07 Nisan 2024

Gök Kapıları

    
    Önce A’raf-40 ayeti: “Ayetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte biz, suçlu kâfirleri böyle cezalandırırız!”

    Ayetteki "ebvabüssemavat/gök kapıları"nın açılmayacağı hususunu müfessirler münkirlere, kafirlere Allah'ın acımayacağı biçiminde anlamlandırıyor. Birinin yüzüne kapıların kapanması demek, onun muradına eremeyeceği ve muhatabından ilgi görmeyeceği anlamına geliyor. Bu deyimden de yola çıkarak Kuran'daki bu tabirin bol mecaz yüklü bir metafor olduğu söylenebilir. Münkirlerin durumunun değişmesi, devenin iğne deliğinden geçmesine bağlanması da bunun imkansızlığını gösteriyor. Kısaca buradaki gök kapılarının gerçek anlamda kapı olmadığı çok açık. Çünkü sema tabanı, tavanı, duvarları olan bir şey değil ki kapısı penceresi bulunsun. Gök kapılarının açılması, kurtuluşun ve cennetin bileti gibi anlaşılmalıdır.

    Ve İbn-i Ömer’den nakledilen bir hadis: "Şu beş durumda gök kapıları açılır ve dualar kabul edilir: 1- Kur'ân okunurken, 2- İslâm ordusu düşman ordusuyla karşılaştığı zaman, 3- Yağmur yağarken, 4- Zulme uğrayan duâ ettiğinde ve 5- Ezan okunduğunda..."

    Hadiste gök kapılarının açılması, duaların kabulü anlamında kullanılmış. Göğe yükselen dua dilekçelerinin ilgili makama ulaşabilmesi için belli geçitlerden/kapılardan geçmesi gerektiği, o kapılar kapalıysa duaların kabulünün zorlaşacağı, açıldığında ise duanın kabul edileceği mazmununu tasavvur etmeliyiz. Bu tasavvurda da "gök kapıları"nın mecazi olduğu anlaşılıyor. Yani hem ayette hem de hadiste yer verilen bu tabir gerçek anlamda değildir. Bununla beraber "gök kapıları" gerçek-somut anlamıyla bir çeşit açılır kapanır kapıya işaret ediyor da olabilir. Elbette doğrusunu Allah bilir...

    Geçen hafta Bigalının kızı Şaziye Kocausta Abla, çocukken yaşadığı bir olay anlattı. Beni danışılacak bir hoca zannederek olayın aslını astarını ve yorumunu istiyordu. Bilemediğimi, araştırıp kendisine döneceğimi söyledim; yukarıdakiler, O'na verdiğim söz içindir. Anlattığı olaya gelince...

    1958 Yılı olmalı, Şaziye Kocausta beş altı yaşlarında... Nereden geliyorlarsa, annesiyle birlikte evlerine gidiyorlar. Guyuderesi'indeki evlerini (şimdi Akbaşların Resul Karakaya'nın oturduğu evi) yeni yapmışlar. Yörüğoğluların Metin Tüplek'in ev filan henüz yok. İleride Cavalar ile Tatıresilin evler var, tek yanlı o sokak  yeni oluşmuş durumda. Yolun sol aşağısındaki tarlalar da daha bahçeleşmemiş, hala çayır...

    Analı kızlı böyle ilerliyorlar, havada sıradışı bir şey yok... Cavaların ev hizasına geldiklerinde o tuhaf olay duraklamalarına sebep oluyor... Birdenbire batı ufuklarında yeşil beyaz parıltılar görülüyor, gökyüzünde bir hareketlilik... Sanki bir perde, bir paravan, bir kapı açılıyor gibi... Sonra bir daha, bir daha... Üç dört kez göklerin açılıp kapandığını görüyorlar. O anda çayırlıkta Emirlah Çeşmesine kadar bütün söğütler yere kapaklanıp geri doğruluyorlar. Göğün açılıp kapanmasına paralel olarak adeta secdeye varıp kıyama kalkıyorlar. Üç dört kez tekrar eden bu olay sırasında ayaklarının altındaki zemin, yer yer çukurlaşmış...

