04 Nisan 2022

İlk Av

 

    [Aşağıdaki yazıyı İresilhoca (Resul Ayas)ın oğlu Mustafa Ayas yazdı.]

    Kelmısdıfanın Avcılığı

    Her yerin buz tuttuğu, karın çok olduğu bir kıştı. Mardakların Odada teneke sobanın verdiği sıcaklıkla, yaşlılar ve üç beş çocuk, yatsı namazından sonra muhabbete kulak kabartmaya başlamıştık. Zaten orada bulunmamızın nedeni buydu; sohbet dinlemek, hizmet etmek...

    Babam imamdı, az konuşur; ama ortaya bir ateş koyar, kenara çekilirdi... İyi avcılar vardı yaşlılardan, Kel Mustafa, Keskin Dayı, Kemiğin Ali... Çay zaten eksik olmazdı... Daha ilk bardaklarını bitirmeden, babam Keskin Dayı'ya gözüyle işaret etti ve "Kel Mıstığa nasıl avcılığa başladığını sor hele" diye fısıldadı.

    Keskin Dayı, ufak boylu, kısık gözlü, muzip mi muzip biriydi. Kel Mustafa'ya dönerek "Len sen nasıl avcı oldun, nasıl çoban oldun, de bakam." dedi. Mustafa Dayı önce duymazlıktan geldi, sonra Keskin Dayı'yı "Yav işin yok mu senin!" diye tersledi. Kalabalık güldü; ama her bir ağızdan ısrar edilince, dayanamadı ve gülerek takgasını dizine koyup, başladı anlatmaya:

               ***

    13-14 yaşımda falandım herhalde, bubam hasta oldu. Koyuna gidilecek ama hasta olduğundan bana "Bugün sen git koyuna, falanca filanca, bilmem kim seni kollarlar. Onlarla gider gelirsin" dedi. Ben hiç evden çıkmamışım, dağ görmemişim çocuğum daha, korktum; ama birşey de diyemedim. Babam korktuğumu anladı ve "Al bunu da yanına" diyerek elime tabancasını tutuşturdu. Sırtımı sıvazladı, sert bir sesle "Aman Mıstığım, canavarlara dikkat et, çok bu aralar mındarlar" diye de uyardı. Tabancayı görünce merak ve hevesle belime taktım; ne korku kaldı bende ne telaş.

    Akşam çobanlarla beraber arkalı önlü, sürüleri köyden çıkarmaya başladık. Dağa vardık; ama bende bir hava, bir hava... Elim belimde devamlı tabancamı elleyip duruyorum. Neyse, akşam oldu; bende ne hava kaldı, ne de cıva... Korkmaya başlamıştım... Babamın beni emanet ettiği çobanların yanından ayrılmamaya çalışıyordum. Genç adamlar, laklak ediyor gülüyor eğleniyorlar... Ben ise sadece saf saf bakınıyorum. Geç vakit oldu, uykum da geldi; ama koyunlar var, nasıl edeceğimi bilemedim.

    Benim uykumun geldiğini anladılar ve "Sen bu kuytuya yat, köpekler var, biz varız..." dediler. Kepeneği üstüme aldım; ama korkudan uykum kaçtı, uyumadan bakarım sağa sola, diye düşündüm. Bir vakitten sonra üşüdüm, kepeneğin içinde az daha büzüldüm. 

    Uyumuşum... Gecenin kör vakti üzerimden köpekler havlayarak geçtiklerinde uyandım... Ortalık zifiri karanlık... Ayın ışığı zayıf... İleride bir karmaşa, bir hareketlilik var; ama ne olduğu belli değil. Öbür çobanlar sürülerle başka taraflara gitmişler herhalde, kimse kalmamış. Köpekler havlıyor, sağa sola koşuyor. Ben durmadan bağırıyorum; ama kime ve niçin bağırdığımı da bilmiyorum. Belimdekini çektim, ileride alaca belece koşuşturan canavarlara doğru verdim ateşi... Tabancanın sesine köpekler sustu, ortalıkta koşan alacalar falan kalmadı, ak koyunlar zaten belli... Korkudan bir yere gidemedim. Kayaya oturdum, ortalık ağarana kadar yerimden kıpırdamadım. Ortalık aydınlanınca dağılan sürüye doğru gittim... Bir de ne göreyim, üç tane keçi var yerde, ölmüşler... Biri de gözleri yarı açık, can çekişiyor... 

    Mevzu netleşti, ben korkudan keçilere ateş etmişim canavar diye.

    Keçiler de zaten bizim değilmiş, katımmış. Babam sahibine keçilerin parasını ödedi... Hem de beni öyle bir dövdü, vay anam vay!..

                ***

    Bugün gibi aklımda; Kelmısdıfa, o tatlı kısık sesi ve sakin üslubuyla bir anlattı, oda yarıldı gülmekten ...

    Berbat adamdı...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder