28 Mayıs 2025

13. Sayfa

 


1

2. Lütfi Tüplek

3. Ayakta Mustafa Saki

4. Hoca ?

5

6. Önde Efekçi Süleyman Salman

7. Hamsincinin Deli Mehmet ve oğlu Mustafa İdi

8. Sağda Mustafa Er ve Ahmet Kırdar

9

10

11. Apak Mevlüt Kopan

12. Kadir Taşkın

13. Erdoğan Salman

14. Cılımısdık Mustafa Öncül

15

16. Vahit Yola

17. Ahmet Dadak (?), Yakup Kaynar

18

19. Abdurrahman Aracı, Yusuf Külte, Emin Kök


Kıtmir'den Kehribar'a


    Bu köpek milletine karşı özel bir sempatim yok, tabi düşman da değilim. Hatta son zamanlarda herkesin bir yerinden müdahil olduğu sokak köpekleri tartışmasında yorum bile yapmadım. Bununla beraber içten içe gönlüm hayvanlardan yana oldu. 

    Tarafsızlığımı bozan denge kaymasında Kıtmir'in kefesi oldukça ağır basar. Körhoca dedemin yazdığı nazar duasında onun ismi mağara arkadaşlarının tam ortasında yer alıyordu. Şimdi son zamanlarda Kehf suresinin tefsiriyle biraz fazla ilgilenmiş olabiliriz, haliyle orada da başrollerde yine Kıtmir bulunuyordu.

    Kıtmir'den Kehribar'a geçiş de çok sert değildi. Aslında bir anda oldu, ama çok yumuşaktı. Aynı köpekten bahsedildiğini Kehribar Geçidi'ni okumadan anlayamazdım. Sonuçta yedi mağara arkadaşının sekizincisi olan bir köpek, bana bu hayvan milletine sempati duymamı sağladı...

    Bugün kekik toplama bahanesiyle dağa gittik, asıl amaç kekik değil, uzun zamandır buraya gelmek isteyen komşularla dağ gezintisiydi. Kalabalık grubumuzla yukarılarda biraz dolaştıktan sonra Bödününçeşme'ye indik. Yedik içtik, dinlendik. Bu sırada oranın müdavimi olduğu anlaşılan iki köpek sürekli çevremizdeydi. Tazı kırmasına benzeyen bu hayvanlar oldukça zayıftı ve tuhaf bir biçimde birbirine çok benziyorlardı. Belki de kardeşler, ama biri gri diğeri de samansarısı rengiydi. Hem birbiriyle oynaşan hem de bizden bir şeyler uman bu hayvancıkları beklentilerinde yanıltmayıp ekmek, kemik filan verdik. Kadınlar fazla yanımıza yaklaşmamaları konusunda titizleniyorlardı, sonra ne oldu bilmiyorum. Yalnız biz genel olarak köpeklerin son yıllardaki acıklı durumuyla ilgili bir sohbete daldık... 

    Böyle bir başka sosyal köpekle babamın cenazesinde karşılaşmıştım. Koca bir köpek tabutun başında bekleyen bizim yanımıza kadar gelmiş. Ben o soğukta elimi kokladığında fark edebildim ve gayri ihtiyari biraz ürktüm. Kocaman bir köpek ve tabutun başında aniden beliriveriyor. Sonra anlattılar, çekinecek bir durum yokmuş, her cenazeye katılan bir köpekmiş. Evet, cenaze köpeğiymiş. Çoğu cenazede hazır bulunurum, ilk defa görüyorum hayret. Dediklerine göre mezarlığa kadar gider, defin bittikten sonra geri dönermiş. Neredeyse yarı kutsallık izafe edilen bu köpeğin akıbetini de bilemiyorum, belki hala cenazeye katılma görevini sürdürüyordur.

    Gecikmiş öğle namazından sonra arka yamaçlarda biraz kekik toplarım düşüncesiyle çeşme düzlüğünden ayrıldım. Tek tük çiçekti, bazı tomurcuktu, çoğunluk sürgündü derken önüme çıkan kekiği koparıyorum. Bayırı ne kadar kavradığımın da farkında değilim. Güneş Bahçecik istikametinde inişe geçmiş, ikindi yaklaşıyor.

    Birden ortalığı çan sesleri kapladı. Aaa dağınık bir koyun sürüsü... Arada keçi de görünüyor... Her biri kafası yerde kah duruyor, kah sağa sola bir kaç adım atıyor, düzensiz bir yürüyüşle yayılarak ilerliyorlar. Akşam yaylımına çıkan bu sürü kimin ki? Bir zamanlar yüzden fazla sürünün cirit attığı bu dağlarda şimdi küçük bir sürüyü görmek bile değerli geliyor. Bu anı kaçırmak istemiyor, değişik açılardan fotoğraf alıyorum. Bir elimde çanta, diğerinde telefon güzel poz yakalama derdindeyken ne göreyim, iri sayılacak bir köpekle göz gözeyim... Ürpermedim dersem yalan olur, hatta korktum. Çünkü bu bir koyun köpeği; iri, korkunç görünümlü ve koruma güdüsüyle yabancıya karşı saldırgan oluyorlar. Hayır bu saldırmadı, öyle bakıyor...

    Derken biraz ileride ikinci bir köpeği farkettim.  O da aynı şekilde durmuş, öylece bana bakıyor. Üzerimde dört korkunç göz var, sadece onların nazarı üzerimde, gözlerin sahibi köpek bedenleri kıpırdamıyor. Ben de aynı şekilde kıpırdamıyorum, ama bu durumun yanlışlığını anlayıp görmezden gelmek istedim. Görmemiş gibi yapabilirim, ama korku duygusunu ne yapacağız. Bir de korktuğumuzda salgıladığımız şeyi bu hayvan hisseder daha da saldırganlaşırmış. Korkmamam da lazım...

    Sürü kimin acaba? Bu çoban da nerede kaldı... Gelse şunları kontrol eder, ben de yürür giderim. Şimdi yürüyüp gitsem korkup kaçtığımı sanıp saldırırlarsa... Bu korkulu bekleyiş arasında eğilip kekik filan koparıyorum da... Ne kopardığım belli değil...

    Birden köpeklerle konuşmak geldi aklıma. Konu ne olursa olsun, bu hayvanlara söylenen sözlerin tesir ettiğini, bu hususu daha önce deneyip başarılı olduğumu hatırladım. Bundan dokuz yıl öncesine kadar, şimdi Rahvan At Merkezi yapılan geniş çayırlıkta her gün koşardım. Bir gün, bir grup köpeğin ürüşerek üzerime doğru koştuklarını gördüm. Çok korktum, ama kaçacak bir yer yok... Ne yaptığımı bilmez biçimde ben de bunlara doğru koşmaya başladım. Destansı bir çarpışma olacak... Ama olmadı, çünkü düşman sebepsizce önce yavaşladı, durakladı ve durdu... Onlar durunca canıma minnet, ben de durdum. Ama tamamen silah bırakmak olmazdı, peki ne silahım vardı ki?.. Başladım bunlara söz bombası atmaya, şimdi hiç birini hatırlamadığım bir sürü şey söyledim. Bazı mıyıklamalar, tek tük havhavlar dışında ses çıkarmadılar. Sanki beni dinliyor ve anlıyorlardı... Çekip gittiler... Bundan sonraki koşularımda mutlaka elimde bir değnek bulundurdum, ama hiç ihtiyaç olmadı, çünkü bana artık ilişmediler. Sözlerim etkili mi olmuştu ne...

    Eski zamanlardaki gibi konuşmaya başladım. Farklı olarak alçak sesle söyledim, zira onlar sakindi, korkuyordum ama ben de sakindim. Dedim ki: "Benden size ve koyunlara zarar gelmez, kekik topluyorum o kadar... Biraz sonra siz yolunuza, ben yoluma... Ayrıca vazifenizi de iyi yapıyorsunuz, bak geride kalanları bırakıp gitmediniz... Güzel köpeklersiniz..." Buna benzer şeyler... Zaten önceden de yerlerinden kıpırdamıyorlardı, konuştukça beni dinliyorlarmış gibi geldi. Hatta öndeki kuyruğunu hafifçe salladı...

    Nihayet çoban göründü. Daha doğrusu görüntüsünden önce sesi geldi. Tanıdık bir ses, kimin acaba... 

    - 'Nasıl oldu da gelivemedilê?'  Biraz daha yaklaşınca tanıdım, Ercan idi... Sorusuna;

    - 'Zararsız olduğumu anladılar herhal, ondan gelivemediler.' karşılığını verdim. Sonra sürüden, koyunculuktan filan bahsettik. Ona da biraz önce köpeklerden korkmamış gibi davrandım... O, sürünün peşinden giderken ben eğilip kalkarak gördüğüm kekiği almaya devam ettim...

    Fakat aklımdan köpeklerle karşılaşmamız çıkmıyor. Gerçekten köpeklerin beni dinlediğini ve dediklerimi anladıklarını düşündüm. Gerçek olamaz mı? Neden olmasın?...

    Hayat ne garip, insanlara kendimizi ve derdimizi anlatamıyoruz. Bize bu fırsat verilmiyor. Mahkemelerde duruşmalarımızın izlenmesi yasak, bunların haberleştirilmesi yasak. Halk olanlardan haberdar olmasın isteniyor. Medyada, sosyal medyada, basında bize sövülmesi hakaret edilmesi serbest, hatta şart... Yandaşları geçtim muhalif TV programlarında bile ihraç edilmiş birini göremiyorsunuz. Halk söyleyeceklerini duyar da tılsım bozulur diye korkuyorlar...

    İki gün önce bir düğün vesilesiyle yıllardır görüşemediğimiz arkadaşlarla bir araya geldik. Cezaevi hatıraları konuştuklarımızın çoğunluğunu teşkil ediyordu. Şu anlaşıldı ki, oralarda adi mahkumlarla bizi aynı ortamlarda tutmamalarının sebebi de bu, başkalarıyla konuşmamıza engel olmak. Konuştuğumuzda muhatabımızın gerçeği öğrenmesinden korkuyorlar. 

    Gerçi bazı sözümona insanlara ne anlatsan boş. Onları 'hayvandan da aşağı' kategorisinde değerlendirmek lazım. Köpeğe tesir eden sözler insana işlemez mi...

    Köpeğe tesir eden sözler...



26 Mayıs 2025

Un Tuz Tartmak


    Geçen gün köye gitmek için yolumuzu Gazlıgöl'e düşürdük. Tam orada aklıma Hacı Arif dedemin yaşadığı bir olay geldi, Dandır sapağına dönerken çocuklara onu anlattım. Babamdan defalarca dinlediğim için bütün ayrıntısıyla hafızama kazınmış olan bu ilginç olaya geçmeden önce Hacı Arif dedeyi kısaca tanıtmam gerekti.

    Arif, Böbü dedenin küçük oğludur. Oğlu olmayan Hasan Hüseyin abisi ise, Hamzaların Afyon kolu ile Böbüler ve Sarasanların dedesi oluyor.1880 yılında doğdu Arif... Doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğu bilinmiyor, topaldı. Bu yüzden askere alınmamış. Genelde fiziksel özellikleriyle lakaplama yapılan Eğret'te Topal Arif yerine Hacı Arif lakabı takılması ilginçtir. Oysa hacca 30 yaşından sonra gitmiş...

    Böbü Dedemiz onu Hacılardan Nazik ile evlendiriyor. Nazik Hanımı da tanıtalım, tam olsun; Davılcıarif, Dındınali, Kelsalek, Kelidiriz, Çapıtçıhafız ve Kelarzıman'ın halaları oluyor...

    Olay evliliğin ilk yıllarında geçiyor, Arif ve Nazik delikanlıyken... Henüz çocukları yok, ihtimal 19. yüzyıl sonları... Bunlar arkadaşlarıyla sözleşmişler, gece Gazlıgöl'e hamama gidecekler. Köydeki hamam yanmıyor olabilir veya su, sıcaklık, havuz farkından orası tercih edilmiş olabilir. O dönemde bile çevredeki kaplıcalara gitmenin yaygın olduğu anlaşılıyor...

    Arkadaşları gelip almışlar Arif'i. Yayan gitmezler herhalde, ihtimal ki at arabası ayarlamışlardır. Yolda neler yaşadıkları, ne zaman vardıkları, arkadaşlarının kimler olduğu filan meçhulümüz. Bundan sonra bir süre Arif dedenin anlattıklarını dinleyeceğiz.

    Hamama girmişler. Tabi başka köylerden gelenler de olabilir... Bir vakit her şey normalmiş. Sabunlanmışlar, keselenmişler, suya girmişler... Bir süre sonra içlerinden biri,

    - 'Şu kandilleri söndürün veya şavkını kısın' gibi bir şey söylemiş. Eskiler bilir, idare lambası veya kör kandil denilen aydınlatma araçlarını... Ucunda döndürerek şavkı kısıp açmaya yarayan basit bir düzenek vardır, onunla alevin şiddetini ayarlarsın. Tam söndürmek için fitile üflemek, yahut parmaklar arasında yanmakta olan fitil ucunu ezmek gerekir. Her halükarda kandile varmak zorundasın yani... Fakat kurnanın başında yan gelip keyf çatmakta olan birisi, 

    - 'Durun ben hallederim' diyerek hiç istifini bozmadan ayağını uzatıp gerçekten halledivermiş. Bunu normal, sıradan bir şey yapar gibi yapmış, ama olay hiç de normal değil... Bir defa uzaktaki kandile ulaşmak için yerinden bile kalkmamış adam. Ayağı kandile doğru iki üç metre uzayıvermiş. Ayrıca adamın parmak aralarının perdeli olduğunu da fark etmiş Arif, tıpkı kaz, ördek ayağı gibi... O anda etrafına bakınmış ki, hamamda bulunanların hepsinin durumu aynı; uzun bacaklılar ve perde ayaklılar... Üstelik köyden birlikte geldikleri arkadaşları da aynı... 

    Dehşet içinde kalmış ve korkudan ne yaptığını bilmez bir şekilde kendini dışarı atmış. Dışarı derken, en dışarı değil; çıplak bir şekilde nereye gidecek... Olanlardan habersiz işine bakan hamamcıyı uyarmak istemiş;

    - 'İçerdekilerin hepsi acayip, şeytan mıdır ne!..' Hamamcı oralı bile değil, işine devam ediyor... Arif ısrarla uyarısına devam edince sıkılmış gibi tezgahın ardından öne çıkıyor ve,

    - 'Böyleler mi?' diye sıyırdığı peştamalin altından perdeli ayaklarını göstermiş. Bundan sonrasını Hacı Arif dede hatırlamıyor... Olayın bütününü ve perde gerisini öğrenmek için Eğret'e dönmeliyiz...

    Arif arkadaşlarıyla gittikten bir süre sonra, arkadaşları tekrar gelip onu çağırmışlar. Nazik Hanım çıkmış dışarı ve 'Niye dönüp geldiniz?' gibisinden soracak olmuş. Biraz da endişelenmiş galiba, çünkü yanlarında kocası yok. Başına bir şey mi geldi acaba... Fakat arkadaşları gayet sakin;

    - 'Gelsin Arif, hamama gidecektik.' filan demişler. O vakit endişesine korku ve şaşkınlık da karışmış Nazik Hanımın;

    - 'Demin aldınız gittiniz ya!...' Nasıl olurdu, şuydu buydu derken, mesele anlaşılmış. Arkadaşlarına benzer bir grup gelip götürmüşler Arif'i... Atları koştura koştura Gazlıgöl'e varmışlar. Arif'i hamamın aralığında baygın olarak bulmuşlar... Meğer onu buraya getiren arkadaşları değil, habis ruhlar taifesiymiş. Allah'tan ki aklını yitirmemiş, sadece bayılmakla kurtulmuş. Belki de bayıldığı için kurtulmuş...

