23 Mayıs 2024

Eğret'in Toplu Taşıma Tarihi; Dolmuşçular

     
    Yolcu taşımacılığı deyince akla motorlu taşıt araçları minibüs ve otobüs gelir, ama henüz otomobillerin bilinmediği zamanlarda da bu iş Eğret'te vardı. Atı arabası olmayan ya da yalnız yola çıkmak istemeyen yolcular toplu taşıma yoluyla bilhassa şehre, Afyon'a götürülüyorlardı. Bu dönemin toplu taşıma aracı, at arabalarıydı.

    Afyon'a veya çevredeki başka yerleşimlere gidiş gelişler eksik değildi. Hiç olmazsa kız alıp vermeler sebebiyle kurulan bağlar vardı, bu yüzden yolculuklar kaçınılmazdı. Bununla beraber ticari olarak yolcu taşımacılığının ne kadar eski olduğu bilinmiyor. Bildiklerimize bakalım...

    Apdıramanların Ali Cihan Harbinde şehit olunca tek oğulları Hasan ile anası yalnız kaldılar. Fadime Hanım da Garmenlerin kızı olduğundan Hasan 'Garmenlerin Hasan' diye bilindi. Askerdeyken kazandığı lakapla bütünleşip en sonunda köyde 'Garmenlerin Esat' oldu...

    Garmenlerin Hasan, girişimci bir ruha sahipmiş, Eğret'in ilk dolmuşçusu diyorlar onun için. Kepineğini kapan sabah erkenden evin önüne gelirmiş. Dolmuşçuluğu at arabasıyla yapıyor çünkü, yolcular da ona göre tedbirli yola çıkıyorlar. Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında evinin önü durağa dönmüş... Bu işi ne kadar daha yaptığı bilinmiyor, Hasan Geçer namıdiğer Garmenlerin Esat, 1959'da vefat etmiş.

    Gödenlerin Mehmet Dayı 1930 yılında dul kalmış. O yıllarda Osmanköy'de imam olan Sağırların Ali Osman Hoca, başka bir dul Gülsüm Hanım ile bunların evlenmesinde önder oluyor. Ama gelinin Eğret'e getirilmesi lazım... O sırada delikanlı olan Patlağın Davılcı (İbrahim Patlar) beygirleri koşuyor... Arabasıyla getirdiği yolculardan Gülsüm Hanım, Bakkal Süleyman Dadak'ın anası; onun yanında tay gelen kızı Naime ise Göcen Asım ve Ahmet Gülen kardeşlerin anasıdır.

    Aynı yıllarda Delinorinin Gulaksız Mehmet'in de çok namlı atları var. Düzensiz aile hayatına rağmen, düzenli olarak o atlarla Eğret Afyon arasında dolmuşçuluk yapıyor. Başından bir kaç evlilik geçmiş Gulaksızın Afyon'daki araba durağı Demircileriçi... İşte orada gördüğü kendisi gibi dul Şerife Hanımla orada nikahlanmış. Yolcuları filan unutmuş, hemen aynı gün karısı ve onun oğlunu alarak, çalımlı atlarını Eğret'e sürmüş. Şerife Hanım Takanuri ile Fahrettin Argunşah'ın anası; yanında tay gelen oğlu ise Hasan Karagöz'dür...

    Gulaksızın atlara hemen hemen denk seviyede bir çift at da Yenimısdık (Mustafa Şen) de var. Tabi onun dolmuşçuluğu Gulaksızdan sonra ve daha çok çevre köylere yönelik imiş. Ümmühan Hanımdan dul kaldığı sıralarda bir gün Olucak'a sefere gitmiş. O vesileyle Ayşe Hanım ile evleniyor...

    Eğret Köyü İhsaniye'ye bağlandığında Eğret-İhsaniye hattında at arabasıyla dolmuşçuluk yapan iki önemli kişi var; biri Yenimısdık diğeri Sıntırın Garakazım (Kazım Sımsıkı)... Garakazımın atlar çok namlıymış... Soğuk ve yağmurlu bir gün, köyün Ebesini götürürken araba çamura saplanmış. Onu kurtaracağız filan derken epeyce ıslanmış... Ve neticede orada kaptığı hastalıktan iflah olmayıp kısa süre sonra vefat etmiş...

    Bunlar at arabasıyla dolmuşçuluğun son zamanlarından ulaşan bilgiler. Oysa daha önceden, 1950'li yıllarda motorlu araçlarla taşımacılık başlamıştı. Demek ki birdenbire minibüse otobüse geçilememiş, uzun süre eski alışkanlıklar devam etmiş. Bunda motorlu vasıtaların daha pahalıya patlamasının da payı olabilir.

    Ellili yıllar demiştik... 1942'de Eğret Nahiye merkezi İhsaniye'ye taşınmıştı ve o günden beri resmi işlemler için çoğu kere oraya gitmek gerekiyordu. Dolayısıyla dolmuşçulukta İhsaniye hattı önem kazandı. 

    1956 Yılının ilk aylarında İhtiyar Heyetinin nahiyeye gitmesi gerekti. Bunun için Coruğun Süleyman Boran'ın at arabası kiralandı. Altı kişilik heyeti götürüp getirme ücreti olarak altı lira verilmesinden anlaşılıyor ki, o yıllarda İhsaniye gidiş dönüş bilet bir liraymış...

    Aynı yıl hamam inşaatı için kum lazım. Balmahmut'tan kamyonla getirilecek; ama şimdiki imkanlar yok, kum küreklerle ve kol gücüyle yüklenecek. Bunun için yükleyicilerin oraya götürülmesi gerekiyor. Başvurulan kişi Takgasların Berber Hüseyin Öncül... Arabasıyla ameleleri taşıma ücreti olarak 15 lira veriliyor Berberhüseyin'e...

    Aşiret Yörükleri her sene gelip Dağ'a konuyorlar ve mevsiminde yaylayıp ayrılıyorlar. Muhtarlıkça belirlenen ücreti ödedikleri sürece bir problem yok... Yalnız o sene iki obayla ücret konusunda problem yaşanıyor ve mahkemelik oluyorlar. Neticede Jandarma zoruyla Dağ'dan çıkarılmalarına karar verilmiş. Lakin keşif, bilirkişi ve Jandarmanın getirilip götürülmesinin Muhtarlıkça ayarlanması istenmiş. Onlar da Tongulların Ahmet Yiğit'in at arabasını 5 lira karşılığında kiralamışlar. 

    At arabasıyla taksicilik, dolmuşçuluk böyle... Gelelim motorlu araçlarla asıl toplu taşıma sektörünün gelişimine... Aslında bıçakla kesilmiş gibi iki ayrı dönemden söz edilemeyeceğini belirtmiştik. Çeşitli sebeplerden ötürü 10-15 yıl hem at arabası hem de taşıtlar birlikte çalışmışlar. Ancak motorlular yaygınlık kazanıp, at arabası ekonomik olmaktan çıkınca kullanımdan düşmüş...

    Motorlu vasıtaların Eğret'e gelişi, hemen hemen Türkiye geneliyle eş zamanlı gibi görünüyor. Genellikle ABD kökenli eski otobüslerden söz ediyoruz. Onlardan ilk defa Şubat1956 tarihli bir İhtiyar Heyeti kararı sayesinde haberdar oluyoruz. Karara konu olmasından, onların Eğret geçmişinin daha eski olduğu anlaşılabilir. Metni olduğu gibi alıyorum:

    "Köyümüzün camisi önünden hareket edip tekrar oraya gelip aynı yeri kalkma ve durak yeri yapan yolcu otobüslerinin işgal ettikleri bu yer köyümüzün efkar-ı umumiyesi ile bütün hayvanlarının gelip geçtiği önemli bir yer olduğundan otobüslerin oradan kalkıp orada durmaları köyün umumi asayişi bakımından sakıncalı görülmüştür.
     Bundan böyle orada duran ve oradan kalkan otobüs sahiplerine; bir defasında 10, ikinci defasında 15 lira ceza alınmasına ve bu durumun otobüs sahiplerine tebliğine oy birliği ile karar verildi.
      Not 1- Otobüslerden Halil İleri’ninkinin kendi garajında, diğer iki otobüsün de ayrı ayrı olarak birinin Delinurinin kuyu başında, diğerinin de Yörüğoğluların ambarın yanında durması kurulumuzca kararlaştırılmıştır.
       2- Yasak edilen yerde durma hadisesinin üçüncü defa tekerrürü görüldüğü takdirde ceza 20 liraya yükseltilecektir. Oy birliği ile karar verildi. 17.2.1956"

    Demek ki 1956 yılı başında Eğret'te taşımacılık yapan üç işletmeci bulunuyordu. Bunlardan biri Güçcükhalil (Halil İleri) imiş. Onun Hayta (Mahmut Özdemir) dayısı ile ortak ve müstakil olarak otobüsçülük yaptığını işitmiştim. Ne zamana kadar bu işi yaptı ve ne zaman kahveciliğe geçtiğini bilmiyoruz.

    Kararda durak yeri olarak Yörüğoğluların ambarın yanı gösterilen kişi ise Omarcıkların Şoförhalibram (Halil İbrahim Sağlam) olduğu sanılıyor. Babasının da şoför olduğu söylenen Şoförhalibram, dolmuşçuluk denince efsane gibi anlatılır. Bu anlamda Anıtkaya dolmuşçularının piri denilse yeridir. Bir dönem bu konuda tekel olduğu, alternatifi bulunmadığından yolculara epeyce eziyetler çektirdiği de anlatılanlar arasında... Çalışmadığı zaman, ki genellikle çalışmazmış, vatandaşa ittirdiği, sonra da onları epeyce koşturduğu; araba durmadı bahanesiyle Üyük'e kadar gidip yolcuları ve yüklerini orada indirdiği, zavallıların yüküyle köye kadar yürümek zorunda kaldıklarını da işittik...

    Durak yeri Delinorininguyu gösterilip ismi zikredilmeyen diğer otobüs sahibi de Takanori (Nuri Argunşah) olmalıdır. Zira aynı dönemlerde bu işi yaptığı hep anlatılır, hatta bu yüzden Taka lakabı verilmiş. Otobüsün eski ve bakımsız olmasından dolayı eski, hurda anlamında böyle demişler. Duyduğuma göre Gakgidi (Halil Oran) ile ortak yahut birlikte çalıştırmışlar otobüsü. Hatırlanacağı üzere ikisinin babası da (Coruk ve Gulaksız), at arabasıyla dolmuşçuluk bahsinde adları geçmişti... Bunlar arabaya fazla bakmazlarmış, seferden gelince öylece bırakır kahveye koşarlarmış. Bu yüzden otobüs ciddi bir arıza geçirdikten sonra bir daha ayağa kalkamamış. Patlakların Davılcının evin yanına çekmişler, orada öylece çürüdü gitti. Çocukluğumuzda içine girer, şoförcülük oynardık. Koltukları, direksiyonu, camları filan sağlamdı... Seksenlerin başında cesedi oradaydı, sonra ne oldu bilmiyorum. Günahı boynuna, motoruna toz şeker atarak otobüsü sabote ettiklerine dair bir şeyler de duydum...

    Aynı defterdeki bir başka kararda, Mayıs 1956'da 'Köyümüz şahs-ı maneviyesine ait orak makinesini Afyon’a götürüp getirmesi için Köyümüz halkından otobüs sahibi Şerafettin Azbay’a on lira verilmesine oy birliği ile karar verildi.' deniliyor. Otobüsle orak makinesi götürülmesi fikri bir yana, Şerafettin Azbay'ın otobüs sahibi olduğunu da ilk defa bu kararda öğrendim.

    Aklım ermeye başladığı zamanlarda, 1972 gibi Şaşdımoğlu Ziyaddin Şen'in, o günlerde benim gözüme çok büyük görünen bir otobüs kullandığını hatırlıyorum. Yolunu gözlediğim yolcular bana top getirecekti, o yüzden aklımdan kalmış. Otobüsle ilgili başka bir şey hatırlamadığıma göre Şaşdımoğlunun bu macerası kısa sürmüş olmalıdır...

