Fışgı yakılacak kadar bir boşluk varsa yeni ağızlarla fırın yakılmaya devam edilir. Ancak seviyesi yüksek ise, kızgınlığına soğukluğuna bakılmaksızın fırının paklanması gerekir. Bunun anlamı ateş alanının külden temizlenmesi demektir. Atık külleri bırakmak için her fırının yakınında bir küllük bulunur. Fırıncı sabah kontrol ederek temizlenmesi gereken külü tenekeyle küllüğe çeker.
Zamanla küçük bir dağ gibi yükselen küllüğü dolduran sadece fırın külleri olmayabilir. Evinin ebir gübürünü de getirip buraya dökenler de çoktur. Aslında her evin bir küllüğü/bokluğu vardır; avlu süprüntüsünü, ocak külünü filan orada biriktirirler. Bazıları damın bokluğunu aynı zamanda küllük ve gübürlük olarak da kullanır. Gelgelelim çöpünü götürüp fırın küllüğüne dökene de pek bir şey diyemezsin. Bu yüzden küllüklerde kül dağı sürekli yüksektir...
Bizim küllük öyle sürekli yükseklerdendi, gölet tarafındaki eteklerine bakarsan gübürlük de diyebilirdin. Çöp ve çöplük kavramının olmadığı o yıllarda atıkların toplandığı yere gübürlük denirdi. İşte gübürlük-küllük karışımı bizim yüksek yığınımızın üzerindeyken, bir zıplayışta fırının dambeşine çıkabilirdik. Bir anda oyun alanımıza dönen dambeşten, bir büyüğümüzün hışmına uğrayana kadar inmezdik.
Küllük zaten doğal oyun alanımızdı. O vakitler, 'Vay canından yanasıca, üsdün başın toz/toprak/kül/çamır olmuş!' diye kimse çocuğunu azarlamadığından oralarda özgürce ve neşe içinde küle belenirdik.
Aklımda kalan küllük oyunlarının en meşhuru fıydırmalı mettir. Kaba kül üzerine değneğin ucuyla kolayca bir kanal açarsın. Kanala dikine yerleştirdiğin metin altına değneğinin ucunu sokup var gücünle ileri ve yukarıya fırlatırsın. Buna fıydırma denir. Küllük rampasından oldukça havalanan met çok ileriye uçar, bu yüzden amacı yere düşürmeden meti yakalamak olan rakip oyuncunun işi zordur. Bunu başaramazsa, metin düştüğü yerden bir atış hakkı vardır. Fıydırdıktan sonra metin yerine yerleştirdiğin değneği vurmaya çalışır. Vurursa sayı onun, değilse senindir... Bütün bu oyun sırasında her iki oyuncunun üstü başı, dizi dirseğinin temiz kalması ne mümkün...
Küllüğümüzde rakım, oyunlarımıza ara verecek kadar hiç düşmezdi. Çünkü ilk zamanlarda özel olarak fırın küllüğünün temizlendiğini hatırlamıyorum. Yalnız belli aralıklarla bir kaç teneke kül götüren olur, fakat bu hissedilecek derecede eksilmeye yol açmaz. Bir kaç teneke külü kim, niçin götürüyordu derseniz, bu da ayrı bir hikayedir.
Eskiden helalarımız evin içinde değil avlunun bir köşesinde bulunurdu. Kanalizasyon sistemi filan da bulunmadığı için yılda iki, bilemedin bir kez de olsa periyodik olarak helaların paklanması icap ederdi. Küreğe gelmeyecek kadar cıvık pisliği temizlemenin en kolay yolu, onu külle karıp biraz olsun katılaştırmaktır. Böylece arabaya atıp tarlaya ters olarak götürebilirsin. Bunu bir kişi değil bütün mahalleli belli aralıklarla yapmak zorundadır. Böyle olunca, bizim küllük hep aynı yükseklikte kalır, biz de gönlümüzce üzerinde eşinirdik.
Şaşırtıcıdır; küllük dağı tamamen saman külünden oluşuyor, doğal bir gübre çeşidi olduğu aşikar olmasına rağmen neden tarlaya çekmiyorlardı ki... Gerçi onlara da hak vermek lazım, damdan çıkan tersi çekmek bile meşakkatliydi...
Belediyeye kepçe alındıktan sonraki zamanlarda, her mahalle fırınının küllüğünü belli aralıklarla temizlemek kolay ve zorunlu hale geldi. O dönemde zaten çöpler toplanıyor, helalar evin içine girip tuvalete dönüşüyordu. Ayrıca oyun oynamak için çocukların küle filan ihtiyacı kalmamış, çağ ve zaman hızlanmıştı...
Bizim üzerinde oynadığımız zamanlarda, daha kepçeyle küllük temizleme adeti çıkmamışken insanların en pratik ulaşım aracı eşek olduğunu yeni nesil nereden bilecek. Oranın bu iş için en uygun yer olduğunu keşfetmişcesine, gelip geçerken eşekler küllüğe uğrar bir güzel yatıp sırt üstü debelenirdi. Küllenme dediğimiz bu olay hayvanın dinlenmesini sağlar, aynı zamanda sırtındaki yağır ve yaraları iyileştirirmiş. Eşekler fırın külünün bu özelliğinden habersiz olabilir; amma insanların bu durumu 'küllenme' diye adlandırmasında küllüğün mutlaka payı vardır.
Köydeki diğer fırın küllükleri, tıpkı bizim küllüğümüz gibi fırının hemen dibinde olurdu. Başka çocuklar da o küllüklerde oynayıp oynamadığını bilmiyorum. Yalnız Garadellerin fırın küllüğü son dönemlerde mezarlığın duvarı dibiydi. Berberlerin çöpünü, etraftaki evlerin gübürünü döktüğü bu alan tam bir mezbeleliğe dönüşmüştü. Bir de fırının külü eklenince manzara hepten kötüleşmiş olmalıdır. Kepçeyle küllük temizleme işine oradan başlamış olabilirler.
1904 Tarihli Eğret nüfus kayıtlarında Turabiler sülalesi Külcüoğlu diye kaydedilmiş. Eğretliler de bunlara Külcüler diyor. Hatta Obagumandanı'nın babası özel olarak 'Külcü' diye lakaplanmış... Bunun fırın külü ve küllüğü ile ilgisi olup olmadığını bilemeyiz. Yalnız bu hususu güçlendirircesine sülale önce Külçe soyadını almış, sonra bunu Külte'ye çevirmişler. İkisinde de baskın isim kül...
Yarım asır önce Anıtkaya'daki fırınların bir çoğu bugün artık yok... Geride kalanların tamamı yenilendi; modern, temiz ve aydınlık mekanlara dönüştüler. Her bayram sabahı, yakınında neşeli pozlar verdiğimiz bizim fırın da bundan nasiplendi. Artık yan tarafında pis görüntü arz eden küllük bulunmuyor. Üzerinde küllenen eşekler de yok, fıydırmalı met oynarken üstünü başını küle beleyenler de... Hepsi bir çocukluk rüyasında kaldı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder