köyodası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
köyodası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Aralık 2025

İki Cıbılı Yetiştiremedin İzmir'e!


    Arap Irmızan (Ramazan Tetik), Arabın Ali'nin oğludur. Önce babasından, hatta dedesinden biraz bahsetmek gerek. 

    Selim Afrika kökenli bir çocuktur, Eğret'e geldiğinde çok küçükmüş. Ne kadar küçüktü derseniz, sepete sığacak kadar... Rivayete göre Veyisoğlu Halil (ki babamın dedesinin dedesidir) Hac'dan dönerken onu yanına almış ve Eğret'e gelene kadar sepette taşımış. Bu aylarca süren bir kervan yolculuğudur. Ta o zamandan bizim köyde Zenciye Arap diyorlar, çocuğun adı bu yüzden Arap Selim kalmış. Lakin resmi kayıtlarda sülale adı Zenci Selim oğlu diye kayıtlıdır. Belki de bu yüzden soyadı uygulaması sırasındaki listede zenci kelimesine en benzer soyadı olan Zenger seçilmiş... Neyse, Arap Selim büyüyünce Eğret'ten everiyorlar. İki hanımından bir kız ve dört oğlu oluyor. Kızı Hanife, Uykucu Ömer Şen'in ninesidir. Büyük oğlu Abdurrahman, Tıraka'nın dedesi; diğer oğlu İbrahim, Arap Şükrü Zenger'in babası; öteki oğlu Mehmet, Düdükçü Ramazan Zenger'in babasıdır.

    Arap Selim'in üçüncü oğlunu, yani Arabın Ali'yi sona bıraktım. 1876 yılında doğmuş. Uzun yıllar evlenmemiş. Babası yirminci yüzyılı göremeden ölmüştü, zaten yabancı oldukları için ondan kalan mal mülk de yoktu. Ne tarla takga, mal maşat telaşesi; ne evlad u ıyal, çoluk çocuk derdi olmayınca gaygısız bir hayat yaşadı. Günlük karnını doyursa yeterdi. İyi cura çaldığını söylüyorlar. Davılcı odası gibi eğlence mekanlarının aranan adamıymış. Onu çağırırlar; çaldırır oynarlar, çaldırır oynarlarmış. Karşılığında bir ekmek, bir parça peynire razı olurmuş. Cura konusunda o kadar yetenekliymiş ki, son yaşlılık döneminde kucaklarında getirip götürürlermiş odalara, öyle sanatkar biri...

    İşte bu Araboğlu, yahut Arabın Ali'ye hayatının son demlerinde evlilik nasip olmuş. Gocalilerin Veli'den dul kalan Gara Satı'yı almış; ya da Gara Satı onu almış, neye sayarsan say... Gara Satı'nın bir oğlu var, ileride Şeker Ali diye bilinecek olan Ali Tetik... 1916 yılında ikisinin bir oğulları daha oluyor, mübarek ayda doğduğu için adını Ramazan koyuyorlar. Cumhuriyetten sonra Arabın Ali vefat ediyor. 1934 Soyadı Kanunu çıkınca Ramazan da abisi Şeker Ali'nin soyadı olan Tetik'i alıyor. Babası sağ olsaydı Zenger olacaktı, kısmet işte, Ramazan Tetik oluyor. Bununla beraber babasının sülalesine dedikleri gibi ona da Arap Irmızan diye sesleniyorlar...

    Arap Irmızan da babası gibi gaygısız, tasasız biri... Biraz da matrak. Fakat hayatı ciddiye almayan bu tutumunu büsbütün onursuzlukla karıştırmamak lazım. Mesela Aydın taraflarına çalışmaya gitmiş, neredeyse evleniyormuş da, ama olmamış. Eğret'e döndükten sonra evlenmiş. Çocuğu olmuyor diye kaynanasının 'zürriyetsiz' gibi dokundurmalarına dayanamayıp karısını boşamış. Hayatı ciddiye almıyor, ama onuruna da laf söyletmiyor, öyle biri yani. Sonra Topcu'nun kızı Rabia ile evleniyor ve eski kaynanasının tekazelenmelerinin ne kadar boş olduğu ortaya çıkıyor...

    İhtiyarlık döneminde şuna buna çoban durduğunu biliyoruz, tamamen tembel biri değildi. Fakat hiç bir şeyi ciddiye almaz, dünyalığa değer vermezmiş. Daha doğrusu onun için neyin değerli, neyin değersiz olduğu pek kestirilemezmiş. Mesela yaz kış tek başına yaşadığı kulübesine kapı pencere takmaya üşenir, ama buna rağmen hayattan şikayet ettiği görülmezmiş. Bu tür davranışlarını nasıl adlandırırsanız artık...

    Hayatının hangi devresine ait olduğunu bilemediğim bir macerayı nakledeceğim. Düdükçü Ramazan Zenger ile emmi çocukları olduğunu söylemiştim; akran sayılırlar, Düdükçü bir yaş büyük... 

    İki emmioğlu Ramazan, kış çıkarken bahar başında Ege'ye gidiyorlar. Yaz gelene kadar çalışıp para kazanacaklar. O vakit öyle, harmana kadar millet bir kaç kuruş kazanma derdinde. Genellikle Manisa, İzmir taraflarına gidiyorlar. Oralarda iş imkanı fazla; tuğla fabrikaları var, hiç olmazsa bağ bahçe işleri bitmiyor. 

    Bizimkiler Ahmetli istasyonunda trenden iniyor ve Gökkaya köyüne gidiyorlar. Belki nereye gideceklerini biliyorlardı, belki sora sora orada iş olduğunu öğrendiler... Bu köy şimdi Ahmetli'nin mahallesi yapılmış, oraya yakın yani. Maksatları bağ bellemek, fakat nasıl olduysa orada iş bulamamışlar. Niyeti bozup İzmir'e gidelim diyorlar, orada hiç olmazsa amele pazarında iş çıkar... Yalnız ceplerinde sadece 2,5 lira var, 1'er lira İzmir'e bilet parası, her şey için geriye kalan sadece 50 kuruş... 

    Tabi tekrar Ahmetli istasyonuna dönmeleri gerek trene binmek için... Dönüyorlar... Gece yarısı biniyorlar trene... Hesap şu; Turgutlu, Manisa, Menemen filan dolaşarak gittiği ve her istasyonda durduğu için tren rötarlı varacak İzmir'e, böylece gece konaklamasını trene yıkmış oluyorlar. Yoksa ceplerindeki 50 kuruşla hangi otele gidip nasıl uyuyacaklar... Hiç olmazsa salına salına giden trende sabaha kadar uykuyu almış olurlar...

    Gelgelelim hesap tutmamış. Tren bazı istasyonları es geçince İzmir'e iki üç saat erken varmış. Şehre girerken acı acı ötünce uyanmış bizimkiler. Acı gerçekle yüzleşince Arap Irmızan;

    - "Öt bilmemnetdimiñ tireni, iki cıbılı yetişdiremediñ İzmir'e" diye söylenmiş...


27 Kasım 2025

Söğütcük'te...


    Şamlı çeşmesinin su yolunu kazarken müthiş hikayeler derledim. Bir gün Söğütcük, defineciler, kazıcılar, mağara, çukur derken konu varacağı yere varmıştı. Şekeralilerin Ali Omak "Duruñ bi de ben añnaden" diyerek, konudan fazla uzaklaşmadan yaşadığı ilginç bir olayı anlattı. Biz dinlerken gülmekten öleyazdık.

    Söğütcük'ün hemen ucundaki bayırda gırañ başlar. Aslında Gocagır'ın başlangıç noktası bu gırañ kabul edilebilir. Ali orada koyun güdüyormuş. Yaz günü; sabah yaylım bitirilip kuşluk vaktinde malı eve götürüyor, kendisi de gün boyu işine bakıyor.

    O sabah daha güneş doğmamış, yavaş yavaş dağıtmadan hayvanı aşağıya Söğütcük düzlüğüne indirmeyi düşünüyor. Yan taraftaki tarlada Gavalcıların yulaf var, oraya da girmesinler diye bir yandan gözetliyor. Fakat ne kadar gözetlese de hayvan bu, bir tarafa dikkat ederken öte yandakini kontrol edemezsin. Ali'nin korktuğu başına gelmiş ve koyun tek tek dağılmaya başlamış.

    Bu arada alacakaranlıkta bir kaç tane karaltı görmüş. Bunların ot olduğu belli de, gırañda bu kadar büyük ot bitmez ki...  Burada yüksek ot olarak en fazla sığırguyruğu veya galgan dikeni çıkar, onların da karaltısı olmaz... Elindeki elektirik (el lambası)nın ışığını üzerlerine tutmuş, evet öyle, ot bunlar... Tuhafına gitmiş, kendini alamayıp otlara doğru yürümüş. Yanlarına varıp baksa ki, iki metre derinlikte bir çukur... Bu derinliği kazabilmek için ne kadar genişlik lazımsa, ona göre bir çukur tahayyül edin... Meğer bu çukurdan çıkan toprak üzerinde bitmiş uzaktan gördüğü otlar...

    Otların sırrını çözmüş, ama bu derin ve koca çukurun hikmetini anlayamamış. Bu gırañda bu çukurun ne işi var? En sonunda definecilerin işi diye yorumlamış. Elektriği tutarak gizemli çukurun orasını burasını muayene ederken eşeğin kütürtüsünü işitmiş...

    Eşeğin ağzından çıkan kütürtüden yulafa girdiğini anlamış. Çukuru koyverip ona doğru yönelmiş ve "Kırrrt! Çüşşş!" diyerek hayvanı ürkütmeye çalışmış. Başarılı da olmuş, eşek ürküp kaçmış... Ama bilin bakalım nereye? Şaşkın hayvan varıp bir küpürtüyle koca çukura düşmüş. Hadi bakalım...

    Ali gülsün mü, ağlasın mı bilememiş. Fakat telaşlanmış, çünkü eşeğin oradan çıkarılması lazım. Ne kadar uğraştıysa olmamış. Böyle muntazam çukurdan çıkmak kolay mı. Hadi hayvan ön ayaklarını yukarı atabilse, kendisi de arkadan destekle çıkarabilir. Lakin hayvan bunu akıl edemez ki... Kan ter içinde kalmış, telaşı öfkeye dönüşmüş... Sonra öfke çaresizlikle birleşmiş. Bizimki bu vaziyette çukurun başına oturmuş; 

    "Bureye bişey gömeniñ deee!.."
    "Bureyi gazanıñ daaa!.."
    "Burda mal güdeniñ deee!.."
    "Taaa! ..." diye kendi kendine gaherlenmiş... 

    Tabi bunun kimseye faydası yok, kendini rahatlatmış, o kadar... Dediğine göre abartısız orada iki saat kadar uğraşmış. Sonra nasıl olduysa talihsiz eşek toynaklarıyla eşinerek filan oradan kendi kendine çıkmayı başarmış. 

    Bu sırada gün doğmuş, ortalık aydınlanmış. Ali eşekle uğraşırken koyun çoktan suyunu içip Söğütcük düzlüğünü aşmış da Arpalık'a varmış bile...

    Şu olaydaki duygu ve heyecan yoğunluğunu ben tam aktaramamış olabilirim. Siz okurken Ali Omak'ı dinlediğinizi hayal edin ve onun sesini, öfkesini, mimiklerini hesaba katın. O zaman bizim gülmekten kırılmamıza hak verirsiniz...



Mermer Direkler

 

    İbili (İbrahim Taşkın) Söğütcük'te öküz güdüyormuş. Yaşı küçükmüş, 1960'ların ilk yılları olmalıdır... Eve dönmekte gecikmiş, iyiden iyiye gün inmeye başlamış.

