinde duracağız. Kur'an çevirilerinde ekseri 'yolda kalmış' diye geçen söze, bazı meallerde 'yolcu' diye karşılık vermiş. İşte onlara, yani yolculara infak edenler de 'doğrular', 'muttakiler', 'kurtuluşa erenler' gibi iyi vasıflarla anılmış. 

    Bilindiği gibi seferilik, yolda çekeceği sıkıntılar öngörülerek ibadette insana kolaylıklar tanınan bir kavramdır. Bundan yolculuğun ne menem bir problem olduğu anlaşılabilir. Müslümana sıkıntı olan durumlar, elbette başka din mensupları için de geçerlidir. Sosyal durumu ne olursa olsun yolculuk meşakkatinden dolayı tüm yolcular, kendisine iyilikte bulunulması gerekenler kapsamına alınmış.

    Yolcunun dini, ırkı, sosyal durumu, nereli olduğuna bakılmaksızın ona iyilik etmeye yönlendirmiş olması bakımından, Kuran'ın bu emriyle Eğret odalarının bağı olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

    Gelen geçene aş ekmek versin diye kurulan Hacı İbrahim Zaviyesi, Fatih ve sonraki padişahlar tarafından sırf bu hizmetinden dolayı teşvik edilerek vergiden muaf tutulmuş. Zaviye/Vakıf/Tekke ile ilgili kayıtlarda da gelen geçenin (ki biz bunu yolcu diye düşünmeliyiz) kimliğiyle ilgili atıf, ima, işaret vb. hiç bir ayrımcı ifadeye rastlanmamış. Yani işlek bir ticaret yolu üzerinde bulunan Eğret Han'ı yakınlarındaki Zaviye, Kuran'ın yolculara hizmet/iyilik emri istikametinde kurulmuş, biz buna kısaca Allah rızası için diyoruz...

    Eğret Kervansarayının yetersizliği veya başka sebeplerle zamanla Eğretliler oda açmaya, yolcular da bu odalarda konaklamaya sevk edilmişler. En büyük özelliği gelen geçen, yiyen içen, yatan kalkan yolcudan karşılık beklememek olan odaların açılmasına sebep işte bu Allah rızası düşüncesidir...

    Her biri Yörük kökenli Türkler, Osmanlı devleti içinde en iyi bildikleri alana, ileşberlik, hayvancılık ve askerliğe ağırlık verdikleri için diğer sektörler yabancılara veya içerideki azınlıklara kalmıştı. Bu yüzden ticaret kervanları ve tacirler genellikle yabancılardan oluşuyordu. Zaviye ve odaların Allah rızası için hizmet verdiği işte böyle bir kesimdir, buna rağmen odada kalanların kimliğiyle ilgili tatsızlık yaşandığına dair bir şey yok. Kuran nasıl emrettiyse öyle davranılmış...

    Son dönemlerde, 19. yüzyıl sonlarından itibaren ticaretteki yabancı tekeli kırılmaya başlamış, Müslüman tüccarlar çoğalmış. Haliyle odaların misafir profili de değişmiş. Lakin odalarda Eğretlilerin misafire hürmeti değişmemiş. Bunun sebebi orada konaklayan kişiyi yolcu değil de 'misafir' olarak düşünmeleri olabilir. Çünkü sefer kökünden gelse de, yolculukla alakası bulunsa da, misafir kelimesi Türkçe'de daha sıcak bir manaya bürünmüştür.

    'Misafirperver' kavramı bile tek başına yeni anlamı açıklamaya yeter. Misafir güleryüzle karşılanması, rahat etmesi için her türlü konfor sağlanması, hürmette kusur edilmemesi ve duasının alınması gereken kişidir. Çünkü onunki makbul dualar arasında sayılmıştır. Başkası için edilen dua kabule daha yakın ise, misafir de yabancı biri olarak başkası ise, onun yapacağı dua, hem misafir hem başkası olması sebebiyle, katmerli bir dua sayılabilir. 

    Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, Eğretliler ve oda sahiplerinin misafiri hoş tutmak ve onun duasına mazhar olmak için ellerinden geleni yaptıklarını görüyoruz. Zamanla Kur'an ve hadislerde bildirilenleri unutmuş olabilirler, salih amel kavramını bilmiyor olabilirler, ama Allah rızası için misafirin gönlünü hoş tutup duasını alma hususunu hiç ihmal etmemişler.

    Eğret'te meşhur 'bulduk' kavramı da böyle ortaya çıkmış. Herkesçe malumdur, çocuklar isimlendirilirken evin/sülalenin büyüklerinin adları verilir.  Daha sonra yine çemberi derece derece genişleterek yakınlardan hatırası yaşatılacak birilerinin adları konulurdu. Normalde böyle, fakat bazen normal dışına çıkıldığı da olurdu. Misal, doğan çocuk çok yaşamıyor, hemen ölüyor, o vakit duası makbul birilerinin adını koyacağına dair bir söz veriyor ve çocuk doğunca sözünün gereği olarak o isim veriliyor, böylece geleneğin dışına çıkılmış oluyordu. 

    Böyle isimlendirilen çocuklara da 'bulduk' deniyor. Zamanla sülalesinin adı Bulduklar olarak yerleşen Selimlerin Mehmet'in lakabı da böyle oluşmuş. Aslında sülale geçmişinde Mehmet adı yokken, Selimoğlu Halil ilk oğluna bu adı vermiş. Sebep olarak çocuk doğduğunda odadaki Arnavut misafirin adı Mehmet diye gösteriliyor. Onun duasını alarak ismini veriyorlar, çocuk yaşıyor. Bundan sonra ona kah Arnavut, kah Bulduk denilecektir.

    Benzer bir bulduk hadisesi Gırhasanlar'da yaşanmış. Nasıl bir hal olduysa ve kimin zamanında yaşandıysa odadaki bir Acem misafirin adı çocuğa lakap olarak kalmış ve sülaleye 'Tomanlar' demişler. Omarcıkların odadaki bir misafirin adından mülhem Feyzullah Sağlam'ın adı da bulduk olarak konulmuş. Hatiplerin odadaki misafirlerden de bulduk isimlerini anlatıyorlar.

    Son olarak Temtemin odadaki misafir ismiyle konulmuş buldukla bitirelim. Sudepeosu'nun hemen ardındaki bu odada misafir eksik olmazmış... Emirdağ'dan Eğret'e geldiğinde çocuk yaşta bulunan Ese, İdirizlerden Yanalhatca ile evlenip onun yurduna yerleşmiş. Temtemin oda yakınlarında olan bu evde uzun süre çocukları olmamış veya olduysa da yaşamamış. Nihayet 1927 yılında oğulları doğduğu sırada Temtemin odadaki misafirin duasıyla adını verdikleri çocuk yaşamış. Yusuf Eminç'in isim hikayesi de böyle...

    Yolcuya yardım edin emir ve tavsiyesi, misafirin duası kabul olur düşüncesi tatlı bir gelenek oluşmasına yol açmış. Buradaki davranışın mantıksal dayanağını sorgulayacak değiliz, yalnız yolcuya neden yardım edilmesi gerektiği ve onun duasının neden makbul olduğunun hikmeti tam kavranamasa da, anlaşılabilir. Çünkü yolda kalmanın ne olduğunu ancak yolda kalanlar veya yolda kalanı görenler bilir. 

    Bizim nesil, odalarımızın yolcuya hizmet verdiği son dönemi yaşadı gördü. Sağırların İbrahim Sancak dedenin, iki kolu omuzlarından kopuk bir misafiri kendi elleriyle doyurduğuna şahit oldum. Dışarıda havanın çivi kestiği zamanlarda, sıcak odada mahcup bir edayla esneyen misafir göreniniz vardır. Elbette kesin bilemeyiz, ama böyle insanların duasının Hakk katında bir kıymeti olsa gerektir.

    Eğret'te eski dönemlerde yaygınlaşan ve hala çok sayıda faaliyetini devam ettiren odaların varlığını bir de bu açıdan düşünelim istedim.



06 Aralık 2024

Güç Gösterileri

    
    Anıtkaya'nın meşhur yiyicilerini anlatırken, bir yerde, onların yedikleri kadar çalıştıklarını söylemiştik. Yiyorlar, ama yediklerini hemen eritecek bir iş hayatı yaşıyorlardı. Bu hayat onları bedenen güçlü olmaya zorluyor, onlar da yedikçe güçleniyor, güçlendikçe çalışıyor ve çalıştıkça yiyorlardı.

    Misal olarak anlatmıştım, dedemle ninemin orak tarlasında sekiz ekmeği ikindiden önce farkında olmadan nasıl bitirdiklerini... O esnada dedemin ikindi olmadan beş dönüm ekini biçtiğini de söylemeliydim. Ardından ninemin de tek başına annat dırmıkla o tarlayı pakladığını...

    Dedemin gücü ile ilgili yine çok eskiden yaşanan bir olayı yeni duydum. Dağda geçiyor olay, fakat tam tarihini bilemeyeceğim. Gödenlerin Dayı Mehmet Dadak, Böbülerin Salih Kabadayı Emmi ve Macurali dedem de olayın kahramanlarıdır. Eylül ayı gbi bunlar Dağa gitmişler oduna... Yalnız kendileri için yakacak temini değil amaçları, götürüp Çorca'ya İnaz'a bostan, kelek, üzümle filan değişecekler. O vakitler böyle işlere de girişirlermiş; ne de olsa onlarda meyve var, berikilerde odun ve her iki taraf da bu şeylere ihtiyaç duyuyor... İyice sarmışlar arabayı, biraz da havaleli olmuş galiba... Bilenler bilir, bizim dağın yolları böyle yükler için çok tehlikelidir, arabayı sürerken azami dikkat gerektirir... Yolun öyle bir yerine gelmişler ki, o kadar dikkate rağmen araba dengilmiş, devriliyor. Diyeceksiniz ki devriliyor da ne demek, bu olay bir anda olup biter, devrilecekse devrilir, niye ballandırıyorsun... Ballandırmıyorum, lafı da uzatmıyorum; olanı anlatıyorum... Araba devriliyor, bir tarafın tekerleri yerden havalanmış. Bizimkilerin üçü de arabanın yıkılacağı taraftalar. Aksi gibi Dayı o anda tekerin dibine sırtüstü düşmüş, dingilin sivri ucu mızrak gibi göğsünü delecek... Bazen böyledir, öyle bir an gelir ki göz açıp kapanma kadar kısa süreç esner de esner, bereketlenir ve insanlara bazı fırsatlar sunar. İşte o uzayan anda Dedem kolları ve bedeniyle yıkılmakta olan yüklü arabayı karşılayıp durduruyor. Bu arada Salih Emmiden, Dayı'yı düştüğü yerden çekmesini istiyor. Dayı o bölgeden uzaklaştırılana kadar iki teker üzerinde kırkbeş derece çapraz duran odun arabasını öylece tutuyor. Herkesin felaha çıktığı anlaşılınca bırakıyor ve devrilme tamamlanıyor...

    Devrilirken tek başına zaptettiği bu arabanın yarısı boşalmış halini, daha sonra sekiz on kişi zor doğrultuyorlar. Bu olaydan onlarca yıl sonra, ikisinin de İzmir'de bulunduğu bir bayram sabahında Salih Emmim Dedeme 'Nasıl dayanabildin o kadar yüke?' diye sormuş. Dedem de 'Salih, o anda hiç zorluk çekmedim' diye cevaplamış. Bu diyaloğa şahit olan Berberahmet Emmiye sonra o olayı ayrıntılı bir şekilde anlatmışlar, biz de bu sayede haberdar olduk.

    Bizim dağda geçen çok olay var, insanların olağanüstü gücünü yansıtıyor. Bir münasebetle daha anlatmış olmalıyım bu olayı. Sonradan kendisine Kelali/Dindindede denilen Hacıların Ali Azbay, Hakkıların Kadir Yırgal ve Hayta Mahmut Özdemir var. Yunan'ın Eğret'teki son zamanlarına denk gelen bu olayda Ali delikanlı, diğer ikisi ise yeni yetme sayılırlar. Dağda öküz güdüyorlar. Her yerde olduğu gibi İblak'ın bazı bölümlerinde birlikleri bulunurmuş, hatta bir bölge şu anda Gavuryatağı diye bilinir... O gün bizimkilerin elinde bulunan sayılı uçaktan biri Yunan'a bir kaç bomba sallıyor, ölü ve yaralılar var. Yaralıları sedyeye koyup bizim çobanlara taşıtıyorlar. Karşı koyacak durumları yok tabi, çaresiz denileni yapıyorlar. Bu arada doğru durmuyor Gavur, dipçiklerle süngülerle filan dürtükleyip duruyor, hadi hadi diye... Ta o zamandan Ali'yi çok 'cassur' biri diye anlatıyorlar. Bu kelime hem cesareti, gözüpekliği anlatır hem de güç kuvvete işaret eder. Çok güçlüymüş Ali... Yunan'ın bu aşağılayıcı dürtüklemelerine daha fazla dayanamamış "Sizin deee, yaralınızın daa!..." diye başlayıp  sedyeyi bırakmış yere. Eline geçirdiği bir meşeyi önüne gelen gavura savurmaya başlamış. Afallayan işgalcilerin aklı başına gelene kadar sekiz on tanesini haklamış, tek başına. 