    Söğütçük'e geldiğimizde çocuklara Hacı Arif dedenin kuyuyu gösterdim. Seren ve direği yıkılıp yerine çeşme yapılalı otuz yıldan fazla oldu. Şimdi kuyu ağzını kocaman bir kaya ile tıkamışlar... 

    Çeşme yapıldığı yıllarda Anıtkaya'da çalışıyor ve orada oturuyordum. Bazı akşamlar dışarıdan birileri çağırırdı, balkona çıkıp bakardım, kimse yok. Bazen de zile basarak çağırırlardı, yine kapıya bakardım kimse yok. Bu garip çağrılma olayları sıklaşınca babama anlattım.

    - "Yine çağıracak olurlarsa balkona çıkma, kapıya da bakma... 'Gelemem, un tuz tartıyorum' de... Bir daha çağırmazlar, zarar da veremezler."  dedi ve Nazik ninesinden işittiği yukarıdaki olayı anlattı. İlk defa o vakit duyduğum hamam olayını sonra yine defalarca dinledim. Nazik Ninemiz, kocasının travmayı bu tılsımlı sözlerle atlattığını, bir daha habis ruhların kendisini rahatsız etmediğini söylemiş...

    Benim durumum bir yanılsama olabilir. 'Un tuz tartma' hususunu uyguladım mı bilmem, ama bir daha ünnneyen olmadı...



12. Sayfa

 

1. İsmail Honça (Gonca)

2

3. Emin Kopan,..., Tunahüseyin İbrahim Kayır, ...

4. Mahmut Öncül

5. Seydi Değer

6. Gocamatların Kazım Tektaş?

7. Saadettin Öztürk

8

9. Dananın Şapgöbek Ali Osman Duran

10. Gurugafa Mustafa Tüblek

11. Gödecin Halil Seviş

12

13

14

15

16. Yusuf Geçer

17. Kokulu Mehmet Dirlik

18

19. Arifin Irmızan

20

21. Berber Hüseyin Öncül

22. Ömer Kaynar

23. Kel Halil Köz

24

25. Meşhur Ahmet Azbay

26. Gulaksız İbrahim Seçan

27

28

29. Boduoğlu Yahya Soylu

30

31

32

33

34. Tellilerin Yakup Öztürk

35. Mehmet Ali Azbay

36. Kel Ömer Azbay

37

38

39


22 Mayıs 2025

Bahçecik


    Onca gezmişiz, yeni yerler görmüşüz; öğrenmiş, benzetmiş, kıyaslamış, beğenmişiz... Kıymeti yok, çünkü burnumuzun dibindeki dağımızı hakkıyla bilmiyoruz. Bu yüzden şimdilerde fırsat buldukça İlbulak dağlarının dip köşe, hiç gitmediğim taraflarına yolumu düşürüyorum. Önce Almalı, sonra Resulbaba tepelerini böyle gezdik. İki gün önce 19 Mayıs günü ise ters istikamete, Bahçecik tarafına yöneldik.

    Gedik orta kabul edilirse Bahçecik onun batı yakasındaki bölgede... 
Yürüyüşümüzü yine İlbulak tepesinden yaptık, eteklerdeki engebede ilerlemek çok zor çünkü...

    Buna rağmen Bahçecik çeşmesi olduğunu düşündüğüm yere varıp dönmek 4,5 saatimizi aldı. Sadece ikindi namazı için çeşme başında mola verdik, o kadar. Çünkü tepeden de olsa yürüyüş kolay değil...

    Almalı tarafındakinden farklı bir bitki örtüsüyle karşılaştığımızı belirtmek lazım. Farklı zamanlarda gözlemlemeye bağlı olabilir bu durum, ama arazi ve toprak yapısı da farklı geldi bana.