    Olayın burasında aklıma birdenbire şahit oldukları şeyin bir deprem olabileceği geldi. 1995 Dinar depreminde Metin Azbay oraya görevli olarak gitmiş, döndüğünde yaşadıklarını dehşetle anlatmıştı. Hatırımda kaldığına göre günler sonraki artçılar bile o kadar şiddetliymiş ki, yer halı silkeler gibi kıvrılır; koca koca binalar eğilip yere değer, sonra tekrar doğrulurmuş. Şaziye Abladan dinlediklerim ile Metin'den dinlediklerim birbirine çok benziyordu. Araya girip bu ihtimali belirtmek istedim, ama bu da çok saçmaydı; çünkü o şiddette bir deprem yalnız Eğret'te hissedilemez, köyde de sadece ana kıza kendini göstermezdi. Üstelik o yıllardaki bir zelzele hakkında kimseden bir şey duymamıştım... Bir de depremin kendine has ürkütücü bir sesi vardır, Allah göstermesin yaşayan bilir. Şaziye Ablanın yaşadıklarında hiç de öyle korkacak bir şey yokmuş. Özellikle sordum, hiç korkmadığını söyledi...

    Annesi biraz ürpermiş galiba, çünkü gördükleri normalde dayanılacak şeyler değil... Tıraka (Abdurrahman Zenger)i görmüşler, bu ürpertiyle ona sormuş Kezban Hanım... 

    -"Korkma Kezban, gök kapıları açıldı. Fırsatı kaçırmayın, dua edin kabul olur." demiş Tıraka... Kezban Hanım bıdır bıdır bir şeyler okumuş...

    Bu olayı yorumlatmak için köydeki bir hocaya gitmişler analı kızlı... Şaziye Abla hangi hoca olduğunu hatırlayamadı. O da güzel yorumlamış, bu türlü hadiselerin herkese görünmeyeceğini, gök kapıları açıldığında edilecek duaların kabul olduğunu filan söylemiş...

    Yıllar sonra Şaziye Abla aynı olayı, yani gök kapılarının açıldığını rüyada da görmüş. Bir farkla ki kapılar bu sefer batıda değil doğu ufuklarında açılıyormuş. Bir de bu sırada söğütler bulunmuyormuş...

    Bütün bunları dinledikten sonra söz verdiğim gibi araştırdım. Gerçek hayatta benzerinin yaşandığı bir olay tespit edebildim. Karadeniz bölgesinde sahurdan sonra yayladan dönen kadınların üçü biraz geride kalmışlar. Gökte turuncu ışık arasında bir kıpırtı görünce genç olan ikisi korkmuş. Yaşça daha büyük olan ise gök kapılarının açıldığını, istedikleri her ne ise dua etmelerini öğütlemiş. Bu olaydan bir kaç ay gibi kısa bir süre sonra her üçünün duasının da gerçekleştiği anlaşılmış.

    Ben rüya tabirinden de anlamam, ama bütün kaynaklarda rüyada gök kapılarının açıldığını görmek; nasip, kısmet, bereket, muradına erme gibi müspet durumlarla yorumlanıyor.

    Yukarıdaki hadis ışığında düşünecek olursak; Cavaların evin dengine geldiklerinde batı tarafında gök kapılarının açıldığını gören ana kızın durumunu bilemiyoruz. Acaba bir haksızlığa mı uğramışlardı. Bilindiği gibi her türlü haksızlık 'zulüm' diye adlandırılır. Efendimiz (SAV)in dediğine göre 'zulme uğrayan duâ ettiğinde gök kapıları açılır ve dualar kabul edilir.' Bilmem bu sözün üstüne başka lakırdıya gerek var mı!..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder