26 Ağustos 2025

Delimısdık/Mustafa Erdem Albümü

 

      Albüm Hakkında 

        

1.

  2.

3.


4.


       5.
        Gayalardan


6.


7.


8.


9.


10.


   11.


   12.


   13.


   14.


   15.


   16.


   17.
        Onyedinci Fotoğraf


   18.


   19.


   20.


   21.


   22.


   23.


   24.


   25.


  26.


   27.


   28.


   29.


   30.


   31.


   32.


   33.


   34.



   35.


   36.


            37.


   38.


   39.


   40.


   41.


   42.


   43.






Tükenmez Hazine


    İmar Planı fotoğraflarına geçmeden önce Şamlı mevzusunu aradan çıkarmak gerekiyor. Tamam, yılın en sıcak döneminde nasıl akıyorsa o standart suyuna kavuştu, artık bu konu da baydı, diyeceklerden bir yazılık daha sabır istiyorum.

    Aslında ben bu işe hikaye derlemek maksadıyla girdim. Şimdiki amacım da hikaye anlatmak değil, ama başa dönelim. Geçtiğimiz bahar aylarında Almalı yürüyüşüne çıkmıştık. Hedefe varmadan önce yolumuza sırasıyla Demirce, Halibanağa ve Şerafettinemmi çeşmeleri çıkmıştı. Almalı çeşmeleriyle birlikte beş çeşmeyi bu yürüyüşte ilk defa görmüş olduk. Daha sonraki bir yürüyüşle de Bahçecik çeşmesiyle tanıştık, bütün bunları daha önce yazmıştım.

    Bir gün Bödününçeşme dindiği haberi geldi, üst taraftaki Kilciçeşmesi ise daha önceden dinikti. Tam onlara üzülmeye vakit kalmadan Gayraklı ile Şamlı'nın da akmadığını söylediler. Almalı'ya kadar faal çeşme yalnız Halibanağa'nınki kalmış oluyordu, çünkü Demirce ve Şerafettinemmi çeşmeleri zaten kuruydu. 15 gün kadar önce Meşhur Ahmet Abi ile bu konuları konuşurken, bir kaç gün sonra Asım Taşkın ile Şamlı üzerine çalışmaya gideceklerini, Halibanağa çeşmesini nasıl açtılarsa onu da açabileceklerini söyledi. Gidecekleri zaman bana da haber vermelerini istedim. Yukarıda belirttiğim gibi, amacım başka, tabi biraz da böyle bir macera yaşama isteğini de itiraf etmeliyim. 

    Böyle başladı çeşmeci ekibe katılmamız... İki gün sonra aradılar, gittik... Vardığımda gözlerine kestirdikleri bir yeri kazıyorlardı, üstü yeşergin olduğundan kuyu buralarda bir yerde olabilirmiş. Bir şey çıkmadı tabi. Sonra çeşmeye en yakın ve yeryüzünde kalmış künk kalıntıları izlenerek en uygun yere kesik atarak bulunması muhtemel hattı takip etme fikri doğdu. Bu arada kesik atma gibi kavramları da öğrenmiş oluyordum. Bundan sonraki 9 günlük süreç hep bu teknikle kazarak ilerledi...

    Millet toprağı kazıyor, belliyor, kürekle atıyor, ter döküyor ve yoruluyordu. Bense bu sürecin en kenarındaki kişi olarak onların yorulmasına üzülüveriyordum. Gerçi bazen işin ucundan tuttum, hatta onlar kadar yorulduğum bile doğrudur; ama kesinlikle onlar kadar fiziksel güç bakımından katkım olmadı. Zaten daha işin başında benden bekledikleri bu olmadığını söylediler. "Sen şurda dur, çay filan demle yeter" dediler. Onu da pek yapmadım. 

    Ne yaptığımı biliyorsunuz, fotoğraf çekip altına bir şeyler yazarak burada yapılanları sosyal medya aracılığıyla duyurmaya çalıştım. Galiba yeterince duyurduk da... İlk gün Meşhur ve Asım'ın yanında bir de Kuşçu vardı. Ertesi gün Emre geldi, Pazar günü Hasan abisiyle birliktelerdi, en son Tekenin Hasan ve Sütçü Mehmet ekibe dahil oldular. Bu arada Şuayip Abi ve oğlu İbrahim, Halil Salman abi de sık sık ziyaret ettiler. Yine Muhtar, Dolak Ahmet, eski Muhtar Mehmet ve Zeki Mola'nın da üşenmeyip oraya kadar geldiklerini unutmadık. Keza Berber Ahmet emmim ve Bahtiyar dayımı, iki gün yanımızda bulunan Ali Omak'ı... Dünkü dört taze delikanlının önemli katkısını zaten biliyorsunuz.  Bu tür faaliyetlerde çocukların ayrı bir rahmet ve bereket sebebi olduğunu biliyoruz, bu anlamda Halil ile Yiğit'i ve yanında oğlunu getiren Kilcilerin Ahmet'i unutmayalım... Yani bütün bu şevklendirici katılımlarda fotoğraf ve video paylaşımlarının etkili olduğunu söylüyorlar. İşte bizim Şamlı tamirinde varsa bir katkımız, bu kadardır...

    Bu arada bir kaç hikaye derledim, not ettiğim o hikayeleri bir ara yazarım. Asıl önemli hikayenin Şamlı tamirinin kendisi olduğunu unutmamak lazım. Bir defa ben çok şey öğrendim, bunların en önemlisi azmin hedefe ulaşmada etkisidir... Düşünsenize, kimsenin yerini bilmediği yer altındaki bir kuyuya ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bir sürü söylenti var, ama somut bir ipucu yok. Aklımda kalan ipuçlarından biri, kuyunun hocalaryemişine yakın bir yerde olduğuydu. Garip olan şu ki, orada hiç hocalaryemişi yok... Rivayet edilen bir bilgiye göre de kuyunun yakınlarında gılik olacaktı. O bölgede meşe pek seyrek olduğunu, çevredeki bütün bütün yeşilliklerin gılik olduğunu söylemeye bile gerek yok... Biri de kuyunun önünde örüldüğü belli bir taş duvar olacağını söyledi. Şiddetli sele maruz kalan o bölgede ne duvar görünüyor ne de düzenli taş bir set... Orada burada rastgele birikmiş taş yığınları dolu... Ha şimdi hatırladım, bir bilgiye göre de kuyunun üstünde ıssırgan dikenleri olacakmış... Allah sizi inandırsın, her gılik kümesinin içi ısırgan benzeri otlarla dolu. Yani sizin anlayacağınız, her tarif sarı çizmeli mehmet ağa...

    Bazen bilgiler de birbiriyle çelişebiliyordu. Biri rahmetli Halibanağa'nın kuyuya erişerek çeşmeyi tamir ettiğini söyledi. Bir başkası da "Aha Halibanağa şuraya kadar kazdıydı" diye yerini gösterdi ki, orası zaten kazılan ve künkün devam ettiği gözlenmiş bir yerdi. 

    Şu gerçek ortaya çıktı, kuyunun yeri kesinlikle bilinmiyordu, üstelik şimdiye kadar hiç ellenmeyen bir yerde olma ihtimali yüksekti. En garanti yol kesik atarak künkü takip etme yöntemiydi. Kazma yordamıyla gitmek en iyisiydi. En iyisiydi; fakat bayır kavranmış, zemin sertleşmiş ve künk derinleşmişti. İşte o zaman malum işgücü çağrımızı yapmıştık...

    Bu arada künk bizi dörtlü bir kavşağa götürdüğünde şaşırıp heyecanlanmıştık. Birden fazla kuyu ile karşı karşıya olduğumuz fikri o gün oluştu. Bu konuda haklı olduğumuz sonradan ortaya çıktı, fakat dörtyol kavşağının aslı da bir kaç gün sonra gün yüzüne çıktı. Sola giden iptal edilmiş yolun eski çeşmeye çıktığını, kıble istikametindeki künk yolunun yarım metre sonra çıkmaz sokağa dönüştüğünü, anayolun sağa gittiğini hep kazarak öğrendik. 

    Kesik atarak garanti ilerleme usulünü bir kaç kere terk ettik ve her seferinde buna pişman olduk. Bu tamamiyle iyi niyetten, herkesin fikrine saygı duyup herkesi memnun etme düşüncesinden kaynaklı bir aksamaydı. Mesela biri gelip diyor ki "Boşuna buraları kazmakla uğraşmayın, bak kuyu deha şorası, gelin şu boğazı kazın..." Hatırı kırılmasın diye, biraz da haklı olabilir, boşuna kendimizi yormayalım düşüncesiyle gösterdiği yeri kazıyorsun. Künk derinleştiği için geniş de kazmak zorundasın, isabet ettiremezsen boşa kazma sallamış oluyorsun. Künk veya kuyu emaresi bir şey yok, işte bu moralleri alt üst ediyordu. 

    Üç dört kere böyle boşa kazılan çukur oldu, her seferinde başa dönüp künk takibine geçildi. Emek ve zaman kaybı... Kesikler arasını kısa tutmak gerekiyordu, bazen iki kesik arasında 3 metre olmasına rağmen künkü kaybediyorduk. Zira üç künkü aynı doğrultuda göremiyorsun, yer altındaki hattın nereye gittiğini tahmin etmek mümkün değil. Hiç hesapta olmayan dirsekler, dönüşler, zigzaglar... Öyle olunca bırak kuyu tahminini, iki metre sonra künk hattının nerede olduğunu bile söyleyemezsin...

    Bununla beraber herkesin kendine göre kuyu yeri tahmini var. Mesela Meşhur sürekli tepeyi gösterdi, Allah'tan isabetsiz bir tahmindi, yoksa oraya nasıl ulaşırdık. Tahmin ettiği yerleri daima değiştiren, her seferinde kuyu bura diye yemin billah eden, gerçek kuyu tahmin ettiği 27 noktadan bir çıkınca "Demedim mi ben size!" diye hava basan abinin kulakları çınlasın...

    Künkleri düzgün bir şekilde dikine indirmeyip zigzaglarla dolaştırmanın bize zorluk çıkarmak için yapılmadığı belli, bunun bir hikmeti olmalıydı. En sonunda suyu dinlendirmek, onu makul bir hızda tutmak, her köşeyi kumluk vazifesiyle kullanmak ve daha aklımıza gelmeyen başka sebeplere bağlı olduğuna kanaat getirdik.

    Hatta kullanılan malzemeler de dikkat çekiciydi. Çeşmeden itibaren 100 metre kadar plastik boru döşenmiş, bunlar 1980'lerdeki son tamirde döşendiği belli... Bundan sonrasında eski pişirilmiş toprak künkler çıktı, ne kadar eski olduğunu bilemeyiz tabi. Yalnız kuyu yakınlarında yontma taştan tünel biçimindeki yolağa bağlanırken iki metre kadar bu künk çevresi betonla sıvanmış. Çimentosuz bu eski beton türünde yumurta kullanıldığını söylüyorlar, zira çimento bu nemli ortamda uzun süre dayanamayıp çürürmüş. Oysa bizim gördüğümüz künk üstü sıva hala sapasağlamdı, o kadar kazma darbesine bana mısın demedi... 

    Sel yolağının denk geldiği bir yere demir boru yerleştirilmiş, bunun ve içinden çelik teller çıkan beyaz betondan mamul künklerin 1965'teki çeşme nakli sırasında Tarım Bakanlığınca karşılandığını tahmin ettik.

    Dağın bağrını yardıkça yeni şeylerle karşılaşıyoruz, hayran olmamak mümkün değil. Süzek denilen sistemin mantığı şu; tabana yalıtım amaçlı çorak/kil serilmiş. Önüne yontma taştan hilal biçimli kapalı bir tünel yolak örülmüş. Bu yolak aynı zamanda set duvar vazifesi görüyor. Sonra hilalin içi rastgele taşlarla doldurulup yığılmış. Böylece D biçiminde bir taş yığını elde edildi. Onun üzerine de toprak yığ, işte süzek bu.

    Çalışma mantığı, kar ve yağmur sularının taşların arasından süzülerek temizlenip berraklaşması ve kil zeminde toplanması esasına dayanıyor. Bu süzeklerden tam üç tane ortaya çıkardık, kim bilir göremediğimiz daha kaç tane var...

    Bir ilginç durum da bu süzeklerin yer altından aynı yontma taş tünel yoluyla birbirine bağlanmış olması. Kepçeyle ararken süzeğin bir bölümünü bozmuştuk, aynı sistem üzere tamiri yapıldı. "Doğal bağlantı yolunu kullanacaksa yine kullansın, isterse kestirme bir yol olarak boru döşeyelim, canının istediği yerden geçip kuyu önüne koyduğumuz ana kumluğa dökülsün." diyor Meşhur usta... İnşallah ilk yağışta bunlardan verim alınır.

    1965 çeşme nakli, 1980'li yıllardaki tamir ile birlikte bu bilinen üçüncü işlem oluyor. Önceki dönemde de bilmediğimiz ayıklama, tamir, şu bu gibi işlemler geçirmiş olabilir. Her işlemde bazı değişiklikler, eklemeler muhtemeldir. Bulduğumuz eski çeşme yeri, kuyu ve süzekler hangisi hangi döneme ait olduğunu belirlemek çok zor. Yalnız bütün bu teşkilatın bir insan ömrüne sığdırılması mümkün görünmüyor. Hele söz konusu olan, yılın sadece belli bir bölümünü İlbulak'ta geçiren bir Aşiret Yörüğü ise... Yani bunların hepsi çeşmenin banisi Şamlı dedenin eseri olmayabilir. O, suyu akıtıp bir yalakta mal sulayacak kadar biriktirmiş ve böylece ilkel bir çeşme yapmış, sonraki nesillerin her biri yeni bir eklentiyle Şamlı çeşmesini oluşturmuştur...

    Şamlı Yörük dedenin mal peşinde koşmadığı zamanlarda bir iki taş koyarak ilk çeşmeyi yapmış olacağına dair sohbet ettik bugün. Onun nasıl yaptığını kesin olarak bilemeyiz, ama şurada çalışanların  Halibanağa'yı rol model aldıklarını gözlemledim. Her seferinde yaptığı ve tamir ettiği çeşmeler için kıt imkanlarla nasıl karınca gibi sabırla çalıştığını anlatıp rahmetliyi yad ettiler. Meşhur, önümüzdeki günlerde aharların tamirinden sonra, mermer tabelaya ismini yazdırıp çeşmesinin alnına koyacağını söylüyor. İyilik ve güzelliğin zamanı aşarak bugüne ulaşması ve bugünün insanına bulaşması ne güzel...

    Yazıyı buraya kadar okuyanların 'Başlık ne alaka?' diye düşündüklerini sanıyorum, oraya geldik. Daha ilk günden sosyal medyada işi duyururken beni uyarmıştı. Buraları kazma amacı hakkında kesinlikle değişik yorumlar yapacaklarını söyledi. Haklıydı, çünkü Meşhur nesiyle meşhur?.. Neye yorarlarsa yorsunlar, sonunda nasıl olsa gerçeği anlayacaklar, diye ısrar ettim. 

    Dediği gibi de oldu, şakayla karışık beklenen yorumlar yapıldı, ama O aldırmadı. Hatta telefon edip aynı gerekçeyle takılanlar oluyordu. Onların bir kaçına "Sizin dediklerinizin sonu var, bir gün gelir biter; ben hiç bitmeyen hazinenin peşindeyim." dediğini duydum. Karşıdaki anladı anlamadı, orasını bilemem; ama ben o sözü duyduğumda şimdi yazdığım yazının başlığını bulmuştum.

    Dediği doğruydu. Sadaka-i cariye, sürekli akan, getirisi (sevabı) hiç bitmeyen sadaka demek oluyor. Akmasına sebep olduğun su akmaya devam ettiği müddetçe senin hesabına kazanç getirecek. Bu tükenmez bir hazine değil midir...

    Sonuçta Meşhur ve arkadaşları bir hazine buldular. Yalnız bu hazineden pay sahibi olanlar çok fazla... Bir kısmını yukarıda saydım. Onların dışında çok istediği halde gelemeyenler, selam gönderenler, dua edenler; erzak, malzeme ve nakdi yardımda bulunanlar, yemek gönderen ablalar, kumanya karşılayan esnaf vb bir çok kişinin bu hazineden hissesini aldığını ümit ediyorum.

    Burada tükenmez hazinenin yanında, görünmez bir başka hazinenin de ortaya çıktığını belirtmek isterim. Bu, azim ve birlik neticesinde neler başarılabileceğidir. Azim ve kararlılığa örnek Halibanağa, birliktelik başarısına örnek de şu son tamir işidir. İki kişi samimiyetle yola çıktı, bir de baktılar ki millet bu iş çevresinde kenetlenmiş...

    Hep derim, bu milleti harekete geçirecek bir kıvılcım lazım, gerisi gelir. Şamlı tamirine yapılan nakdi bağıştan geriye kalan miktar, Halibanağa çeşmesinin yolunu açma ve aharlarını tamir etmeye yetecek kadar var... Sonrası Allah Kerim...



25 Ağustos 2025

1969 İmar Planı Albümü

     
    Yine bir hazine bulduk. Daha doğrusu, bir hazine daha bizi buldu. Hasan Kaya koleksiyonunu hazırladığımız sıralarda Cevdet Erdem, babasından kalan bir albümde köyün eski fotoğrafları bulunduğundan söz etmişti. Kardeşi Halil İbrahim ile birlikte onu bugüne kadar saklamışlar. Ha bugün ha yarın derken beş altı ay kadar sarktı ve nihayet geçtiğimiz akşam elimize geçti. Alaca karanlıkta şöyle bir göz gezdirdik, insanı çıldırtacak kadar değerli şeylerdi...

    Delimısdık (Mustafa Erdem) dönemine ait olan albümün kapağında "ANITKAYA İMAR PLANI FOTOĞRAF ALBÜMÜ Hazırlayan Y. Mimar Celalettin Uzer" yazıyor. Bildiğiniz fotoğraf albümü mavi renk ciltlendirilmiş. Eskilerin 'öküz dili' dediği biçimde, yaklaşık 15X40 cm ebatta, ama uzunlamasına açılan bir albüm... Fotoğraflar köşelerinden kesiklere yerleştirme yöntemiyle değil yapıştırılarak sabitlenmiş. Böylece siyah renkli 13 yaprağın her iki sayfası da kullanılabilecekken arka yüzleri boş bırakılmış. 

    Çok düzenli bir albüm olduğunu söylemeliyim, bunu hazırlatan mühendisin işini ciddiye aldığı anlaşılıyor. Açık kaynaklarda Celalettin Uzer hakkında şunlar yazıyor:

    " Mustafa Kemal Atatürk'ün yakın arkadaşı Tahsin Uzer'in oğludur. Tahsilini Fevziye ve Kabataş liselerinde yaptıktan sonra liseden pekiyi derece ile mezun oldu. 1940 yılında İngiltere'de Liverpool Üniversitesi'nin Mimarlık Fakültesi'ni birincilikle bitirdi ve diplomasını Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill'in elinden aldı. Daha sonra bu üniversitede Profesör Arthur Denis Winston'un asistanlığını yaparken bir taraftan da Şehircilik alanında ihtisas yaptı. Liverpool Belediyesi ile İngiltere'deki çeşitli inşaat firmalarında görev yaptı. 1959 yılında Japonya'ya giderek Tokyo'da Waseda Üniversitesi'nin İnşaat Fakültesi'nde Deprem mühendisliği alanında ihtisas yaptı. Bu üniversiteden de 1960 yılında diploma aldı.
    1943-1958 yılları arasında Bayındırlık Bakanlığı'nda sırasıyla Şehircilik Fen Heyeti Müdür Yardımcısı ve Müdürlüğü görevlerini yürüttü. 1943-1946 yılları arasında askerlik hizmetini Teğmen rütbesinde Gelibolu'da 2. Kolordu Baş Mühendisi ve Mimarı olarak yaptı.
    1958 yılından İmar ve İskân Bakanlığı'nın kurulması üzerine, bakanlığın kurulan ilk dairesi olan Planlama ve İmar Genel Müdürlüğü Şehircilik Dairesi Başkanlığına atandı. Bu görevinden sonra Mesken Genel Müdürlüğü'ne atandı.
    İngiltere, İsrail ve Japonya Mimar ve Mühendisler cemiyetlerinin üyesiydi. 1961 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Eskişehir Milletvekili seçildi. TBMM İmar Komisyonu Başkanlığı, İmar İskân Bakanlığı ve Avrupa Konseyi üyeliği görevlerini yürüttü. Türkiye'deki birçok şehirlerin planlarını bizzat çizerken görevi gereği bütün Türkiye'yi gezerek tetkik etti ve birçok şehircilik yarışmalarında yüksek dereceler aldı ve birçoklarının da jürilerinde üye olarak bulundu.
    1965 yılında siyasetten çekildi. Ölene kadar mesleğini icra etti, danışmanlık yaptı. Birçok gencin yetişmesine vesile oldu ve ayrıca birçok gazete ve dergide köşe yazarlığı yaptı. 13 Eylül 1997 tarihinde öldü."

    Böyle kariyer sahibi bir Yüksek Mühendisin hazırladığı şey elbette her türlü övgüyü hak eder. Lakin bizim için önemli olan albümdeki biçim mükemmelliği değil, içerik zenginliğidir. Bugüne kadar hep şikayet ediyorduk, köyün önemli noktalarından çekilmiş eski fotoğraflar neden yok diye... İşte bu albümde arayıp da bulamadığımız o fotoğraflar var. 

    Toplam 70 fotoğraf çekilmiş, fakat albümde 50 civarında fotoğraf yer alıyor. Bunun sebebi şu; bir çok fotoğraf birleştirilerek panoramik bir tek görüntü elde edildiği fotoğraflar var. Bunu büyük bir tripodun sabitlendiği bir noktadan farklı açılardan çekilmiş seri fotoğraflarla sağlamış olmalılar. Profesyonel mimar için bu sıradan bir teknik olsa gerektir. Bu sayede şimdi bile ancak video çekimiyle elde edilebilecek eşsiz manzaralar ortaya çıkarılmış. Hazine nitelemesini boşuna yapmıyoruz yani...

    Fotoğraflar hakkında bir diğer husus da inanılmaz derecede kaliteli netliğin yakalanmış olmasıdır. Büyük bir fotoğrafın köşesinde yer alan bir dükkanın tabelası okunabilecek kadar yüksek kaliteli bir netlikten söz ediyorum... Elbette bunu elde etmeye yönelik teknik imkanları varmıştır çekenlerin. Bunu sağlamaya yönelik yön-yer seçimine dikkat edildiğini de belirtmek lazım. Ayrıca her çekimde güneşi arkalarına almaya özen göstermişler, en azından güneşe karşı çekim yok. Böylece her fotoğraf çok kaliteli çekilip basılmış.

    İpuçlarından yola çıkarak fotoğrafların 1969 baharında çekildiği kanaatine vardım. Buradan Anıtkaya İmar planının bu tarihte hazırlandığı sonucunu çıkarabiliriz. Plan hazırlık aşamasında çekilen fotoğraflar da albüm haline getirilerek Belediyeye bırakılmış. Belki bu her yerde geçerli, olması gereken resmi bir uygulamadır. İlginç ve sevindirici olan tarafı ise albümün Delimısdık'ta bulunmasıdır. Eğer Belediyeye bırakılmış olsaydı, oradaki bir çok şey gibi albüm de kaybolabilirdi. Rahmetli ve çocukları ilk günkü gibi korumuşlar ve bugüne sapasağlam ulaşmasını sağlamışlar.

    Halil İbrahim ve Cevdet Erdem'e, albümü bizimle paylaştıkları için teşekkür ederiz. Bu kadar kaliteli ve önemli fotoğraflara yakışır şekilde yüksek çözünürlüklü dijitalleştirme çalışmalarına başladık. 



14 Ağustos 2025

Şamlı Çeşmesi

     
    Bir çeşmenin en garip hali nedir? Herhalde bu soruya verilecek en doğru cevap 'susuzluğudur' olurdu. Lulasından su akmıyorsa, aharları dolu değilse, çevresine şırıltı yaymıyorsa o çeşme gariptir. Kendisi susamıştır ki başkalarını nasıl sulasın. Gerçi suyu olmayan bir çeşmeye çeşme denir mi, bu da ayrı bir husus.

    Anıtkaya'daki çeşmelerin birer birer kuruduğu herkesin malumu. Genel kuraklık veya başka sebeplerle kuruyan bazı çeşmeler pompa marifetiyle tekrar akar duruma getiriliyor, bunu bile sevindirici buluyoruz. Dağdaki çok sayıda çeşmenin kuruduğuna dair bilgiler geliyor, üzülüyoruz. 