    Yine o yıllara ait Apak (Mevlüt Kopan)ın tuhaf burunlu, kırmızı bir minibüsü vardı. Austin miydi, acaba? Binenler kaloriferi çalışmadığı için piknik tüpüyle ısıtıldığını söylüyor. İşte soğuk bir kış gününde, öldü zannedilen Hacınınibram (Halil İbrahim Azbay)ı o arabaya atıp götürmüşler Afyon'a... Sonra orada diriliyor, ama ölümden kaçış yok... Bir kaç yıl sonra 6 Ocak 1974'te geri dönüşsüz vefat etmiş... Apak'ın kırmızı minibüsle dolmuşçuluğu da uzun sürmüyor...

    Sonra dolmuşçulukta Ford rüzgarı esmeye başladı. Bu dönemde kimler bu işe soyunmadı ki... Kantinler, Gobakların Derviş, Arzıların İsa, Garaçaylılar, Gecegondu, Berberlerin Emin,  Ağamehmet, Yılıkların Ahmet, Kahveci Süleyman, Garaiban, Urganlılar... Çoğu umduğunu bulamadı, bir kısmı da uzun soluklu yaptı bu işi...

    Kahveci Süleyman Yırgal ve İsa Türkmenoğlu'nun Afyon'da hatları vardı, onunla yürüttüler. Diğer dolmuşlardan daha erken hareket ettiği için sabahın köründe Kahvecinin evin önünde bekleşirdik... Kahveci kaza yapana, İsa ise köye taşınana kadar dolmuşçuluğu sürdürüp sonra bıraktılar.

    Kantinler de dolmuşçuluğu bir müddet devam ettirdiler. Haciban (İbrahim) ve Ahmet Kızılyer kardeşlerin bu lakabı almasında, arabayla hacca yolcu götürmelerinin payı var. Sonra onlar da minibüsü sattı, ama Haciban Belediyede otobüs şoförlüğünden emekli oldu.

    Gobakların Garaiban (İbrahim Kopan) da uzun süre dolmuşçuluk yapanlardan biridir. Bir kaç kere değiştirdiği aracıyla ölene kadar dolmuşçuydu. Oğlu Halil İbrahim Kopan da bir süre direksiyona oturmuştu...

    Garaçaylıların Muhittin, Asım ve Mahmut Öztürk kardeşler, Anıtkaya-Afyon arasında en uzun süre dolmuşçuluk yapan aile oldular. Muhittin emekli olana kadar sürdürdü bu işi, sonra oğulları devam ettirdi. Mahmut, kendi minibüslerinden sonra Belediye'de otobüs ve minibüsleri kullandı; oradan emekli oldu. Kelasım ise son dönem dolmuşçuluğunun önemli isimlerinden biri oldu. Hastalık haline gelen mesleğini, emekli olduktan sonra bile bir müddet daha sürdürdü...

    Şimdi Anıtkaya toplu taşımasında önemli dönüm noktalarından birini zikretmemiz lazım. Galiba 1985 yılında, Salim Kurt zamanında belediye adına iki 50 NC otobüs alınarak Tüzel kişilik bu işe sokulmuş oldu. Kişilere ait özel minibüslerle bunlar bir düzen içinde Afyon-Anıtkaya arası taşımacılığını yürütmeye başladılar. Her aracın Anıtkaya ve Afyon'dan hareket saatleri belirlendi, belediye araçlarında biletli dönem de bu vesileyle başlamış oldu. 

    Daha disiplinli bu çalışma sistemi sayesinde konforlu yolculuklar yapılıyordu. Tabi şimdiki gibi piyade yolculuklara pek rastlanmaz, herkesin az çok yükü olurdu. Bu yüzden araçların üzerine yük sarabilmeye müsait bagaj kısmı bulunurdu. İçerisi dolu olduğunda bir kaç yolcuyu teras gibi bagajlara almak, nadirattan da olsa görülen şeylerdendi... 

    2000 Yılından sonra Anıtkaya Belediyesi toplu taşıma işinden çekildi. Araçlarını sattı, ayrıca tescillediği Anıtkaya-Afyon hattını da özelleştirdi. Böylece esnafı örgütlenmeye yönlendirmiş oldu. Yaklaşık yirmi yıldır dolmuşçuluk bu sistemle yürütülüyor. 

    Aşağı yukarı bir asırlık tarihini anlattığımız Anıtkaya dolmuşçuluğunda, Garmenlerin Esat'tan bugünkü Taşıma Şirketine, dillendirilen şikayetler birbirine çok yakın...

   


22 Mayıs 2024

Denizin Dibine Kuyu Kazılmaz

    
    Dayım için getirdiğim Ilgınlı Mustafa Hoca, Anıtkaya'daki tıbbi(!) faaliyetlerine devam ettiği günlerde Osmanköylü asker arkadaşım geldi.

    - 'Beş altı yaşında yeğenim var, konuşamıyor. Bir hocaya göster dedilerdi, şu sizin Hoca'yı bizim köye götürsek.' dedi. Anlaşılan Hoca'nın namı almış yürümüş, Anıtkaya'dan taşmıştı. Uzatmadık, ertesi gün Ademinaraba'ya bindik. Sabah saat 10'da bizim köyden geçiyor, akşam dört gibi de Afyon istikametine dönüyordu...

    Osmanköy'e varıp eğlenmeden hasta çocuğun bulunduğu eve gittik. Şöyle bir baktık ki, çocuk resmen nefes alamıyor. Nedendir bilmem, Hoca 'Haftaya buna ilaç getireyim' diye geçiştirdi... He ya diyorduk ki, arkadaşım bir şeyi hatırlamış gibi;

    - 'Yav birisi oğlunu everdi, gerdek gecesi gelinin dili tutulmuş. Adamlar perişan oldular, vaktimiz varsa o zavallıya da bir baksanız.' dedi. Ben olabileceğini söyledim, arkadaşım ilgili eve haber yolladı, 'Hemen' demişler. Alelacele gittik...

    Arkadaşımın bizi götürdüğü evde yaşanan vaka benim çok canımı sıktı. Hocanın davranışlarında işkillendiğim bazı noktalar vardı, ama her birini hayra tevil etmeye çalıştım. Fakat burada olan şeyin açıklanacak bir yanı yoktu...

    Bahsedilen hasta Osmanköylü Guycunun Ahmet'in geliniymiş. Denize düşen yılana sarılır derler ya, bunlar da her yandan çare umuyorlar... Çok şey öğrendim o evde ve uzun yıllar bunları hafızamdan atamadım. Hala gözümün önüne geldikçe ürperirim...

    Bizi en az onbeş kişi karşıladılar. Saf ve temiz kalpli insanlar, bir de berber olarak bana güveniyorlar, bu yüzden böyle karşılanmamızın sebebi biraz da benim... Ayrıyeten çaresiz durumdalar, bizden bir şifa ümidindeler... Bana karşı köylülerin samimi ve hürmetkar tavrından yanımdaki Hoca ürktü mü, yoksa memnun mu oldu bilemedim. Yalnız tuhaf bir jest yaptı;

    - 'Yav beni bekleyene kadar, işte Ahmet Hoca burada. Niye beni buraya kadar emendirdiniz.' dedi. Bu söz karşısında ne edeceğimi bilemedim. Adamlar zaten beni tanıyor ve ne olup olmadığımı da biliyor... Biraz şaşkın biraz bozgun 'Hocam, denizin dibine kuyu kazılmaz' diye hücumu savuşturdum... Ama adam o yılışık tavrında ısrarlı;

    - 'Hadi ağız yapma, gir hastaya bak.' dedi. Bu oldu bitti karşısında ben hala ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten bir şey dememe fırsat bırakmadan devam etti: 'Hastanın adını ve anasının adını verin, Ahmet baksın.' Ben ise şoku atlatabilmiş değilim, o halde hastaya bakmak üzere içeriye nasıl girdiğimi bilmiyorum.

    Hastaya yirmi kere 'Ayşe!' diye sesleniyorum, O bir kere 'eeyy' gibi bir mırıltıyla cevap veriyor. Sanki karşımda bir robot var da onunla konuşmaya çalışıyorum... Ne dersen de, cevap alamıyorsun. Bunaldım... Sağlam girdiğim odadan ben hastalanmış çıkacak gibiyim... Bu iç sıkıntısının sebebi şüphesiz şu hoca bozuntusunun, beni hiç tanımadığım genç bir gelinin evine destursuz teklifsiz sokmuş olmasıydı. Bu zavallı gelin, benim karım veya bacım olabilirdi... Böyle bir adamı biz bir de Dayıma baksın diye evimize damımıza sokuyoruz...

    Ter boşanmış vaziyette kendimi dışarı attım. Bu anda herkes tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor. Farkında değilim, benim rengim de atmış. Öfkeden yüzüm kızarmış da olabilir... Kızgınlığımı saklama gereği duymadan;

- 'Hocam bunda hocalık bir durum yok, hastanın doktora gitmesi lazım.' dedim.  Dedim, ama kime diyorsun. Herif beni bastırırcasına;

    - 'Hah, gördünüz mü... Ben size demedim mi Ahmet hocadır diye... Bakın, benzine bakın... Bunu da sıkıştırmışlar... Ben bunu iyi ederim... İyi ederim, ama bin liranızı alırım.' dedi.  Benim dediklerimi duymamış gibi yapıp söylendi söylendi... Bu arada benim 'oyunbozanlığımı' kendince etkisizleştirdikten sonra, köylüyü hoca olduğuma ikna etti, hiç görmediği hastaya teşhis koydu, tedavi için fiyat biçti, pazarlık bile yaptı... Bütün bunları kaşla göz arasında birkaç kırık sözle becerdi... Üstelik hasta sahipleri bin lirayı vermeye dünden razı görünüyor... Yalnız ben de akıllandım, pes edecek değilim. Hemen araya girdim;

    - 'Bunlarda şimdi para olmaz. Haftaya geliriz, onlar da pazarda hayvan filan satıp parayı denkleştirsinler.' Bunları derken evsahibi köylülere göz işareti verdim. Maksadım bir an önce Osmanköy'den ayrılmak...

    Nihayet köyden çıkıp Harmanyerine geldik. Moralim çok bozuk, adamın iç yüzünü gördüm ya, artık ipleri koparmak istiyorum. Fakat bu durup dururken yapılacak şey değil... Bu arada ikindi okundu. Dedim ki;

    - 'Abdestimiz var, şurada namazımızı kılalım.' Adam hoca olduğu için O imam, bense müezzin-cemaatim... Allahüekber'le namaza durduk. Bu ilk tekbire kadar her şey normaldi de kıraate gelince işler değişti. Bizim imam Fatiha'yı cehren okumaya başladı. Olabilir, insandır yanılır... Rükudan sonra 'Semiallahu limen hamideh' yok... Kıyam kıyam değil, kıraat galat, secde bir acayip... Namazın rükünleri bir şeye benzememeye başladı. Ben uyarı için 'Subhanallah ala Resulullah' diyorum, ama dinleyen kim... Sehv secdesi de etmedik... Hasılı, yattık kalktık, namaz bitti... Biz namazımız olduydu, olmadıydı tartışmaya fırsat bulamadan araba geldi, bindik.

    Otobüste bahsini açtığı konu bambaşkaydı. Buna göre ses tonu da değişmiş, pazar payı canlı bir yerde dükkan açmak isteyen esnaf gibi konuşuyordu;

    - 'Ahmet, bu bölgede çok tanınan ve sevilen bir adamsın. Hasta bul, bakalım. Yüzüğümü de sana vereyim, onunla ayrıca hasta da bakarsın.' Bana bölge temsilciliği teklif ediyordu, ne arsız adamdı yahu! Çok kızgınım, ama işin sonu nereye varacak, merak etmiyor da değilim. Bu yüzden itiraz etmiyormuş gibi davrandım.

    - 'Sen berberlikten ne kazanıyorsun?'

    - 'İyi kazanırım, senede otuz binden aşağı düşmez.' Hakikaten iyi kazanıyordum, en iyi koyunun ikiyüz lira olduğu o dönemde, otuz bin ne demek...

    - 'Dükkanı kapat, ben sana ayda otuz bin lira vereyim; Sen bu işi becereceksin.' diye çıldırtıcı teklifini yaptığında artık benim tepem atmıştı... Parayı uzatıp;

    - 'Şuradan bir Afyon bir de Eğret al!' diye Muavine sertçe seslenmemden kendisini Afyon'a gönderdiğimi anladı. Parayı kırdığı pembe hayallerinden, kapkara gerçeğe uyanmak istemiyordu.

    - 'Ne oluyor Ahmet!' diye kekelemeye başladı. İçinde azıcık itiraz anlamı bulunan bu kekeleme sabrımın son noktası oldu. 'Vay anasını avradını...' diye başlayıp ağzıyla burnunun arasına iki yumruk patlattım... Patırtıya Muavin ile diğer yolcular yetişip araya girdiler. Fakat ben sakinleşecek gibi değildim, günlerdir içimde biriktirdiğim ne varsa boca ettim Sahtekar Deyusa;

    - 'Seni bir daha buralarda görürsem...!'

    ***

    Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bizim köyün hocaları Akbaş Mehmet, Azıraklının Ahmet, Hamzaların Adem, Terlemez Abdullah ve bir kaç da cemaatten katılanlar oldu; bana geldiler. 'Dolmuş ayarla da hamama gidelim' dediler. Hacıpaşa Hamamı yeni açılmıştı, çok güzel diye özellikle orayı istediler.

    Gobakların Garaiban (İbrahim Kopan)ın dolmuşu ayarladım. On oniki kişi olmuştuk, Yatsıdan sonra bizi götürüp getirecekti. Dolmuşu Kabe Mescidinin yanına park etti. Orada bir kahve var, gözüm takıldı. Öylesine bakarken okey oynayanlardan birini tanıyacak gibi oldum. Daha dikkat kesilince bildim; Ilgınlı Mustafa Hoca idi... 

    - 'Bakın, Dayıma bakan Hoca okey oynuyor.' diye ibretle gösterdim. Ardından yukarıda anlattıklarımı oradakilere de aynısıyla anlatıp 'Böyle bir olay yaşamıştık.' dedim. Azıraklı hemen atıldı;

    - 'Gelin dövelim şunu.' Akbaş Hoca her zamanki ağırbaşlılığıyla devreye girdi;

    - 'Aklınızı başınıza alın. Biz buraya kavgaya değil, temizlenmeye geldik. Hadi, kirlenmeden temizlenelim de gidelim...'

    ***

    Osmanköy'e geri dönerek hikayeyi bitirelim. Orada unuttuğumuz iki hasta vardı. Konuşamayan çocuğu doktora götürdüler, geniz eti varmış... Dili tutulan Ayşe Gelini de Afyon'a doktora götürmüşler. Oradan da Ankara'ya sevk etmişler, beyin tümörü çıkmış. Ameliyat sonrası vefat etmiş, Allah rahmet eylesin...

    Hasan Dayıma gelince... Nice sonra ben Ege Üniversitesi'nde çalışırken, Psikiyatri servisinde muayene ettirdim. 'Eskiden aldığı darbe sebebiyle beyin damarında zedelenme olmuş. Kan basıncı değiştiğinden ara sıra şoka girer ve bu böyle devam eder.' denildi. İlaç yazıldı, 2005'te ölene kadar bu hastalık ona eşlik etti. Allah mekanını cennet etsin. 

    Doktor meseleyi açıklayınca, bulmacayı çözmüşlerin rahatlığıyla hastalık sebebini bize deyivermişti. Meğer gençliğinde Arzıların öküz vurmuş bunu. Düşünce kafasını kayaya çarpmış. Ona göre damar bu darbeyle zedelendi... 

    Kıssadan hisse... Kimse üfürükçü sözde hocalara inanmasın, ilkin hekime başvursun. Bütün bunları böylece yaşamış biri olarak, diyeceğim budur.  Berber Ahmet Kabadayı

 

21 Mayıs 2024

Paşa'ya Selam Söyle

     
    Milletin 'Berber bizi Çarpık Hoca'ya götür' diye tempo tuttuğu günlerin birinde Dayımın hastalandığını duyup hemen eve vardım. Çok kalabalıktı, buna rağmen hastayı zaptedemiyorlardı. 

    O karışıklıkta Güdük İzzet Emmimi fark ettim, eline bıçak almış saplamaya hazır bekliyor. Hasta 'Geliyorlar' diye bağırınca O;

    - 'Hani nerde? Göster, keseyim onları!' diye karşılık veriyor.  Sonra Dayım titremeye başlıyor, üzerine yorgan örtüyorlar. Bir türlü sakinleşmiyor, buyol da 'Emmi beni boğuyorlar!' diye feryat ediyor. Emmisi de 'Göster, keseyim!'... Bu karışıklıkta yorganın bir ucunu tutarak 'İşte burada!' diye işaret etti. Güdüğizzet Emmi onun gösterdiği yerden yorganı kesti. 'Korkma, aha kestim' deyip sakinleşmesini bekledi... 

    Dayım sakin sakin gülerek 'Ne kesmesi, aha burada duruyorlar' deyince hiç bir şeyin işe yaramadığını anladık. Bu sefer devreye ben girmeye karar verdim. Çektim tabancayı;

    - 'Dayı göster vurayım' dedim. Kesmek işe yaramadıysa kurşun yağmuruna tutacaktık... Dayım hiç beklemediğim bir şey yaptı, Tabancayı kavradığım bilekten tutup elimi bir yöne doğrulttu. Namlunun ucu artık birini gösteriyordu; 

    - 'Hadi bakalım, erkeksen vur.' dedi. Ben bihoş oldum... Çünkü hedefteki kişi benim hanımdı... Bir müddet sonra Dayım kendine gelince bu sefer Yengem ona çıkıştı;

    - 'Len oğlan daha yeni evlendi. Gelini vurduracaktın nerdeyse!'

    - 'Ne yapayım, geldi Gelinin önüne oturdu; Bu da göster göster diye tutturduydu...' Bunu dedikten sonra Dayım başladı ağlamaya... Bir süre ağlayıp boşaldıktan sonra tembihledi; 'Oğlum, ben kendimden geçtiğim zamanlarda ne yapacağım belli olmaz. Dikkatli olun... Öyle zamanlarda kendime veya çoluk çocuğa zarar vermeden beni bağlayın...'

    Başka hocalara da gittik. Nerede birini duydularsa, hoca hastası diye oraya yolladılar... Tek dayanağı beni görüyor, bana güveniyordu. Ben ne dersem ona inanıyordu, belki de söylediklerim psikolojik olarak onu rahatlatıyordu, bilemiyorum artık. Biz de gönlü kırılmasın diye her dediğini yerine getiriyorduk.

    Allah razı olsun Kara Ömer ve çocukları hiç boş bırakmadılar, hep başında durdular. Bir gün Garaömer Emmi 'Berber, Ilgın'da hoca varmış, bir de ona baktırsak' deyince sorduk soruşturduk. Sık sık Afyon'a gelip hasta bakıyormuş, bu yüzden Ilgın'a gitmeye gerek kalmayacaktı.

    Geldiğini öğrendiğim bir gün Afyon'a gittim. Otpazarı Camiindeymiş, vardım oraya, durumu anlattım. Hiç itiraz etmeden 'Hadi gidelim' dedi, köye geldik. Sekiz on gün Anıtkaya'da kaldı, okudu üfledi. Bu bir haftada sanki Dayımın rahatsızlığından eser kalmadı, bariz bir iyileşme oldu.

    Bir berber o muhitin ajansı gibidir, bütün haberler onda toplanır. Kulağına gelmeyen bilgi yoktur, dense yeridir. Buna rağmen köyde bu kadar çok hasta olduğunu nasıl duymadım, hala şaşarım. Biraz da Dayımdaki iyileşmeden sonra olsa gerek, her köşeden bir hasta çıkmaya başladı. Altındişin Hasan'ı iyi eden Hoca'ya onlar da görünmek istiyordu. Onu köye ben getirdiğim için, hastaların hepsi de bana müracat ediyordu. Kılavuz mu, bilirkişi mi, sekreter mi, asistan mıyım anlayamadım. Bunların hepsi gibiydim, başı ağrıyan bana geliyordu. Bütün bunlarla başa çıkabilirsen çık bakalım...

    Hoca bir gün 'Başı ağrıyanlara muska yazalım, sen de yardımcı ol' dedi. Hastaların çoğalması hoşuna gitmişti, ama hepsini okuyarak tedavi uzun sürüyordu. Bununla beraber başağrısı sahasında iyi bir pazar olduğunu da görmüş, orayı ihmal etmek istemiyordu. Ona göre en pratik çözüm muska yazmaktı. Tabi benim yardımım lazımmış. Gelgelelim, be ne anlarım o işlerden;

- 'Ben eski yazı yazamam ki' dedim. Buna da bir çare buldu, işaretlediği ayetleri Kuran'a baka baka yazmamı söyledi. Dediğini yapmaya çalıştıysam da beceremedim. Sonra muska işinden tamamen vazgeçtik. 

    Muskadan vazgeçtik, ama Hoca başı ağrıyanları geri çevirmeyi göze alamazdı. Yeni bir yöntem geliştirdi. Bir kartonu sigara gibi büküp boru haline getirdi. Toz halindeki ilacı bununla hastanın burnuna üflüyor. Hasta çok olduğu için işin bir kısmını yine bana yıktı. Sırt üstü yatan hastanın burnuna üflemem için kartonu uzatıyor;

    - 'Ahmet Efendi, üfle...' Kafası ağrıyanın burnuna üflüyoruz. Biz üfledikçe hasta hapşırıyor, gözleri yaşarıyor, ağzı burnu akmaya başlıyor. Bu sefer Hoca'nın teşhisi gecikmiyor;

    - 'Ha sen sinüzitsin'... Hastanın ne olduğu umurunda değil, o baş ağrısından kurtuldum diye dualar ederek uzaklaşıyor. Adamın karton içine koyduğu tozun ilaç değil baharat olduğunu anlamamız biraz uzun sürdü. Bu arada epeyce sinüzit tedavi ettik, ama ben sıkıldım. Çünkü iş yavaş yavaş sahtekarlığa kayıyordu...

    O günlerin birinde, yerde on santim filan kar var... Bekçi Ali Boy, 'Berber, Babam çok hasta, Dayına bakan Hocayı bize getir de baktıralım.' dedi. Babası Osmanköylünün Süleyman Ağa'nın uzun zamandır rahatsız olduğunu duyuyorduk... Aldım Hocayı yanıma, vardım evlerine. Hava çok soğuk... Pek yaşlı Süleyman Ağa yatıyor.

    İhtiyar hasta üşümesin diye sobayı ateşlemişler. Tek katlı ev güzel ısınmış, ama içerisi pek bunaltıcı ve havasız... Hoca, muayene ve teşhis safhalarını geçip hemen tedaviye atladı.  Bana dönüp;

    - 'Günahsız iki sabi çocuk bul' dedi. O sırada evde hastanın torunları var; Berberlerin Emin'in oğlu ile kızı, Mehmet ve Ümmühan... Onları göstererek 'İşte sana iki günahsız' dedim...

    Hasta yatıyor... Hoca bir çinko tas istedi. Bir kağıda bir şeyler yazıp içi su dolu tasa attı. Çocuklardan kağıda bakmalarını ve söylediklerini tekrar etmelerini istedi. Hoca ne derse onlar tekrarlıyorlar. Birden onları uyarmaya başladı;

    - 'Şimdi bir paşa çıkacak, onu gördüğünüzde sakın korkmayın...' Derken Mehmet çığlığı bastı;

    - 'Aha geldi! Sırmalı bir Paşa geldi!' Tabi Mehmet'in gördüğünü ondan başka kimse göremiyor... Hoca'ya itiraza benzer bir ses tonuyla;

    - 'Hocam ben göremedim, bu yüzden inanasım gelmiyor' gibisinden bir şeyler söyledim. Biraz kızdı galiba bana;

    - 'Ben sana göstereyim o zaman' dedi. Mehmet'e döndü, aralarında şu konuşma geçti;

    - 'Tebbet'i biliyor musun?'

    - 'Biliyorum. 

    - 'Çık dışarı, korkma. Tebbet'i oku. Paşa'ya selamımı söyle, içeri gelsin. Sakın korkma, tut elinden getir.'

    Mehmet dışarı çıktı, bir süre sonra, bir şeyin elinden tutmuş gibi yürüyerek içeri girdi.

    - 'Tamam, şimdi Paşa'yı Ahmet Emminin yanı başına otuttur.' Mehmet elinden tuttuğu görmediğimiz Paşa'yı benim yanıma sözde oturtup geri çekildi... Bende de biraz Böbüler inadı var;

    - 'Hocam ben yine bir şey anlamadım' diye kaykıldım. Hoca biraz daha hiddetlendi, çocuğa dönüp;

    - 'Paşaya Hocamın selamı var de, şu evin havasını değiştirip güzel serin bir esinti versin!' diye sertçe emretti. Saniyeler içinde, içeridekiler birdenbire nasıl ferahladıklarını hatırlayıverdiler... Hemen hepsi;

- 'Oh be! Ne güzel oldu. Evin içi oksijen doldu. Mis gibi koktu canını sevdiğim' gibi sözlerle bir türlü göremedikleri Paşa'ya teşekkürlerini sundular. Tabi ben yine ikna olmadım. Olan şuydu: Mehmet dışarı çıkıp girerken, sıcak ve havasız kalmış odaya temiz ve soğuk hava hücum etti. Bu kısa havalandırmadan kaynaklı ferahlamayı bizimkiler Hoca'nın ve Paşa'nın kerametine yordular...

    Ben de duracak gibi değildim, aklıma yeni bir fesatlık geldi. Hastanın kızı Fadik Yenge ve Alçakların Adem Emmi de oradalar. Onları işaret ettim;

    - 'Hocam bu kadın benim Yengem, yanındaki de Emmim oluyor. Ondört yıldır Emmim ile Yengemin çocukları olmuyor, onlara da bir baksan?' Baktı... Bakar bakmaz da teşhisi koydu;

    - 'Yüzde kırk kadından, yüzde atmış adamdan olmuyor...' Bekçinin maaşı bin lirayı bulmadığı bu dönemde, Adem Emmiden de on lira vizite ücretini aldı... Orada işimizi bitirip çıktık... Olanlara biraz şaşkın, biraz kızgınım. Yürürken sordum;

    - 'Hocam, Yengemle Emmimin ikisine de senden olmuyor, senden olmuyor, dedin. İşin aslı nedir, hangisinden olmuyor?' Durdu, yüzüme bir tuhaf baktı ve sertleşti;

    - 'Ne deseydim len! Ben haşa Allah mıyım, nereden bileyim! Senden de ondan da olmuyor de, al on liranı git! Yuvayı yıkmadan ikisini de idare et! Bu zamana kadar geçinmişler, ömür boyu geçinsinler!... Sen de böylelikle çorbanı kaynat!...'

    Adamın söyledikleri biraz mantıklı geldi. Fakat yine de ters bir şeyler vardı. İçime kurt düşmüştü bir kere...


20 Mayıs 2024

Çarpık Hoca

     
    Hasan Dayım ben kendimi bildim bileli hastadır. Onun rahatsızlığı psikolojik, ama o zamanlar psikolojiyi nörolojiyi bilen mi var; hoca hastası deyip geçiliyor. Dayımın çocuklar ufak, bir şey olduğunda Yengem hemen beni çağırırdı. Çünkü berber olduğum için yerim belli ve onlara çok yakındı...

    Çaresizce Yengem beni çağırdığı yıllarda onbeş onaltı yaşlarındayım. Yaşım küçük olmasına rağmen, çok insanla muhatap olduğum için girişik biri olduğumu düşünürler, yol yordam bildiğime inanırlardı. Bir kaç kere böyle çağırıp doktora götürmemi istedi, götürdük de... Lakin çare olmadı... Bunun üzerine 'Falanca yerde hoca varmış, okutup muska yazdır.' dediler gittik... Memlekette hoca denilen ne kadar üfürükçü varsa  gittim, bir fayda yok...

    'Sinanpaşa'nın Saraycık köyünde Arif Hoca var' dediler. Attım at arabasına, götürürken Dayım yolda rahatsızlandı. Zaptedilmesi mümkün değil. Yarım saat kadar uğraştım, sonra şoktan çıktı. O çıktı, lakin ben çıkamadım. İkimizin de aklı başına gelince;

    - 'Dayı seni zaptedemeyince korktum' dedim. 

    - 'Yeğenim, öyle bir şey olduğu zaman belindeki kemerle beni bağla' diye akıl verdi. Amma ben dayanamıyor, ağlıyorum... Dayım da öyle, hem ağlıyor hem beni sakinleştirmeye çalışıyor. Hem de bana çok güvendiğini söyleyerek gururumu okşuyor...

    Saraycık'a varıp Arif Hoca'yı bulduk. Adam aldı bizi evine, onbeş gün misafir etti. Çok iyi ilgilendi, hakkını yemeyelim... Döndük köye, Dayım moral olarak bir ay kadar iyileşti. Bu onun için uzun bir süreydi. Durumu köyde duyuldu, 'Hacı Hocadan iyi oldu' denildi. Böylece Arif Hoca hikayesi noktalandı...

    Yeni hoca hikayesi nasıl başladı hatırlamıyorum. Nereden duydular bilmem, 'Aydın'ın Yamalak Kasabasında bir Hoca var' dediler. Bize yol göründü... Yamalak'a vardım, Hoca'yı buldum. Hastayı ve hastalığını anlattım. Hoca,

    - 'Ben onun hakından gelemem' dedi. 'Sen madem buraya kadar gelmişsin, Nazilli'de bir Hoca var, Dayının derdinden O daha iyi anlar.' Nasıl bulacağımı sordum, sevk ettiği Hoca'nın Nazilli adresini tarif etti;

    - 'Nazilli Emniyetinde gece bekçisi Nail var, O seni Hoca'ya götürür.'

    Nazilli'de Bekçi Nail'i buldum, dediği gibi O da bana Hoca'yı buluverdi ve ayrıldı. Hoca ile başbaşa kaldık. Tabi hangisine varsak, hocalar 'Pazarlık yok, Allah rızası için ne verirsen ver' diyor. Paranın kıymetli olduğu o vakitlerde utancımızdan on lira, yirmi lirayı eline sıkıştırıyoruz. Neyse, ben maruzatımı arzettim. Hasta ve rahatsızlığını ayrıntısıyla anlattım. Memleketimi sordu, söyledim. Adam galiba halime acıdı... Kimsenin görmediği bir şeyler okurmuş gibi avucuna baktı, sonra başını ağır ağır kaldırıp bana döndü;

    - 'Dayını buraya getirmen zor. Eskişehir size daha yakın, oraya götür. Çarpık Hoca diye bilinen biri var, iyi bir hocadır.' İyi de, Çarpık Hoca'yı nasıl bulacağım, koca şehirde... Aklımdan geçeni okumuş gibi devam etti;

    - 'Eskişehir'e vardığında bir taksi durağında Hoca'ya gideceğini söylersen, ufak bir çocuk bile seni ona götürür.'

    Bu kısa Ege turundan sonra köye avdet ettim. Oradan oraya derken, en son Eskişehir'e sevk edilmiştik. Dayımı aldım, doğru Eskişehir'e... Kıbrıs Taksi durağında Çarpık Hoca'ya gitmek istediğimi söyler söylemez taksici 'Atlayın!' dedi. Atladık... Aldı götürdü bizi bir sokağın başına;

    - 'Bu sokakta oturuyor, ama Hoca'nın evini bilmiyorum' dedi, indik. Yolcularını indiren taksi uzaklaşırken biz danışacak birileri var mı diye bakınıyoruz. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yaklaştı 'Amca, Hoca'yı mı arıyorsunuz?' diye sordu. O anda Nazilli'deki Hoca'nın dediklerini hatırladım; bir çocuk bile Hoca'yı gösterecekti... Demek ki biliyormuş... İnanır gibi oldum...

    O çocuk bizi Hoca'nın evine götürdü. Burası ofis gibi düzenlenmiş bir daireydi. İçerisi tıklım tıklım hasta ve yakınları doluydu. Merdiven başına konulmuş bir masada sekreter oturuyor, herhalde hasta kabul bölümü burasıydı. Yaklaşarak sekretere;

- 'Ben İzmir'den geliyorum, randevu verebilir misiniz' diye rica ettim. Böyle durumlara alışık olduğunu belli eden sahte bir bezginlikle Hoca'ya sormaya gitti. Bir kaç dakika sonra geri döndü. Yine o sahte ifadeyle müjdeyi verdi;

    - 'Bakacak. Biraz bekleyin de sizi öne alayım.' Sevindik tabi, beklemeye başladık. Bu arada, herkese sorduğu belli olan sıradan sorular sormaya başladı. Hastalığın geçmişi, belirtileri, nüksetme aralığı gibi şeyler. Hastanın girdiği durumları biraz ayrıntılı şekilde anlattım, zaten o kısmı benden iyi bilen yoktu.

    Nihayet çağrılıp içeriye girdik. İsmini bilmediğimiz Hoca, lakabının hakkını verircesine tuhaf görünüyordu. Düzgün ve normal görünen bir uzvu yok gibiydi, Bu yüzden normal insanlar gibi hareket edemiyor, yürüyemiyor, konuşamıyordu. Dişlerinin arasından tısıltı gibi çıkan kelimeler zar zor anlaşılıyordu. Biraz dikkatli dinleyince anladık, Dayımın rahatsızlığını tarif ediyordu. Fakat bu kadar ayrıntıyı nereden bilecekti. O vakitlerde zaptedilmesi güç hastayı bağladığımızı filan sadece biz biliyoruz... 'Görünüşe aldanmamak lazım, çarpık çurpuk, adam derin hocaymış' diye içimden geçirmeye başladım ki, Dayım coştu;

    - 'Len Yeğenim, bu bilmemnetdiğim iyileşdircek olsa ilkin kendini iyi ederdi!' diye söylenip duruyor. Daha ağıza alınmayacak neler neler söyleyip, sövüp sayıyor. Ben susturmaya çalıştıkça O yeni küfürlerle geliyor... 

    Meğersem Dayım meseleyi çözmüş. Sekreterin yanında ve içeriye girdiğimizde olanları, dışarıdan bir gözle izlemiş. Dışarıda konuşulanları olduğu gibi Hoca'ya aktaran bir ses sistemi kurmuşlar. Sekreter hasta yakınına mümkün olduğunca çok soru sorarak konuşturuyor, böylece içeride her şeyi dinleyen Çarpık Hoca bize keramet(!) gösteriyormuş.

    Neyse, Dayım kendisine küfürler savuruyor ben de onu susturmaya çalışıyorken Çarpık Hoca bir şeyler yazdı. Reçete gibi yazdığı şeyleri göstererek;

    - 'Bunları okuyun, bu sırada şu kağıdı da bir kapta ıslatın. On gün süreyle gün doğarken ve gün inerken okuyup, hazırlanan suyla banyo yaptırın.' dedi...

    Geldik köye... Kim okur bunları her akşam, sabah... Sağırların Hilmi Hoca'ya vardım, o sırada Yeşilcami'nin imamıydı. Durumu anlattım. Okunacaklar listesini gösterip bunların gündoğumu ve batımında okunması gerektiğini söyledim. Lafın sonunda da ezilip büzülüp kendisinin okumasını rica ettim... Uzun listeyi şöyle bir süzen Hilmi Hoca;

    - 'Len arkıdeş bunun hakından nasıl gelinecek, hem bir hatim kadar, hem de sabah akşam kerahat vaktinde?'...

    Hilmi Hoca'nın dediği kadar vardı, ama O da okumazsa kime okuturduk. Duygu sömürüsü yaptım. Dayımın durumu malum olduğunu, bunu kendisinden başka kimsenin yapamayacağını, Allah rızasını,  Dayımın hatırını falan ileri sürerek ricada ısrar ettim. Dayımın hatırı derken, bunu biraz açmam lazım. Maddi yönden fakir birisi olmasına rağmen Dayım köyde hatırlı biridir. İkramı boldur, gönlü geniştir. Büyükle büyük, küçükle küçük olduğu için herkes onu sever, sayar. 

    Dayımın hatırını öne sürmem işe yaradı. Allah razı olsun Hilmi Hoca okudu ve bu arada Dayım iyileşir gibi oldu. Haber hemen yayıldı, 'Berber Dayısını Hocaya götürmüş, iyi olmuş' diye konuşulmaya başladılar.  Dolayısıyla etrafta hasta çoğalmaya başladı. 'İlle Dayını götürdüğün Hocaya bizi de götür' diyorlardı. Öte yandan gitmeye can attıkları hocanın her yönden çarpık olduğunu bilmiyorlar. Geçiştirmeye çalışıyorum, ama o dönemde başımı alamaz oldum...

 


19 Mayıs 2024

19 Mayıs

     
    Bizim üstümüzde ilkokuldan ortaokula geçişin en belirgin göstergesi kıyafetti; önlük yakalık atılmış, ceket kıravat takılmıştı. Bu değişikliklerle kendimizi daha bir büyümüş görür, yürürken adımlarımızı daha bir gostak atardık. Bir kaç yıl öncesine yetişebilseydik, mektep şapkası denilen asker, polis, bekçi şapkasını andıran koca kapaklı ve siperli şapkalardan da takardık; ama ceket kıravat terfisi bile yeterliydi.

    Özellikle üçüncü sınıfta zıravıt gibi abiler vardı, biz onların yanında resmen bebeydik. Necaip Omak, Necati Okutan, Mustafa Omak, Orhan Omak hatırlayabildiklerim. Onlar varken esamimiz okunur mu. Yine de ortaokullu olmak değil de sırf kıyafet kaynaklı değişiklik, bizim büyüklük pozları takınmamıza asıl sebeptir. Ne de olsa önlüğün içinde hep çocukmuşuz, onu çıkardığımız anda birden büyüyüvermişiz...

    Asıl büyüklük pozları yedi sekiz ay sonraymış, zaman geçince bu gerçek ortaya çıktı. Öğretim yılının son milli bayramı olan 19 Mayıs'ta ilkokuldan farkımızı gösterecektik. Cumhuriyet ve Çocuk bayramlarını iki okul öğrencileri birlikte kutlamıştık; ama işte 19 Mayıs yalnız bize aitti. Önceki senelerde hayranlıkla izlediğimiz sporlar, hareketler, kuleler, yarışmaların içinde, hatta tam merkezindeydik. Bunları ancak büyükler yapabilirdi ve o büyükler artık bizdik. Daha doğrusu, biz de büyüklerden sayılırdık...

    Galiba bizi 19 Mayıs Spor Bayramına asıl motive eden şey, özel bayram kıyafetiydi. Allah verdikçe veriyordu. Önlükten cekete, yakalıktan kıravata, fanne (fanila)dan gömleğe terfimiz yetmemiş; şimdi de göynekten atlete, içdonundan şorta, yemeniden spor ayakkabıya, hatta ipçoraptan beyaz tireçoraba geçiyorduk. Büyüme dediğimiz şey asıl bu olmalıydı...

    Gençlik ve Spor Bayramı hazırlıkları en az bir ay önceden başlıyordu. Bedensel hareketlere dayalı programı koordineli ve kusursuz icra etmek için bu gerekliydi. Cin Ali çizgilerine benzer şekillerle hareketlerin ana hatlarıyla tahtaya çizilerek anlatılması, hazırlığın ilk safhasıydı. Sonra taş çatlasa elliyi anca bulan bütün öğrenciler toplu olarak, çizgilerle bellenen hareketleri yanıla yanıla yapmaya çalışırdı. Bu ikinci safha uzun sürer, fırsat bulunduğunda küçük okul bahçesinde toplanılıp hareketlerin üzerinde çalışılırdı. Belki de bu yüzden 23 Nisan'dan sonra fiilen dersler bitmiş sayılırdı.

    Okul bahçesinde ne kadar çalışırsan çalış provaları daha geniş bir meydanda yapman gerekir. Hele son prova mutlaka bayram yerinde olacak... 1979 Yılının ilk dış provasını İlkokulun bahçesinde yaptık. Böylece ne kadar büyüdüğümüzü millete gösterme fırsatı bulduk, ama hayret, bu kimsenin umurunda değildi...

    Sonraki yıllarda dış provaları Alagır ve Aygırhane'de yaptığımız oldu. O vakit geliş gidiş biraz zahmetli oluyordu. Yürümek problem değildi de, ta bilmemnereye kadar kasaydı, minderdi taşımak zor oluyordu. Yoksa piyade yürümek eğlenceli bile sayılırdı.

    Bu dönemde bizim için yeniliklerden biri de hiç kuşku yok Gençlik Marşı idi. 19 Mayıs ile özdeşleşen marşı provalar zamanında öğrenmek gerekirdi. Zaten zor bir tarafı yoktu, üstelik eğlenceliydi de... Nakarattaki 'Sert adımlarla her yer inlesin! İnlesin!' dizesine gelince, yeni çatallaşıp kalınlaşan sesimizle gerçekten yeri göğü inlettiğimizi düşünürdük.

    Son prova illa ki bayram yerinde yapılır demiştik. Burası hep Alagır'da, Kumpirhasan ile Bekçirofi'nin ev dengi olurdu. Kuyunun yanındaki geniş düzlük, bayram için en uygun yerdi. Sonradan Ziraat binası yapılan bu meydan çok güzel spor bayramlarına ev sahipliği yaptı.

    Son provanın önemi, bizatihi son olmasındandır. Artık bundan sonra yapılacak hatanın telafisi yok. Bütünlük içinde yapılması gereken hareketlerdeki küçük hatalar kalabalıkta kaybolur gider, dersen yanılırsın. Tam aksine, mükemmel grubun içindeki küçük bir hata bile sırıtır. Bu yüzden o gün bütün eksikliklerin giderilmesi gerekir. Hareketlerden başka kıyafet eksiği de bulunmamalıdır. Siyah örtme bezinden dikilen şortlar, askılı beyaz atletler, beyaz çorap ve spor ayakkabılar tamamlanmış olmalı ve provaya onlarla çıkılmalıdır. Her şeyin sonunda, ertesi günkü pozisyonlarımızı belirleyen noktalar kireç tozuyla işaretlenir. Artık herkes ve her şey bayrama hazırdır...

    Genelde bayram günü her şey planlandığı gibi gelişir, bir aksilik çıkmadan tören tamamlanır. Yalnız, şimdi hangi 19 Mayıs olduğunu bilemeyeceğim, birinde hareketler başlamadan şiddetli bir kar serpiştirmiş, son provada planlananları çamur içinde icra etmiştik. Buna dört katlı iki kule de dahil... O kuleler ki en heyecanlı noktası, tek kişinin zirveleşip bayrak açtığı son katıdır...

    Her 19 Mayıs töreninin akılda kalan bir unsuru da halk yarışlarıdır. Burada yarıştan kasıt, bildiğin koşudur; ama ona geçmeden önce çocuklarınkini bitirelim. Öğrenciler arasında başka eğlenceli yarışlar da yapılırdı; ama milletin ilgisini çeken yegane yarış koşulardır... Koşu yarışlarında dereceye girenlere Belediye Başkanının hediyeleri takdim edilirdi. Biz hep Gocayusuf Yusuf Kopan başkanlığına denk geldik, onun hediyeleri de hep aynı olurdu; gömlek, kıravat, çorap...

    Öğrencilerin gösterileri bittikten sonra, yarışçıları kendine güvenen Anıtkaya halkından gönüllü katılımcılar olan bu koşuya geçilirdi. Bayramın yapıldığı sözünü ettiğim düz alan, Yörükçeşmesi'ne doğru sallanan yokuş başında sona ererdi. İşte halk koşusunun startı oradan verilir, protokol önünde sona ererdi. Hatırladığım kadarıyla bu yarışların değişmez birincisi Bekçi Rafi Taşkın idi... Acaba diyorum, eski bayramlara halkın coşkulu katılımının bir sebebi bu tür yarışlar mıydı?

    Anıtkaya Ortaokulu'nun coşkulu 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları 1998 yılına kadar devam etti. Kesintisiz 8 yıllık eğitime geçilmesiyle ilk ve orta okullar birleştirilince Ortaokul, ortaöğretimden ilköğretim bölümüne alındı. Oysa bu bayram orta ve yükseköğretimin, yani büyüklerin bayramıydı. Bu yıldan sonra Anıtkaya için hareketli, sporlu, koşulu, kuleli ve coşkulu 19 Mayıslar tarih oldu...

    Güzel günlerdi...


17 Mayıs 2024

Cuma Camisi

 
    Birbirine çok yakın olduklarından dolayı cami, çeşme ve hamam Eğret Kervansarayının merkezinde bulunduğu bir külliyenin parçası olduğu tahmin ediliyor. Kervansaray/Han külliyesinin hatırına Eğret köyünün de şimdiki yerine taşındığı en çok rağbet edilen görüş. Bu durumda diğer parçalarla birlikte Cuma Camisi'nin tarihini 13-14. yüzyıl aralığına götürmek gerekir.

    Belgesel geçmişine bakacak olursak, doğal olarak Cuma Camisinin inşa tarihi bilinmiyor. 16. Yüzyıldan kalma bir belgede adı geçen Cami-i Şerif Vakfının onunla ilgili olduğu düşünülüyor. Diğer bağlantılar ve Hacı İbrahim Zaviyesinin Kervansarayla irtibatı da düşünüldüğünde, Cami Eğret'ten daha yaşlı denilebilir. Normalde insanlar bir yere yerleştikten sonra mescidini filan inşa ederken, Eğretliler hazır mescitli bir bölgeye yerleşmişler.

    Yeni oluşan köy, Eğreti/Eğret/Hayrat diye anılmaya başladı. Caminin köyü böylece ortaya çıktıktan sonra roller değişti; o, köyün camisi oldu. Bu yüzden hep, Cuma Camisi Eğret'in ilk camisidir, derler.

    Daha külliye çevresinde bir köy oluşmadan önce yapıldığı düşünülür ve Hacı İbrahim Zaviyesiyle ilişkilendirilirse, cami gelip geçen yolcular için inşa edilmiş olmalıdır. Zaten külliye konum itibariyle en işlek ticaret yolu üzerine, ihtiyaçtan yapılmış. Yani her daim, yolcu da olsa, hazır bir cemaate sahipti. Eğret köyü oluştuktan sonra da uzun süre oranın tek camisi olarak kaldı.

    Her birinde bir mescit bulunsa da etraf köyler cemaati cuma namazlarında Eğret'teki bu külliye camisine yöneldiklerine dair bir rivayet var. Eskiden bölgenin/beldenin en büyük camisinde cuma kılma gibi yerleşik bir gelenek vardı, buna göre rivayetin gerçekliği kuvvet kazanır. Hatta caminin ismi de böylece Cuma Camisi olarak kalıplaşması buna bağlanıyor.