    Zıhiye Osman Demir'in de aralarında bulunduğu bir kaç kişi toplanmış bir yeri kazıyorlar. Biraz da yaptıkları şeyi merak etmiş, onların yanına yaklaştığı için gecikmiş. Küçük çobanın kendilerine doğru yaklaştığını görmüş kazanlar... Eh, bir çocuğun ne zararı olacak;

    - "Kimseye demeyeceksen, gel bak" demişler. İzin çıkınca meraklı İbili oturup ne yaptıklarına, nasıl kazdıklarına, ne bulduklarına, neler konuştuklarına  bir bir şahit olmuş. 

    Bir oyuk... Ama in gibi değil, mağara gibi; kocaman... Ortasında bir mermer sütun... Kazmayı vurduklarında her yer zıngıldıyormuş...

    Hava kararırken İbili bu gördükleriyle öküzlerini alıp köye doğru sürmüş. Söz verdiği üzere gördüklerini uzun müddet kimseye anlatmamış. Belki 30 yıl sonra birilerine bahsetmiş, o kadar aramalara rağmen bu mağarayı bir daha gören olmamış. Bir türlü bulamamışlar...

    Aynı bölgede Heykel Cemal Öztürk de bir kazıda iki 'mermer direk' bulduğu, satılıp taşınacak bir şey olmadığı için kapattığı söylenir...

    Eski kabristanda, çeşmelerde ve daha başka yerlerde mermer direk dediğimiz bu sütunlardan çok var... Bunca devşirme malzemeyi nereden buldular diye şaşırıyoruz...



10 Kasım 2025

Gecmisten Gunumuze Egret İdaresi-8

     
    Yani bunca yıldır edebiyatla uğraşırım benzer bir cümle kurmak bir anda aklıma gelmezdi. İhsaniye ile köyleri arasındaki coğrafi yakınlık ve arada hiç bir engel bulunmadığını bundan daha iyi anlatmanın bir üst seviyesi masalsı ifadelerdir "Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki..." yahut "Kuş uçmaz kervan geçmez yollar..." gibi... Yok, bu kadarına cüret etmemiş raportörler, ama şu "Nahiye merkezi ile köyler arasında kışın geçit vermiyen dağ ve sular olmadığı..." ifadesi de en az onlar kadar sorunlu...

    1930 yılında Eğret'te nahiye kurulmasından itibaren yaklaşık 30 yıllık Eğret idari işlerini ve onun İhsaniye ile ilişkisini inceledik. Geçen zamanda gelişen olaylarla ilgili, bu cümle ışığında, akla bazı sorular geliyor:

    - 1930 yılında Eğret Nahiye yapılırken, bağlı en az 22 köyü ile arasında 'aşılmaz sıra dağlar, geçilmez deryalar' mı vardı? Kararname zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve İçişleri Bakanı tarafından buna rağmen mi imzalandı? Yoksa Eğret gayet merkezi ve ulaşımı kolay bir köy olduğu için mi böyle uygun görüldü?

    - Çevresinden Eğret köyüne doğru ulaşımı engelleyecek iki doğal yüzey şekli olarak Araplı Boğazı ile Süleyman Boğazı kaydedilmiş. Güneydeki Araplı Boğazı Bayramgazi'nin de güneyinde kaldığı için Eğret'e ulaşımında aksaklığa sebep olmaz. Kuzeydeki Süleyman Boğazı'nın da Osmanköy-Eğret bağlantısında hiç bir olumsuzluğu yok. Bunun dışında bağlı köyleriyle Eğret arasındaki arazi hafif engebeli kıraç topraklardır. Ve İhsaniye ile Eğret arasında bu bakımdan hiç bir fark yoktur. Raportörün benzeri sözleri Eğret için geçerli değil midir?

    - 1942'ye gelindiğinde coğrafyada ne gibi değişiklikler oldu da Eğret köyü nahiye merkezi için uygun olmaktan çıktı? Yoksa iklim değişti de Eğret ile köyleri arasını su mu bastı?

    - Nahiye merkezinin İhsaniye'ye nakli sırasında, yukarıdakine benzer cümlelerle neden en küçük bir gerekçe bile sunulmadı?

    Bir de, Eğret ile İhsaniye'nin hangisini ilçe yapsak, diye yetkililerin kararsız kalması var. Coğrafi olarak ikisi de eşit şartlarda olduğuna göre gelin ahaliye soralım demişler, Eğretliler istemeyince İhsaniye'ye alın ilçelik size kaldı denilmiş de falan filan... Bütün bunlara inanmamızı bekleyenlere de bir kaç sorum olabilir, ama şimdi ne faydası var...

    Bu konu üzerinde çok durduk, söz verdiğim hikayeyi anlatıp ilçelik meselesini kapatacağız. Sonra Eğret Kasabasının macerasına geçeceğiz...

        ***

    Hani köylüye güya 'köyünüzü kaza yapalım mı' diye sordukları 1957 yılında geçiyor olay... Hacapdıramanların Lomcu Hoca (Mehmet Selek), Tekke'nin yakınlarında oturuyormuş. Sığıreğleği denilen o meydan, şimdi olduğu gibi ta o vakitlerden beri milletin vakit geçirdiği bir yermiş. Ellisine merdiven dayamış Lomcu Hoca da belki ezan bekliyor, belki arkadaşlarıyla sohbet ediyordu...

    Şimdiki Galipbey caddesinden yukarı kendilerine doğru bir cip gelmekte olduğunu görmüşler. Aşağıdaki şose (susa)dan böyle araçlar gelip geçermiş, ama köye girdikleri pek nadirmiş. Bu yüzden yaklaşmakta olan cip şaşırtmış bizimkileri...

    Homurdanarak gelen cip, oturanların yanında durmuş. Selam verip ihtiyarlara yaklaşan iki üç kişi,  Hükümet yetkilisi olduklarını söylemişler. İhsaniye'ye gidecekler, ama yolu bilmiyorlarmış. (Demek ki yukarıdaki rapor daha hazırlanmamış, yoksa çok kullanışlı(!) Afyon-Kütahya ana şosesinden gelip İhsaniye köyüne kolayca ulaşmak varken neden Eğret yolunu seçsinler ki!)

    Neyse, bizimkiler yolu tarif etmişler, "Şurdan doğru gidin, Susuz'u geçtikten sonra devam edin, demiryolunu geçince karşınıza çıkar..." Yol tarifini anlamamış adamlar, "Biriniz bizimle gelip yol gösterse..." diye rica edince Lomcu Hoca binmiş cipin önüne, düşmüşler yola...

    Yol şimdiki gibi olmasa da sürekli at arabaları işliyor, en azından 15 yıldır yeni Nahiye merkezine at arabasıyla dolmuşçuluk yapılıyor. Motorlu araç geçişi ise çok çok nadir. Bunları yolun durumunu hayalinizde canlandırabilesiniz diye söylüyorum.

    Bayramgucağı mevkii ve Susuzosmaniye köyü sorunsuz geçiliyor. Bu arada yolcular cipte neler konuşur bilemiyoruz. Haytanınguyu'yu geçtikten sonraki derede cip çamura saplanıyor... Yetmiş sene evvelinden bahsediyoruz, o dönemde yüzey suları çekilmemiş, her taraf sulak çayır... En azından gündönümüne kadar böyle, sonra buharlaşmayla yazın ortasında anca kuruyor ortalık...

    Cipin suya çamura battığı mevki tam da böyle bir yermiş, bahar mevsiminde bulundukları için neredeyse hafif akan bir dere gibi... Memurlar telaşlı inmişler arabadan, ne yapacaklarını bilemez haldeler... Bir de bakmışlar ki Eğret'ten rehber olarak aldıkları Lomcu Hoca da inmiş, hatta geldikleri yönde Sususzosmaniye yoluna düşmüş bile...
    - 'Nereye gidiyorsun, biz burada ne yapacağız!' diye bağırmışlar. Bizim Hoca arkasına bile bakmadan;
    - 'Sular çekilince çıkarsınız.' demiş. 
    - 'Sular ne zaman çekilir?!'
    - 'Yaz gelince...'

        ***

    Hükümet yetkililerinin oradan nasıl kurtuldukları bilinmiyor. Susuz veya Karacahmetli birilerinin yardımını almış olmalılar. 

    Lomcu Mehmet Hoca 1973 yılında vefat etti, şu olay kendisinden rivayettir. Yaşandığı dönem ile İhsaniye'nin kaza yapılması süreci zamansal olarak örtüşüyor. Haytanınkuyu ilerisindeki derede mahzur kalan Memurlar, aslında rapor hazırlamak üzere Eğret ve İhsaniye'ye mi görevlendirilmişlerdi? Darda kaldıkları vakit Eğretli Hoca'nın yaptığı vefasızlığı raporlarına yansıtmış olabilirler mi? Ne bileyim raporda 'geçit vermeyen sular' filan denilince... 


20 Ekim 2025

Ekin Bozma


    'Bahçe bozmak' sözünde hasat etmek, mahsulü kaldırmak anlamı var. Yani bozmak fiilinin olumsuzluğu söz konusu değil. Tıpkı bağbozumu deyiminde olduğu gibi burada da sezon sonunda elde edilen ürünü alma anlamında kullanılmış. Tabi ürünü almak için de bahçeye ekili olgunlaşmış mahsulü bozmak, toprakla bağını kesmek gerekir. Bahçe bozmaktaki tek olumsuz anlam bu olabilir.

    Bir de ekin bozmak var ki, bu beklendiği gelişimi göstermeyen ekini iptal etmek demek oluğundan tamamen olumsuzdur. Hava şartları, toprağın hazır edilmemesi veya başka sebeplerden dolayı tohum çimlenmez, ekin çıkmazmış. Çıksa da çok seyrek olup ekine benzemiyor, bir kök orada, iki kök şurada... Buna ekin mi denir! Boşuna uğraşmayıp o tarlayı başka bir şey ekerek değerlendirmek en iyisi... İşte buna ekin bozmak deniliyor.

    Mantıklı ve karlı gibi görünüyor, ama ekin bozmanın da şartları var. Bu şartların gözlenmediği ekini bozmak günah sayılırmış. Bir defa ekine benzeyip benzemediğinin ilginç bir ölçümü varmış. Bir buğday kökünü iki bacağının arasına alacak şekilde dur ve elindeki örendireyi tırpan gibi salla. Örendire başka bir buğdaya değerse ekin yeterince sıktır, onu bozmak günah... 

    Bu inanç neden kaynaklanıyordu bilmiyorum, ama geçtiğimiz yüzyılda örendire metoduna pek itibar etmezler, ekinin olmadığına kanaat getirirlerse gözünün yaşına bakmayıp bozarlarmış. Tabi bozduktan sonra genellikle o tarla boş kalıyor. Çünkü bizim arazi kıraç olduğundan her an, her şeyi ekemezsin. Büyük ihtimal bir başka ekim vaktini kaçırmış oluyorsun. Ekin tarafına nohut, günaşık da ekemezsin zira hasat zamanları farklıdır... Hasılı kelam, ekin bozmak çoğunlukla o tarla için sezonun kapatılması demek oluyor...

    1960'lı yılların birinde çoğu ekin olmamış. Bozan bozmuş, çoğu da vakti geçtiği için ellememiş, öylece bırakmış tarlayı... Galiba Nisan ayı ortaları... Artık yazlık tabir edilen ekin dönemi de geçmişmiş, bu yüzden o mevkide, çıkmayan buğday tarlaları için yapılabilecek bir şey yok...

    Çakır Osman Erdem  öyle düşünmemiş ama... Bozmuş buğdayı, yerine arpa ekmiş. Ekim zamanı geçtiydi, olurdu olmazdıyı dinlememiş... Netice? Netice şu, iyi dinle... O yıllarda dönüm başı ortalama 20 demir arpa kaldırılırmış. İyi olursa 25, çok iyisi 30 demire kadar çıkarmış... Çakır Osman, zamansız ektiği o tarladan dönümüne tam 50 demir almış. 

    Emmisinin buğday bozup arpa ekme olayını Hacapo (Abdullah Erdem) Abiden dinledim. Mevzu ekin ekme, ekim zamanı, toprak tavı, 'Veli tavı' filandı... Zamansız ekimlerin kırk yılda bir tutacağına örnek olarak anlatmış ve sonunda bunun benzerinin başka yaşanmadığını belirtmişti.


18 Ekim 2025

Buz Gibiymiş!

 
    Aslında Anıtkaya mutfağında bamya çorbasına yer yoktu. Evlerde zaten bilinmezdi de, düğün yemeklerinin kralı kötdü dolması ile pirinç pilavı ikilisi olup yanlarına bazen kuru fasülye ile hoşafı alırlardı. Bu düzen ne zaman bozuldu da araya bamya girdi bilemiyorum, uzun bir süre düğün sofralarını süsledi. Meşhur Afyon gezeklerinde sofraya en son bamyanın geldiğini söylüyorlar, bize de oradan geçmiş olmalı...

    Ekşi/mayhoş tadıyla kendini belli eden bamyanın belki bundan daha belirgin özelliği sıcaklığıydı. Ortadaki tastan ilk alınan bir kaç kaşıkta ağzınız mutlaka yanar. Yok, yanmak ne kelime; diliniz, damağınız, avurdunuz, ağzınızın her bir köşesi dağlanır resmen. Bu özelliğini keşfettikten sonra ona karşı daha temkinli yaklaşmaya başladık, kaşıklarımız geri durdu; nefeslenmesini bekledik...

    Yemeğin içine katılan malzemelerden de kaynaklanıyor olabilir, ama bamyanın sıcak kalmasının asıl sebebi üzerindeki yağ tabakasıymış. Bütün yüzeyi kaplayarak yemeği öyle bir örtüyor ki hava ile temas mümkün değil. Dolayısıyla ısı kaybı yok... Peki ne zaman soğuyacak bamya? Bir kaç kaşık alınırken yağ tabakası delinecek, bu arada yemek ısısı havaya karışırken soğuk hava içeri girmiş olacak. Önce ılıma sonra soğuma dediğimiz olay böyle gerçekleşiyor. Bamya tasındaki yağ (ve haliyle yemek) azaldıkça soğuyacak ve onu yiyebilmek mümkün olacak...

    Sofrada bamyaya karşı çekinik durmak, onu ilk kaşıklayanlardan olmamak için azami dikkat göstermenin sebebi budur. Kimse ağzının yanmasını istemez... 

    Yakıcı bamya bulunan sofralarda onun bu özelliğini bilmeyen acemilere kötü bir şaka yapma adeti böyle başladı. İlk defa bamya yiyecek yabancının, tasa ilk kaşık daldıran kişi olması sabırla beklenir. Eğer yabancı yanaşmıyorsa bunun için yönlendirme yapılır. Aralarında oyunbozan bulunmayan sofradakilerden biri kendini feda ederek bir kaşık alır. Ağzının yanışına aldırmadan;

    - "Buz gibiymiş yav!" diyerek hayıflanır. Yine de çok lezzetli olduğunu filan belirterek anlatımı ballandırır, ta ki meraklı yabancı bu lezzetli yemeği tatsın. Tedbirsizce kaşıklayan acemi misafirin yanakları al al olacak kadar yandığını görünce gülüşürler... Bamya yangınına maruz kalmadıysanız bu şakadaki fecaati bilemezsiniz...

    Arpalık'taki yeni yaptıkları evin avlusunda, rahmetli Talip Azbay'ın düğün yemeğindeydik. Aramızda köyde oturan öğretmenlerin de bulunduğu altı yedi kişilik bir masadayız. O yıllarda öğretmen arkadaşlarla Anıtkaya halkı arasında sıcak ve samimi ilişki oluştuğundan cenaze, düğün gibi merasimlere katılırlardı. Tabi içli dışlı olunca, yeri geldiğinde seviyeli şakalaşmalar da kaçınılmaz oluyor... Nihayet birisi malum şakaya başvurdu, "Buz gibiymiş yav!" diyerek ortaya bıraktı. Bakalım kim düşecek tuzağa diye beklemeye kalmadı, Matematikçi Mesut Taşdemir birden kaşığını daldırdı... Keşke bu kadar tezcanlı olmasaydı, nefesi kesildi resmen...

    Hararetin bütün yükünü bamyaya sardırmak haksızlık olur. Elli yıl önce hayatımızda bamya mı vardı sanki, ama yine de ağzımızı yakacak bir şey buluyorduk. Fizik kuralını hatırlayalım, üstü yağ tabakasıyla örtülü yemek geç soğur. Bu kural yalnız bamya için değil, bütün yemekler için geçerlidir; sulu patates, kuru fasulye, çorba... 

    Hele de çorba... Misal ocaktan yeni indirilmiş oğmeç çorbasına, soğanla yakılmış yağ döküldüğünü düşünün, halberi soğumaz... İşte sofrada böyle bir çorba varmış. İçlerinden biri ilk kaşığı almış... Almış ama, ne alış... Yazık ne yutmuş, ne çıkarabilmiş adam... Ağzının yangınıyla yaşaran gözlerini tavana dikmiş, öylece kalakalmış... Neden sonra zor bela yutunca ağzını açmış ve öyle bir feryat koyvermiş ki, deme gitsin... Şaşırmış diğerleri;

    - "Ne ağlayıp figan ediyon?" diye meseleyi anlamaya çalışmışlar. Bizimki;

    - "Anamın bubamın öldüğü aklıma geldi." diye cevaplamış. Böylece olağanüstü bir şey olmadığına kanaat getirenlerden biri de çorbaya daldırdığı kaşıktan ağzı yanınca hanyayı konyayı anlamış. O kızgınlıkla; 

    - "Ananı bubanı garışdırceğine çorbadan yandım desen ya, hey herif!" diye çıkışsa da bunun ağız yanığına bir faydası olmamış.

    Mustafa Ayas'tan duyduğum bu olayın kaynağı belli değil; bamya hikayesiyle örtüşüyor, bizim köyde yaşanmış olabilir... 

    Nitekim böyle olabileceğine delil, hikayenin iki yeni versiyonu geldi. İlki Omarcıkların Feyzullah Sağlam'dan nakil. Buna göre sıcak çorbadan kaşıklayınca ağzı yanan misafir gözünü tavana dikmiş. Evsahibi de buna şaşırıp 'N'oldu bilader?' diye sorunca adamın cevabı 'Şu döşmeler nereden diye baktıydım...' olmuş... İşin aslını bilen evsahibi durur mu, 'Al da üfür dağından geldi' diyerek gülmüş...

    İkinci versiyon yine Omarcıklardan Dik Hasan Kaya merhumun bizzat yaşadığı bir olay, kendisi Ahmet Külte'ye anlatmış, biz de ona kulak verelim:
    "Gavalcının İban (İbrahim Aracı) ile Hasan Ağa erkenden sapa giderler. Galiba Gavalcıya çalışıyorlar, öğle yemeğine onların eve gelmişler. Onlar ellerini yıkayana kadar Hatice teyzem mercimekli bulgur pilavını yeni ocaktan indirmiş. Sofra hazırlanır, pilav da ortaya gelir. Rahmetli Dikhasan iyi acıkmış,  pilavın üstünde pek buhar filan olmadığını görünce daldırmış kaşığı... Ağzına alınca olan olmuş, pilav aşırı sıcak... 'Üf! Üf! Üf! diye sağa çevirmiş, sola çevirmiş, çıkaramamış da... Kaldırmış başını yukarı... Gavalcı ne olduğunu sorunca 'Bu döşmeleri nerden getirdiniz?' demiş.  İşte o vakit rahmetli Gavalcı; 'Üf dağından Hasan, Üf dağından!' diye gülmüş. Rahmetli Dikhasan emmi olayı anlattıktan sonra 'Hiç böyle kötü duruma düşmediydim.' demişti."



17 Ekim 2025

Yadigar

 
    Bizim mahalledeki odaya son zamanlarında Macurali'nin oda derlerdi. O vakit dedem ilgilendiği için böyle denilmiş, aslında Gademlerin oda... 1970'li yıllarda Böbülerin, Gödeşlerin, Buydeycigadirin ve Dedemin dolavları vardı, demek ki mahalledeki herkes ilgilenirmiş. Anlatacağım olay bu odayla ilgili...

    1964 veya 65 yılındayız, belki iki yılın kış dönemi... Küçük Kalecikli Bicinin Mahmut diye bilinen bir çerçi geliyor. Zaten çerçiler genellikle Kalecikli oluyor. Şimdiki nesile çerçiyi anlatmak zor, kısaca gezici bakkal diyebiliriz. Ayrıntısını öğrenmek isteyeni 'Çerçici' başlıklı yazıya havale edelim.

    Kalecikli Mahmut akşama doğru tek beygir arabasıyla gelip odanın önüne yanaşmış... Galiba daha erken köye girmiş de, biraz sokaklarda dolaşıp çerçicilik yapmış. 

    O vakitler öyle, gelen misafirin arabası odanın önüne, hayvan da damına çekiliyor. Misafir olarak kaldığı bir kaç gün vaziyet böyle... Hem kendisinin hem de hayvanın bakımı, konaklama ve güvenliği tamamen odayı sahiplenip işletenlerin üzerindedir, bunun için karşılık veya herhangi bir ücret beklenmez. Eğret odalarının en büyük özelliği bu...

    Bicinin Mahmut arabayı kenara çekip beygiri de dama bağladığı saatlerde öyle bir kar yağışı başlamış ki, göz gözü görmüyor. Bunun sonu belli, hayırlısı demişler. Eski zamanlarda öyle bir yağıyor ki kar, aylarca kalkmıyor. Goca gar derlermiş böylesine... Bu yağışın sonu da ona çıkacağa benzer... Nitekim sabah kalktıklarında bakmışlar, depdiregomuş...

    Bundan sonra dışarıda çerçiciliğin mümkün olmadığını anlayan Mahmut, atını arabasını öylece bırakmış ve almış başını gitmiş. Galiba o vakit pek nadir de olsa asfalttan geçen yol arabalarına, yahut bir kamyona binmiş... 

    Bicinin Mahmut kendisi gitmiş, ama arabasıyla atı öylece kalmış. Müezzinin Ömer Emmi onların sahipsiz kalmasına razı gelmemiş. Arabayı gocagapının altına çektirip malzemeyi ambara taşıttırmış. Onların avlunun ucunda bir meydan ambarı vardı, kapalı olduğu için orada güvende ve korunaklı duracağını düşünmüş olmalı. Gerçi çerçi malzemesi ne olacak kap kacak, incik boncuk; olsun, kardan yağmurdan etkilenmemeli... Diğer yandan odanın damında kapalı yerdeymiş at, onu da kendi evindeki dama, diğer beygirlerin yanına bağlattırmış. Hasılı kelam, çerçinin bırakıp gittiklerine kendi malıymış gibi sahip çıkmış... Ne zamana kadar?... Mahmut gelene kadar...

    Yollar açılıp Bicinin Mahmut geldiğinde aradan 40-45 gün geçmiş. Bu arada atının sağ salim, mallarının da güvende olduğunu görünce çok sevinmiş. Ömer Emmiye;
    - "Borcumuz ne Ömer Ağa?" diye sormuş... Bu soruya biraz içerlemiş Ömer Emmi;
    - "Ne borcu len köpoğlu, sen bizim misafirimizsin."  demiş, ama Mahmut ısrarcı;
    - "Tamam ben misafirin de, beygire de bakdınız..." diyecek olmuşsa da Ömer Emmi kestirip atmış;
    - "At da misafirimizdi oğlum, misafirin borcu mu olur!"
    - ".....?"
    