    En son Şamlı'nın kuruduğu haberi milleti daha fazla üzdü, bunun sebebi var. Dağ çeşmelerinin temelli kuruyanları da oluyor, Şerafettin'in çeşme ile Demirce çeşmesi bunlara örnektir. Diğer kurumalar muvakkattir, yazın en kurak döneminde suyu kesilir, sonbaharla tekrar akmaya başlarlar. Millet bu duruma alışmış. Amma Şamlı bugüne dek hiç dinmemiş, belli dönemlerde suyu siçanguyruğu seviyesine de düşse akmaya devam edermiş. Şamlı'nın dinmesi bu yüzden dağ ile ilgisi olanları üzüntüye boğdu.

    Meşhur Ahmet Sağlam, Şamlı'nın kunduz veya başka bir sebeple tıkandığını düşünüyor. Akmamasının sebebi bu, kuyusu ve yolu temizlenirse tekrar akmaya başlar dedi geçenlerde... Bir kaç güne çalışmalara başlayacaklarını söyleyince bana da haber edin demiştim. Çağırdılar bugün gittik. Ben çeşmeye vardığımda sesleri biraz yukarıdan geliyordu. Orada biraz eğlendim, çeşmenin garip ve sessiz hali insanı bayıyor. Önceki halini bilenlerin içi daha da kıyılır...

    Önceki halini derken, belirsiz bir geçmişten bahsediyoruz. Şamlı'nın tarihini bilen yok, bu hususta bir kaç hikaye anlatılıyor; ama bunlar adını açıklamaya yönelik, yapılış zamanıyla ilgili değil.. 

    Bilinmeyen bir geçmişte dağın bu bölümünde çam ağaçları varmış, bu yüzden o mevkiye Çamlı diyorlarmış, zamanla bu kelime Şamlı'ya dönüşmüş... Çeşmeyi orada görevli Şamlı bir asker yaptığı için kısaca Şamlı çeşmesi denilmiş, zamanla o mevkinin adı da Şamlı olarak yerleşmiş... Böyle anlatılarda mantığa ters noktalar bulunabilir, halk hafızası onlara da bir açıklama bulabilir; fakat Şamlı çeşmesi ile ilgili daha mantıklı bir hikaye var.

    Sefer araçları bilindiği gibi gelişmediği zamanlarda hac yolculuğu develerle yapılırmış. En az altı ay sürdüğü için Eğretliler hac ibadetine 'uzun yol' diyorlar. Aylarca süren yolculukta günün sonunda konakladıkları yerler var. Şam ise sadece konaklama için değil gezilip görülmesi gereken önemli bir merkez... Eğretlilerin bulunduğu hacı kafilesine yaşlı birisi nerelisiniz filan diye sormuş. Memleketlerini öğrenince adamın gözleri parlamış ve yakınlık göstermesinin sebebini anlatmış. Meğer Türkmen/Yörük olan bu ihtiyar zamanında İblak'ta çok yaylamış. Bu dağlar yazı geçirmek için onların en gözde yaylasıymış. Nihayetinde yerleşik hayata geçip Şam'ı yeni vatanı olarak seçmiş. Hatta falanca yere bir çeşme yaptığını da söylemiş... Tarif ettiği mevkide, dediği gibi bir çeşmenin hala akmakta olduğu haber verilince adam iyice coşmuş. Çok sıcak, samimi sohbetler olmuş Şam molasında... Hicaz'dan dönünce Eğret'te bu olayı anlatmış bizim Hacı... O günden sonra Şamlı çeşmesi diye adlandırmışlar. Zaman geçtikçe halk ağzında hem çeşme hem de onun bulunduğu mevki kısaca Şamlı olarak anılır olmuş ve bugünlere böylece gelinmiş...

    Belgeye dayalı bir olay olmadığı için hikayenin zamanı belirgin değil. Ancak çeşmenin önceleri daha yukarıda olduğunu söylüyorlar. Ne zaman ve ne maksatla şimdiki yerine indirildiği meçhul. Bir kaç yıl önceki dağ gezisinde karşılaştığımız eski künk yolunu görmemiz heyecan vericiydi.  Çünkü, ne kadar eski olduğu bilinmeyen nesnelere bakıyorduk. Belki onlar sadece su nakil künkleri değil, eski çeşmeyi taşıyan su yollarıydı. 40 yıl kadar önce, Salim Kurt döneminde plastik boru döşenerek bu künklerin boşa çıkarıldığını bugün öğrendik. Şiddetli akan sellere dayanamayıp toprak yüzeyine çıktıkları anlaşılıyor.

    Künkleri boru ile değiştirme işini görenlerin beyanına göre, kesik atma yoluyla boru bir noktadan tespit edildi. Meşhur'un özel teknikleriyle boru içinde su olmadığı anlaşıldı, yani varsa tıkanıklık daha yukarılardaydı. Bugünlük burada bırakıldı, ama yarın ve sonraki günlerde kademe kademe yukarı çıkılarak suya ulaşmaya çalışacaklar.

    Asıl hedefleri çeşmenin kuyusunu bulmakmış. Eskilerden kimse kuyuyu tespit edememiş, yani işe yarayacak bir işaret yok. Bu yüzden tek kılavuz boru ve sonrasında onun eklendiği künkler takip edilecek. Bu yüzden doğal biçimden uzak bir taş gördüklerinde 'Aha! Bu Haliban Ağa'nın nişanı olmasın.' diye çevresini kazıyorlar...

    En son onarımda Halibanağa (Halil İbrahim Kızılyel) de bulunmuş, bu yüzden yol gösterici olarak taşlardan bir mesaj bekliyorlar. Rahmetliden gün boyu sitayişle bahsedildi. Sıfırdan kendi yaptığı çeşmeler dışında, diğer çeşmelerin onarımında da bulunmuş böyle bir hayırsever her türlü övgüyü hak ediyor. Yaptıklarının manevi karşılığını tayin kimsenin haddi değil. Fakat kendinden sonrakilere örnek olma hususundaki manevi mirasını yakından gözlemledim. Şimdi burada Şamlı'nın suyunu bulmaya çalışanlar, daha önce aynı işi başka başka çeşmelerde de yapmışlar. En son merhum Halibanağa'nın çeşme suyunu yenileyerek bunu göstermişler. Bu anlamda Halibanağa'nın kendilerine örnek olmasından dolayı, şimdi bunların manevi kazançlarından da pay aldığını düşünüyorum. Allah rahmet etsin...

    İnşallah Meşhur'un düşündüğü gibidir; Şamlı çeşmesinin kuyusu kurumuş değil, sadece tıkanmadan dolayı dinmiştir, bir kaç gün sonra lula tekrar şarlamaya başlar. Zira çeşmenin kurusu ve sessizi yürek yaralayıcı...



13 Ağustos 2025

Kaçış Yok


    Sakarya mağlubiyetinden sonra Yunan ordusu Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattına çekildi. Ankara'ya doğru ilerlerken artçılarını Döğer-Gazlıgöl-Eğret bölgesinde bırakmıştı, yine oraya bu sefer İhtiyat kolordusunu yerleştirdi. Eğret ve çevresi köylerde 1921 güzünde 23. Tümeni vardı, yer değiştirmeler neticesinde nihai olarak 7.Tümen konuşlandı ve Büyük taarruz arefesine kadar burada kaldı. Taarruzun bir önceki gecesinde Trikopis Afyon'da bir balo düzenlerken, gündüzünde de Eğret'teki 7. Tümeni Balmahmut üzerinden takviye olarak nakletti. Eğret'te sadece Yunan jandarmaları kalmıştı. 26 Ağustos 1922 fecrinde taarruz başlarken vaziyet böyleydi.

    Taarruz Kocatepe'den başlatıldı, ama Yunanların bundan haberi yoktu. Yani asıl taarruzun bu olduğunu anlayamadılar, zira aynı anda Afyon kuzeydoğusu ve Kocaeli bölgesinde de saldırılar vardı, onların kandırıkçı hücum olduğunu, asıl büyük taarruzun Afyon güneybatısında yapıldığı anlaşılana kadar Yunanlar dağılmıştı. Bir daha da toparlanamadılar. Doğudaki İhtiyat kolordusu can havliyle kaçmaya başladı, Afyon'daki Trikopis kolordusu şehri ikinci günü boşaltıp kuzeye yöneldi. Amaçları üç yönden kaçan bütün Yunan ordusunu İlbulak kuzeyinde toparlayabilmekti; ama aralarında iletişim bile yoktu.

