Çocukluk Ramazanlarının bir kısmı yaz günlerine denk gelmeyenler, anlatacaklarımda aynı heyecanı bulamayabilirler. O talihsizlere iftarda soğuk su gerekmiyordu çünkü. Daha doğrusu bir kupa soğuk suyla oruç açma zevkinden mahrum kaldıklarından talihsizdiler...
Özellikle 1977 yılından itibaren oruç böyle bunaltıcı günlerde tutulmaya başlandı. Gündüzler geceye göre biraz daha uzun, ama gündüz gece sıcaklık farkı çok fazla olduğu dönemlerdi. Çoğu insan hala harmanyerinde, bazıları da günaşık kesmeyle meşguldü. Harmandan kalkamayanlar saman çeker, eşer, deperdi. Samanlıkta saman tozu yutanlar işlerin ne denli cavcavlı olduğunu anlayacaktır. Beride günaşık kesenlerin veya kök yolanların durumunu da çekenler bilir. O mevsimde artık güneş fazla yükselmediği için ışıkları Ağustos'tan daha yakıcıdır. Bu şartlarda oruç tutuyorsun, anladın mı iç yangınını?..
İleşberliğin bittiği, tarımın ise tamamen tekniğe döndüğü bugün, olmaz da hadi o yıllardaki kadar işten bunaldın diyelim; iftarda buz gibi bir ayran, serin bir bardak su içme imkanın var. Zira her evde bir değil bir kaç tane soğutucu görmek sıradan bir durum. Oysa elli yıl önce öyle miydi, köydeki bir kaç buzdolabı bakkal ve kahvelerdeydi. Hatta onlar da karpuzu, gazozu kovaya koyup kuyulara sallarlardı...
İşte o dönemde gün boyu içi yanan garibanların iftar sofrasında bir bardak soğuk suyu canı çekmesini çok görmemeli. Bir bardak soğuk suyu anlatacağım size...
Söğütcük mevkisi, çaprazlama hatla üç kuyunun sıralandığı bir çizgi çevresinde oluşmuş. Aşağı kısımdaki ikisi sereñli, yukarıdaki ise dolaplı bu kuyuların iki ucundakiler Gocagulağıñguyu diye anılıyor. Ortadaki sereñli olan Hacıarif Dedemin hayratı imiş; konumuz o değil, diğerleri...
Gocagulağıñ aşağıdaki sereñli kuyusunun suyu gür olur, eğilsen tası daldırıp doldurabilirsin. Bununla beraber içmek için pek tercih edilmezdi, çünkü içinde yânış denilen karides benzeri küçük böcekler yüzerdi...
Yukarıdaki dolaplı kuyu çok derindi... Derin ve suyu çok soğuk... Dere bölgesine göre daha yüksekte bulunan bu kuyu suyunun sebebine, aharın ucunda yeşeren bir kaç genç söğüt ağacı, orayı mevkinin ismiyle müsemma hale getirmişti...
Sair zamanlarda malları sulamak için uğranılan, hatta onun için bile diğerlerinin tercih edildiği Gocagulağıñ dolaplı kuyu, Ramazanlarda kıymete binmeye başladı. İkindiden sonra güğümlerini sırtına alan kızlar; sineği, güğümü eşeğe çatan çocuklar; mahallenin güğümlerini beygir arabasına dolduran adamlar buraya akın ederlerdi. Biz ikincisinde, eşekle suya giden çocuklar gurubundaydık.
Akşama doğru çevresinde telaşlı ve sinirli bir kalabalık bulunan kuyu, ilk zamanlarda çok sakindir. İftar saatine daha çok vakit bulunduğundan kimse suyu erken götürüp de ısınsın istemez. Yoksa Gocagulağıñguyuya gelmeye ne gerek var... Bu yüzden herkes iftara en yakın saatte kabını doldurmak ister. Elbette bu mümkün değil; nöbet kapmaların, sırayı bozmaların, sinirlenmelerin, tartışmaların sebebi budur... Yine de herkes sofrasına top patlarken de olsa suyunu yetiştirir...
Evi Söğütcük'e yakın olanlar, Gocagulağıñguyunun soğuk suyunu beş altı yıl boyunca iftar sofralarına yetiştirdiler. Sonra Ramazan aylarını köyde geçirmemek üzere biz Anıtkaya'dan ayrıldık. Zannederdik ki geride bıraktıklarımız suya gitmeyi sürdürüyorlar. Meğer yitip giden o günler gibi, alışkanlıklar da değişmiş. Her eve olmasa bile her sokağa bir kaç buzdolabı girmiş; insanlar kuyudan getirdiği suyu değil, dolaptaki buzunu paylaşarak serinler olmuşlar...
Bir Ramazan gecesi suya gitmek kime ne çağrıştırır bilemem... Benim aklıma yaklaşık yarım asır önce yaşadığım Gocagulağıñguyu maceralarını getirdi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder