30 Mayıs 2025

Kör Hoca


    Veyisoğlu İbrahim 1907 yılında doğmuş. O sırada Böbü dedesi hayattaydı, neden onun adı değil de bu isim verilmiş olması muammadır. Oysa annesi Nazik hanımın ailesinde de İbrahim adının karşılığı yok gibi duruyor. O yıllarda vefat ettiği düşünülen Deli İmam lakaplı  Cuma Camisi Hatibi Veyisoğlu İbrahim'in adını vermiş olabilirler. Ya da Eğret'teki hemen bütün İbrahim'lere kaynaklık eden Hacı İbrahim Dede ile ilişkilendirilebilir...

    O yıllarda iki de kız kardeşi var, Havva ablası ve Güllü... 1917'de küçük kardeşi Ahmet doğacak, ama aralarında on yıl var. Bu yüzden yaşça yakın olan Havva ablasıyla oynarlarmış. 

    Böbü dedenin Hicaz'da vefat ettiği ve sonrasında ülkede bitmez tükenmez savaşların kızıştığı yıllar... Çocuklukları böyle bir dönemde geçiyor... Havva ablasıyla evde oyun oynuyorlar. Bu sırada ablasını biraz kızdırmış mı ne... Nihayetinde ikisi de çocuk... Havva elindeki makası kardeşine doğru atmış. Nereden bilsin elim bir kazaya yol açacağını... İbrahim'in gözüne saplanmış ve olan olmuş... Bundan sonra çocuğun bir gözü yok, kör yani...

    Kör İbrahim'i (o dönemde de bu kısaltması kullanılıyorduysa Kör İban) bu haliyle hafızlık talimine yönlendiriyorlar. Onun öğretim hayatıyla ilgili fazla bilgi yok. Eğret dışına çıkmadığı anlaşılıyor, eğer böyleyse Gocacami yanındaki Medresede okuduğu düşünülebilir. Kronolojik bakılırsa son yıllarında Mücellit Ahmet Efendi'den, daha çok da Eğretli Cemal Hoca'dan ders almış olmalıdır.

    Bu dönemde İbrahim'in yaramazlığından, haylazlığından çokça söz edilir. İlk zamanlarda pek ders çalışmazmış, bu tembelliği haylazlıkla birleşince hocalardan, kalfalardan iyi dayak yemiş. Dayak denildiğinde falaka anlaşılmalıdır. Bu sebepten ayaklarının şiştiği, yürüyemez duruma geldiği için kaç kere anasının sırtında medreseye gittiğini anlatıyorlar. 

    Nazik Hanım ders için sırtında taşımış çoğu zaman. Yalnız ayak tabanlarının şiştiği için yürüyememesi sadece falakaya bağlı olmayabilir. Çünkü İbrahim'in ayak tabanlarının su toplaması biçiminde kendini gösteren bir hastalığı da vardı. O güne kadar görülmeyen bu rahatsızlığın kalıtımsal ve kaynağının da Nazik Hanım olduğuna inanılıyor. Aile çocuklarının en az birinden devam etmek suretiyle Nazik Ninenin torununun torununun torunlarında bugün hala görülmekte... O gün için yalnız kör oğlu İbrahim'de bulunduğundan ırsi bir hastalık değil, falaka dayağının izi diye düşünmüşler.

    İbrahim'in öğrenim sürecinde gözlenen özelliklerini sadece tembellik, şımarıklık ve haylazlık gibi olumsuzluklardan ibaret diye düşünürsek yanılırız. Çok nadirmiş, ama biraz çalıştığında dersini hemen kavrarmış. Hatta çalışmadığı halde bazı sabahları öğrenmiş olarak uyandığı, dersi rüyada kavrama gibi olağanüstü hallerinin görüldüğünü de söylüyorlar.

    Medrese yıllarının ne kadar sürdüğü bilinmiyor. Bu arada 1917 yılında bir kardeşi oluyor, vefat eden Böbü dedenin adı olan Ahmet ismini koyuyorlar. Ahmet'in çocukluk yıllarında İbrahim oyun ve öğrencilik çağını tamamlamıştı. Kendisine hiç molla dediler mi bilmiyoruz, ancak 'Kör Hoca' olarak lakaplanmasına daha bir kaç yıl var...

    Yunan'ın köye girdiği 1921 yılında 14 yaşındadır. Bu yaştakiler delikanlı kabul edilip kendisine sorumluluk yükleniyor o yıllarda. Kesin tarihi bilinmiyor, babası Hacı Arif de ölmüş olabilir. Yani İbrahim mecburiyetten sorumluluk almış olabilir, Yunan'ın köye girdiği gün, Araplı değirmeninden geliyormuş. Un yüklü arabayı fırının ardındaki gölet civarına çekerken çok öfkeli olduğunu anlatırmış Nazik Hanım... Son zamanlarda ayrılmaz parçası haline gelen öfke, ölene kadar yakasını bırakmayacaktır...

    Kurtuluştan sonra artık 'Kör Hoca'dır... Gerçi 1925-35 arasında hocalık yaptığından emin değiliz. Olsun, Eğret'te lazım gelen eğitimden geçmiş, üstelik de hafız olmuş herkese hoca derler... 

    Körhoca aynı zamanda ailenin de reisidir bu dönemde. Hacı Arif öldükten sonra anası Nazik Hanım iyiden iyiye otoriterleşmiştir, ama riyaset için bir erkek lazım olduğunda o kişi Körhoca'dır... Neden olmasın ki, ileşberlikle ailenin geçimini sağlayan da kendisidir...

    Nazik Nine hoca oğlunu Hassönlerin Hacı Efe kızı Fatma ile başgöz etti. Oğluna el kızı alacak değildi, Fatma onun yeğenidir... 1927 yılında ilk oğlu dünyaya geldi, babasının adı olan Arif ismini verdiler. Çocuk daha palazlanmadan, üç yaşlarındayken Fatma Hanım vefat etti... İkinci olarak Hakkıların kızı Fadime ile evlendi, o da Guycuların Abdurrahman'dan ayrılmıştı... Bu arada küçük kardeşi Ahmet de evlendirildi ve ayrı bir eve çıkarıldı. 1940'lara dayanan bu süreçte soyadı uygulamasında Varlı soy ismi alındı.

    Kuran'ın pek garip kaldığı bu dönemde İbrahim'in gayrı resmi hocalığı iyiden iyiye pekişmiş. Gocacami yapıldıktan sonra emektar Cumacamisi bakıma alınmıştı, Yunan defolup giderken onu bir virane olarak bıraktı. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde tek camili Eğret'te pek de hocaya ihtiyaç bulunmuyordu. Ama Tekke ve ona bağlı medresenin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat filan derken Kuran öğretiminde ciddi bir boşluk oluşmuştu. Evlerde ve odalarda gizli saklı bireysel gayretlerle bu boşluk bir nebze doldurulurken onun gibi hocalarla birlikte Körhoca'ya da büyük iş düşüyordu. Tekparti dönemi sonlarına kadar bu böyle devam etti.

    Ben 1980 yılında Naymelerin İbrahim Kırbaç dedeye Kuran okumaya gidiyordum. Ortaokula devam ettiğim için ayrıca Kuran Kursuna gidemediğimden Ninem Kuran'ı böyle öğreneceğimi düşünmüş ve ona göndermişti. İbrahim  Dede bir müddet sonra 'Yaşım ilerledi, kafam götürmüyor bundan sonra gelme, başka birisi okutsun' dedi. Karısı Rahmetli Nazik Nine hemen müdahale etti ve 'Onun dedesi nasıl seni okuttuysa, sen de onu okutacaksın!' dedi de hatim edene kadar derse devam etmiştik. Meğer hocam, Cumhuriyetten hemen sonra dedemin Kuran öğrettikleri arasındaymış...

    Körhoca'nın asıl nam saldığı dönem Tekparti döneminin sonuyla başlar. Artık korkmadan, eşgare Kur'an dersleri başlamıştır ve ayrıca Susuz ve Cumalı macur köylerinde hoca ihtiyacı başgösterince akla Körhoca gelmektedir. Fakat ondan önce 1940'lı yılların sonlarında Körhoca'nın İblak imamlığı vardır. Hayatında çok önemli bir yere sahip olacak ayrıntıyı da içinde barındırdığı için bu hususa birazdan eğileceğiz...

    Kendisi 8-9 yaşlarında olduğuna göre 1949-50 yılı olmalıdır, babamdan dinlemiştim. Dipçatalüyük'te orak biçiyorlar. Çataltepe'nin kuzeyinde göğemler var, babam göğem topluyorum, öküz çeviriyorum filan diye eğleniyormuş. Öğleye doğru 'Ben köye gideceğim' diye hazırlık yapmaya başlamış. O sırada her nedense köyde namaz kıldıracak hoca yokmuş, amacı öğle namazını kıldırıp gelmek... Ninem bu fikre karşı çıkmış; bir saat git, bir saat gel, yarım saat de namaz... En az iki üç saat gidecek, oysa biçilmesi gereken bir ekin var, oğlan da küçük... Dediğini yapmış, ta oradan köye namaz kıldırmaya yürümüş...

    İblak imamlığına gelince... Bu, 1947 yazında başlayıp bir kaç yılı içine alan bir dönemmiş. Bilindiği gibi İblak (İlbulak) o dönemde tam bir koyunculuk merkezidir. Elli civarında ağıl, yüze yakın sürü ve bunların çobanları dağda müthiş bir hareketliliğe sebepler. Bu rakamlar sadece Eğret'e ait... Dağa komşu başka köyleri ve bahardan güze kadar orada yaylayan Aşiret yörüklerini de düşündüğünüzde adeta bir İblak köyü karşımıza çıkıyor. Nasıl Eğret köyü kuzeyden güneye uzanan genişçe bir alana yerleşmişse, İblak ahalisi de doğudan batıya daha geniş bir alana serpiştirilmiştir. Bu yüzden Bahçecik ve Almalı semtleri diye ikiye ayrılsa yeridir. Ayrılmış da zaten... Çünkü fiziki olarak her daim bir araya gelmeleri çok zor, bir uçtan diğerine yürüsen dört saatini alır.