    Kar kalkıp yolların açılması; malına, atına arabasına kavuşmanın sevinci ve şu ihtiyarın geniş gönüllülüğü karşısında değişik duygulara kapılan Bicinin Mahmut, ne diyeceğini bilemez bir halde sükutta boğulmuş. Neden sonra kendine gelip;
    - " O zaman şu tepsiyi küçük bir yadigar olarak kabul edin, odaya çorba götürürsünüz." diyerek bir çinko tepsiyi uzatmış.
    
    Şimdi itibardan düşseler de çinko tepsiler o gün için yeni çıkmışlar. Herkes sahip olamıyor, çok değerli, hatta lüks sayılıyor. Tabi önemli olan maddi değeri değil, yadigar olarak 60 yıl öncesinden esintiler taşıması...
    ....
    Müezzinin Ömer Kabadayı Emmi, 1970 yılında 68 yaşındayken vefat etti. Böbülerin Anıtkaya'daki son ferdi taşınırken İzmir'e götürdüğü göç içinde bu tepsi de varmış. Küçük Kalecikli Çerçi Bicinin Mahmut yadigarı, şimdi Ömer Emmi'nin torunu Berber Ahmet Kabadayı'da bulunuyor. 


09 Eylül 2025

O Güdüyo Ben Çeviriyon

 
    Dün küçük çobanlar mevzusunu yazdık, sohbet konusu koyun ortakçılığıydı, bugün Hacapo (Abdullah Erdem)den benzer bir hikaye dinledik. Hacı'nın küçük yaşlardayken inek, dana çobanlığını biliyorduk. Bu kez koyun çobanlığına nasıl başladığını anlattı.

    Çakırmehmet bu bölgede çok etkin ve itibarlıymış. Çevre köylerin hemen hepsinde ticari faaliyetleri var, alıyor satıyor sürekli... Bu arada köylerde en az bir ortakçısı da bulunurmuş. Koyun, keçi fark etmiyor; ağalık edip birine sürüyü teslim ediyor... Mütemadiyen bu köyleri dolaşarak hem alavere yapıyor hem de ortakçıların takibini yapıyor, böyle hareketli bir hayatı var...

    Babası 1961 yılının Ekim-Kasımında Osmanköy'deki ortakçısından sürüyü alıp getirdiğinde Abdullah 12-13  yaşlarındadır. Yüz civarında koyundan ibaret küçük sürü artık ona emanet... Daha önce hiç deneyimli bir çobanın yanında çeltiklik filan da yapmamış. Bu, ilk koyun çobanlığı olacak... Ancak içindeki hevesle pek de zorlanmamış.

    Daha o dönemde köyün geniş arazisi, asfaltın iki yanında dönüşümlü ekilir, bir taraf ekin ise diğer taraf nadas olurmuş. O senenin durumuna göre, koyunlar batı tarafında güdülüyor. Abdullah da önüne kattığı sürüsünü herkesin güttüğü yerlerde dolaştırıp geliyor. Bu iş hoşuna gittiği için zorluk çekmemiş, tabi kendisine yardımcı olanlar da bulunmuştur. Buna ihtiyaç duyup duymadığı belli değil, kendi halinde dört beş ayı sorunsuz geçirmiş...

    Sonraki günlerde bazı koyunlardaki tuhaflığı fark etmiş. Nihayet bir gün o koyunlardan birinin kuzulama vakti erişmiş. Daha önce böyle bir tecrübesi yoktu, dolayısıyla kuzulatmanın acemisi... Burada imdadına Yumrukların Ahmet Ağa yetişmiş... 'Hayvanı şööne devircen, şurasını şööne galdırıp burasını böönece basdırcen. Guzuyu çıkardıkdan soona emzirip yalatcen...' filan diye hem göstermiş hem kuzulatmış. Gözlemlediği bu ilk olay ile bizimki aslında kuzulatmayı kavramış, kendine de güveniyor. Fakat Ahmet Ağa;
    - "Bubana de de 150 lire vesin, dölünüzü alıveren" diye teklifini yapmış. Döl almak bir koyuncu terimi, mevsimi geldiğinde guzuleci koyunların hepsini kuzulatana kadar sürüyü gütmek oluyor. Bizim Hacı bir görüşte kuzulatma işini kapmış, ama Ahmet Ağa onun bir çocuk ve tecrübesiz olduğunu düşünerek bu işin üstesinden gelemeyeceğini hesap ediyor.

    Madem bunlara bir çoban lazım ve madem hep buralardayız bari o kişi ben olayım, diye düşünmüş olabilir Ahmet Ağa... Çakırmehmet bu teklifi kabul etmemiş. Belki istediği ücreti yüksek buldu, belki  ona güvenmedi, yahut başka bir gerekçesi var... Dedik ya, her köyde tanıdıkları var, çevresi geniş... Gitmiş, döl alması için Beyköy'den bir çoban getirmiş; adam yetmiş yaşında...

    Beyköylü ihtiyar çobanla yıldızı pek barışmamış. Aliyeninguyu civarında güdüyorlar mesela, yolun öbür tarafına bölündü sürü... 'Git çevir şunnarı' diyormuş, sonra yolun kendi tarafındakileri de çevirmesini istiyormuş. Hacı'nın tepesi atmaya başlamış, zira adam oturduğu yerden çobanlık yapıyormuş. İlginç bir tabirle 'sürüyü o güdüyo, ben çeviryodum' diyor... Nihayet dayanamamış ve;
    - "Le galkıp o yandekileri de kendin çevirsen ya!" diye gürlemiş... 

    Çakırmehmet erken uyurmuş zaten, o gece de ilk akşamdan yatmış. Odada kalan çoban, Ağa uyuduktan sonra usulcecik eşyasını toplamış ve çekip gitmiş. Abdullah Abi bu gidişten memnun, ama sabah olayı öğrenen babası 'Çoban buluyoz adamı gaçırıyonuz, ne haliniz varsa görün!' diye çıkışmış... Yine bir başına kalan oğlu halinden şikayetçi değil ki, mutlu mesut ve başına buyruk çobanlığına devam etmiş.

    Ahmet Ağa'dan öğrendiği teknikle çoğu koyunu kuzulatmış. Bu arada fırsatını buldukça tecrübeli çobanlardan yardım istemekten çekinmemiş. Mesela Eselerin Hüseyin Eminç o sırada Gobaklarda çobanmış, sürüsüne ve kendisine gözkulak olmasını rica etmiş. Kabul etmiş bunu Hüseyin enişte... Hatta ertesi gün sürüyü ağıla getirmesi konusunda da sözleşmişler...

    Tabi Çakırmehmet de boş durmuyor, onun da planı var:
    - "Yarin sürüyü Beyköy'e sürün" demiş. Orada yeni bir ortakçı bulmuş meğer... Oysa, o vakte kadar 80 kadar koyunu kuzulattığını söylüyor Hacı... İşi hemen hemen öğrenmişmiş yani.

    Çaresiz götürüp teslim etmişler Beyköy'deki ortakçıya... Sonrasının önemi yok... Köye döndükten sonra gözü bir şey görmemiş; koyunu güttüğü, çevirdiği, suladığı vb. sürüyle vakit geçirdiği her yer zindan olmuş. O kadar alıştığı ve sevdiği koyun çobanlığında ilk ve son deneyimi böyleymiş...



07 Eylül 2025

Alagabaklar

 
    Çocuklar eskiden çok erken hayata atılırlarmış. Kız çocukları ev işlerini, fırın işlerini daha oyun çağları bitmeden öğrenir, ayrıca aynı dönemde çeyizlerini hazırlamaya da başlarlarmış. Oğlan çocukları ise hem oynar hem çobanlık yapar, hem oynar hem ileşberlik öğrenir, hem oynar hem büyürlermiş. Şimdiki gibi el bebek gül bebek değiller yani...

    1976 veya 77 Haziran ayı idi, son haftasındayız, okullar tatile girecek. Rahmetli Kemik Mehmet Patlar okula gelmiyor. Ali Zafer Durna öğretmenimiz... Neden gelmediğini sordu, bilen yok... Derken eski asfalttan gürültülü bir kalabalık geçtiğini gördük. Sağlık ocağı inşaatına giden ustalar, işçiler... Aralarında bizim Mehmet de var ve bir gözü bizim sınıf penceresinde... Galiba abisinin de bulunduğu kalabalığın arasından bizim sınıfa bakarken 'Ben büyüdüm, işe gidiyorum, ne işim var sınıfta!' der gibiydi...

    Geçen gün birisi anlatırken duydum. 'Üç veya dördüncü sınıftayken öğretmen beni çifte giderken gördü, çok korkmuştum.' diyor... Korkusunun sebebi, okulda olması gereken bir saatte onu dışarıda gördüğü için kızacağını düşünmesiymiş. Ertesi gün okula vardığında hiç de kızmamış öğretmeni. O kadar küçük bir çocuğun çifte yollanmasındaki acınası durumu fark etmiştir öğretmeni, çocuğun kızılacak bir yanı kalmamış ki... Dediğine göre bırak pulluk kaldırmayı, öküz koşmayı; o yıllarda an tümseğine veya bir taşa yanaştırmadan eşeğe bile binemezmiş...

    Benzer hikayeleri Dayımdan da dinlemiştim. İçlerinde o yaşta çift sürme, mal gütme, bol bol korku, biraz ürperti, ara ara komedi ve her şeyiyle buram buram çocuk saflığı bulunduran hikayeler...

    Öküz gütmeye tek başına göndermezmiş Dedem... Geceleri de kırda kaldıkları için, bir büyüğe teslim eder onun yanından ayrılmamasını tembihlermiş. Bir keresinde Aşşağılıların Osman Öncül emminin yanındaymış. Demiş ki 'Ha yiyenim, sen gündüz çevir, ben gece güden!..' Böyle  adil(!) bir işbölümü yapmış rahmetli... Dediğini uygulamışlar; Dayım gündüz akşama kadar büylek ile dellenen malların peşinde koşturur durur, gece olduğu zaman da Osman emmiye nöbeti devredermiş. Emmi de herkesle birlikte uykusu gelince vurur kafayı yatar, sabah gündüz saatlerine dahil olduğu için malları toplamak yine Dayıma düşermiş...

    Bir gece Hacıahmedinguyu civarındalar... Hangi büyüklerin yanındalar, başka hangi küçükler var hatırlamıyor. 'Alagabaklar gelir sizi yer, sakın uyumayın' diye korkutmuşlar. Gelecek olan bu korkunç şeylerin neye benzediğini bilmiyorlar; hayalet mi, hayvan mı, yoksa başka bir mahluk mu ondan da haberleri yok. Korkuyorlar ama, çocukluk işte, bir ara dalmışlar uykuya... Sonra kuş sesine mi uyandılar, kabus mu gördüler, başka bir şey sebebiyle mi silkindiler, ne olduysa uyanmışlar ki bir de ne görsünler... Uzun, kocaman bir yaratık kollarını açmış üzerlerine abanacak... Korkmaya, bağırmaya, çığlık atmaya bile dermanları yok o haldeler... Gördükleri şeyin kuyunun gövdesi ile sereni olduğunu anlayana kadar canları çıkacak gibi olmuş...

    Alagabak numarasını her çocuğa yaparlarmış. Gelip sizi yiyecekler, çocukları sevmezler, gözünüzü oyarlar, gagalayıp giderler, çok küçük olanları yanlarında götürürler... gibi türlü hurafelerle belki ilk defa kırda geceleyen çocukların kafasını karıştırırlarmış...