    Yaşları küçük olduğu için Kadir ile Mahmut ona yardımcı olamamışlar. Olayı nakledenlerin yorumuna göre eğer ikisi de girişeymiş orada bulunan bütün gavurların hakından gelirlermiş...

    Apdıramanlardan Yeniali Ali Kirkit ile Hüseyin Ayas Hocanın eğlenceli yarışmasına bakalım... 1916 Doğumlu bu emmioğullarının ağırlık taşıma yarışı gençliklerinde olsa gerektir. Dediklerine göre zamanın bileği bükülmeyen, sırtı yere gelmeyen pehlivanlarıymışlar. Hem akraba hem rakipler. Bazen güreş bazen de güç gösterisiyle köyde epey şamataya sebep olurlarmış. O günkü yarışma ağırlık taşımaya yönelik... Gocacami'nin önünde antik bir mermer blok varmış. Hışır gibi, normal bir insan yerinden oynatması mümkün değil. Onu kim daha fazla süre kaldıracak, kim daha uzun mesafeye taşıyacak... Etrafta seyirciler... Yarışa Hüseyinhoca başlamış ve taşı kaldırmayı başarmış. Yeniali durur mu, O da yapışmış ve kaldırmış; ama bununla kalmayıp el yükseltmiş. O koca taşı başının üzerine kadar kaldırıp arkasına atmış. Halterdeki silkme ve koparma gibi düşünelim... Hüseyinhoca altta kalacak değil ya, aynı hareketi tekrarlamış, yani başının üzerinden arka tarafına aşırmış... Şu durumda yarış berabere gibi görünüyor, ama olmaz; illa biri pes edecek... Şahitlerin anlatımına göre Yeniali kucaklamış mermeri, başlamış yürümeye. Epey bir mesafe giderek hangi dükkan bilmiyorum, camına veya kepengine taşı değdirmis ve dönerken yarı yolda taşı bırakmak zorunda kalmış. Mermer taşın ağırlığını hatırlayalım, onu bunca mesafe taşımak az buz şey değil... Lakin bu bir yarış ve sıra Hüseyinhoca'da... Önce taşı başlama noktasına getirmiş ve oradan tekrar kucağına alarak başlamış. Yeniali'nin kullandığı pisti takip ederek belirlenen yere taşı değdirmiş ve bırakmadan başlangıç noktasına kadar geri getirmeyi başarmış...

    Halberi insanın yerinden oynatamadığı bu taş 1970'lere kadar oralarda duruyormuş. Tamir edilerek çatısı kubbeye dönüştürüldüğü büyük onarımda Gocacami duvarının güney köşesine yerleştirmişler...

    Hüseyinhoca'ya pehlivan dedik ya, öyleymiş gerçekten ve kendisi de gücünün, yapabileceklerinin farkında... Apdıramanların aradan, Hatiplerin kuyu civarından meydan okuyarak şimdiki kahvelere doğru geliyormuş. Meydan okuması güreş üzerine, 'Var mı benimle güreş tutacak!' diye bağırıyor. Meydan okumakta haklı, çünkü herkesi yeniyor... Hakkıların Patırdayı Ahmet Yırgal çıkmış karşısına, ben varım diye... 'Tamam Ahmetağa' deyip tutuşmuşlar... Patırdayı kendinden beklenmeyecek bir güçle almış bunu paketleyip Deliyakıp'ın gocagapı önüne kadar götürmüş. Ters sularının süzülüp gölleştiği birikintiye kafasını eğdirip 'Suluyen mi seni burdan Üseyin' diye bastırmış. Hüseyinhoca o anda pes etmiş. Eskiler yenerken de yenilirken de efendiliği elden bırakmıyorlar. Biraz önce ortalığa meydan okuyan Hüseyinhoca efendice yenildim demiş...

    Hüseyinhoca pes ederken bir de söz almış, haftaya bilmemkimin düğününde Mumaklık'ta davul eşliğinde tekrar güreş tutacaklar... Belirlenen gün gelmiş, Mumaklıkta kenetlenmişler bunlar. Yalnız seyirciler hep Hüseyinhoca taraftarları, Patırdayı o konuda biraz gariban kalmış. O psikolojik ortamda tam üç kere yenmiş Hüseyinhocayı... Gelvelakin seyirciler ve saygıdeğer jüri her defasında 'bu sayılmaz' diye yeniden başlatmışlar. Dördüncüye tutuştuklarında Patırdayı meseleyi anlamış oradan galip çıkamayacağının bilincinde olarak 'Tamam Üseyin, sen yendin' deyip pes etmiş... 