    Almalı tarafında Böbülerin ağıl var, Emmisi kızının çocukları olduğundan Körhoca'yı tercih etmişler ve o yılın teravih namazlarını kıldırmak üzere onu tutmuşlar. Böylece İblak Ramazan imamlığı başlamış. Bir ayı dağda geçirmiş. Ahali gündüzleri işinde gücünde, mal peşinde veya uykuda, gece vakti geldiğinde teravihteymiş. Körhoca da gündüzleri dağda dolaşır, vakit geçirirmiş. Almalı'ya konan Yörük obasının reisi Kara Ahmet ile öyle tanışmış, sohbetler etmişler, dostluk kurmuşlar. Ramazan sonunda arefe günü ücret olarak herkes bir şeyler veriyor, hak dedikleri bu. Yani önceden belirlenmiş bir ücret yok. Garaahmet bir dana vermiş, kabul etmemiş dedem. Beş on koyun keçi vermiş, hayır demiş... 'Hiç bir şey istemem, vereceksen şu cebindeki saati ver' demiş. Demiryolu/Serkisof marka köstekli saatini vermeye de Garaahmet yanaşmamış... Öylece ayrılmış dağdan ve köye dönmüş. Ertesi gün Eğret'e bayramlaşmaya geldiğinde bu çok sevdiği saatini yeni dostu Körhoca'ya bırakıp gitmiş. Bu saatin dedemin hayatında özel bir yeri olacaktır, vakti geldiğinde anlatırız. Kurulan bu dostluk da çok sürmüş, böylece açıkhavada teravih kılmaya elverişli yıllarda Körhoca hep İblak imamı olarak orada bulunmuş. Diğer zamanlarda Garahmet onun ricasını hiç geri çevirmemiş...

    Garahmetin yakınlarında Almalı'da -ihtimal onun obasından- bir kocakarı varmış. Peynir tereyağı filan yapıp satarmış. Küçük bir çevre/bohçada sakladığı parayı orman içinde düşürmüş. Dedem gündüzleri eli boş olduğundan can sıkıntısı içinde oralarda dolaşırken parayı bulmuş. Doğruca götürüp Garahmet'e teslim etmiş. Para kimin olduğu bulununca Dedem saymalarını söylemiş ama Garahmet şiddetle buna karşı çıkmış. Aralarında böyle de bir güven var...

    Bir keresinde daha yaşı küçük babamı mantar toplayıversin diye köyden gönderiyor. Dediğine göre indiğinde tekrar eşeğe binemeyecek kadar küçükmüş babam. Garaahmet 'Netcemiş mantarı' diye, bir oğlak kesip heybenin iki gözüne koyuyor ve babamı da eşeğe bindirip gönderiyor. Ertesi gün dedem tekrar göndermiş babamı ki ille de mantar yollasın...  O da toplayıp gönderirmiş mantarı... 

    Macur köylerindeki imamlığı 1950'li yıllarda başlamış. Galiba önce Susuz'a, sonra Cumalı'ya gitmiş. Orada ne kadar kaldığını bilmiyorum, yalnız Susuzosmaniye'de sonraki köyden daha fazla hoca durduğu biliniyor. Her ikisinde de kalıcı dostluklar kurmuş. Galiba 60'ların başına kadar süren bu vazife esnasında bu denli kalıcı ilişkiler tesis edilebilmesi mühimdir. Çoluk çocuğu ile tesis edilen bu sıcak bağlar sayesinde daha sonraki dönemde de dostluklar devam etmiş. Mesela anamı gelin ederken Macurali dedem biraz sıkıntı çıkarmış, hatta meydan okumuş gelini almak için Körhoca'nın bahşiş vermeye gücü yetmeyeceğini filan söylemiş. O zaman Susuzlu bir Macur misafirin hatırına gelin çıkmasına izin vermiş. Yani hocalık vazifesi bittiği halde o köylerden düğüncü misafirleri olurmuş, gelip gitmeler eksik olmazmış. Hatta Dedemin vefatından sonra Arif Emmim, Ninem ve Halam ile Cumalı'ya dost ziyaretine gittiğimizi hatırlıyorum, o kadar sıcak karşılandık ki...

    Köyler yakın olduğu için bazı zamanlarda Ninem köyde olurmuş, ne de olsa orada Mevlüt Emmim ve ailesi bulunuyor. Ayrıca Nazmiye ve Rüştiye halalarım da köydeler... Öyle zamanlarda babam ile dedem yalnız kalırlarmış. Köyün hangisindeydı bilmiyorum, bir Ramazan günü yaşanan olay fıkra gibi anlatılır durur.

    Dedemin çabuk öfkelendiğini söylemiştim. Bunu bilen köylüler;
    - 'Hoca ezanı erken okuyorsun, orucumuz sakatlanıyor.' diye takılmışlar. Burada kendisinden ziyade çok güvendiği saatine hakaret edildiğini düşünen dedem bir şey dememiş, ama kafasını sallamış manidar bir şekilde. Garahmet'ten hediye saat hatırlanacaktır. Bu saati çok seviyor, saniye sapmayacağından emin... Kafa sallamasının nedeni ertesi günü anlaşılmış. Ninem Eğret'te olduğu için iftara yakın yemekleri getirirlermiş hocaevine... Yanında o köyden bir kalfayla babam var... Gözü saatinde. Vakit geldiğinde oğlanları da çağırmış, oturmuşlar sofraya, oruç açmakla kalmayıp bir güzel karınlarını doyurmuşlar. O sırada hava da kararmaya yüz tutmuş... Neyse, Körhoca yaktığı cigarasını ağızlığına yerleştirirken;
    - 'Hadi çıkın minareye, okuyun ezanı da şu bilmemnettimin macurları da açsın oruçlarını!..'  Kendileri kaşınan köylüler görmüşler erken okumayı, geç okumayı...

    Bu arada kızdığında biraz ağzının bozulduğunu da söylemek lazım. Fakat Macur köylerinde hitap sözü olarak kullandığı 'macur' kelimesinde hakaret ve aşağılama anlamı yoktur. Nitekim onlar da babama 'manav çocuğu' derlermiş.

    1950'li yıllarda Körhoca'nın Kuran öğretimi ve hafızlık eğitiminde bir yoğunluk göze çarpıyor. Bunun gizli saklı yapıldığı zamanlarda sadece okumayı öğretmekle yetinmişlerdi. Serbestlik döneminde ise kabiliyeti olanlara hafızlık talimine ağırlık verilmiş. Yalnız Cumhuriyet dönemindeki alfabe değişikliği, Osmanlı döneminde alınan belgelerin geçersizliği gibi engelleri aşmak uzun sürmüş, ancak 1960'lara doğru belgeyi alabilmiş. Bununla beraber belgem yok diye öğretim faaliyetlerinden hiç geri durmamış.

    Bu dönemde göze çarpan iki önemli talebesi Daldalların Garaiban İbrahim Honça ve Akbaşın Mehmet Karakaya olmuş. Garaiban genç yaşta vefat etmiş, ama Akbaş Mehmet Hoca 2009 yılına kadar, vakur kişiliği ve içli kıraatıyla onun yadigarı olarak Körhoca'yı hatırlattı. 

    Bu dönemde odalarda yetişkinlere Kuran öğretmeye devam etmiş... Yeşilömerlerin, Hacıların ve Veyislerin odalar bu merkezlerdenmiş. Bizim mahallede sonradan Macuralinin diye bilinen Banguşun odada da çok kişiyi okutmuş. Dediklerine göre odanın müdavimi olan herkes Körhocanın rahle-i tedrisinden geçmiş. Aliosmançavuş (Haykır) dışında herkese öğrettiği söyleniyor...

    Gençlere ve çocuklara ise evinde ders vermiş. Fakat bu 60'lı yılların sonunda, ömrünün son yıllarındaymış... Kız çocukları için ninemi kalfa, anamı ise çırak tayin etmiş. Sabah gelen çocukları anam çalıştırır, ninem dinler, Körhoca ise son dinlemeyi yaparak yeni dersini belirler veya daha çalışmasına karar verirmiş. O günlere dair hayal meyal bir hatıra zaman zaman gözümün önüne gelir, ama net değil. Tunanın Ayşe diye seslendikleri bir kıza beni avutması için teslim ediyorlar, ben de onun saçını başını yoluyorum... Tuna ile dedemin anaları tarafından akraba olduğunu sonradan öğrendim...

    Bizim köye has bir dini-kültürel seremoni olan sınır çizme olaylarında da hep ön safta yer almış. İki hafız gerektiren bu törende okuyuculardan biri Körhoca diğeri de Laz Abdullah hoca olurmuş. Kendisinden sonra talebesi Akbaş Mehmet hocanın bu geleneği sürdürenlerden biri olması da düşündürücü...

    1960'lı yıllarda ihtiyarlık alametleri iyiden iyiye kendini göstermeye başlar, prostattan muzdariptir. Hastanede çalışan Curak Mehmet Kirkit'in öne düşmesiyle ameliyat olacaktır. Curak bir muziplik yaparak doktora dedemden bahseder ve kızdığı zaman nasıl tatlı tatlı sövdüğünü biraz da abartarak anlatır. Hesaba göre tahrikkar sözleriyle doktor hastasını çileden çıkaracak, sövdürmeden ameliyata geçilmeyecektir. Ayarlandığı gibi dedem vardığında başlar dikine dikine konuşmaya... Bir iki derken sabredemeyen Körhoca basar kalayı doktora... 

    Prostat halledilir... Fakat Körhoca'yı asıl yatağa düşüren ve bir daha iflah etmeyen asıl rahatsızlık kaynağını sonradan öğrendim. Doğvelinin Mehmet Varlı, Davılcıarifin Süleyman kızını istemek üzere dünürcü olmasını istemiş. Onun için önemli, çünkü başta büyük yok ve de Neslihan'ı ona verimkar değiller. Dedem ise hem emmisi, hem hoca, hem sülale büyüğü ondan iyi dünürcü mü olur... Ayrıca Süleyman Azbay Körhoca'nın anası tarafından akrabası... Dedemi ikna etmek zor olmuyor...

    Varıyorlar kız evine... İki tarafın ve orada bulunanların büyüğü olarak Hoca Emmilerine izzet ü ikramda kusur etmiyorlar. Henüz sebeb-i ziyarete geçilmeden kumdakta bir çocuk getiriyor ev sahibi ki Körhoca okusun. Taze çocuklara okumak adettir ya, bir de nefesi kuvvetli Hocaemmi buradayken değerlendirmek istemiş olmalılar... Dedem dualarını okumaya başlamış. Okumaya dikkatini vermişken kucağındaki çocuk kıpırdamaya başlayıp kumdağını gevşetmiş. Bunlar normal şeyler, okuyor dedem... Bu arada çocuğun etekbezi iyice açılmış ki bir de ne görsün, çocuk tüylü bir köpek eniğine dönüşmüş. Körhoca şokta... Ne düşüneceğini ne duyacağını bilememiş. Biraz da suçluluk duygusu var, acaba okuduklarının tesiriyle büyü sihir gibi bir şey mi oldu, çocuğun bu hale gelmesinden kendisi mi sorumlu... Değişik şeyler geçmiş bir anda aklından ve işin doğrusu çok korkmuş, aklını aldırayazmış...

    Derken Süleyman Dayı ve evin diğer sakinleri gülüşmeye başlamışlar. İşin aslını biliyorlar, evsahibi kendince bir şaka hazırlamış ve çocuk diye bir köpek eniğini sarıp Hocanın kucağına vermişmiş... Bu şakaya çok sinirlenen dedem küfürler savurarak orayı terk etmiş... Bir daha bu dünürcülük olayı ile ilgilenmemiş, ama orada yaşadığı şokun etkisini de söküp atamadığını söylüyorlar, psikolojisinde ciddi bir iz kalmış... Böyle böyle kabir kapısına yaklaştığını hissetmeye başlamış...

    Peygamber döşeğinde ne kadar yattığını bilmiyorum. Son gün yaşananlara ise ayrıntısıyla vakıfım diyebilirim; zira değişik kaynaklardan defalarca dinledim, onları anlatacağım. Ben hatırlayacak yaşta değilmişim o zaman...

    Hocadedemi hayal meyal sisli bir hatıra olarak canlandırabiliyorum... Paşaların avlu duvarı dibinde uzanan söğüt ağaçlarına oturmuş, ben de kucağındayım... Seviyor mu, pışpışlıyor mu, avut diye kucağına bırakıp gitmişler mi beni bilemiyorum... Hafızamdaki bu görüntü o kadar bulanık ki sakalının farkındayım ama kör gözünü filan seçememişim... Bu kadar... Beni çok sevdiğini, doğduğumda dayımla isim koyma tartışması yaşandığını, dedemin isteği doğrultusunda İbrahim adı verilerek Metin isminin elendiğini filan sonradan öğrendim. Dolayısıyla ikibuçuk yaşımdayken onun öldüğü günü bilmem mümkün değil...

    Şimdi gelelim 13 Aralık 1969 gününe... Sabah ezanlarından sonra dışarı çıkarmış yanındakileri ve,
    - 'Dinleyin sela verilecek mi? Verilirse Aşşağılı Efe Mehmet ölmüştür, değilse bugün ben öleceğim.' demiş. O sırada Aşşağılı da hasta ve onunla Körhoca'nın akrabalık bağı bulunuyor. Eniştesidir kendisi... Hani küçük kız kardeşi Güllü vardı ya, işte onu Efemehmet'e vermişler. Zavallı halamız yeni gelin iken genç yaşta vefat etmiş. Buna rağmen çok eskide kalan bu bağ unutulmamış, hatırı devam ediyor... Peki ya Aşşağılı'nın ya kendisinin öleceğini nereden çıkardı? Bunu da izah etmiş yanındakilere... Meğer sabah ezanı okunurken uyandığı rüyada yeni kazılmış kabrini görmekteymiş...

    O gün boyu aynı ruh halindeymiş. Bu yüzden İzmir'deki Mevlüt Emmimi çağırtmış, ama telefon filan yaygın olmadığı için irtibat kurmak gecikmiş. 

    Macurali dedem de sürekli yokluyormuş kendisini... Hem komşusu hem dünürü sonuçta... Akşamüstü yine uğramış. Başucunda otururken ezan okunmaya başlayınca saatini kurmasını istemiş. Hani şu Garaahmet'ten aldığı meşhur ve mübarek saatini... Ölüp giderken bile saatinin kurulmasını istiyor...

    Biraz sonra Mevlüt emmimi sormuş babama, yolda olduğunu duyunca 'yetişemez' demiş. Sonra 'Ardımdan şunları bağırttırma' diye halamları göstermiş. Ölüm süreci belirginleşince Arif emmim 'Baba Allah de!' diye telkine girişince azarlayarak ona da sükunet tavsiye etmiş. Bir müddet sonra o sükunet içinde 'Allah!' diyerek ruhunu teslim etmiş...   

    63 yaşında vefat eden Böbüdede'nin torunu, Hacıarif'in oğlu Körhoca İbrahim Varlı'nın cenazesi kapısının önünden geçerken, Aşşağılı Efemehmet onu uğurlamaya çıkmış. Yaşlı gözlerle ardından el sallamış omuzlarda yürüyen tabutun... Aradan fazla geçmemiş, 30 Aralık günü de onu kefenleyip uğurlamışlar...


28 Mayıs 2025

13. Sayfa

 


1

2. Lütfi Tüplek

3. Ayakta Mustafa Saki

4. Hoca ?

5

6. Önde Efekçi Süleyman Salman

7. Hamsincinin Deli Mehmet ve oğlu Mustafa İdi

8. Sağda Mustafa Er ve Ahmet Kırdar

9

10

11. Apak Mevlüt Kopan

12. Kadir Taşkın

13. Erdoğan Salman

14. Cılımısdık Mustafa Öncül

15

16. Vahit Yola

17. Ahmet Dadak (?), Yakup Kaynar

18

19. Abdurrahman Aracı, Yusuf Külte, Emin Kök


Kıtmir'den Kehribar'a


    Bu köpek milletine karşı özel bir sempatim yok, tabi düşman da değilim. Hatta son zamanlarda herkesin bir yerinden müdahil olduğu sokak köpekleri tartışmasında yorum bile yapmadım. Bununla beraber içten içe gönlüm hayvanlardan yana oldu. 

    Tarafsızlığımı bozan denge kaymasında Kıtmir'in kefesi oldukça ağır basar. Körhoca dedemin yazdığı nazar duasında onun ismi mağara arkadaşlarının tam ortasında yer alıyordu. Şimdi son zamanlarda Kehf suresinin tefsiriyle biraz fazla ilgilenmiş olabiliriz, haliyle orada da başrollerde yine Kıtmir bulunuyordu.

    Kıtmir'den Kehribar'a geçiş de çok sert değildi. Aslında bir anda oldu, ama çok yumuşaktı. Aynı köpekten bahsedildiğini Kehribar Geçidi'ni okumadan anlayamazdım. Sonuçta yedi mağara arkadaşının sekizincisi olan bir köpek, bana bu hayvan milletine sempati duymamı sağladı...