    Dayım biraz daha büyüyünce, belki bir iki sene sonra sadece mal gütmekle kalmamış, gündüzleri çift sürmekle de görevlendirilmiş. Lakin mesela öküzleri boyunduruğa koşamazmış. Dedem sabah koşuverir gidermiş, kazara öküz zevleden fırtarsa filan birinin gelip tekrar koşması lazım, ne kadar büyüdüyse artık... Mesela Gaklık'ta böyle bir şey olmuş, öküzün biri boyunduruktan boşanmış, aksi gibi oradan kimse geçmeyince iş öylece kalmış. Akşama Dedem gelip bakmış, tarla evlek kestiği gibi duruyor...

    Galiba 1965 filan... Dayım 12-13 yaşında... Azatardı mevkiindeler, yalnız değil, ortalık şenlik... Hatırladığı kadarıyla Bilallerin ÖmerAğa, Böbülerin Hasan Hüseyin Emmi, Patırın Bekir Dayı filan varlar... Daha başkaları da vardır belki, olayın içinde bizzat bulundukları için bunları unutmamış...

    Dedem sabahları ekmek getiriyor, evlek kesip gidiyor. Evlek kesmek o günkü hedefi belirlemektir, şuraya kadar tarlayı sür diye işaretlemiş oluyorsun. Onun dediği yeri sürene kadar da hemen hemen ikindi oluyor, öküzler acıkıp yoruluyorlar. Bu yüzden akşama doğru çift sürmeyi paydos edip hayvanları Çatalınguyu'dan suluyorlar,  sonra ver elini Dağ... Hayvanları yayarken kendileri de orada geceliyorlar. Sabah kalkınca tarlaya varıp çifte devam. Birbirine benzeyen günler böyle akıp gidiyor...

    Bekir Yırgal'ın Azatardı'nda bulunma sebebi de aynı, O da gündüz çift sürüp gece dağda malları doyuruyor. Yalnız o sırada Gödeşlerde bekar, Gödeşlerin de o mevkide tarlası var. Hatta Gödecin Mısdık Ağa her sabah bekarı kontrol amacıyla tarlaya geliyor, Dedem gibi...

    Bilallerin Ömer Ağa ve Böbülerin Hasan Hüseyin emmi de herhalde çift sürüyorlarmıştır. Ömer Ağa ile Salih Kabadayı emmi sağdıçlar, Hasan Hüseyin emmi o yaşta Gocabubasına emanet edilmiş olabilir. Gerçi ne kadar küçük olsa, yine de Bekir ve Bahtiyar'dan büyüktür, kendi başına da çift sürebilirdi herhalde...

    Aralarındaki dört beş yaşın ne kadar önemli olduğunu anla; Dayım, Hasan Hüseyin emminin yanından ayrılmaz, O da Dayımı her şeye karşı korur gözetirmiş... Hasan Hüseyin, Bekir ve Bahtiyar'ın doğum tarihleri sırasıyla 1948, 50 ve 52'dir. Yani olay sırasında 17, 15 ve 13 yaşındalar; anlatacağım olayı o yaşlardaki çocukların ruh halini de göz önüne alarak değerlendirmek lazım...

    Mutad olduğu üzere o gün de ikindiye doğru çifti bırakıyorlar. Kuyudan öküzleri suladıkları  sırada Hasan Hüseyin emmi Dayımı yine çağırmış 'yanımızdan ayrılmayın' diye... Esasında aynı bölgede çalışıp, aynı bölgede yemeklerini filan beraber yedikleri için sürekli bir arada bulunuyorlar. Fakat o gün nedense Bekir dayı 'A-ah!' diye diretmiş, Dayıma 'biz ayrı gidem' demiş.

    Yine de Balaban'a kadar hep beraber malları sürmüşler. Bekir kafaya koymuş, orada ayrı kamp kuracaklar. Tabi kamp dediğim kepineğe bürünüp yatmaktır... Dağda normalde açık alanlarda yatarlarmış. Bizimkilerin kafası tersine çalıştığı için Bekir 'ille de orman içinde yatam' diye tutturmuş. Öyle yapmışlar...

    Eşekleri yularlarından çalıya bağlamışlar. Öküzler için tedbir almaya gerek duymamışlar. Herhalde onların kaçmasına ihtimal vermemişler. Yahut her ne düşündülerse, eşekleri bağlayıp öküzleri salıvermişler. Uyumadan önce yaptıkları en önemli şey bu...

    Gecenin bir yarısında uyanıp bakmışlar ki öküzler yok. Eşekler bağlandığı yerde tîsırıyorlar, toynaklarıyla yeri döğüyorlar filan; ama öküzlerden eser yok... Gayet doğal olan bu durum bizim uyku semesi çocuklara şaşırtmış olmalı. Telaşlanmışlar, arayan gözlerle sağa sola bakınmaya başlamışlar... Derken o gri karanlıkta Bekir, Gödeşlerin ak öküzü görmüş. Bu hayvan çok gösterişli, iri yarı bir şeymiş, orman arasında bile fark edilmemesi mümkün değil... 

    Goca öküzü bulduğuna sevinmiş Bekir, demek ki diğerleri de buralarda diye düşünmüş. Gelvelakin hayvana kızmış da biraz... Kızgınlığını belli etmek ve yakınlarda yayıldıklarından kuşku duymadığı diğer öküzlere gözdağı vermek istemiş. Büyük kütümekli değneği iki eliyle kaldırıp hayvanın sırtına indirirken 'Bilmemnetdimin malı!' diye bir küfür savurmuş... Fakat... O kadar gerinip küfürle de destekleyerek indirdiği değnek öküzün sırtını değil doğrudan yeri dövmüş. Sanki o anda goca ak öküz maddesi, cismi olmayan şeffaf bir şeye dönüşmüş de değnek içinden geçmiş gibi...

    Bu durum, bizim iki küçük kafadarı her şeyden çok korkutmuş. Gözlerinin önündeki goca öküz nereye gitti de değnek yeri dövüyor... Yoksa öküz olarak gördükleri öküz değil mi?.. Değilse ne?.. Alagabak?!!... 

    Korku ve panik arasında besmele çekmeyi akıl etmişler. İşte o anda, ne olduğunu anlayamadıkları goca ak öküz ortadan kayboluvermiş. Artık yok... Rahatladılar mı, daha çok mu korktular orası belli değil... Bir nebze sakinleşmiş olabilirler...Tekrar yatıyorlar, ama uyudular mı uyumadılar mı, sabahı nasıl ettiler, hiç sorma...

    Sabah yine telaştalar, çünkü öküzler hala kayıp... Hayret bir şey, eşekler bağladıkları yerde, ama öküzler yok... İkisi birden gün aydınlığında kayıpları aramaya çıkıyorlar... Nihayet buldular... Buldular, ama bu kez de eşekleri bağladıkları yeri bulamıyorlar... Bekir demiş ki 'Sen öküzleri tarlaya götür, ben eşekleri bulup getiren...'

    Dayım iki çift öküzü sürmüş Azatardı'na doğru... Lakin her zamanki mevkiden yola çıkmadığı ve de yalnız olduğu için yanlış tarafa yönelmiş ve vara vara Gambırarifinguyu'ya varmış. Hadi bakalım, oradan dön tekrar Azatardı'na doğru...

    Bütün bunlar olurken vakit de kuşluğa yaklaşmış. Gödecin Mısdık Ağa her zamanki saatte tarlasının başına varmış ki ne bekar var, ne öküzler... Dedem de aynı şekilde tarlayı boş görünce, elindeki ekmek çıkısını azada asıp dağın yolunu tutmuş. Tahmin etmiş çocukların başına bir şey geldiğini... Ormana girdiğinde anırtıları takip ederek eşekleri bulmuş. Meğer geceyi aç susuz geçiren bu hayvancıklar dertlerini anırarak anlatmaya çalışıyormuş. Az sonra aynı sese Bekir de gelmiş, hep beraber tarlaların yolunu tutmuşlar. Bu arada öküzlerle yolunu kaybeden Dayım da Azatardı'na ulaşmış. O gün bir kaç saatlik gecikmeyle çifte başlayabilmişler...

    Çocukların biri Ağa'ya, diğeri babasına durumu nasıl açıkladıklarını bilemiyoruz. Büyüklerin bütün bu macerayı yaşayanların nihayetinde çocuk olduğunu hesaba kattıklarını zannetmem. Burada daha korkunç olan şey ise 15 yaşındaki Bekir Yırgal'ın bekar durabildiğidir. O yıllarda çocuk bekarlar sıradan ve çok yaygınmış...



29 Ağustos 2025

İzmir Karşıyaka'da Angara Helvası

    
    Fahrettin Altay Paşa'nın askerlik hatıralarından oluşan On Yıl Savaş Ve Sonrası adlı kitabından altını çizdiğim bölümleri aktarıyordum. Büyük Taarruz bölümünde 28 Ağustos Eğret baskını ile ilgili birinci ağızdan en ayrıntılı anlatım Paşa'ya aittir. Onları başka başka yazılarda alıntılamıştım. 30 Ağustos Dumlupınar bozgunundan sonra iyice dağılan Yunan ordusu, bir an önce kendini İzmir'e atmanın derdine düşmüş, artık durdurabilene aşk olsun... Banaz, Uşak, Manisa, Salihli derken Türk süvarileri 9 Eylül'de İzmir'e girerek üç yıldan fazla süren işgale son vermişler...

    Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Paşa aslen İzmirli'dir. Yunan işgalinden kurtaran birliklerin kumandanı olarak Paşa İzmir'e girişte çok değişik duygulara gark olmuş. Bu hassasiyetinin satırlarına yansıdığı apaçık görülüyor. Bununla beraber Paşa'nın İzmir'de yakınları vardır, ailesi hala orada bulunmaktadır. Duygulanmasının bir sebebi de bu olabilir. O gün Karşıyaka'daki annesiyle buluşmasını bakın nasıl anlatıyor:

    "Karşıyaka da yalılar boyunda küçük bir evde oturan ihtiyar annemle teyzemi görmek için oraya doğru gittim. İhtiyar Babam ve tüccar olan kardeşim RODOS'a kaçmak zorunda kalmışlardı. İzmir de kalan teyzemin kocası ECZACI YÜZBAŞISI AHMET'i Yunanlılar işgal günü şehit etmişler böylece iki ihtiyar kadın yalnız başlarına ev bekçisi kalmışlar.

    Savaş sırasında zaman zaman gözlerimin önüne gelen evimize yaklaştığım sırada çarşaflı ye uzun boylu ile eğile, eğile gelmekte olan anamı tanıdım. Bilmiyorum nasıl bir duygu içindeydim o anda. Atımı insiyaki bir şekilde O'na doğru sürdüm ve önünde atımdan atlayıp ellerine sarıldım. Annem belki de o anda dünyanın en mutlu insanlarından birisiydi. Önce vatanı kurtulmuştu. Sonra ben, O'nun oğlu muzaffer ordumuzun generallerinden birisi olarak İzmir'e ilk giren süvari birliklerinin kumandanıydım... Ve her şeyden önce beni sağ salim karşısında bulmuştu...

    İşte ihtiyar anacığım çeşitli heyecanlar içinde geçen ömründe bu yeni heyecanın ağırlığına dayanamadı ve:

    «— Vay Fahri'm!..» diyerek düşüp kaldı. Arkadaşlarım O'nu kucakladılar ve evimize götürdüler. Yaşlı anacığım askerlerimizden benim hakkımda bir bilgi alabilir miyim diye dışarı çıkmış imiş...

    Evde biraz oturdum. Teyzem küçük bir tepsi içinde BİR DİLİM EKMEKLE BİRAZ TUZ VE KARABİBER ikram etti. «Hayrola...» diye sorduğum vakit aldığım cevap şu oldu:

    «— İşte evladım son günlerde buna kalmıştık...»

    Hasretimi bir parça olsun gidermiş, bu akşam işlerimin çok olduğunu bu sebeple gelemiyeceğimi ancak ertesi gün öğle vakti yemeğe gelebileceğimi söyledikten sonra tekrar ellerini öpmüş ve görevimin başına dönmüştüm. Yapılacak işimiz o kadar çoktu ki anamıza doya doya bakmamıza bile vaktimiz yoktu."*

    Kahramanların ana sevgisinden bile fedakarlık yaptıkları bir yana, burada benim dikkatimi çeken teyzesinin Paşa'ya ikram ettiği bir dilim ekmekle tuz biber karışımıdır. Adet olduğu için veyahut köklü bir geleneğe dayandığı için değil, yokluktan dolayı önüne konulan bu katığa bizim kuşak ve öncesi yabancı değildir. Büyüklerimizin sık sık karabiber değil (çünkü o bile lüks sayılır pek bulunmazdı) ama kırmızı toz biberle tuzu karıştırıp ekmeği bana bana katık ettiklerini biliriz. 

    Oğlundan dinlemiştim, rahmetli Resul Ayas hoca bu karışıma 'Angara helvası' der, ne kadar lezzetli bir katık olduğunu böyle anlatırmış. Fakirlikten, yokluktan bile lezzet yakalayabilen bir anlayış... 

    Fahrettin Paşa, kendi yaptırdığı Anıtkaya Şehitliği'ndeki 28 Ağustos kurtuluş şenliklerine defalarca katılmış. Resul Hoca bu şenliklerde defalarca konuşma yapmış. Tuz-biberden ibaret Angara helvasından lezzet devşiren bu iki insan, karşılıklı sohbet imkanı buldular mı acaba?...


     *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.355-356.



01 Ağustos 2025

Kavağın Ucu, Dizinin Dibi

    
    Macurali dedem aslında bir kaç yaş daha büyük olmasına rağmen 1917 doğumlu diye yazdırılmış. Veyislerin odaya gelmiş memur, galiba Böbüdedenin Veyisoğlu Hasan Hüseyin muhtar imiş. Kendi yeğeni Ahmet (Varlı) ile Ali (Öncül) dedemi birlikte kaydettirmiş. Ahmet emminin 1917'de doğduğu doğruymuş, ama kimsesiz Macur çocuğu Ali de daha büyük olmasına rağmen 1333 (1917)li olarak yazdırılmış. 

    Daha o zamandan birlikte dolaşır, birlikte kaz güder, birlikte öteye beriye giderlermiş. Önce Arap Osman'da, daha sonra Aliye ninede evlatlık olan Macur Ali sürekli Veyisler ve Hacıların evlere yakınmış, ikisinin arkadaşlığında bu durum baş etken olabilir. Aynı mahalle, sokak delikanlıları... Ayrıca resmi akran olmaları sebebiyle bir de tertiplik durumları var; askerlikleri de aynı döneme denk gelmiş.

    Bununla beraber ikisinin hayata bakışı ve hayatla mücadelesi hususunda zerre benzerlik bulunmaz. Macurali dedemin yabancısı olduğu bir köyde her şeye sıfırdan başlayıp defalarca batıp çıkmasını, köyde ilk traktörü alan kişi de, finali arabaya eşek koşarak yapanın da kendisi olmasını; pazarcılık, yağcılık, bakkallık, ileşberlik gibi bir çok sahada girişimciliğini; ilk yıllarda yatacak yeri olmamasına rağmen son zamanlarında köyün sözü dinlenir ileri gelenlerinden biri hale gelmesini filan başka bir yazıda anlatacağım. Bütün bunlar olurken hiç boş durmadığı, ömrü boyunca sürekli koşturduğu onu tanıyanların malumudur. Fakat arkadaşı Ahmet emmi için 'Bu kelin hiç sırtı terlemedi' dediğini bir kaç kere duydum...

    İkisinin hayat yolculuğunda böyle bir farklılaşmaya işaret olabilecek bir olayın varlığı efsane gibi anlatılır. Bir kaç kere başka başka ağızlardan farklı rivayetler biçiminde dinlediğim bu hikaye, bir türlü aklıma net ve gerçek bir olay gibi yerleşmemiş. Hep sisler ve bulanıklıklar ülkesinde bir karartı gibi duruyor, anlat desen anlatamam... Belki de kendilerinden işitmediğim içindir...

    Bugün cumayı kahvenin önünde Hacapo (Abdullah Erdem) abi ile bekliyoruz. Daldan dala atlayarak konuşuyoruz, ama çoğunlukla Hacapo konuşuyor. Bunun böyle olmasını biraz da ben istiyorum. Sorularımla yönlendiriyor, dişe dokunur hikayeler devşirmeye çalışıyorum. Kendisi zaten konuşmaya teşne, dinlemeye hazır kulaklar bulmuşken anlatıyor. Dallanıp budaklansa da konunun merkezini dünya hayatının ibret alınacak noktaları oluşturuyor.

    Herkesin malumudur ki Hacı yüksek sesle konuşur. Bunu kulaklarının az işitmesine bağlıyor; ama hep böyleydi, fısıltısı mırıltısı yoktur, hep güm güm söyler. Sağdan soldan onun bu halinden şikayetçi olan çoktur, duymadığından emin bir şekilde onu ayıplarlar filan... Gerçekten de sağır olduğu için bunların hiç birini duymaz ve aldırış etmeden sözüne devam eder... İşte hali yine öyleydi, her zamanki gibi anlatıyordu, biz de ona uyduk umursamazca soruyoruz...

    Dedem ile Ahmet emminin meselesi aklıma geldi, tam yeriydi sordum. Önemli bir şey anlatmaya başlamadan önce oturduğu yerden kalkıp ayak değiştirir, yine öyle yaptı... Meğer bildiği bir konuymuş, olayın kahramanlarının ikisine de ayrı ayrı zamanlarda sorup konuşturmuş. Başladı onlardan dinlediğini anlatmaya...

    Bekiroğlu Mehmet dayının da bulunduğu bir gün odada dedeme sormuş. Macurali dedem de anlatmış. 1930'lu yıllar, daha askere gitmemişler... Bir gün iki arkadaş Hacıların odaya gitmişler... Şimdi yerinde Kuran Kursu bulunan bu oda o vakitler köyün en merkezi yerlerinden... Hacılar sülalesinin büyükleri oturuyor; ama bilen bilir, odalar herkese açıktır. Bununla beraber, anası Hacılardan olan Ahmet emminin uğrak yerlerinden biri burası olabilir. Her neyse, o gün iki arkadaş Hacıların odadalar...

    Çapıtçı Hafız diye bilinen Hacıların Süleyman Azbay da odada bulunuyormuş.  Dururken dedeme 'Ali eliñi uzat baken' diyor ve avucuna bakarak 'Hımmm, seniñ ekmek gavağıñ ucunda; durma çalış, durma çalış!' diyor... Sonra aynı şekilde Ahmet emminin eline bakıp 'Seniñ ekmek de diziñiñ dibinde, durma ye, durma ye!' diyor. Kelimesi kelimesine aynen böyle demiş... O vakitler hayatın anlamını tam bilmeyen bu gençler Hafız'ın sözlerine de pek mana verememişler. Onun garip hallerinden biri olduğunu düşünmüşler... Yıllar geçtikçe, dünya ile cebelleşip yukarıda biraz bahsettiğim batıp çıkmaları yaşadıkça dedem Çapıtçı Hafız'ın söylediklerinin harfi harfine karşılık bulduğunu görmüş. Kavağın tepesindeki ekmeğe her ulaştığında tepetaklak olup tekrar en aşağıdan tırmanmaya başlamış. Bu böyle sürüp gidiyormuş... 

    Hacı Apo, aynı olayı Ahmet Emmiye de sormuş. Cuma camisinde kolları sıvamış, abdest alacakmış galiba, dedemin anlattıklarını doğrulamış ve 'Hakgatden annım terlemedi, emme cebimde para heç eğsik olmadı.' demiş...

    Hacıların Çapıtçı Hafız Süleyman Azbay 1956'da vefat ettiğinde, yirmi yıl önce avuçlarına bakarak söylediklerini Macurali dedem ve Ahmet emmi yaşamaya başlamışlardı bile... Rızık, Ahmet Emmimin hep dizinin dibindeydi. Bu minval üzere yaşadı ve 86 yaşında huzur içinde vefat etti. Dedeme gelince... Onun ekmeği hep kavağın ucundaydı, ulaşmak için durmadan çalıştı. 2008'de doksan küsur yaşındayken vefat ettiği gün, ağaç gövdesi kırdığını görenler var...

    Hacapo sözünü bitirdiğinde, sesinden rahatsız olanlardan hiç kimse kalmamıştı. Biz bizeydik. Zaten ezana bir kaç dakika kalmıştı. Kalktık...



17 Haziran 2025

Vay Yonan Malı Vay!


    Gerilerde kalan şu 'Bırak Eskileri' başlıklı yazıyı okumak, konuyu anlamlandırmak için iyi bir başlangıç olabilir.

    Meğer Kelbekir, Aliefe'den yediği dayağın daha acısını yirmi yıl kadar öncesinde işgalci Yunan askerlerinden yemişmiş. Bu seferki olayı Nebi Tüblek'ten değil, görünce çağrışım yaptığı Selahattin Atay'dan dinledik.

    İşgal yıllarında Sakanın Bekir 10-11 yaşlarında çocukmuş. Çocukmuş ama, o dönemde çocukluk oyunla değil çalışmakla geçiriliyor. Tam da harpler darpler döneminin başında doğan Bekir'in bütün çocukluğu bu kara günlere denk gelmiş. 10 yaşına geldiğinde  ise Eğret'te 'gavur' askerler dolaşmaya başlamış. Bu durumda hangi oyundan, ne çocukluğundan bahsedeceksin...

    Selahattin Abi de konuya tam bu noktadan girdi. Çeşme başında işgalciler tarafından çekilen fotoğraftakilerin kimlikleri bilinip bilinmediğini sordu. Bunun mümkün olmadığını, sadece katırın yularını tutan yalınayak çocuğun Timitiri Arif olabileceğine dair tahminler bulunduğunu söyleyince, bir çocuk olarak babasından dinlediklerini hatırlamış. Başladı bize anlatmaya...

    Sakanın Bekir o yaşında çifte gidermiş. Sabanı, örendireyi anca tutabiliyormuştur herhalde. Dombeylerle sürermiş çifti. Sakaların altı çift sağım, bir çift de koşum dombeyleri varmış, çift sürme işini bu koşum dombeyleriyle yapıyor Bekir. 

    Yunanlar köydeki sığır öküz ve koyun keçilerin, hatta kaz tavuk gibi kümes hayvanlarının kökünü kurutmasına rağmen dombeylere itibar etmemesi ilginçtir. Acaba bu türün etini sevmemişler miydi?

    Neyse, Bekir hangi tarlayı sürdüyse sürdü... Hayvanlar boyundurukta getirilirmiş eve... Saban tarlada bırakılıyor, ertesi gün devam edilecek çünkü... Yularından yederek veya ardından örendireyle dürtükleyerek hayvanları sürerlermiş. Yalnız her türlü köyden çıkışlar, hatta tarlaya gidişler bile kontrol altında olduğu unutulmamalıdır. Çocuk yaşta da olsan izin belgen yanında olmadan, karnesiz ayrılamıyorsun; köyden çıkarken ve geri girerken böyle kontrolller yapıyor işgalciler... Hatta çok basit zirai aletleri alıp kullanmak dahi izne tabi imiş. Bütün bunlarla ilgili çok tatsızlıklar yaşanmış, mesela izinsiz urgan aldın diye Araposman'ı öldüresiye dövmüşler...

    Neyse ki Bekir kazasız belasız köye dönmüş, evlerine sürmüş dombeyleri. Hayvanlar da alışık, biliyorlar ki artık evdeler boyunduruktan kurtulma vakti geldi. Özgürlük hissi yalnız insana mahsus değil, dombeyler de buna düşkün... Onların bu özgürlük içgüdüsü bakalım Sakanın Bekir'in başına ne işler açacak...

    Boyunduruktan kurtulma içgüdüsüyle hayvan dış zevleye yükleniyormuş boynuyla. Bu müthiş baskı sebebiyle zevleyi çekip çıkaramıyor Bekir... Dombeyin baskısına insan gücü dayanabilir mi; söyledikti, zaten daha çocuk sayılır... Hayvan boyunduruktan kurtulmak için yükleniyor, o yüklendikçe Bekir milim çekemiyor zevleyi... Çok bunalmış çocuk ve;

    - 'Vay bilmemnetdimin Yonan malı!' diye kükremiş... Hayvana mı kızdı, kendi güçsüzlüğüne mi yandı, yoksa Gavurun boyunduruğunda bulunmaktan mı bunaldı da böyle bağırdı bilinmez...

    Yalnız her yerde vıgır vıgır karşına çıkan askerler de duymuş bunu. Çocuğun dediklerini tam anlamasalar da, içinde Yunan kelimesi geçen bu bağırtıyla kendilerine küfrettiğini düşünmüşler. Böyle düşünmekte haklı olabilirler, çünkü sadece Eğret'te bulunmalarından dolayı bile en galiz küfürleri hak etmekteydiler...

    Her türlü küfrü hak eden askerler hışımla koşmuşlar ve tekme tokat, yumruk dipçik karışık çok fena dövmüşler Bekir'i... Bu arada onlar da 'Gamudu kerata! Gamudu kerata!' diye küfürler savuruyormuş. Dediğine göre kan revan içinde kalmış, aklı başında olmasına rağmen ölü-baygın numarası yapmış da öyle kurtulmuş. 

    Sakaoğlu Ali ile Kezban Hanım, o vaziyetteki oğullarını Gavurun elinden kurtarıp kenara sürümüşler. Galiba Yunanlar da öldü diye bırakmışlar. Taze koyun derisine sarıp sarmalayıp kırığını çıkığını, yara beresini tedavi etmişler de öyle ayağa kalkmış. Yunan yediği hayvanın ayaklarıyla kellesiyle uğraşmayıp atarmış o vakitlerde ve attıklarının içinde deri de varmış. Yeni yüzülmüş deri eksik olmazmış...

    28 Ağustos 1922'de boyunduruktan kurtulmuşlar...  1940'lı yıllarda Aliefe'nin pataklaması ne ki, Kelbekir asıl dayağı Yonan'dan yemiş... Aliefe 1982, Kelbekir 1983'te vefat etti; nurlarda yatasılar...


08 Haziran 2025

Sakatat Yemezlermis

     
    Ünlü yiyicileri anlatırken olayın ayrıntılarına tam vakıf olmadığım için hiç girmedim. Ayrıca müstakil bir hikaye barındırıyor, özel bir başlığı hak ediyordu, bu yüzden anlatacağım olay bugüne sarktı.

    Tekelilerin rahmetli Şükrü Taşkın emmi erken dönemde İzmir'e yerleşmiş, kendince geniş bir tanıdık çevresi oluşmuş. Böylece yeni gelecek köylülerini orada işe yerleştirme konusunda başvuru merkezi gibiymiş, çoğu kişinin iş bulması ve İzmir'e yerleşmesine öncülük etmiş. Orada olsun, köye geldiğinde olsun köylüler kendisine hürmette kusur etmiyorlarmış.

    Onun bir başka özelliğinden de bahsediyorlar, giyim kuşamına çok titiz, insan ilişkilerinde alabildiğinde kibar imiş. Ütüsüz pantolon, ensesi ile yakası arasına tampon bir mendil koymadan gömlek giymezmiş. Yüzü sürekli tıraşlı, ayakkabıları boyalı olurmuş. Belki de sosyal çevresinin genişliği onu böyle bir yaşantıya zorluyordu. Her neyse, bu görüntüsü sebebiyle köylüler arasında Zeki Müren diye anılırmış...

    İş bulmasına yardımcı olduklarından biri de Keçimehmet'in Ahmet Seçan... Tuborg fabrikasına yerleştirmiş onu... Ahmet bunun hatırına köyde ağırlamak istemiş. Galiba seksenlerin sonları bu dediğim. O sırada bizim köyde misafir ağırlamaya en uygun yer dağda Bödünün Çeşme, misafirleriyle orada piknik yapacaklar...

    Bütün hazırlıklar tamamlanmış. Bir keçi kesmiş mesela, sonra diğer ikramları da ayarlamış ve varmışlar dağa... Şükrü Taşkın'ın arkadaşları da kendisi gibi titiz ve seçici kişilermiş. Oraya vardıklarında keçi etini görünce; 

    - 'Biz sakatat yemeyiz' diye açıkça söylemişler. Sakatat dedikleri koyun keçi gibi küçükbaş hayvanlardır. Akdeniz bölgesinde nasıl küçükbaş eti tüketiliyorsa İzmir'de kokusundan mıdır nedir, bu ete itibar edilmezmiş. Bunun üzerine Ahmet köye dönüp kasaptan biftek bonfile ne bulduysa alıp getirmiş. Biraz da kızmış herhalde, sen kalk koca keçiyi boğazla, misafirlerin burun kıvırsın... 

    Keçi eti bir kenarda dururken onlar sığır etiyle oyalanadursun, bu sırada köyde bir şeyler olmakta, biz oraya bakalım...

    Büyük ihtimal Misginin kahvedeler; Kelahmedin Halil Bar, Sucu Nuri Toka ve Sağıroğlunun Adem ile Mehmet Sancak kardeşler... Mevzu varıp boğazlar meselesine dayanmış. Ne yapalım ne edelim, neyi nasıl yiyelim...

    Biri Afyon'dan yeni geldim demiş, öteki yemeği yeni yedim... Fazla yiyemeyiz demeye getiriyorlar. Bu yüzden az almışlar ne aldılarsa... Sonra nerede yiyelim düşüncesi almış bunları... Söğütaltına mı gitsek, Beylikbahçesine mi... Boş ver, dağa gidelim demişler. İstikamet Bödününçeşme... Herhalde Nuri'nin taktakla gidiyorlar...

    Bödününçeşme düzlüğünde vaziyet bıraktığımız gibi... Bir keçinin eti kenara itilmiş küskün... Misafirler birer parça sığır etini uzun çubuklara takmış ateşe uzaktan tutuyorlar, etler pişsem mi pişmesem mi aralığında... Ahmet ise misafirlerini memnun edememe endişesiyle telaşlı ve tedirgin... Galiba biraz da morali bozuk...

    Tam da bu haldeyken, helikopter patırtısıyla yeni gelenleri görünce Ahmet'in yüzü ışıldamış;

    - 'Valla iyi geldiniz' demiş, 'Aha keçi de orada...' Şimdi düşünelim, pişirilmeye teşne, ama kimsenin yüzüne bakmadığı bir yığın et bir tarafta; yakılıp köz haline getirilmiş, ama üzerine vazife yüklenmemiş, boşa tütmekte olan meşe ateşi diğer tarafta... Sen olsan ne yaparsın!...

    Bizimkiler de aynısını yapmış, keçi eti parçalarını patır patır köz ile buluşturmuşlar. Kül bulaşmasın diye sığır eti takılmış şişlerini uzaktan tutan titiz misafirlerin şaşkın bakışları arasında etler cızırdıyormuş. Birisi alasulu piştiğini düşündüğünü, elindeki uzun değnekle met oynar gibi uzağa fıydırıyormuş. Diğer üçü ise düştüğü yerde etin başına çullanıyor, dakikasında onu yok ediyorlarmış. O anda yok ben Afyon'dan yeni geldim, yok ben şimdi yemek yedim karnım tok, diyenlerle karnı aç olanın farkı kalmamış. Hep birlikte düştüğü yerde yiyerek koca keçiyi bitirmişler. Nuri bana bu olayı anlatırken sanki kendisi orada değilmiş gibi üçüncü şahıs ağzıyla konuşuyordu;

    - 'Adam değnekle atıyor, ötekiler anında kapışıyor.' Sen bu olayın neresindesin, diye sordum, cevap vermeyip gülmekle geçiştirdi...

    Dört aç adam bir keçiyi yerken, sakatat sevmeyen misafirlerin şaşkınlığını tahmin edersiniz. Bu arada kazıkta takılı şiş kebapları hala çiğ... Onları ve diğer sığır etlerini de köze atmak suretiyle pişirip yemek yine bizimkilere düşmüş. Seve seve vermişler kendi etlerini de... Çünkü öyle zevkli yiyorlarmış ki, kibar misafirler onları seyrederken doyuyormuş...

    Onlar doyuyor, ama beridekiler doymuş mu? Ne gezeer... Etler bitince sağa sola bakınmaya başlamışlar. Bu hayvanın kellesiyle ayaklarına ne oldu? Aha şuraya atıverdik. Getirip ateşe gömmüşler, pişince onları da yemişler... Kemikler? Onlardan haşlama yapmışlar... Tam bitti derken...

    Garnını n'ettiniz, aha şuraya çıkardık... Dörtlünün performansından iyice başları dönen misafirler Eğret'te işkembeye garın dendiğini ne bilsin, şaşkınlık içindeyken yeni bir şaşkınlık aralığına açılıp olacakları anlamaya çalışıyorlar. 

    Bizimkiler dereye terk edilmiş garnı deşiyor ve içini boşaltıyorlar. Kabaca silkeleyip çeşmenin aharına bandırıyor ve tekrar silkeliyorlar. Tertemiz (!) olmuş işkembeyi getirip közün üzerine seriyorlar. Bir müddet sonra, kesip kesip tuzlayarak işkembeyi de sündüre sündüre yiyorlar. Geriye keçinin derisinden başka bir şey kalmamış. Dediğine göre, doymamış olsalar onu da yerlermiş de Allahtan doymuşlar...

    Bütün bu olanları misafirler kah şaşırarak, kah gülerek, kah hayranlıkla izlemişler. Hayranlıklarını olayın üzerinden yıllar geçtiği halde Şükrü Taşkın hep ballandıra ballandıra anlatmış. 

    - 'Ben sizi iyi biliyorum, nasıl yediğinizi de...' diye takılır, şahit olduklarını yanındakilere hep anlatırmış. 

    Bu olay yaşandıktan kısa süre sonra 1992'de Keçimehmedin Ahmet Seçan, uzun yıllar sonra 2016'da ise Tekelilerin Şükrü Taşkın vefat etti... Keçiyiyen dörtlü hala hayatta... Allah sağlıklı ömürler versin, insan yiyebiliyorken yemeli...



26 Mayıs 2025

Un Tuz Tartmak


    Geçen gün köye gitmek için yolumuzu Gazlıgöl'e düşürdük. Tam orada aklıma Hacı Arif dedemin yaşadığı bir olay geldi, Dandır sapağına dönerken çocuklara onu anlattım. Babamdan defalarca dinlediğim için bütün ayrıntısıyla hafızama kazınmış olan bu ilginç olaya geçmeden önce Hacı Arif dedeyi kısaca tanıtmam gerekti.

    Arif, Böbü dedenin küçük oğludur. Oğlu olmayan Hasan Hüseyin abisi ise, Hamzaların Afyon kolu ile Böbüler ve Sarasanların dedesi oluyor.1880 yılında doğdu Arif... Doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğu bilinmiyor, topaldı. Bu yüzden askere alınmamış. Genelde fiziksel özellikleriyle lakaplama yapılan Eğret'te Topal Arif yerine Hacı Arif lakabı takılması ilginçtir. Oysa hacca 30 yaşından sonra gitmiş...