    Onların ilk güreş tuttukları yerin az ilerisinde, şimdiki Kuran Kursu yerinde Hacıların Oda var, üç katlı... Odanın önü günümüzden bir asır önce olimpiyat meydanı gibiymiş. Gençler toplanıp güç gösterileri yapıyorlar. En popüler oyunları da tokmak atmak. Bu, ağır bir taşı kaldırıp en uzağa atma oyunudur. Olimpiyatlardaki çekiç veya gülle atma gibi bir şey. Bu yüzden orası daima kalabalık olurmuş. Cumhuriyetten hemen sonraki yıllarda bu böyle olduğuna göre, oranın tarihini daha önceki yıllara kadar indirmek gerekir.

    Malum olduğu üzere Eğret'te boylu poslu, güçlü kuvvetli kimselere 'gabadayı' deniliyor. Bu yüzden Böbülere ismiyle müsemma bir soyadı verilmiş. Ailenin fiziki yapısının maşallahı var. Gençliğinde Müezzinin Ömer Kabadayı, Hacıların Oda önündeki tokmak yarışlarının müdavimiymiş. Onun gücüne dair başka anlatılar da var. Köprülü'deki Kelmehmet'in değirmendeki olay bunlardan biridir. Bekleyiş esnasında değirmenin haznesine tenike veya demirliyle buğday döktüklerini görünce 'Çuvalı galdırın da deviriven, ne uğleşip duruyonuz' demiş. Onlar da 'Goleyse ge sen galdır!' diyorlar. Çuval 18 demirlikmiş... Oradakilerden biri kaz satma fırsatını kaçırmak istememiş 'Boşuna olmasın bu iş, kazanırsa kaz verelim...'  Kelmehmet de biraz kızıştırmış 'Şepidi de benden' demiş, kabul etmişler... O kadar büyük çuvala kolları kavuşmayacağından beygir kayışı almış, onunla sırtlayacak. Fakat iddiaya girenler de şartları ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyorlar. Buna göre ağzı yere bakan çuvalı sırtladıktan sonra, kaç basamak varsa o kadar merdiveni çıkacak ve tabanı yere gelecek vaziyette haznenin yanına dayayacak... Bunlara da he demiş Ömer Emmi... Planlandığı gibi çuvalı kayışla sırtlamış, basamakları çıkmış, varacağı yere vardığında boynunu eğip çuvalı başının üzerinden aşırarak götü üstüne otutturmuş...

    Olaydan yıllar sonra aynı değirmene Salih Emmi yanında oğullarıyla birlikte gitmişler. Hasan Hüseyin Emmi altı demirlik çuvalı sırtlamış götürürken oradan 'zorlama, dikkat et' gibi uyarılar gelmiş. İşte o vakit Kelmehmet 'Onun dedesi neçesini galdırdıydı' diye yukarıdaki olayı anlatmış da oradakiler ve Berberahmet böylelikle öğrenmişler.

    Laf Böbülerin gücüne gelince Gocasan Hasan Kabadayı'dan söz etmemek olmaz. İş görürken, yük taşırken ona buna eyvallah etmez, pek kimseden yardım ummaz ve istemezmiş. Bir keresinde Guyuderesi'nde kestiği yedi sırt odunu kendisi düzlüğe çıkarmış. Meşenin, hele de yaş meşenin ne menem ağır olduğu cümlenin malumudur. Öte yandan sırt, Eğret'te odun söz konusu olduğunda ağırlık/hacim ölçü birimidir. Sırtta taşınabilecek miktar odun bir sırt oluyor. Şimdi öyle yedi sırt odun düşünün ki, arabaya yüklendiğinde mandalar çekememiş...

    'Osmanköylünün sırtıyla bir sırt' deyiminde hem bir sırtlık odun miktarına hem de bahsedilen kişinin sırt büyüklüğüne gönderme vardır. Bekçiali'nin ninesi Ayşe Hanım'a Osmanköylü diyorlar, oralı çünkü. Bu deyimi hak edecek bir sırtı varmış ve o miktar odunu çok zaman sırında taşırmış.  

    Eskinin kadınları da erkekler kadar güçlüymüş. Bu, sürekli işlemek durumunda oldukları bir hayatın gereği olabilir; güçlü olmak zorundaydılar, bedenleri de ona göre hep idmanlıydı. Buna örnek gösterilen bir kadın Mandaahmet'in ilk hanımı, Berberlerin Ali ve Emin Öztürk kardeşlerin anası Ayşe Hanımdır. Deliberber'in bu kızının çok güçlü olduğunu anlatıyorlar. 

    Hafız'ın muhtarlığı zamanında 1930'lu yıllarda korucularla harmandan dene yolluyorlar, ambara dökmeleri için. Hacımahmutların meydanambarı, Gambırarif'in evin önü civarındaymış. Garapaçaların Eyüpçetin ve Süleyman korucuymuş, onların yanında bir kaç kişi daha var, vazifeleri arabayı ve çuvalları boşaltmak... Demirli veya tenekelerle işini hallettiklerini görmüş Ayşe Hanım, dayanamamış 'Hepiniz deliganlısınız, sırtınıza alıp alıp atıveseniz ya!' diye çıkışmış... Şimdi çuvallar 12'şer demir, ambara üç dört basamaklı bir merdivenle çıkılıyor; atıverin demesi kolay... Onlar da 'Ge goleyise atıve!' demişler... 'Çekilin baken' demiş 'Siz sadece arabadan galdırın...' Sırtına kaldırdıkları çuvalı yüklenmiş, merdiveni çıkmış, bir de balkon gibi taş varmış ona da çıkıp ambara çuvalı boşaltmış. Delikanlı korucular ve diğerleri bakakalmış...

    Omarcıkların Ahmetçavuş'un anasına Etli Ümmühan demelerinin sebebi, iri yarı ve güçlü kuvvetli olmasıymış. Aslen Akörenli Ümmühan Hanım Omarcıkoğlu Hasan'a gelin gelirken, yani düğünü sırasında, yerdeki bir koyunu tek eliyle kavrayıp atın terkisine aldığını görmüşler.

    Yunan mitolojisinde güç kuvvetle meşhur kişi olarak bir Herkül'ü biliriz. 'Herkül gibi' benzetmesi, anlatımı güçlendirmede sık başvurulan metafordur. Bizim kültürümüze de bir şekilde girmiş yani... Bunun Eğret'le ne alakası var diye çıkışacakların sakin olmasını öneririm, zira çok alakası var. Garaguzuların Ali eşi Sultan Hanım kocasını erken kaybedince çocuklarına hem analık hem babalık yapmış uzun süre... Bu arada evde kadın gibi, kırda bayırda erkek gibi çalışmak zorunda kalmış. Çünkü pilavı da kendi pişiriyor, esbabı da O yuyor, orağı da O biçiyormuş. Gücü kuvveti yerinde, ayrıyeten iri yapılıymış... Bu yüzden kadın Herkül anlamında Herküle/Hörküle lakabı takılmış...

    Yukarıda güreş tutanlardan bahsetmiştik, meşhur pehlivan Hüseyinhoca filan... Lakabı Pehlivan'a çıkmış Sağırların Ali Osman Sancak'ı unutmayalım. Kelapdılla Abisi, Gobakların Halil, Keçilerin Kazım... Bunlar orakta tırpanı, amelelikte küreği, kerpiç kalıbı büyük olan kimselermiş ve işveren ağa tarafından tercih edilirlermiş. Kimseye durduk yerde böyle ünvanlar lakaplar verilmiyor. Gociban ile Gocasan (İbrahim Özen ve Hasan Kabadayı)ya Çorca'da orak biçerken 'Biçerdöğer'; Gobaklarda 'Moturhalil', 'Moturhatca'; Hacımahmutlarda 'Ayımevlüt', 'Mandaahmet', 'Aygırhasan' lakapları boşuna değil; hep güç kuvvetle ve inanılmaz çalışmayla ilgili... 

    Berber Ahmet Kabadayı Emmiden son bir nakille bitirelim. İkisi de rahmetli oldu, Şampaya ile Tekelilerin Gocabıyık iddiaya girdiler. 12 Demir buğdayı sen taşırsın ben taşırım, taşırsın taşıyamazsın... Hedef Hacı Ahmet Çelik'in dükkan, Şampaya'nın evden alınıp oraya götürülecek... Onun evine çıkan ara çok çamur, bu yüzden Şampaya bu çamura güvenerek taşıyamayacağını iddia ediyor, Tekeli ise götürürüm diyor... Götürürse onun olacak, Hacı'dan parasını alacak... Götürmüş ve kazanmış... Bu olay Berber'in çıraklığına denk geldiğine göre 1960'lı yıllarda yaşansa gerektir...



27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...