    Bugün kekik toplama bahanesiyle dağa gittik, asıl amaç kekik değil, uzun zamandır buraya gelmek isteyen komşularla dağ gezintisiydi. Kalabalık grubumuzla yukarılarda biraz dolaştıktan sonra Bödününçeşme'ye indik. Yedik içtik, dinlendik. Bu sırada oranın müdavimi olduğu anlaşılan iki köpek sürekli çevremizdeydi. Tazı kırmasına benzeyen bu hayvanlar oldukça zayıftı ve tuhaf bir biçimde birbirine çok benziyorlardı. Belki de kardeşler, ama biri gri diğeri de samansarısı rengiydi. Hem birbiriyle oynaşan hem de bizden bir şeyler uman bu hayvancıkları beklentilerinde yanıltmayıp ekmek, kemik filan verdik. Kadınlar fazla yanımıza yaklaşmamaları konusunda titizleniyorlardı, sonra ne oldu bilmiyorum. Yalnız biz genel olarak köpeklerin son yıllardaki acıklı durumuyla ilgili bir sohbete daldık... 

    Böyle bir başka sosyal köpekle babamın cenazesinde karşılaşmıştım. Koca bir köpek tabutun başında bekleyen bizim yanımıza kadar gelmiş. Ben o soğukta elimi kokladığında fark edebildim ve gayri ihtiyari biraz ürktüm. Kocaman bir köpek ve tabutun başında aniden beliriveriyor. Sonra anlattılar, çekinecek bir durum yokmuş, her cenazeye katılan bir köpekmiş. Evet, cenaze köpeğiymiş. Çoğu cenazede hazır bulunurum, ilk defa görüyorum hayret. Dediklerine göre mezarlığa kadar gider, defin bittikten sonra geri dönermiş. Neredeyse yarı kutsallık izafe edilen bu köpeğin akıbetini de bilemiyorum, belki hala cenazeye katılma görevini sürdürüyordur.

    Gecikmiş öğle namazından sonra arka yamaçlarda biraz kekik toplarım düşüncesiyle çeşme düzlüğünden ayrıldım. Tek tük çiçekti, bazı tomurcuktu, çoğunluk sürgündü derken önüme çıkan kekiği koparıyorum. Bayırı ne kadar kavradığımın da farkında değilim. Güneş Bahçecik istikametinde inişe geçmiş, ikindi yaklaşıyor.

    Birden ortalığı çan sesleri kapladı. Aaa dağınık bir koyun sürüsü... Arada keçi de görünüyor... Her biri kafası yerde kah duruyor, kah sağa sola bir kaç adım atıyor, düzensiz bir yürüyüşle yayılarak ilerliyorlar. Akşam yaylımına çıkan bu sürü kimin ki? Bir zamanlar yüzden fazla sürünün cirit attığı bu dağlarda şimdi küçük bir sürüyü görmek bile değerli geliyor. Bu anı kaçırmak istemiyor, değişik açılardan fotoğraf alıyorum. Bir elimde çanta, diğerinde telefon güzel poz yakalama derdindeyken ne göreyim, iri sayılacak bir köpekle göz gözeyim... Ürpermedim dersem yalan olur, hatta korktum. Çünkü bu bir koyun köpeği; iri, korkunç görünümlü ve koruma güdüsüyle yabancıya karşı saldırgan oluyorlar. Hayır bu saldırmadı, öyle bakıyor...

    Derken biraz ileride ikinci bir köpeği farkettim.  O da aynı şekilde durmuş, öylece bana bakıyor. Üzerimde dört korkunç göz var, sadece onların nazarı üzerimde, gözlerin sahibi köpek bedenleri kıpırdamıyor. Ben de aynı şekilde kıpırdamıyorum, ama bu durumun yanlışlığını anlayıp görmezden gelmek istedim. Görmemiş gibi yapabilirim, ama korku duygusunu ne yapacağız. Bir de korktuğumuzda salgıladığımız şeyi bu hayvan hisseder daha da saldırganlaşırmış. Korkmamam da lazım...

    Sürü kimin acaba? Bu çoban da nerede kaldı... Gelse şunları kontrol eder, ben de yürür giderim. Şimdi yürüyüp gitsem korkup kaçtığımı sanıp saldırırlarsa... Bu korkulu bekleyiş arasında eğilip kekik filan koparıyorum da... Ne kopardığım belli değil...

    Birden köpeklerle konuşmak geldi aklıma. Konu ne olursa olsun, bu hayvanlara söylenen sözlerin tesir ettiğini, bu hususu daha önce deneyip başarılı olduğumu hatırladım. Bundan dokuz yıl öncesine kadar, şimdi Rahvan At Merkezi yapılan geniş çayırlıkta her gün koşardım. Bir gün, bir grup köpeğin ürüşerek üzerime doğru koştuklarını gördüm. Çok korktum, ama kaçacak bir yer yok... Ne yaptığımı bilmez biçimde ben de bunlara doğru koşmaya başladım. Destansı bir çarpışma olacak... Ama olmadı, çünkü düşman sebepsizce önce yavaşladı, durakladı ve durdu... Onlar durunca canıma minnet, ben de durdum. Ama tamamen silah bırakmak olmazdı, peki ne silahım vardı ki?.. Başladım bunlara söz bombası atmaya, şimdi hiç birini hatırlamadığım bir sürü şey söyledim. Bazı mıyıklamalar, tek tük havhavlar dışında ses çıkarmadılar. Sanki beni dinliyor ve anlıyorlardı... Çekip gittiler... Bundan sonraki koşularımda mutlaka elimde bir değnek bulundurdum, ama hiç ihtiyaç olmadı, çünkü bana artık ilişmediler. Sözlerim etkili mi olmuştu ne...