    Lale ve sümbüller yoktu artık, onun yerine dağ veya ada çayı olduğunu düşündüğümüz öbek öbek ot ve çiçek ocakları keşfettik. Bunlar diğer tarafta yoktu... Belki vardı da zamanı değildi, orasını bilemem. Zirvede bol gördüğümüz bu çiçeklerden numune aldık, gerçekten adaçayı ise onlardan da toplamak için tekrar gitmeyi düşünebiliriz.

    Tepedeki kekikler gıran kekiği türünden. Onun kokusu da keskin oluyor, ama yaprakları pek canlı değil. Diğer tülü kekik türlerinden de bol var, lakin çiçek açmalarına daha bir hafta on gün var. Bu kekik milletinin her hali güzel ve lazım olduğundan yine de yeter miktarda topladık.

    Yakı otu da diğer mevkilere göre bu tarafta daha gür gibi geldi bize... Belki yağmur sonrası bahar vakti olduğu için öyle gelmiştir, öte taraflarda da şimdi böyle gür ve canlı olabilir, bilemeyiz. Hatırı sayılır miktar da ondan topladık, çünkü mide rahatsızlıklarına şifa olduğunu yakından gördük bu sene... Yakı otunun macerası çok ilginç, sadece bizim sülaledeki bilinirliğiyle günümüze geldiğini iki yıl önce bir yazıyla dile getirmiştim. Kocatepe Üniversitesi'nde bir bitirme tezine konu olduğunun, ayrıca Tübitak destekli bir proje ile araştırılıp literatüre sokulduğunun müjdesini vereyim.

    Çeşmenin başındaki galgan dikenlerine ve çayır gibi otlara bakınca buralara neden Bahçecik denildiğini anlıyorsunuz. Oysa Almalı'da elma, Kirazlık'ta kiraz olmadığı gibi buralarda da bahçe bulunmayacağını düşünmüştüm. Başka yerde görmediğim böğürtlen ve badem ağaçlarını da belirtmek lazım. Gerçi bademlerdeki intizama bakılırsa ormaniye tarafından gerçekleştirilen ağaçlandırma sırasında dikildikleri anlaşılıyor. Bademlerde geçen yılki meyveler hala dallarda... Tabi içleri koflaşmış, yenecek durumda olmadıklarından acıbadem mi, yoksa yinsel mi olduğunu anlayamadık. Galiba soğuk vurmuş, bu yılın meyvesi yok, tadına bakabilmek için en az bir yıl daha beklemek gerekecek... Sonbaharda böğürtlen toplamak için de gelmek lazım bu bölgeye....

    Gedik batısından başladığımız yürüyüşün ilk anından itibaren Altıntaş ovasının gözümüzün önüne nasıl seriliverdiğine şaşıyoruz. Benzer bir görüntü Almalı tarafındaki tepelerden de alınabiliyor, ama o daha çok İhsaniye-Döğer hattına hakimdi. Oysa buradan bütün kuzey bölgesi ayaklarınızın altında... Süvari Kolordu Kumandanı Fahrettin Paşa'nın 27 Ağustos 1922 gününe ait notlarını hatırladım: "İlbulak Dağına çıkan keşif kolları orada düşman bulunmadığını, Eğret bölgesinde büyükçe düşman ordugah çadırları görüldüğünü bildirdiler…" Paşa'nın keşif kolları gözlemini tam da buradan yapmış olmalılar, zira buradan köyün bütün arazisi görülebiliyor ve ayrıca başka keşiflerde Almalı tarafında tek tük düşman askeri görüldüğü belirtilmişti...