    Anıtkaya'da çok bilinen At Mezarı efsanesi, cuma namazı - cuma camisi ile doğrudan ilgilidir. Kütahya tarafından gelen bir yolcu, namaza yetişmek için atını çok hızlı sürmektedir. Köye yaklaştığı anda nihayet at bu tempoya dayanamayarak çatlar. Bu olaydan sonra orası At Mezarı olarak halkın hafızasına kazınıyor, hala da öyledir.

    Tabi cuma namazı hutbe demek, hutbeye de hatip gerek. Bu yüzden vakıf marifetiyle camiye baştan beri bir hatip görevlendirilmiş. Bazen diğer namazları kıldıran imam bu görevi de yürütmüş, bazı dönemlerde ise ayrıca hem imam hem de hatip görevlendirilmiş. Bugün Anıtkaya'daki Hatipler, Çakırlar ve Gobaklar sülalelerinin ortak atası olan Hatiboğlu'nun bu görevi ifa eden eski hatiplerden birinin oğlu olduğu düşünülüyor.

    Kayıtlara geçen iki Eğretli hatip daha var. Bunların ilki Veyisler/Çorbecilerin İbrahim oğlu Mustafa'dır. 1882 Yılında çocuksuz olarak vefat ettikten sonra, Cuma Camisi hatiplik kadrosu bir kaç yıl boş kalmış. Bu dönemde fahri olarak vazife alan Veyislerin Ali oğlu İbrahim, 1886'da resmen atanmış. Halkın Delimam (Deli İmam) olarak bildiği Veyisoğlu İbrahim, 1905'te ölene kadar yirmi yıldan fazla hatiplik yapmış.

    Hatip olduğu halde Delimam diye lakaplandığından ötürü Veyisoğlunun iki görevi birlikte yürürttüğü düşünülebilir, ama öyle değil. O dönemin, en azından son dönemlerinin Cuma Camisi imamı, meşhur Mücellit Ahmet Efendi imiş. Aslen Döğerli Mücellit Hoca, Naymeler sülalesinin ana-dedesi oluyor. Delimam öldükten sonra bir müddet daha imamlık görevini sürdürmüş, hatta 1910 yılında Goca Cami inşaatı sırasında halen Cuma Camisi imamı imiş. Bununla beraber kaç yıl daha bu görevi sürdürdüğü bilinmiyor. Onun zamanında müezzin olarak görevlendirilen Çaylıoğlu Topal Hüseyin (Hüseyin Kabadayı)nın hangi camide görevli olduğu şüphelidir...

    1910-1921 Arasında, on yıl kadar Eğret'te iki cami var. Bunların hangisinin hocası olduğu bilinmeyenlerden biri de Eğretli Cemal Hoca'dır. Babası veya dedesi Cuma Camisi imamıymış, lakin Cemal Eğretli hangisinde görevlendirildiğine dair bilgi bulamadım; ikisi de olabilir.

    O sırada kimin nerede vazifeli olduğunun bir önemi yok, çünkü 1921 yılında her şeyi alt üst eden Yunan işgali başladı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren bu dönem, Eğret ile birlikte bu iki caminin de kara günleridir. Ezan, tesbih, tahmid, tekbir, salavat, cemaat vb. her şeye hasret kalınması bir yana; Eğretliler gibi Eğret camileri de her türlü zulme maruz kalmış. Hastane, klinik, depo, ahır gibi kullanıldıklarına dair söylentiler var. 

    Yunan gittikten sonra, nispeten yeni olduğu için Gocacami hemen temizlenip eski haline getirilmiş, ama ihtiyar Cumacamisi'nin öyle bir şansı olmamış. Gavur gittiğinde harabe halindeymiş, duvarlarında her türlü pislik ve kan izleri filan bulunuyormuş. Damı çatısı da yıkıldığı için viraneye dönmüş, uzun süre kurtlar kuşlar yuvalanmış.

    Çatısı olmasa bile duvarlar sağlam, onların çevrelediği geniş bir alana sahip olduğu için bir dönemde otopsi gibi işlemlere evsahipliği yapmış. Duvarlardaki kan izlerinin bu işlemlerden kaldığını söyleyen de bulunuyor.

    Harabe halindeki Cumacamisi 1960'lara kadar yaklaşık kırk yıl böyle... Bu virane çocukların da oyun alanına dönmüş. Musluların İbrahim Efe (Gavuralinintopal), burada kuş yakalamak isterken sakatlanmış. Dediklerine göre yüksek duvardan düşünce bacağı kırılmış. Yıllar sonra Samancının Gocabıyık (Halil Saçak) şahit olduğu bu olayı nükteli bir dille 'Bi atışda vurup düşürdüm onu' diye anlatmış. Gocabıyık 1930, Topal 1935 doğumlu olduklarına göre olayın 40'lı yıllarda yaşanmış olması gerekir...

    Bu durum, yani Cumacamisi'nin acınası hali Cemal Eğretli Hoca'yı çok üzmüş. Bir an önce tamir edilip ibadete açılmasına yönelik arzusunu hep dile getirmiş. Onun bu iştiyaklı hali ister istemez akıllara burada vazife almış olabileceği ihtimalini getiriyor. Yunan gittikten sonra Eğret'te durmayıp O da Afyon'a dönmüş. Eğer Gocacami Hocası olsaydı, köyde kalır vazifesine devam ederdi; Cumacamisi virane haline gelince, O'na Eğret'te yapacak iş kalmadı, diye de mantık yürütülebilir... Bununla beraber Cemal Hoca'nın Mücellit Ahmet Efendi'ye sağlığında ve ölümünden sonra aşırı hürmet göstermesi birlikte çalıştıkları ihtimalini de güçlendiriyor. Bu da adres olarak Cumacamisi'ni değil Gocacami'yi gösterir...

    Cumacamisi'nin hocasıydı veya değildi, Cemal Hoca'nın arzusu istikametinde Anıtkayalılar harekete geçiyorlar. Tunaüseyin (İbrahim Kayır)ın başkanlığı döneminde cami onarılıp ibadete açılıyor. Açılış merasimi yapılıp yapılmadığı bilinmiyor, Cemal Eğretli Hoca'nın gelip gelmediği de... Yalnız 1967 yılında vefat ettiğinde Cumacamisi tekrar hayata kavuşturulmuş bulunuyordu...

    Tamir sırasında ilginç bir şey oluyor. Ellerine geçen eski yazılı bir taşı kapının üstüne, duvarın alnına koymuşlar. Sıvaydı, boyaydı derken, yıllar o taşın üzerinden silindir gibi geçmiş. Okunamaz hale geldiği için Kervansarayın kitabesi sanılan bu taşın sırrı, Ferhat Öztürk Hoca'nın çalışması sırasında çözülmüş. 1878 Yılında tamir edilen bir çeşmenin kitabesi olan bu taşı, herhalde Kur'an yazısı diye, kapının üstüne yerleştirmişler. Şimdi tamamen ortadan kalkmış bulunan, külliyenin diğer ferdi çeşme kitabesi olduğu düşünülüyor... Bu yanlışlık bir bakıma iyi olmuş, caminin bir parçası olan kitabe koruma altına alınmış... 

    Koruma deyince... Yanındaki eski Kabristanla birlikte Korunması Gereken Kültür Varlığı olarak tescillenirken rapora, Ulucami/Gocacami yapıldıktan sonra halk cuma namazlarında burayı tercih ettiğinden Cuma Camisi diye adlandırıldığına yönelik bir bilgi kaydedilmiş. Bunun böyle olmadığı, adlandırmanın daha eski zamanlara dayandığını yukarıda açıkladık...

    Neyse,1969 yılında Delimısdık (Mustafa Erdem)in başkanlığı zamanında ise yeni bir minare yapılarak Cumacamisi'ne bugünkü görünümü kazandırılmış.

    İbadete açıldığında Apdıramanların Lomcu Hoca'nın oğlu Ahmet Selek'i hak ile hoca tutmuşlar. Daha sonra yine köyden bir kaç kişi daha hak usulüyle vazife yapmış. Kadro alındıktan sonra Basri Hoca, Adem Hoca gibi isimleri hatırlıyorum. Sonra Ali Osman Sancak Hoca oradan emekli oldu. Şimdi Hafız Ali Hoca Cumacamisi imamıdır.

    Sonuç olarak Cumacamisi, beş altı asırlık eski bir külliyenin ayakta ve hayatta kalabilen iki ferdinden biridir. Han ile birlikte sırt sırta vermişler, her şeyi öğüten zaman değirmenine meydan okur gibiler. Hamam ve çeşme onları yarı yolda bırakarak sahneden çekildi. Yalnız, asırların yorgunluğunda hemen yanıbaşlarında kendiliğinden oluşan eski kabristanın hakkını yemeyelim; bu iki kardeşe yoldaşlık ediyor.



15 Mayıs 2024

Eğret Han

ANITKAYA (EĞRET) KERVANSARAYI
            Ferhat Öztürk*

    Kervansarayın ismi: Kervansaray, Afyonkarahisar’ın merkez ilçesine bağlı Anıtkaya Köyü’nde bulunmasından dolayı Anıtkaya Kervansarayı, Anıtkaya Köyü’nün eski isminin Eğret olmasından dolayı Eğret Kervansarayı ve Eğret Han olarak bilinmektedir. Kaynaklarda genel olarak Eğret Hanı ismiyle geçmektedir.

    Kervansarayın yapıldığı mimarî dönem: Beylikler Dönemi’dir.

    Kervansarayın yapılış tarihi: Kervansarayın yapılış tarihiyle alakalı kaynaklarda farklı tarihler belirtilmiştir. Bir kaynakta yapılış tarihinin M 1267 olması ihtimali üzerinde durulmuş, başka bir kaynakta da M 1278 tarihi belirtilmiştir. VGM Kütahya Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşiv kayıtlarına göre kervansarayın kitabesi olmadığından H 666-M 1267 yıllarında 13. yy.’daki Selçuklu hanlarından olduğu tahmin edilmektedir. Ali Baş, “Beylikler Dönemi Hanları” adlı çalışmasında Eğret Kervansarayı’nı Germiyanoğulları Dönemi’ne tarihlendirmiştir. A. Osman Uysal da “Germiyanoğulları Beyliği’nin Mimari Eserleri” adlı çalışmasında bu yapıtın Selçuklu ve Osmanlı devirlerine ait olamayacağı hakkında görüşünü bildirmiştir. Genel kabule göre Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Germiyanoğlu Süleyman Şah tarafından M 1370-1380 yılları arasında yaptırılmıştır.

    Kervansarayın banisi: Afyonkarahisar Arkeoloji Müzesi 03.000/1.0 numaralı Envanter kaydına göre yapıyı yaptıran kişi, Germiyanoğlu Süleyman’dır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nı Kütahya’yı yazlık, Karahisar’ı kışlık başkent yapan Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın M 1370-1380 tarihlerinde yaptırdığına dair bir görüş de vardır.

    Kervansarayın tescil tarihi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu’nun 13.02.1986 tarih, 1881 sayılı kararı ile korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillidir.

    Kervansarayın mimarı: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın mimarı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.

    Kervansarayın adresi: Kervansaray, Afyonkarahisar-Kütahya yolu üzerinde, il merkezine 30 km uzaklıkta, Afyonkarahisar ili Merkez ilçesine bağlı Anıtkaya köyü Cumhuriyet Mevkii’ndedir. Köyün girişi sayılacak bir noktada yer alan kervansarayın önünde okul, kuzeyinde muhtarlık binası ve doğusunda Cuma Camisi vardır.

    Kervansarayın onarım tarihleri: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, 1966-1969 tarihleri arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarım görmüştür.

    Kervansarayın kitabesi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında kitabelik kısmı olmasına rağmen herhangi bir kitabe bulunmamaktadır.