    Eski zamanlardaki gibi konuşmaya başladım. Farklı olarak alçak sesle söyledim, zira onlar sakindi, korkuyordum ama ben de sakindim. Dedim ki: "Benden size ve koyunlara zarar gelmez, kekik topluyorum o kadar... Biraz sonra siz yolunuza, ben yoluma... Ayrıca vazifenizi de iyi yapıyorsunuz, bak geride kalanları bırakıp gitmediniz... Güzel köpeklersiniz..." Buna benzer şeyler... Zaten önceden de yerlerinden kıpırdamıyorlardı, konuştukça beni dinliyorlarmış gibi geldi. Hatta öndeki kuyruğunu hafifçe salladı...

    Nihayet çoban göründü. Daha doğrusu görüntüsünden önce sesi geldi. Tanıdık bir ses, kimin acaba... 

    - 'Nasıl oldu da gelivemedilê?'  Biraz daha yaklaşınca tanıdım, Ercan idi... Sorusuna;

    - 'Zararsız olduğumu anladılar herhal, ondan gelivemediler.' karşılığını verdim. Sonra sürüden, koyunculuktan filan bahsettik. Ona da biraz önce köpeklerden korkmamış gibi davrandım... O, sürünün peşinden giderken ben eğilip kalkarak gördüğüm kekiği almaya devam ettim...

    Fakat aklımdan köpeklerle karşılaşmamız çıkmıyor. Gerçekten köpeklerin beni dinlediğini ve dediklerimi anladıklarını düşündüm. Gerçek olamaz mı? Neden olmasın?...

    Hayat ne garip, insanlara kendimizi ve derdimizi anlatamıyoruz. Bize bu fırsat verilmiyor. Mahkemelerde duruşmalarımızın izlenmesi yasak, bunların haberleştirilmesi yasak. Halk olanlardan haberdar olmasın isteniyor. Medyada, sosyal medyada, basında bize sövülmesi hakaret edilmesi serbest, hatta şart... Yandaşları geçtim muhalif TV programlarında bile ihraç edilmiş birini göremiyorsunuz. Halk söyleyeceklerini duyar da tılsım bozulur diye korkuyorlar...

    İki gün önce bir düğün vesilesiyle yıllardır görüşemediğimiz arkadaşlarla bir araya geldik. Cezaevi hatıraları konuştuklarımızın çoğunluğunu teşkil ediyordu. Şu anlaşıldı ki, oralarda adi mahkumlarla bizi aynı ortamlarda tutmamalarının sebebi de bu, başkalarıyla konuşmamıza engel olmak. Konuştuğumuzda muhatabımızın gerçeği öğrenmesinden korkuyorlar. 

    Gerçi bazı sözümona insanlara ne anlatsan boş. Onları 'hayvandan da aşağı' kategorisinde değerlendirmek lazım. Köpeğe tesir eden sözler insana işlemez mi...

    Köpeğe tesir eden sözler...



26 Mayıs 2025

Un Tuz Tartmak


    Geçen gün köye gitmek için yolumuzu Gazlıgöl'e düşürdük. Tam orada aklıma Hacı Arif dedemin yaşadığı bir olay geldi, Dandır sapağına dönerken çocuklara onu anlattım. Babamdan defalarca dinlediğim için bütün ayrıntısıyla hafızama kazınmış olan bu ilginç olaya geçmeden önce Hacı Arif dedeyi kısaca tanıtmam gerekti.

    Arif, Böbü dedenin küçük oğludur. Oğlu olmayan Hasan Hüseyin abisi ise, Hamzaların Afyon kolu ile Böbüler ve Sarasanların dedesi oluyor.1880 yılında doğdu Arif... Doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğu bilinmiyor, topaldı. Bu yüzden askere alınmamış. Genelde fiziksel özellikleriyle lakaplama yapılan Eğret'te Topal Arif yerine Hacı Arif lakabı takılması ilginçtir. Oysa hacca 30 yaşından sonra gitmiş...

    Böbü Dedemiz onu Hacılardan Nazik ile evlendiriyor. Nazik Hanımı da tanıtalım, tam olsun; Davılcıarif, Dındınali, Kelsalek, Kelidiriz, Çapıtçıhafız ve Kelarzıman'ın halaları oluyor...

    Olay evliliğin ilk yıllarında geçiyor, Arif ve Nazik delikanlıyken... Henüz çocukları yok, ihtimal 19. yüzyıl sonları... Bunlar arkadaşlarıyla sözleşmişler, gece Gazlıgöl'e hamama gidecekler. Köydeki hamam yanmıyor olabilir veya su, sıcaklık, havuz farkından orası tercih edilmiş olabilir. O dönemde bile çevredeki kaplıcalara gitmenin yaygın olduğu anlaşılıyor...

    Arkadaşları gelip almışlar Arif'i. Yayan gitmezler herhalde, ihtimal ki at arabası ayarlamışlardır. Yolda neler yaşadıkları, ne zaman vardıkları, arkadaşlarının kimler olduğu filan meçhulümüz. Bundan sonra bir süre Arif dedenin anlattıklarını dinleyeceğiz.