    Bulunduğumuz tepeden aşağılara kadar uzanıp giden küçük vadiye Kuyuderesi diyorlar. Vaktüzamanında dere boyunda bir çok kuyu bulunduğu anlaşılıyor, yoksa neden bu isim verilsin. Yine bulunduğumuz noktanın aşağılarında bir yere Gavuryatağı diyorlarmış. Galiba işgal döneminde bir müddet orası Yunan ordugahı olarak kullanılmış. O dönemde İlbulak'ın düşman tarafından nasıl yuvalanıldığı ve meşe çalısının nasıl yağmalandığına dair çok hatıra dinledim. Almalı ve Resulbaba sırtlarına angare yoluyla kazdırdıkları mevzilerin izleri bugün hala belli... Bu tarafta öyle mevzi ve siperler yok, ama işte çöktükleri mevkinin adını köylümüz Gavuryatağı olarak belirlemiş. Elbette bütün bunlar büyük Türk taarruzu başlamadan önceki döneme ait hususlar. Yoksa Süvari Keşif Kolu bizim şimdi bulunduğumuz tepeden aşağılara baktığında Gavur yatağını çoktan boşaltmıştı...

    Biraz daha batıya doğru ilerleyince seyir terası gibi bir çıkıntı var, fotoğraf çekmek ve poz vermek için çok uygun. Oradaki bir fotoğrafı gören Mahmut Omak 'Tahminime göre İncegeriş üzerindesiniz' dedi. Mehmet Ali Kalkan beyin bir yazısından daha yeni öğrendim, geriş ak toprak demekmiş. İncegeriş denilen mevki her neresiyse toprağını incelemek üzere tekrar gideceğim. Bu yüzden dağı iyi bilen biriyle gezmek önemli...

    Aracımızı arkadaki taş ocağının hemen üstüne bırakmıştık. Dağın kuzey yamacında da büyükçe deşilmiş bir taş ocağı bulunuyor. Belki 30 yıla yakın oldu Almalı tarafındaki ocak açılalı. Gerçi şimdilerde bunların hepsi terkedildi, ama bıraktıkları enkaz koca dağın bağrında kapanmaz yaralar gibi görünüyor. Bitki örtüsüyle kapanması, dünyanın varsa o kadar ömrü, bir kaç yüzyılı bulur...

    Koskoca bir yara da Amerikan şirketinin kurduğu göstermelik çiftlik. Devlet desteğini alana kadar biraz hayvan bağlamış olabilirler, sonra defolup gittiler. Geride bıraktıkları çıplak boşluk, uğruna heba edilen onlarca ağılın sessiz ağıdını yakıyor. Vatan insanın nefes alabildiği yerdir, biz bu hazin manzaraya bakarken soluğumuz kesiliyorsa, ortadaki ihanet öyle böyle değil... Öncekiler gibi bizim ömrümüz de kaybettiğimiz nimetlere buğulu gözlerle bakmakla geçecek...

    Ağılların tapusu alınsaydı veya ağaçlandırma yapılsaydı bu yağmanın önüne geçilebilir miydi, zannetmiyorum. Ne yapar eder, orası olmaz da belki başka bir varlığımızı heba etmenin yolunu bulurduk. Öbür taraftaki ağaçlandırmayı kendi ellerimizle durdurmadık mı... Allah'tan Bahçecik bölgesinde daha sistemli bir ağaçlandırma yapılmış.

    Aslında mevkileri çok bilmiyorum, fakat daha önce bir kaç kere çıktığım bir düzlük vardı, Tunanın Tarla diyorlar. Gavur gittikten sonra uzun müddet kıtlık olmuş. Bu kurak dönemde köye yağmur da yağmamış, kuraklık var. Ne de olsa dağdır, buralara yağdığı için uygun yerleri sürüp haşhaş ekmişler. Patlağıntarla, Tunanıntarla gibi isimlendirmeler o günlerden yadigar... Yalnız burada kastedilen bildiğimiz Tuna Hüseyin değil, daha eski ve başka bir Tuna imiş, kim olduğu bilinmiyor... Neyse, daha önce hep aşağıdan çıktığım Tunanıntarla alanlığı baştan aşağı mantar ocaklarıyla kaplıydı. Bu yüzden orayı gözetleyerek ilerledik, gel gör ki tam yerini katiyyen çıkaramadım. Yukarıdan bakınca ne nerededir bilemiyorsun. Önemli değil, zaten mantarı yemeyi değil toplamayı severim diyerek kendi kendimi teselli edip yola devam ettik...

    Bu arada aşağılarda sessiz heyulanın yakınlarında, her nasılsa ayakta kalabilmiş bir kaç ağıla bakarken Keçi yataklarını hemen fark ediyoruz. Keçi sürüleri yatarlarmış burada... Bu geniş düzlükte yatarken boş durmayıp gübreliyorlar, dolayısıyla Keçiyatakları hep mantar ocağı... 30 yıl önce oralarda mantar aramalarımız, yağmurda ıslanmalarımız, Kemiklerin ağıla sığınmalarımız, Ayşe Teyzenin hazırladığı sofrada gıdalanmalarımız aklıma geldi... Bir de buralarda Aşiret yörüklerinin yaylaması... Oysa şimdi koca dağ ne kadar sessiz ve ıssız görünüyor...

    Böyle böyle Bahçecik bölgesine gelmişiz. Bunu, önümüzde aniden muntazam sedirler belirince anladık. Manzara doyumsuz... Nere neresidir, hatta burası Bahçecik midir emin değiliz; ama bir Bahçecik varsa işte burası olmalıdır...

    Büyük bir vadinin ilerledikçe genişleyen havzası burası. Bazı bölümleri, orada burada imam ardında saf tutmuş cemaat gibi sedirlerle ağaçlandırılmış; ama büyük bölümü yine çıplak... Burada bilinçli ağaçlandırmanın ne denli mühim olduğu ortaya çıkıyor. Keşke her taraf yemyeşil olsa...

    Buna rağmen geniş düzlük, adını hak edercesine canlılık saçıyor. Ortalıkta in cin top oynasa da bu canlılığı sırf manzaradan hissedebiliyorsunuz. Eskiden daha canlıymış buralar, pikniğe gelirlermiş insanlar. 1970'lerde Aliefe, gösterdikleri başarıdan dolayı öğrencileri buraya getirerek ödüllendirmiş. Aynı yıllarda Bahçecik'te Hıdrellez karşılama fotoğrafları bulunuyor...

    Bir de çobanlar var... Çobanlar ve sürüler... Asıl canlılığı sağlayan, dağa hayat veren de onlarmış sanki... Ağıllar ve koyun keçi sürüleri malum... Bunun yanında Yörük çadırları ve sürüleri var... Hatta Aliefe'nin beygir sürüsü bile var... Buralarda Metin Tüplek Abi çok beygir gütmüş...

    Yeraltı ve yerüstü sularının da çağladığı zamanlarda Bahçecik'te suları ağzından taşan tam sekiz kuyu varmış. Şimdi bu kuyuların yerini tespit etmek mümkün mü bilmem. Meşhur çeşmeye doğru ilerlerken küçük bir derede nemlilik fark ettik. Mutlaka yukarılarda bir yerde kaynak olmalı. Nitekim az ileride nemlilik damla damla suya dönüştü. Daha gitsek bir kuyu veya minik pınar bulacağız, ama çok yorgunuz, aramaktan vazgeçip tekrar çeşmeye yöneldik.

    Çeşme çirçir aksa da çevresini yeşertmeye yetiyor. Eski aharlarının dikine yenileri eklenerek galiba gövdenin yeri değiştirilmiş. Altı tane mozaik aharlı yeni çeşmenin ucunda gövdesi çatallaşmış bir söğüt dikkat çekiyor. Bir hayırseverin aharları yosundan temizlemesi gerekiyor. Vaktimiz olsaydı yapardık, ama çok yorulduk ve geç oldu. Biraz moladan sonra tekrar yola düştük ve akşama doğru varacağımız yere ancak vardık...

    Hangi bölgesi olursa olsun, İlbulak'ı gezecekseniz oraları bilen biriyle gezin. Bahçecik'e tekrar gidersek biz öyle yapacağız...