     GENEL MİMARÎ ÖZELLİKLERİ

    Eğret-Eyret ismi, Kimek-Kıpçak federasyonu içerisinde bir boydur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, şu anda köyün giriş kısmı sayılacak bir noktadadır. Kervansarayın doğusunda köyün en eski, arşiv belgelerinde vakıf camii olduğu ve kervansarayla aynı tarihte yapılma ihtimalinden söz edilen Cuma Camisi yer almaktadır. Kervansaray, onarım öncesinde epey zarar görmüştür. VGM tarafından yaptırılan onarımlarla varlığını günümüze kadar korumuştur. Onarım öncesinde ulaşılan resimlere bakıldığında çatıda, taç kapıda, iç ve dış kısımda yapının geçirdiği tahribatı görmek mümkündür.

    M. K. Özergin, İnay Kervansarayı’nı, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eşi olarak nitelendirmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı plan olarak, Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan daha küçük ve avlusuz bir yapıdadır. Kervansaray, 14.50 x 22 m ölçülerinde ve 120 m²’lik bir alan üzerine inşa edilmiştir. Kervansarayın kapalı kısmı, üst örtüyü taşıyan ayakların tabii olarak ayrılmasıyla üç bölümden oluşmaktadır; girişteki bölüm (orta bölüm) yanlardaki diğer bölümlere göre daha geniş çaplıdır.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın ön cephesi (batı cephesi) Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan farklıdır. Girişinde geniş planlı beş merdiven basamağı vardır. Merdiven basamaklarının bittiği alanda, taç kapı önünde gayet geniş bir boşluğun olduğu görülmektedir. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eski resimlerine bakıldığında bu alanda herhangi bir merdiven basamağının ve balkona benzeyen bir çıkıntının bulunmadığı dikkati çekmektedir. Bu resimlerde kapının önünde toprak yığınının olduğu, hayvanların da insanların da içeriye rahatça girebileceği hafif bir yükselti vardır. Sivri kemerlerde hayvan bağlamak için oyulmuş yerler vardır. Hem kervansarayın eski resimlerinden hem de planından hareketle bu merdiven ve balkon şeklindeki çıkıntının sonradan yapıldığı anlaşılmaktadır.

    Kervansarayın kuzey cephesindeki duvarın dış kısmı, batıdan doğuya doğru daralmaktadır. Bu durum, yapının eğimli bir araziye yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kuzey cephesindeki dış duvarda iki mazgal pencerenin delikleri ve üst kısımlarında dört tane çörten, güney cephesindeki duvarda dört tane çörten vardır. Güney cephesindeki çörtenlerden biri (güneydoğu cephesinin köşeye yakın olanı) yıkılmıştır. Kervansarayın kuzey-güney cephelerindeki duvarlarında bulunan bu çörtenler sayesinde çatıda biriken yağmur ve kar suları dışarı akmaktadır. Çörtenlerde herhangi bir motif yoktur.

    Kervansarayın arka cephesinde (doğu cephesi) herhangi bir pencere veya çörten yoktur. Doğu cephesindeki duvarın orta bölümüne denk gelen kısmı, yanlardan üç sıra taşla daha yüksek yapılmıştır.

    Kervansarayın iç kısmında genel olarak taş malzeme kullanılmıştır. Günümüzde tabanına mermer kaplama yapıldığı görülmektedir. Kervansarayın taç kapısının iç kısmındaki sivri kemerinde tuğla kullanılmıştır. Kapı kemerinin üzerinde ahşap bir malzeme kullanılmıştır.

    Girişin sağında ve solunda dörder tane olmak üzere, toplamda sekiz ayak vardır. Kemer üzengileri ayaklara oturmaktadır. Kervansaraydaki ayaklar, bir kaynakta T planlı olarak ifade edilmişse de, günümüzde dikdörtgen planlıdır. Kervansaraydaki sivri kemerler, kuzey-güney yönünde her bölümde dörder tane olmak üzere, toplam on iki tanedir. Orta bölüm, diğer bölümlerden daha geniş ve yüksek boyutlu olması sebebiyle, bu bölümdeki sivri kemerler, yan bölümlerdeki kemerlerden daha büyük ve geniş çaplıdır. Kervansaraydaki sivri kemerlerin sadece biri tuğladan, diğerleri ise taş malzemeden yapılmıştır. Tuğladan yapılmış olan sivri kemer, kuzeydoğu yönündeki köşededir.

    Kervansarayda doğu-batı yönünde uzanan kısa sivri kemerler de orta bölümdeki ayaklarda birleşmektedir. Her bölümü birbirinden ayıran sivri kemerler, doğu-batı yönünde beşer tane olmak üzere, toplamda on tanedir ve küçük çaplıdır. Bu küçük çaplı sivri kemerler, kervansarayın mimarîsine farklı bir ihtişam katmıştır. Kemer başlangıç sıralarındaki taşlarda muhtemelen hayvanların bağlanmasına yarayan delikler vardır.

    Kervansarayın üst örtüsü sivri tonoz şeklindedir. Üst örtünün onarım çalışmalarında günümüzde kullanılan sıva, boya ve badana malzemeleri kullanıldığı için orijinalliği kaybolmuştur.

    Kuzey cephesindeki duvarda iki tane mazgal pencere bulunmaktadır. Pencerelerin etrafı ve lentoları taş malzemeden yapılmıştır. Binada başka bir pencere yoktur. Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylarda daha fazla pencere veya mazgal pencere bulunmasına karşın, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda iki tane mazgal pencere vardır.


      TEZYİNÎ ÖZELLİKLERİ

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda tezyinî ögeler genel olarak taç kapıda yer almaktadır. Taç kapı, yarım niş şeklindedir ve sivri kemerlidir. Taç kapıda en dikkat çekici özellik; farklı boyutlardan oluşan mermer sütunlardır. Sütunlar kapının sağ ve sol tarafında üçer tanedir. Dış köşedeki sütunlar, boyut itibariyle en uzun sütunlardır. Kapı girişine doğru sütunların boyları kısalmaktadır. Mermer sütunlardan oluşan bu tezyinî özellik, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların taç kapılarında görülmemektedir. Kapı, devşirme sütun demetleriyle süslüdür. Devşirme sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılan malzemelerin bir kaynakta dorik üslupta başlıklara sahip olduğu bilgisi mevcuttur. Anıtkaya Kervansarayı’nda sütun başlığı olarak kullanılmış devşirme malzemelerin Attika b tipi sütun kaidesi şeklinde benzerleri vardır. Örneklerden hareketle Attika b tipi sütun kaidelerinin taç kapı sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılmış olma ihtimali kuvvetlidir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısının kavsarası niş şeklinde ve sivri kemerlidir. Kapı kemerindeki taşlar diğer kervansaraylardaki gibi renkli değildir. Kapının sövelerinde de herhangi bir süsleme yoktur. Sultandağı’ndaki Sâhib Ata Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan mukarnaslı kavsara ve mihrabiyeler, Çay’daki Ebu’l-Mücahit Yusuf Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan kasetli üçgenler, mihrabiyeler, renkli taşlar Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında yoktur. Bir kaynakta kemer üzerindeki silmenin sadeliğine değinilmiştir. Silmelerin etrafında genel olarak Sâhib Ata-İshaklı Kervansarayı’ndaki gibi bazı desenler veya gülbezekler yer almaktadır. Kervansarayın taç kapısındaki silmenin etrafında herhangi bir desen veya çıkıntı yoktur; oldukça sadedir. Sivri kemerin kavsarasının ağırlığı, taç kapıdaki en kısa boyutlu mermer sütunlara verilmiştir. Sivri kemer, taş malzemeden yapılmıştır.

    Kervansarayın kitabelik bölümü, kapı girişinin üst kısmındadır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında sıklıkla görülen mermer malzeme, kitabelik bölümünde de kullanılmıştır. Kitabelik kısmı, iki küçük sütun ve impost başlıklardan oluşmaktadır. Kitabeliğin etrafındaki mermer sütunların birisi gri, diğeri ise beyaz renklidir. Beyaz mermer sütunların üst-orta-alt kısımlarında eşit aralıklarda sıralanan üç delik vardır. Beyaz mermer sütunun kaide kısmında üç sıra yuvarlak bilezik şekilli, sol taraftaki gri mermer sütunda başlık ve kaide kısmında iki sıra bilezik şekilli yuvarlak çizgiler mevcuttur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kitabelik kısmı, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların kitabelik kısımlarından farklılık oluşturur. Günümüzde kitabelik kısmında herhangi bir kitabe bulunmazken, kitabenin aslı ile ilgili net bir bilgiye de ulaşılamamıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kuzey-güney dış cephelerindeki duvarlarında da devşirme malzeme olduğu düşünülen taşların üzerinde motifler vardır. Kuzey cephesindeki malzemenin parçaları eksik olduğundan net bir anlam verilememektedir. Dış cephede güney yönündeki taşta ise, kabartma tekniğinde bitkisel motif kullanılmıştır. Bu motifin içerisi basit formlarda yuvarlak rozetlerle, motifin uçları da kıvrım dallarla süslenmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kapalı kısmındaki devşirme malzemeler; orta kısımda kemer başlangıçlarında, güney yönündeki bölümün üçüncü kemer başlangıcında ve kapı kemerinde bulunmaktadır. Devşirme malzemelerin bazılarında tipik Bizans motifleri görülmektedir. Resim: 28’de İyon sütun başlıklarında görülen volüt vardır. İyon düzeni; İyonya’da geliştirildiği için bu adla anılmıştır ve volüt denilen iki helezonî kıvrımla bezelidir. Fakat Anıtkaya Kervansarayı’nda bulunan devşirme malzemede volütlerden birisi görülmektedir; diğer volütün duvar içinde kaldığı düşünülmektedir. Başlık, kapıdan girişte orta bölümde üst örtüyü taşıyan birinci sivri kemerde yastıktaşı (üzengi taşı) yerine kullanılmıştır. Bu devşirme malzemenin çeşitli yerleri, geçirdiği onarımlardan dolayı zarar görmüştür. Özellikle başlığın volütlü yüzü ve volütün arka kısmında zarar gören yerler bellidir. Günümüzde kullanılan sıva malzemesi, devşirme malzemenin volütlü yüzünde belirgindir.

    Resim: 30’da yapraklarının bir kısmı görülen bitkisel motif, Resim: 33’te basit stilize bitkisel desenler göze çarpmaktadır. Bu desen, kapıdan girildiğinde birinci sivri kemerin sol taraftaki impostun ön yüzünde görülmektedir. İmpostun çeşitli yerlerinde kırılmış yerler vardır. Muhtemelen bu devşirme malzemeler, kervansarayın harap bir halde olduğu dönemde zarar görmüştür. Yastık ve üzengi olarak da adlandırılan impostlar, sütun başlıklarının üzerinde veya sütunların ve payelerin üzerinde kemere geçişlerde kullanılmıştır. Anıtkaya Kervansarayı’nda impostlardan kemere geçişlerde yastık taşı olarak yararlanılmıştır.

    Kapıdan girişte orta bölümün ikinci sivri kemerinde, İyon sütun başlıklarını anımsatan devşirme malzeme kullanılmıştır. Devşirme malzemenin arka yüzünde İyon sütun başlıklarında sıklıkla görülen volüt için ayrılan bir bölüm vardır. Ancak volütlü kısmın boş bırakıldığı veya volütün zamanla yok olduğu görülmektedir. Devşirme malzemenin ön yüzünde madalyon içinde altı yapraklı papatya tekeri motifine benzeyen bitkisel motif yerleştirilmiştir. Bu motif, bir kaynakta “papatya tekeri” olarak adlandırılmıştır. Papatya tekeri diye adlandırılan bu motifin, Hristiyan inancında cadı işareti, altıgen pusula, kötülüğe karşı koruyucu bir sembol gibi anlamlar yüklenerek kullanıldığından söz edilir.

    Resim: 35’te İmpost’un ön yüzündeki basit stilize bitkisel motif, impostun ön yüzünde kabartma şeklindedir. Bu devşirme malzeme, orta bölümdeki ikinci kemerde, kemerin sol tarafında kemer başlangıcı olarak, yastık taşı şeklinde kullanılmıştır.

    Resim: 36’da devşirme malzemelerden olan impost’un ön veya arka yüzünde herhangi bir motif yoktur. Devşirme malzeme, orta bölümün üçüncü kemerinde, kemer başlangıcı olarak kemerin sol tarafında, yastık taşı olarak kullanılmıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısında sütun başlığı olarak kullanılan, fakat aslında Attika b tipinde sütun kaidesi olduğu anlaşılan devşirme malzemeler, kapalı kısımdaki kemerlerin bazılarında da kullanılmıştır. Uşak ilinde bulunan İnay Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemeler ile Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemelerin bazılarında benzerlik görülmektedir.

    Kervansarayın kapalı kısmında, güney yönündeki bölümde, üçüncü kemerin kemer başlangıcında devşirme malzeme kullanılmıştır. “Çift Sütun” dikdörtgen bir payenin yan yüzlerinin birer yarım sütunla genişletilmesiyle oluşturulmuş, Erken Bizans Dönemi’nde pencerelerde, arkadlarda yaygın olarak istifade edilmiş devşirme malzemelerdendir. Kütahya Kalesi’nin burçlarından birinde bulunan çift sütunla (4-6. yy.) Anıtkaya Kervansarayı’nda yastıktaşı olarak kullanılan çift sütun arasında benzerlik görülmektedir. Kervansaraydaki çift sütunun diğer kısmı, duvar içerisinde kaldığından dolayı görülmemektedir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kapalı kısmında taç kapı kemer başlangıçlarındaki devşirme malzemeler yastıktaşı şeklinde kullanılmıştır. Tuğladan olan kemere farklılık katan bu devşirme malzemelerden sol tarafta bulunanı şeklen Magnesia Zeus Sosipolis Tapınağı’ndaki anta kaidesine, kemerin sağ başlangıç noktasında bulunan devşirme malzeme de Bursa Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çift sütun kaidesine benzemektedir. Örnekte gösterilen Attika tip çift sütun kaidesi bir çalışmada, benzer örneklerle karşılaştırılarak, Erken Bizans Dönemine tarihlendirilmiştir. Dolayısıyla, Anıtkaya Kervansarayı’ndaki çift sütun kaidesinin, örnekteki çift sütun kaidesine benzerliğinden dolayı, Erken Bizans Dönemi’ne ait olduğu söylenebilir.


     *Bu yazı Ferhat Öztürk'ün 2022 yılında hazırladığı Afyonkarahisar'da Bulunan Kervansarayların Genel Mimari ve Tezyini Özellikleri adlı yüksek lisans tezinden alınmıştır.



12 Mayıs 2024

Hacıalinin Kavak


    Eğret Çayı'nın deli zamanlarında Buñar'dan Çay/Esbaplık'a kadar belli geçiş noktaları dışında bir yerden karşıya geçilemezdi. Çay'ın hemen ardındaki bir set ile birinci ve ikinci barajlar dediğimiz küçük sulama kanallarına su ayrılan yerler doğal köprülerimizdi. Herkes dereyi oralardan geçer, yoksa hangi taraftaysa orada kalırdı.

    Baraj dediğimiz yerler küçük de olsa gerçekten baraj vazifesi görürdü. Henüz Buñar havuzuna inip çıkamayacak kadar küçük yaşlardayken bu baraj gölcüklerinde yıkanırdık. Birinci baraj ile Çay arasında karşıya geçilecek yer olmadığını da o zamanlarda farketmiş olmalıyız. 

    Yıkanır, suya atlar zıplar yorulurduk. Söğütler arasındaki oyunlardan sonra takatimiz kalmaz, dönüş yoluna geçerdik. Yine öyle bir ikindi sonrası Çay'a doğru giderken bir de baktık ki, tam olması gereken yere bir gecede köprü kondurulmuş. Hacaliniñgavak olanca kuruluğuyla derenin üzerine boylu boyunca uzanmıştı.

    Uzun zamandır gözlere pirifani gibi görülen bu koca kavağı herkes bilirdi. Halkın içinde son günlerini yaşayan biri gibi kabul edilir, 'Hacaliniñgavak' denildiğinde kendisine bir şahsiyet giydirilmiş oluyordu. Kimdi bu Hacaliniñgavak?

    Çorbecilerin Ahmet oğlu Ali Dadak, 1878 yılında doğdu; Deliveyis'in yeğenidir. Hacca gidip geldikten sonra Hacı Ali diye bilindi. İşte malum kavak ona nispetle 'Hacı Ali'nin Kavak' diye adlandırılıyor. Böyle adlandırılmasının iki sebebi olabilir, ya Hacı Ali tarafından dikilmiş olması; ya da mülkiyeti ona ait bulunmasıdır. İlk sebep geçerli olduğunda, kavağın 20. yüzyıl başlarında dikildiği düşünülebilir. Yok öyle değil de onların çayırında bulunduğundan böyle adlandırıldıysa belki Hacı Ali'den de büyüktür...  Kavağın yaşıyla ilgili bir fikir oluştu sanırım...

    Kavağın özel isimle anılması Hacı Ali'nin 1952 yılında vefat edişiyle mi oldu, yoksa daha önceden mi böyle deniliyordu, bu husus karanlıkta... Bununla beraber bu seneden sonra yaygınlaştığı da bir gerçek. Ayrıca kavak o kadar meşhurlaşmış ki, bulunduğu mevkiye de onun adı verilmiş. Hacaliniñgavak denilince yalnızca bir ağaç değil, çevresiyle birlikte o bölge anlaşılırdı.

    DSİ tarafından kanal açılmadan önce de Eğret Çayı'nın kendine göre bir dereyatağı varmış, ama bu kadar derin ve sınırlı değilmiş. Çay, geniş geniş, yayıla yayıla, özgürce akar gidermiş. Bu yüzden güzergahı, etraflıca sulak çayırlardan oluşuyormuş. Bunları Hacaliniñgavak nasıl bir ortamda yetiştiğini merak edenler için söylüyorum. Zira ne zaman dikildiyse, tam da dere yatağının ağzına, ayakaltına dikilmiş. Belki de söğütlerin arasında yalnız bir kavaktı. 

    Suyu çok seven kavak, hemen serpilmiş, uzamış, büyümüş... Hacı Ali hayattayken çoktan kesilebilecek durumdaymış, ama kesmemişler. Böylece sahibinden sonra kendisi de yaşlılık dönemini doyasıya yaşamış. Aslında kavak ağaçlarının ihtiyarlamasına pek izin verilmez, en geç kırk yaşında kesilirler. Nasıl olduysa Hacaliniñgavak'a ayrıcalık tanınmış...

    Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın bütün ağaçlar bir gün ölür, tıpkı insanlar gibi. Hacaliniñgavak da ayakta öldü; kurudu, kofladı ve devrildi. Dallarının bazılarında canlılık emaresi yeşil yaprak bulunduğunu hiç hatırlamıyorum, hep kuru halini biliriz... Ölü, ama ayakta bir ağaçtan daha acınası var mıdır bilmem. Sen bir asra yakın şen şakrak bir hayat sür; dallarının arasında bülbüller şakısın, onların şarkısı rüzgarın vınıltısına karışsın, bu besteye ritim tutarak sağa sola salın dur... Gelvelakin ömrünün sonunda terkedilmiş bir viraneye dön. Kuru dallarına kargalar, kara bağrına baykuşlar yuvalansın... Gelen geçen sana ürkerek, çekinerek baksın...

    Bu haliyle gerçekten korkunç görünürdü. Köke yakın gövdesi kocaman oyulmuş, bir mağara girişini andırıyordu. İçine sokup başını kaldırırsan tepede bir yerlerden gökyüzünü görürdün, fakat bizim yaşımızdakiler için bu cesaret isterdi. O yıllarda Hakim (İbrahim Patlar) kovukta bir tilki leşi görmüş de korkusundan yaklaşamamış. Yaşça daha büyük Erol Kızılyel çıkarmış kovuktan... Yaban hayvanlarının sığınağı durumundaki kavağa, dediğim gibi, bizler bakar geçerdik...

    1960'lı yıllarda da o kovuk yine varmış. Belki bizim şahit olduğumuz dönemdeki kadar geniş bir oyuk değilmiş, ama gözden kaçacak gibi de değilmiş. Mesela derede yıkanan gençler, Hacaliniñgavak gövdesini soyunma giyinme kabini gibi kullanırlarmış. Sen bundan kovuk genişliğini hesap et. Berberahmet (Ahmet Kabadayı) bu konuda ayrıntı veriyor, dirsekleri açık dört kişinin sığabildiğini söylüyor. Galiba giyinme kabini hususunda işi abartmışlar, belli yerlerine çiviler filan da çakılmış...

    Ayrıca Aziz Sargın'ın dediğine göre, avcılar da gizlenme kulübesi gibi orada avlarını beklerlermiş. Hacellerin Ahmet Dadak, kendi bahçeleri olduğu için, ekseri elinde tüfeği ile oraya gizlenirmiş...

    Bazı acı hatıralar var onunla ilgili... Bilallerin Salim Kaynar, tırmanmaya çalışırken düşmüş. Kırılan ayağını o günün şartlarında tedavi ettirememişler. Böylece lakabı 'Topal Salim' kalmış...

    Böğründeki kocaman kovuktan dolayı Eğretliler arasında bazı mesellere konu olmuş. Büyükler 'Hacaliniñgavak gibi içi boş adam' benzeri tasvirler yapar; kavağa kişilik kazandırdıkları gibi, bazı kişilere o kavağın özelliğini verirlermiş. Yani halkın hafızasıyla birlikte diline de yerleşmiş...

    Can çekişirken ve öldüğü halde 'yıkılmadım ayaktayım' dercesine inatla devrilmediği yıllarda bile çok işe yaramış. Bir ikindi sonrası dere üzerine boylu boyunca uzanmış gördüğümüzde de, köprü vazifesiyle yine işe yarıyordu. Tamamen boşalmış içinden tüpgeçit gibi ve üzerinden asma köprü gibi defalarca bir o yana bir bu yana geçtik durduk. Yarım kalmış oyunumuzun devamı gibi bir şeydi ve artık korkacak bir şey de kalmamıştı...

    İçi tamamen pofuldamış ve boşalmış kavak gövdesi, bir kaç yıl dere özerinde öylece kaldı. Sonra işe yarayacağından değil de, bahçe temizlensin diye cesedini sürüyüp götürdüler... Yalan yok, vefasızlık konusunda biz de az değildik; çocukluğumuzun diğer hatıraları gibi onu da nisyana terk ettik...

    Yıllar sonra Diksiyon dersinde çalıştığımız bir tekerleme, Hacaliniñgavak'ı nisyan çukurundan çekip çıkardı;
    Ey ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavak!
    Sen evvelden mi, ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavaktın;
    Yoksa sonradan mı, ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavak oldun?

    Gerçi bizim bildiğimiz haliyle ne dalı suluydu, ne de kara kavaktı; ama tekerlemeyi her söylediğimizde gözümün önüne hep Hacaliniñgavak geldi.

    Bugüne gelecek olursak; Söğüdaltı denilen o bölgedeki bütün ağaçlar, Hacaliniñgavak ile aynı kaderi paylaşma tehlikesini yaşıyor. Üstelik hiç birine onun yaşadığı kadar ömür biçmek mümkün değil. Çünkü dere boyunu besleyen Eğret Çayı tarih oldu. Bununla beraber büsbütün de karamsar olmamalı. Bakarsın Allah bize acır da Buñar'ımızı geri verir; böylece gürül gürül Buñarlı, çağıl çağıl dereli, üfül üfül kavaklı günleri bir daha görürürüz...