    Hamama girmişler. Tabi başka köylerden gelenler de olabilir... Bir vakit her şey normalmiş. Sabunlanmışlar, keselenmişler, suya girmişler... Bir süre sonra içlerinden biri,

    - 'Şu kandilleri söndürün veya şavkını kısın' gibi bir şey söylemiş. Eskiler bilir, idare lambası veya kör kandil denilen aydınlatma araçlarını... Ucunda döndürerek şavkı kısıp açmaya yarayan basit bir düzenek vardır, onunla alevin şiddetini ayarlarsın. Tam söndürmek için fitile üflemek, yahut parmaklar arasında yanmakta olan fitil ucunu ezmek gerekir. Her halükarda kandile varmak zorundasın yani... Fakat kurnanın başında yan gelip keyf çatmakta olan birisi, 

    - 'Durun ben hallederim' diyerek hiç istifini bozmadan ayağını uzatıp gerçekten halledivermiş. Bunu normal, sıradan bir şey yapar gibi yapmış, ama olay hiç de normal değil... Bir defa uzaktaki kandile ulaşmak için yerinden bile kalkmamış adam. Ayağı kandile doğru iki üç metre uzayıvermiş. Ayrıca adamın parmak aralarının perdeli olduğunu da fark etmiş Arif, tıpkı kaz, ördek ayağı gibi... O anda etrafına bakınmış ki, hamamda bulunanların hepsinin durumu aynı; uzun bacaklılar ve perde ayaklılar... Üstelik köyden birlikte geldikleri arkadaşları da aynı... 

    Dehşet içinde kalmış ve korkudan ne yaptığını bilmez bir şekilde kendini dışarı atmış. Dışarı derken, en dışarı değil; çıplak bir şekilde nereye gidecek... Olanlardan habersiz işine bakan hamamcıyı uyarmak istemiş;

    - 'İçerdekilerin hepsi acayip, şeytan mıdır ne!..' Hamamcı oralı bile değil, işine devam ediyor... Arif ısrarla uyarısına devam edince sıkılmış gibi tezgahın ardından öne çıkıyor ve,

    - 'Böyleler mi?' diye sıyırdığı peştamalin altından perdeli ayaklarını göstermiş. Bundan sonrasını Hacı Arif dede hatırlamıyor... Olayın bütününü ve perde gerisini öğrenmek için Eğret'e dönmeliyiz...

    Arif arkadaşlarıyla gittikten bir süre sonra, arkadaşları tekrar gelip onu çağırmışlar. Nazik Hanım çıkmış dışarı ve 'Niye dönüp geldiniz?' gibisinden soracak olmuş. Biraz da endişelenmiş galiba, çünkü yanlarında kocası yok. Başına bir şey mi geldi acaba... Fakat arkadaşları gayet sakin;

    - 'Gelsin Arif, hamama gidecektik.' filan demişler. O vakit endişesine korku ve şaşkınlık da karışmış Nazik Hanımın;

    - 'Demin aldınız gittiniz ya!...' Nasıl olurdu, şuydu buydu derken, mesele anlaşılmış. Arkadaşlarına benzer bir grup gelip götürmüşler Arif'i... Atları koştura koştura Gazlıgöl'e varmışlar. Arif'i hamamın aralığında baygın olarak bulmuşlar... Meğer onu buraya getiren arkadaşları değil, habis ruhlar taifesiymiş. Allah'tan ki aklını yitirmemiş, sadece bayılmakla kurtulmuş. Belki de bayıldığı için kurtulmuş...

    Söğütçük'e geldiğimizde çocuklara Hacı Arif dedenin kuyuyu gösterdim. Seren ve direği yıkılıp yerine çeşme yapılalı otuz yıldan fazla oldu. Şimdi kuyu ağzını kocaman bir kaya ile tıkamışlar... 

    Çeşme yapıldığı yıllarda Anıtkaya'da çalışıyor ve orada oturuyordum. Bazı akşamlar dışarıdan birileri çağırırdı, balkona çıkıp bakardım, kimse yok. Bazen de zile basarak çağırırlardı, yine kapıya bakardım kimse yok. Bu garip çağrılma olayları sıklaşınca babama anlattım.

    - "Yine çağıracak olurlarsa balkona çıkma, kapıya da bakma... 'Gelemem, un tuz tartıyorum' de... Bir daha çağırmazlar, zarar da veremezler."  dedi ve Nazik ninesinden işittiği yukarıdaki olayı anlattı. İlk defa o vakit duyduğum hamam olayını sonra yine defalarca dinledim. Nazik Ninemiz, kocasının travmayı bu tılsımlı sözlerle atlattığını, bir daha habis ruhların kendisini rahatsız etmediğini söylemiş...

    Benim durumum bir yanılsama olabilir. 'Un tuz tartma' hususunu uyguladım mı bilmem, ama bir daha ünnneyen olmadı...



12. Sayfa

 

1. İsmail Honça (Gonca)

2

3. Emin Kopan,..., Tunahüseyin İbrahim Kayır, ...

4. Mahmut Öncül

5. Seydi Değer

6. Gocamatların Kazım Tektaş?

7. Saadettin Öztürk

8

9. Dananın Şapgöbek Ali Osman Duran

10. Gurugafa Mustafa Tüblek

11. Gödecin Halil Seviş

12

13

14

15

16. Yusuf Geçer

17. Kokulu Mehmet Dirlik

18

19. Arifin Irmızan

20

21. Berber Hüseyin Öncül

22. Ömer Kaynar

23. Kel Halil Köz

24

25. Meşhur Ahmet Azbay

26. Gulaksız İbrahim Seçan

27

28

29. Boduoğlu Yahya Soylu

30

31

32

33

34. Tellilerin Yakup Öztürk

35. Mehmet Ali Azbay

36. Kel Ömer Azbay

37

38

39