    Böbü Dedemiz onu Hacılardan Nazik ile evlendiriyor. Nazik Hanımı da tanıtalım, tam olsun; Davılcıarif, Dındınali, Kelsalek, Kelidiriz, Çapıtçıhafız ve Kelarzıman'ın halaları oluyor...

    Olay evliliğin ilk yıllarında geçiyor, Arif ve Nazik delikanlıyken... Henüz çocukları yok, ihtimal 19. yüzyıl sonları... Bunlar arkadaşlarıyla sözleşmişler, gece Gazlıgöl'e hamama gidecekler. Köydeki hamam yanmıyor olabilir veya su, sıcaklık, havuz farkından orası tercih edilmiş olabilir. O dönemde bile çevredeki kaplıcalara gitmenin yaygın olduğu anlaşılıyor...

    Arkadaşları gelip almışlar Arif'i. Yayan gitmezler herhalde, ihtimal ki at arabası ayarlamışlardır. Yolda neler yaşadıkları, ne zaman vardıkları, arkadaşlarının kimler olduğu filan meçhulümüz. Bundan sonra bir süre Arif dedenin anlattıklarını dinleyeceğiz.

    Hamama girmişler. Tabi başka köylerden gelenler de olabilir... Bir vakit her şey normalmiş. Sabunlanmışlar, keselenmişler, suya girmişler... Bir süre sonra içlerinden biri,

    - 'Şu kandilleri söndürün veya şavkını kısın' gibi bir şey söylemiş. Eskiler bilir, idare lambası veya kör kandil denilen aydınlatma araçlarını... Ucunda döndürerek şavkı kısıp açmaya yarayan basit bir düzenek vardır, onunla alevin şiddetini ayarlarsın. Tam söndürmek için fitile üflemek, yahut parmaklar arasında yanmakta olan fitil ucunu ezmek gerekir. Her halükarda kandile varmak zorundasın yani... Fakat kurnanın başında yan gelip keyf çatmakta olan birisi, 

    - 'Durun ben hallederim' diyerek hiç istifini bozmadan ayağını uzatıp gerçekten halledivermiş. Bunu normal, sıradan bir şey yapar gibi yapmış, ama olay hiç de normal değil... Bir defa uzaktaki kandile ulaşmak için yerinden bile kalkmamış adam. Ayağı kandile doğru iki üç metre uzayıvermiş. Ayrıca adamın parmak aralarının perdeli olduğunu da fark etmiş Arif, tıpkı kaz, ördek ayağı gibi... O anda etrafına bakınmış ki, hamamda bulunanların hepsinin durumu aynı; uzun bacaklılar ve perde ayaklılar... Üstelik köyden birlikte geldikleri arkadaşları da aynı... 

    Dehşet içinde kalmış ve korkudan ne yaptığını bilmez bir şekilde kendini dışarı atmış. Dışarı derken, en dışarı değil; çıplak bir şekilde nereye gidecek... Olanlardan habersiz işine bakan hamamcıyı uyarmak istemiş;

    - 'İçerdekilerin hepsi acayip, şeytan mıdır ne!..' Hamamcı oralı bile değil, işine devam ediyor... Arif ısrarla uyarısına devam edince sıkılmış gibi tezgahın ardından öne çıkıyor ve,

    - 'Böyleler mi?' diye sıyırdığı peştamalin altından perdeli ayaklarını göstermiş. Bundan sonrasını Hacı Arif dede hatırlamıyor... Olayın bütününü ve perde gerisini öğrenmek için Eğret'e dönmeliyiz...

    Arif arkadaşlarıyla gittikten bir süre sonra, arkadaşları tekrar gelip onu çağırmışlar. Nazik Hanım çıkmış dışarı ve 'Niye dönüp geldiniz?' gibisinden soracak olmuş. Biraz da endişelenmiş galiba, çünkü yanlarında kocası yok. Başına bir şey mi geldi acaba... Fakat arkadaşları gayet sakin;

    - 'Gelsin Arif, hamama gidecektik.' filan demişler. O vakit endişesine korku ve şaşkınlık da karışmış Nazik Hanımın;

    - 'Demin aldınız gittiniz ya!...' Nasıl olurdu, şuydu buydu derken, mesele anlaşılmış. Arkadaşlarına benzer bir grup gelip götürmüşler Arif'i... Atları koştura koştura Gazlıgöl'e varmışlar. Arif'i hamamın aralığında baygın olarak bulmuşlar... Meğer onu buraya getiren arkadaşları değil, habis ruhlar taifesiymiş. Allah'tan ki aklını yitirmemiş, sadece bayılmakla kurtulmuş. Belki de bayıldığı için kurtulmuş...

    Söğütçük'e geldiğimizde çocuklara Hacı Arif dedenin kuyuyu gösterdim. Seren ve direği yıkılıp yerine çeşme yapılalı otuz yıldan fazla oldu. Şimdi kuyu ağzını kocaman bir kaya ile tıkamışlar... 

    Çeşme yapıldığı yıllarda Anıtkaya'da çalışıyor ve orada oturuyordum. Bazı akşamlar dışarıdan birileri çağırırdı, balkona çıkıp bakardım, kimse yok. Bazen de zile basarak çağırırlardı, yine kapıya bakardım kimse yok. Bu garip çağrılma olayları sıklaşınca babama anlattım.

    - "Yine çağıracak olurlarsa balkona çıkma, kapıya da bakma... 'Gelemem, un tuz tartıyorum' de... Bir daha çağırmazlar, zarar da veremezler."  dedi ve Nazik ninesinden işittiği yukarıdaki olayı anlattı. İlk defa o vakit duyduğum hamam olayını sonra yine defalarca dinledim. Nazik Ninemiz, kocasının travmayı bu tılsımlı sözlerle atlattığını, bir daha habis ruhların kendisini rahatsız etmediğini söylemiş...

    Benim durumum bir yanılsama olabilir. 'Un tuz tartma' hususunu uyguladım mı bilmem, ama bir daha ünnneyen olmadı...



07 Mayıs 2025

Dimitri'nin Çukur


    İlbulak'tan çekilen çiçek böcek, manzara fotoğrafları ve küçük dağ gezisine dair yazılanlar işe yaramış görünüyor. Gerçi zaten dağımızı severiz, imkan bulan sık sık oraya gider, çok uzaklardakiler de bunun özlemiyle yaşayıp hasretlerini her fırsatta dile getirirler. Fakat ayrıntılar arasına gizlenmiş küçük güzellikleri fark etme noktasında galiba biraz bakış zayıflığı vardı. İşte yeni paylaşılan fotoğraflardan anlıyoruz ki, Anıtkayalı'ların bakış açısı değişmeye başlamış, dağın güzelliğini derin derin içine çekmeye başlamışlar...

    Sülale araştırması sırasında elde bir çok fotoğraf birikmişti. İş bittikten sonra dağılıp heder olmasınlar diye bunları sosyal medyada ve blogda paylaşalım dedik. Bunun üzerine bir sürü yeni ve tarihi belgesel değeri olan fotoğraf akmaya başladı, bunları da belli bir sıra ve düzende paylaştık. Bu arada Emetilerin Hasan Kaya merhumun büyük bir dikkat ve özenle oluşturduğu koleksiyonunu Bilal Kaya bize açma inceliğini gösterdi. Ahmet Külte'nin bunun için gösterdiği büyük çaba ve Mustafa Ayas'ın yorucu fotoğraflama-ayrıştırma çalışmaları sonucunda onları da paylaşma ve arşivlemeye başladık. Albüm haline getirip bilinmeyen fotoğrafların tanılanması süreci uzayacağa benziyor.

    Fotoğraf işlerine odaklanınca yazılar ister istemez azaldı, ona pek dikkat ve zaman ayıramadık. Tam bu noktada, acaba fotoğraf işine gereğinden fazla mı zaman ayırıyoruz düşüncesi zaman zaman akla gelmiyor değil. Ancak fotoğraf paylaşımları da bazen yeni güzelliklerin ortaya çıkmasına vesile olabiliyor, bu da yeni bir motivasyon kaynağına dönüşüyor.

    Terzi Musa Türkmenoğlu Abi 'Paylaştığın her fotoğrafı arşivliyorum' deyince, yapılanın önemli olduğunu bir kez daha anladım. Paylaşımlar sosyal medyada kalmayıp, en azından blogda bir kaç albüm halinde kaydedilmeli, bu fikir de pekişti; inşallah öyle olacak.

    1921 yılında işgalciler tarafından çekilmiş meşhur fotoğrafı da konuştuk. Şimdiki Galipbey caddesinin o günkü halini en net gösteren fotoğraftır. Soldaki evlerin Gocacami hizasında sıralandığı, sağdakiler de aynı olduğunu düşünürsek çok geniş olduğu çok açık. Burası sel yolağıyla, köprüsüyle, kayalık yapısıyla bir asır önce de Eğret'in önemli bir merkeziymiş. Alt köşede kemer gibi, mühür gibi amblemin Yunan hükümetinde bir kurumun mührü olabileceğinden bahsettik.

    Bu fotoğraf üzerine daha önce Selami Kurt ile de konuşmuştuk. Selyolağının hemen başında sağda görünen beyaz binanın tekkeye ait olabileceğinden filan söz ettik. Şimdi tekrar baktığımda o binanın hemen yanında derme çatma belli belirsiz bir şey de dikkatimi çekti, türbe olamaz, daha yüksek sanki... Neyse, ben bu önceki konuşmadan aklıma yerleşen fikri dillendirip o binanın tekke/zaviye olduğunu söyleyince Musa Abi, 'Öyle değil' dedi ve başladı anlatmaya...

    Kekliklerin Kel Ramazan Tül ile sohbetteler... Laf lafı açarmış ya, konu nasıl olduysa Kinislerin Arif Soya'ya gelmiş. Musa Abi askerliğini Rumların çok olduğu bir yerde yaptığı için Dimitri ismini biliyor. Sormuş:

    -'Le Irmızan Ağa bu Timitiri gavur adı değil mi, niye adama böyle dediniz?'

    Ramazan dede almış lafı, ve soruyu ayrıntılı bir şekilde cevaplamış. İşgalcilerin içinde Dimitri adında biri ile Arif'in benzerliğinden dolayı böyle lakaplandığını bir güzel anlatmış. Tabi bu arada daha bir sürü ayrıntıya girmiş. Gocacami'yi hastane olarak kullandıklarını, çevredeki gözüne kestirdikleri binaların karargah, komutan evi olduğunu filan... Arif'i de saka olarak kullanır, eşekle çeşmeden su filan taşıttırırlarmış. Kendi aralarında bu kara kuru çocuğa Dimitri diyorlar, böylece onlar gittikten sonra lakap Timitiri olarak yerleşmiş... Konu Dimitri ya, asıl anlattığı o...  Herhalde konuşa konuşa geliyorlarmış bunlar... Tam şimdiki tuvaletle türbe arasına geldiklerinde;

    - 'Aha burda hela vardı, meydan helası... Yonan Timitiri bu helanın b.k çukuruna düşdü bigün. Çıkardılâ emme arkıdeşlêne eğlence olduydu...'

    Musa Abi olayı bu şekilde anlatıp kapatırken, hikaye kafamda şekillenmişti. Elbette amacım hikaye anlatmak değil; ama bu fotoğraf paylaşılmasa Kelırmızan'dan dinlediklerini bize nakletmeyecek, biz de fotoğraftaki bina tekke zannedecektik. Belki de öyledir ve Dimitri'nin çukuruna düştüğü hela hemen onun yanındaki derme çatma şeydir...