    Bu arada Süvari Kolordusu keşif güçleri İlbulak'a çıktıklarında Eğret arazisinde büyük bir Yunan ordugahı göründüğünü Fahrettin Altay Paşa'ya bildirdiler. Şimdi tekrar Süvarilerin Kumandanı Fahrettin Paşa'ya kulak verelim:

    Bu halde Afyon Doğusundaki düşman tümenleri ile Eğret'de görülen düşman ordugâhının (ki ihtiyat kolordusu olması muhtemeldir) kuvvetleri ya ordumuzun sağ yanına saldıracaklar yahut geri çekilerek İLBULAK-DUMLUPINAR-TOKLU hattında yeni bir cephe tutacaklardı. Düşmanın bu her iki hareket ihtimalini engellemeye çalışmak bize düşen mühim bir ödev oluyordu, bunun için tümenlere özetle şu emri verdim:

    «2. ve 14. Tümenler bu akşam Ulucak istikametine geçerek gece yürüyüşlerine devamla İlbulak dağını aşacaklar ve sabaha karşı Eğret köyü yanında görülen düşman kuvvetlerini basacaklardır, 1. Tümen 2. Tümenle irtibatta (bağlantıda) bulunacaktır. Kolordu Karargâhı Ulucak köyüne gidecektir.» 

    Sabahleyin alınacak haberlere göre yeni emirler verecektim. 2. Tümen karanlık basmadan Beşkimse kövünden geçerek dağın boyun noktasını aştı, kısa bir istirahatten sonra gece yürüyüşüne devam etti, bataryasını da sabahleyin Eğret istikâmetine ateş edecek surette Ulucak ilerisinde mevziye yerleştirdi. Ben de karargâhımla onların arkasından Ulucak'a vardım. 

    14. Tümen gelemedi. 2. Tümenin gece gittiği yol fundalıklar arasında adi bir keçi yolu idi, bu yüzden tümenin son alayı yanlışlıkla sağa sapmış tümenden ayrılmış, tümen komutanı Eğret'e yaklaşınca piyade sonra topçu ateşiyle karşılanmış, yaya çark yapmaya mecbur olmuş, fakat düşman çok üstün olduğundan ve saldırıya başladığından biraz sonra çekilmeye başlamış, sonradan öğrendiğime göre burada Yunanlıların 2. General Diyenis kolordusu karargahı ile 9 ve 13. tümenleri bulunuyormuş. (Diyenis bizim kurşunların kendi çadırını deldiğini bana söyledi.) 

    Sağa sapan alay Bayramgöl (Bayramgazi) doğrusuna ilerlerken yol üzerinde Kütahya'ya gitmeye hazırlanan bir Kamyon koluna tesadüf ederek ona hücumla dağıtıyor ve çoğunu kılıçtan geçiriyor, fakat arkadan gelen piyadeler kendisine saldırmaya başlıyor. O da İlbulak dağına çekiliyor ve tümen ile birleşiyor. Vurduğu kamyonlardan bir de şık elbiseli genç yunan kızı esir alıyor (Bu kızı taşımak bir dert oldu, gece Altıntaş camisi imamının evine misafir verdik, ertesi sabah otomobille gelen general Fevzi Çakmak'la geri gönderdik.) Saldıranların Afyon'dan çekilip geceyi oralarda geçiren iki veya üç tümenli 1. general Trikopis kolordusu olduğu ve bunların maksatlarının Afyon güney cephesinden bozulup çekilen general Frankos grubu ile birleşerek Dumlupınar'da yeni bir cephe tutmak olduğu sonradan anlaşılmıştır, oraya Seyitgazi'den de bir tümen gönderilmiştir.

    14. tümenimize gelince; yürüyüşe biraz geç başlamış Beşkimse köyüne karanlıkta gelebilmiş, orada ansızın düşmana çatmış, birazını tepelemiş, karanlıkta ne olduğunu anlayamamış, Kolorduya yetişmekte geciktiğinden ve yolunun düşman tarafından tutulmuş olmasından üzülerek başka, daha dolaşık ve uzun bir yola sapmış. Gece rastladığı düşman Afyon güney cephesinden bozularak perişan bir halde çekilen Frankos ve Papulos kuvvetleridir ki 1. ve, 7. tümenlerle. 4. üncünün yarısıdır. Savaş sonunda general Frankos'un yazdığı ve askerî mecmuamızın çevirip yayınladığı raporunda general bu gece çarpışmasının moralini çok bozduğu ve sonra süvari diye bağrışarak kaçdıklarını, subayların gayretine rağmen paniği durduramadıklarını ancak Dumlupınar'da toplayıp düzene koyabildiğini yanıp yakıla anlatmaktadır. Demek ki bizim 14. süvari tümen komutanı bu durumu kestirebilseydi de bunların üzerine saldırıya devam etseydi hepsini ya esir alacak ya da kılıçtan geçirecekti, bunu kestirmenin kolay ve mümkün olmadığını itiraf etmek lâzımdır, bununla beraber etkisi yine büyük oldu, düşman panikledi kaçtı, Trikopis kuvvetlerinden uzaklaştı, birleşemedi.*

    Olay şu, Fahrettin Paşa 2. Tümenine Eğret yakınlarında görülen düşman ordugahını basmalarını ve kaçışı engellemek için Afyon-Kütahya demiryolunu tahrip ettikten sonra kendisiyle Olucak'ta buluşmalarını emrediyor.  Gece karanlığındaki sevkiyatta tümen ikiye bölünüp bir bölümü yanlışlıkla Bayramgazi-Çirçir istikametine yöneliyor, ama Allah'ın işi işte. Kuzeye kaçan ve geceyi orada geçiren Trikopis kolordusunun motorize tümenlerine rastlıyorlar. Harala gürele derken epeyce zayiat verip esirler alıyorlar, düşman toparlanınca da dağa doğru geri çekilip koptukları tümenle tekrar birleşip ovadaki düşman ordugahına saldırıyorlar. Demiryolu tahribinden vazgeçmelerinin sebebi, Yunanların kuzeye kaçma ihtimalinin kalmadığını öğrenmiş olmalarıdır. Ayrıca kamyonların birisinden çıkan Yunan kızının taarruz öncesinde Afyon'daki baloya katıldığı düşünülüyor. Bu kızın başlarına bela olduğunu belirtmek, aslında Türklerin savaş ahlakından 'kadın, çocuk, yaşlı, acize dokunmama' ilkesiyle ilgilidir.

    Neyse, tekrar birbirine kavuşan 2. Tümen güçleri, kendilerinden on kat daha güçlü ve henüz savaşmamış diri bir kolorduya saldırması da destansı bir harekettir. Burada dikkatimizi çekmesi gereken, kolordunun içinde Yunan 13. İhtiyat Tümeninin de bulunuyor olmasıdır. 1921 güzünde Eğret'te yaptığı insanlıkdışı davranışları şikayete konu olmuş ve bu resmi şikayetler önce İzmir, sonra Atina'ya kadar gitmiştir. Bunların yine Eğret arazisi içinde Fahrettin Paşa süvarilerince icaz edilmesi dikkate değer... Ne yazık ki burada cezalarını bulmamış, o gece Olucak'ı ateşe vermişler. Asıl cezalarını iki gün sonra 30 Ağustosta bulacaklar...

    Fahrettin Paşa'nın bir de 14. Tümeni vardı, aslında 2. Tümen bütün bu yaptıklarını 14. Tümenle birleşerek birlikte yapacaktı. Fakat 14. Eğret yakınlarına hiç gelemedi, gelseydi belki de Yunanlar burada bitirileceklerdi. Peki neden gelemedi?

    Bir defa gece yürüyüşüne geç başlıyorlar ve daha önemlisi yollarını şaşırıyor, yanlış güzergahtan dolaşıyorlar. Başka daha önemli bir husus ise düşmana rastlayıp onunla çatışmaya girmeleridir. Yunanları darmaduman ediyorlar, ama bunun farkında değiller, karanlıkta bir şey görmüyorlar ki... Üstelik bu düşman birliği kim biliyor musunuz, bir gün önce asıl taarruz yiyen güçlerden geriye kalan iki buçuk tümen: 1. ve 7. tümenlerle 4. tümenin yarısı... Tabi bizimkiler savaştıklarının kimler olduğunu da bilmiyor. Biraz daha yüklenseler bu tümenleri o gece bitirecek, kalanlarını esir edecekler. Bunlar 30 Ağustos'ta Yunanların en fazla direnç gösteren birlikleridir, eğer 14. Tümendekiler bu durumu bilseler de yüklenmeye devam etseler savaşı iki gün önceden orada bitirebilirlerdi. Daha önce de söyledik, bu iş varsayımlarla ve 'eğer'lerle olacak iş değil; kaderin cilvesi, demek ki böyle olması gerekiyormuş....

    Bizim 14. Tümenin elinden kaçan Yunan birliklerinden birisi de 7. Yunan tümeni olması, dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Hani 25 Ağustos'ta Eğret'ten Balmahmut'a doğru kaydırılan ihtiyat tümeni... Eğret'teki kötülük nöbetini 13. Tümenden devralmışlardı. İkisi de 28 Ağustos'ta Fahrettin Paşa süvarisinin elinden kurtuldular, ama bu ancak iki gün sürdü, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesindeki akıbetlerinden kurtulamadılar. Tıpkı bir yıl önceki baskından tesadüfen kurtulanların Sakarya hezimetine maruz kalmaktan kendilerini alamadıkları gibi...


    *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.337-339.



12 Ağustos 2025

Baskın

   
     Kütahya-Eskişehir savaşlarında Yunanlar üstünlük kurunca Türk kuvvetleri Sakarya nehrinin doğusuna kadar çekilmek zorunda kalmışlar. O coşkuyla peşlerine düşen işgalciler de Ankara'yı alma hayaliyle ilerlemişler. Bu geri çekilmeyle kendini toparlamak için Türk ordusu büyük bir fırsat yakalamış; Mustafa Kemal Meclisin Başkomutanlık yetkisini üzerine almış, birlikler yeniden düzenlenmiş, askerin yaraları sarılmış. Yunanlar ise tam aksine bilmedikleri bu bozkır coğrafyasında açlık ve susuzluktan adeta kavrulmaya başlamışlar. 

    Sakarya savaşının henüz başlamadığı o günlerde Süvari Kolordusu da yeni oluşturularak başına Fahrettin Altay getirilmiş. Paşa'nın kitabını okumaya devam ediyoruz, Ağustos 1921, Polatlı civarı:

    Gece Katırlı'da iaşe ve sulamayı yaptıktan sonra tekrar Çal Dağı'nı tuttuk. Düşman da bize karşı kuvvetli bir yancı himayesinde doğuya doğru ilerlemesine devam etti 2. Tümenle irtibatımız kalmadı. Hemen yeni bir karar almak lazım geliyordu, derhal ordumuza doğru çekilmektense düşmanın geriden başka kuvvetlerinin gelip gelmediğini anlamak ve gerilerini izaç etmek için bir müddet daha buralarda kalmayı uygun buldum. Bu maksatla kuzeybatıya doğru sürdüğüm süvari alayı düşman ulaştırma kollarını vurmaya muvaffak olarak 200 deve, silah ve mühimmat ile eşya, esir ele geçirip döndü. Bu birlik geriden başka kuvvetlerin ilerlediğini görmemiş, yalnız. Uzunbeyli de büyük bir menzil noktası tesis edildiğini bildirdi.

    BASKIN

    Düşmanın bu menzil noktasına bir gece baskını yapmayı kurdum. Gideceğimiz yer her ne kadar (35 kilometre) uzak idiyse de bir gece sıkı yürüyüşle buraya varabileceğimizi hesaplamış ve ertesi sabah güneş doğmadan evvel bu noktaya yapılabilecek baskınla iyi bir sonuç alabileceğimi ümit etmiştim. Bu baskına katılacak elimdeki beş süvari alayının üç günlük yiyecek alarak yükte hafif hazırlanmasına; ağırlıkları, zayıflar ve arabalı telsizi Katırlı Güneyinde daha emin bir yere gönderilmesi ve akşama hareket emrini verdim.

    Güneş batarken orduya verilmek üzere raporumuzu telsiz istasyonuna bırakıp harekâta başladık. Mühim bir görev yapacağımız için bir hayli keyifli ve süratli bir şekilde ilerlemeye koyulduk. Ne yazık ki beni yavaş yavaş bir sıcaklık kapladı, biraz sonra at üzerinde duracak halim kalmadı, doktor bunun bir malarya (sıtma) nöbeti' olduğunu, ateş düşünceye kadar yatmak gerektiğini söyledi, ümidimin kırılması beni malarya nöbetinden çok daha fazla sarstı. Kumandayı 14. Tümen Komutanı YARBAY SUPHİ'ye bıraktım ve Kurmay Başkanım YARBAY BAKÎ'ye de (Emekli Korgeneral Baki Vandemir) kendisine yardım etmesini, behemahal gün doğmadan baskının yapılmasını sıkıca tenbih ederek yol üstündeki bir damda yatıp kalmaya mecbur oldum. Yanımda doktorla yaver birkaç emir atlısı kaldı, birlikler yollarına devam ettiler. 

    Bir müddet yattıktan sonra ateşim düştü ve hemen hareket ettim. Güneş doğmaya başladığı halde ileride hiçbir ses gelmiyordu. Aradan yarım saat geçtikten sonra ortalık iyice aydınlandı o zaman silah seslerini duymaya başladık ve Uzunbeyli'ye doğru ateş etmekte olan bataryamızın yanına gittim. Süvarilerimiz Uzunbeyli köyünü savunmakta olan düşmana karşı yaya muharebe yapmakta idiler ve iş baskın olmaktan çıkmıştı. Tümen komutanını bulup neden baskının yapılmadığını sorduğum vakit gece kılavuzların yolu şaşırdıklarını bu yüzden zamanında yetişemediklerini söyledi. Tayyareler uçuşmuş, köy taşlık sırtlar arasında bir dere içinde olduğundan düşman makinalı tüfekleri ile kolayca müdafaa ediliyormuş. Süvarilerimiz köye girmekte zorlukla karşılaşmışlar. Kendisine şu emri verdim:

    "— Taarruz şiddetlendirilecek ve bir an önce köye girilecektir.."

    Bu sırada köyün doğusunda yükselen toz bulutları yeni kuvvetlerin geldiğini gösterdi. Savaşın en kızıştığı bir anda süratle gelen iki süvarimiz de yeni bir ordu emri getirdi, bu emri bizim yola çıkmamızdan sonra telsiz istasyonumuz almış ve bize göndermiş bulunuyordu, emir şöyleydi:

    SAKARYA MEYDÂN MUHAREBESİNE İŞTİRAK ETMEK ÜZERE DERHAL VE SÜRATLE ORDU SOL YANINA GELİNİZ.

    Baskın kılavuzların yolu şaşırmaları yüzünden zamanında yapılmadığı için bu şekilde devam eden bir savaş sonucunda belki köy fazla zayiatla da olsa ele geçecekti, ama bu durumda da SAKARYA SAVAŞINA gecikilmiş olacaktı, alınan emir kesindi, yapmak mecburi idi. İşte bu sebeple MUHAREBEYİ KESİP GERİ DÖNDÜK...

    Sakarya muharebesini müteakip bu köye geldiğimizde köylülerden buranın bir menzil noktası olmadığını, YUNAN ORDUSUNUN BAŞKUMANDANLIK KARARGÂHI olduğunu ve bizim taarruzumuz sırasında Başkumandan PAPULAS ile Yunan PRENSİ'nin burada sıkışıp kaldıklarını, kendi muhafızları ile bize mukabele ettiklerini öğrendik. 

    Eğer bana sıtma nöbeti gelmeseydi, tümen yolu şaşırıp gecikmeseydi ve eğer o yaylı arabadaki DERME ÇATMA TELSİZİN güzel işleyeceği tutmasa da Sakarya cephesine yetişme emrini almasaydık, tutuştuğumuz muharebeyi başarıp kıymetli esirleri muhtemel ki ele geçirecektik.

    BUNUNLA BERABER KARŞIMIZDAKİ YERİN DÜŞMANIN BAŞKUMANDANLIK KARARGÂHI OLDUĞUNA DAİR KÜÇÜK BİR MALUMAT EDİNEBİLSEYDİK ŞÜPHESİZ Kİ TELSİZLE GELEN EMRİN TEHİRİ MESULİYETİNİ ÜZERİMİZE ALMAKTAN ÇEKİNMEZDİK... Ama ne yapalım ki talih böyle istemiş... Bunun üzerine Yunan Başkomutanı karargahını değiştirdi. *

    Neticede Sakarya zaferle sonuçlandı. Yunanlar Eskişehir-Afyon hattına çekilmek zorunda kaldı. Birliklerini, aralarında Eğret'in de bulunduğu mevkilere konuşlandırdılar. Zaten artçılarını bıraktıkları bu bölgeye bu sefer ihtiyat kolordusunu yerleştirdiler ve kış ile baharı orada geçirdiler.

    Fahrettin Paşa'nın 'Eğer...' kaydıyla değerlendirdiği olayın bir benzeri yaklaşık bir yıl sonra, 28 Ağustos 1922 gecesi yine onun birliklerince yaşanacak ve yine 'eğer...' şartıyla kaçan bir fırsattan bahsedilecektir...


    *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.301-303.


10 Ağustos 2025

Benzerini Bul

    
    Fahrettin Altay Paşa'yı biz İstiklal Savaşındaki kritik rolüyle biliriz. Hatta Büyük Taarruzda Süvari Kolordusunun başında bulunması ve taarruzun üçüncü gününde emrindeki birliklerin Eğret bölgesindeki kahramanlıklarıyla tanırız. 1924 yılında Üyük bağrına bir şehitlik yaptırarak her 28 Ağustos'ta burada Kurtuluş şenliği yapılmasına vesile olması ve çoğu şenliğe bizzat katılması ise  Anıtkayalıların kalbinde farklı bir yer edinmesini sağlamış. Bu yüzden 'On Yıl Savaş (1912-1922) Ve Sonrası' adlı kitabını tekrar okuyorum.

    Adından da anlaşıldığı gibi, bu kitapta özellikle askerlik hayatını anı-otobiyografi tarzında anlatmış Paşa... Daha bizim için önemli olan son kısımlara gelmedim, 1. Dünya Savaşı yıllarındaki ilginç bir bölümü aşağıda olduğu gibi alıntılıyorum. Çanakkale zaferinden sonra İstanbul'da Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı)nda masabaşı büro görevi vermişler. Tarih belirtilmiyor, ama 1916 sonları olmalıdır.

    Alman Mareşal şerefine Padişah tarafından verilecek olan bir ziyafet için de Başyaver SALİH PAŞA bana ziyafette kimlerin bulunacağını sordu, isimlerini bildirdiğim zevat arasında Zat İşleri Dairesi Başkam KURMAY YARBAY da yer almıştı. Başyaver şimdiye kadar padişah sofrasına yarbayların davet edilmediklerini söyleyince, ben de eskiden general olan daire başkanlarının bir kısmının şimdi yarbay olduğunu ve ziyafete rütbe itibari ile değil de makam itibari ile çağrılmış bulunduklarını izah ettim. Bu izahatım kabul edilerek davetnameler gönderilmişti ki, ertesi sabah bizim YARBAY elinde davetnamesi telaş içinde yanıma geldi ve bana:

    "— Bu davetnameyi akşam aldım, Halife-i Müslümin sofrasında bulunmak şerefi benim için nimettir bundan kendimi mahrum etmek istemem ancak ziyafet Alman Mareşal şerefine olduğu için onların nişanlarını takmak lâzım geliyor. Bana birinci sınıf DEMİR SALİP (HAÇ) nişanı verdiklerinden bunu takmam icab ederse de İTİKAT SAHİBİ olduğumdan bir HAÇI göğsüme nasıl takarım? Bütün gece uykum kaçtı, bir çıkar yol bulamadığım için size geldim..."

    "— Bu bir kanaat ve telâkki meselesidir. Hristiyanların mukaddes çarmıhı olarak düşünülemez, bir şekil olarak kabul edersiniz. Hem yemekte göreceksiniz ki o HAÇ NİŞANI Halife-i Müslimin'in boynunda da asılıdır, sonra biz bunu matematikte ARTI İŞARETİ olarak kullanmıyoruz...?"

    "— Efendim herkes kendi inancından sorumludur ben bunu yapamam.."

    "— O halde takmazsınız.."

    "— O zaman da nişanı yok, yeniden verelim derler ayıp olur."

    "— Yalnız kurdelesini taksanız..."

    "— Nizamsız hafiflik olur.." Ne desem YARBAY m inancını değiştiremiyordum. Aklıma bir şey geldi ve dedim ki:

    "— Madalya dört kollu değil mi? Bir kolunu kurdelanın içine gömersiniz, böylece görünüşte HAÇ şeklinden çıkmış olur..." Bir an durdu, düşündü ve:

    "— Çok teşekkür ederim..." diye sevinçle odadan çıktı gitti...

    Akşam o şekilde Saray a gelerek Halife i Müslimin'in sofrasında bulunmak şerefinden mahrum kalmamıştı. (Bu zat çok sofu, dindar, aynı zamanda çok çalışkan iyi ahlaklı doğru bir kişi olduğundan ENVER PAŞA kendisini severdi. İstiklal Mücadelesinde Ankara dan yine Zat İşleri Dairesi Başkanlığı yapmış, savaştan sonra general ve 7. Tümen komutanı olmuştu. Menemen'de Kubilây vakasını NAKŞİBENDİ tarikatı mensuplarının yaptığı anlaşılınca, kendisi de bu tarikata bağlı olduğu için Atatürk Harp Divanı'na verilmesini istemiş, ancak yapılan ricalarla bundan vazgeçerek emekliye ayrılmasını emretmişti.)*

    Son bölümde Altay Paşa parantez içindeki ifadelerle 14 yıl ileriye sıçrayarak kronolojinin dışına çıkıyor. Bir anlatım tekniği olarak sık sık başvurulan bir yöntemdir. Zaten zaman kavramının akışına yönelik de benzer bir tartışmayı bilim adamları söylüyorlar. Buna göre zaman, İlkokulda tarih şeritlerinde gösterildiği gibi doğrusal değil döngüseldir. Olaylar aynıyla değil ama benzerleri biçiminde tekrar eder durur. Geçmişte kalmış bir olayın benzerini bugün siz yaşayabilirsiniz.


    *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.117-118.



04 Ağustos 2025

Mustafa Kemal Paşa'nın Şartı Kabul Edilse...


    Şimdiye kadarki Milli Mücadele okumalarımda dikkatimden kaçmış bir husus, 1921 Londra Konferansı ve 1922 Paris görüşmeleri... İkincisi İstanbul Hükumetinin yanında TBMM hükumet temsilcilerinin de katılmış olması bakımından önemli. Yoksa toplantıdan bir sonuç alınamıyor.

    Müttefiklerin zora koşmasıyla bu katılım gerçekleşmiş, Ankara'nın gerçek muhatap olduğunu anlamışlar. Gerçi ancak 'özel davet' olursa katılım sağlayacaklarını söylüyor Ankara ve bu özel daveti de İtalya'ya yaptırıyorlar.

    Yunan tarafı ateşkes istiyor, çünkü 'Küçük Asya'da bunalmaya başlamış, lakin kuyruğu dik tutarak buradan ayrılmayı düşünüyor. Bu yüzden Sevr'in değişik bir versiyonunu barış diye imzalattırma amacında... Müttefikler ise gidişatı hissettikleri için daha yumuşak tekliflerle geliyorlar. Tekirdağ dışındaki Trakya'yı Yunanlara bırakma, İzmir'i Milletler Cemiyeti yönetimine bırakma, Boğazları uluslararası tarafsız ve silahsız yönetime devretme, 50 binlik Türk ordusu sayısını 85 bine çıkarma, Doğuda Ermenistan kurulması filan...

    Ankara barış görüşmelerine taraftar olmakla beraber Müttefiklerin şartlarını kabul edilemez buluyor ve kendi şartını öne sürüyor. Buna göre ateşkes yeterli değil Yunan tarafının işgal ettiği yerlerden çekilmesi temel şarttır. Ateşkes başladığından sonra 15 gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının batısına çekilmeli, dört ay sonunda da İzmir'i tamamen boşaltmış olmalıdır. Bu temel şarttan sonra diğer hususlar görüşülebilir.

    Tarafların ileri sürdüğü şartların hiç biri karşı taraflarca kabul edilmeyince görüşmeler sonuçsuz kalıyor. Burada önemli olan TBMM hükumetinin Müttefiklerce muhatap kabul edilmesidir.

    Paris'te yapılan görüşmeler ve daha sonraki Dışişleri Bakanları toplantısındaki müzakereler aynen Ankara'ya aktarılarak sorular, cevaplar, açıklamalar, şartlar, notalar derken haberleşmeler Nisan 1922 ortalarında cereyan ediyor. 

    Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önşartı dikkat çekicidir. Eğer bu şart kabul edilseydi Haziran başlarında Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının batısına Yunanlar çekilmiş olacaklardı. Yani daha bu tarihte Eğret köyünün de içinde bulunduğu bölge işgalden kurtarılacaktı. Eylül başında da işgal ettikleri son nokta olarak İzmir'i boşaltacaklardı. 

    Görüşmelerden bir netice elde edilemedi, yani Türk tarafının şartı dikkate alınmadı... Alınmadı da ne oldu peki? Herkes olduğu pozisyonda kaldı. Eğret'te işgal devam...

    Haziran ortalarında Mustafa Kemal Paşa taarruz hazırlıklarına başladı, ama bu düşüncesinden sadece Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Paşa'nın haberi vardı, çalışmalar büyük bir gizlilik içinde yürütüldü. Sonra süreci biliyorsunuz, 26 Ağustos'ta Büyük Taarruz, 29'unda Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının temizlenmesi ve 9 Eylül İzmir...

    Türk tarafının şartlarına göre ateşkes yapılsaydı, barış anlaşmasından 15 gün sonra Eğret boşaltılacak, dört ay sonra da, yani yine 9 Eylül gibi Yunanlar Anadolu'dan tamamen çekilmiş olacaklardı, ama onca kayıp yaşanmayacaktı.

    Tarihte 'şöyle olsaydı böyle olsaydı'nın yeri yok... Ne diyelim, 'öyle olacak da öyle olacak...'



01 Ağustos 2025

Kavağın Ucu, Dizinin Dibi

    
    Macurali dedem aslında bir kaç yaş daha büyük olmasına rağmen 1917 doğumlu diye yazdırılmış. Veyislerin odaya gelmiş memur, galiba Böbüdedenin Veyisoğlu Hasan Hüseyin muhtar imiş. Kendi yeğeni Ahmet (Varlı) ile Ali (Öncül) dedemi birlikte kaydettirmiş. Ahmet emminin 1917'de doğduğu doğruymuş, ama kimsesiz Macur çocuğu Ali de daha büyük olmasına rağmen 1333 (1917)li olarak yazdırılmış. 

    Daha o zamandan birlikte dolaşır, birlikte kaz güder, birlikte öteye beriye giderlermiş. Önce Arap Osman'da, daha sonra Aliye ninede evlatlık olan Macur Ali sürekli Veyisler ve Hacıların evlere yakınmış, ikisinin arkadaşlığında bu durum baş etken olabilir. Aynı mahalle, sokak delikanlıları... Ayrıca resmi akran olmaları sebebiyle bir de tertiplik durumları var; askerlikleri de aynı döneme denk gelmiş.

    Bununla beraber ikisinin hayata bakışı ve hayatla mücadelesi hususunda zerre benzerlik bulunmaz. Macurali dedemin yabancısı olduğu bir köyde her şeye sıfırdan başlayıp defalarca batıp çıkmasını, köyde ilk traktörü alan kişi de, finali arabaya eşek koşarak yapanın da kendisi olmasını; pazarcılık, yağcılık, bakkallık, ileşberlik gibi bir çok sahada girişimciliğini; ilk yıllarda yatacak yeri olmamasına rağmen son zamanlarında köyün sözü dinlenir ileri gelenlerinden biri hale gelmesini filan başka bir yazıda anlatacağım. Bütün bunlar olurken hiç boş durmadığı, ömrü boyunca sürekli koşturduğu onu tanıyanların malumudur. Fakat arkadaşı Ahmet emmi için 'Bu kelin hiç sırtı terlemedi' dediğini bir kaç kere duydum...

    İkisinin hayat yolculuğunda böyle bir farklılaşmaya işaret olabilecek bir olayın varlığı efsane gibi anlatılır. Bir kaç kere başka başka ağızlardan farklı rivayetler biçiminde dinlediğim bu hikaye, bir türlü aklıma net ve gerçek bir olay gibi yerleşmemiş. Hep sisler ve bulanıklıklar ülkesinde bir karartı gibi duruyor, anlat desen anlatamam... Belki de kendilerinden işitmediğim içindir...

    Bugün cumayı kahvenin önünde Hacapo (Abdullah Erdem) abi ile bekliyoruz. Daldan dala atlayarak konuşuyoruz, ama çoğunlukla Hacapo konuşuyor. Bunun böyle olmasını biraz da ben istiyorum. Sorularımla yönlendiriyor, dişe dokunur hikayeler devşirmeye çalışıyorum. Kendisi zaten konuşmaya teşne, dinlemeye hazır kulaklar bulmuşken anlatıyor. Dallanıp budaklansa da konunun merkezini dünya hayatının ibret alınacak noktaları oluşturuyor.

    Herkesin malumudur ki Hacı yüksek sesle konuşur. Bunu kulaklarının az işitmesine bağlıyor; ama hep böyleydi, fısıltısı mırıltısı yoktur, hep güm güm söyler. Sağdan soldan onun bu halinden şikayetçi olan çoktur, duymadığından emin bir şekilde onu ayıplarlar filan... Gerçekten de sağır olduğu için bunların hiç birini duymaz ve aldırış etmeden sözüne devam eder... İşte hali yine öyleydi, her zamanki gibi anlatıyordu, biz de ona uyduk umursamazca soruyoruz...

    Dedem ile Ahmet emminin meselesi aklıma geldi, tam yeriydi sordum. Önemli bir şey anlatmaya başlamadan önce oturduğu yerden kalkıp ayak değiştirir, yine öyle yaptı... Meğer bildiği bir konuymuş, olayın kahramanlarının ikisine de ayrı ayrı zamanlarda sorup konuşturmuş. Başladı onlardan dinlediğini anlatmaya...

    Bekiroğlu Mehmet dayının da bulunduğu bir gün odada dedeme sormuş. Macurali dedem de anlatmış. 1930'lu yıllar, daha askere gitmemişler... Bir gün iki arkadaş Hacıların odaya gitmişler... Şimdi yerinde Kuran Kursu bulunan bu oda o vakitler köyün en merkezi yerlerinden... Hacılar sülalesinin büyükleri oturuyor; ama bilen bilir, odalar herkese açıktır. Bununla beraber, anası Hacılardan olan Ahmet emminin uğrak yerlerinden biri burası olabilir. Her neyse, o gün iki arkadaş Hacıların odadalar...

    Çapıtçı Hafız diye bilinen Hacıların Süleyman Azbay da odada bulunuyormuş.  Dururken dedeme 'Ali eliñi uzat baken' diyor ve avucuna bakarak 'Hımmm, seniñ ekmek gavağıñ ucunda; durma çalış, durma çalış!' diyor... Sonra aynı şekilde Ahmet emminin eline bakıp 'Seniñ ekmek de diziñiñ dibinde, durma ye, durma ye!' diyor. Kelimesi kelimesine aynen böyle demiş... O vakitler hayatın anlamını tam bilmeyen bu gençler Hafız'ın sözlerine de pek mana verememişler. Onun garip hallerinden biri olduğunu düşünmüşler... Yıllar geçtikçe, dünya ile cebelleşip yukarıda biraz bahsettiğim batıp çıkmaları yaşadıkça dedem Çapıtçı Hafız'ın söylediklerinin harfi harfine karşılık bulduğunu görmüş. Kavağın tepesindeki ekmeğe her ulaştığında tepetaklak olup tekrar en aşağıdan tırmanmaya başlamış. Bu böyle sürüp gidiyormuş... 

    Hacı Apo, aynı olayı Ahmet Emmiye de sormuş. Cuma camisinde kolları sıvamış, abdest alacakmış galiba, dedemin anlattıklarını doğrulamış ve 'Hakgatden annım terlemedi, emme cebimde para heç eğsik olmadı.' demiş...

    Hacıların Çapıtçı Hafız Süleyman Azbay 1956'da vefat ettiğinde, yirmi yıl önce avuçlarına bakarak söylediklerini Macurali dedem ve Ahmet emmi yaşamaya başlamışlardı bile... Rızık, Ahmet Emmimin hep dizinin dibindeydi. Bu minval üzere yaşadı ve 86 yaşında huzur içinde vefat etti. Dedeme gelince... Onun ekmeği hep kavağın ucundaydı, ulaşmak için durmadan çalıştı. 2008'de doksan küsur yaşındayken vefat ettiği gün, ağaç gövdesi kırdığını görenler var...

    Hacapo sözünü bitirdiğinde, sesinden rahatsız olanlardan hiç kimse kalmamıştı. Biz bizeydik. Zaten ezana bir kaç dakika kalmıştı. Kalktık...