04 Mart 2024

va - yélyépelek

 
va: var

vâdesi yetmek: Ömür süresi bitmek, ölmek.

vâke: gerçi (vâkıa)

Vakvak: Ayanoğlulardan Hasan oğlu Mehmet. 1872 Yılında doğdu, Tırılın emmisidir. Köy tüzel kişiliğine ait bir yeri, şimdiki İlkokul civarını kiralayıp bir şeyler ekmek istemiş. Su içindeki bu yeri ekmesine anlam veremeyen köylüler ‘Len sen ördek misiñ, su içinde nediyoñ' diye dalga geçiyorlar. O günden sonra lakabı ‘Ördek’ veya ‘Vakvak’a çıkan Ayanoğlu Mehmet Galgancıların dedesidir, 1938’de vefat etti.

vamek: Ulaşmak, varmak.

vañılamek: Kulak uğuldamak.

vañıl vañıl: (z)Boğuk gürültüyü anlatır.

vanvay: Bir çok diskin dönmesiyle toprağı işleyen bir çeşit pulluk

varıp da: Olumsuzluk edatı, olmayacak şeyleri anlatır. (Varıp da yamır mı yağcek/ "Nasıl olsa yağmur yağmaz" anlamında.)

varısam: Tehdit sözü, (Yanına varırsam)

vâriyet: Mal mülk, varlık.

vâriyetli: Zengin, varlıklı.

var ol: Yaşa anlamında tezahürat ünlemi.

vasıñ: Edat ve zarf olarak kullanılır (varsın). (Vasıñ yiceği gada yisin, netcen.)

vasıñôsuñ: Dert etme, kafana takma anlamında teselli sözü. (Varsın olsun)

vatdı olmek: Parasal yönden iyi durumda olmak (vakti olmak)

vazıyet: Durum tahmini bildiren edat; herhalde, galiba, görünüşe bakılırsa. (Vazıyet, yetişemicez.)

velense: battaniye

velesbit: bisiklet

verebura: (z) Habire, durmadan.

vergi algı: (i) Mali konulardaki bürokratik işlemler.

vermek: Bir durumu bir eylemi etkin bir şekilde sürekli yapmak (Ardından verdim gurşunu)

vesâyit: Vasıtanın çoğulu olan bu kelime otobüs, minibüs, otomobil, kamyon gibi yolculuk için lazım olan her türlü ulaşım aracına karşılık gelir. (Vesâyit bulursak gitcez.)

vıdik: Kaz yavrusu.

vıddik: Takım halinde oynanan saklambaç.

vıgır vıgır: (z) Kımıltılarla kıpraşma durumundaki böcek, kurtçuk vs için çok, çok fazla.

vırraklamek: Kurbağa bağırmak.

vızıklamek: Oyunda sızlanmak, mızılamak.

vide: vida

videli: Vida ile sağlamlaştırılmış.

vidi vidi: (s) Çok küçük, ufacık.

viz!: Birini ağlatmak için tahrik ünlemi.

vizilek: Çabuk ve çok ağlayan.

viziletmek: ağlatmak

vodurdanmek: homurdanmak

vurgun: 1.Çiçeği yeni dökmüş meyveyi soğuk vurması, 2.Ekinin fırtına, yağmur, sel nedeniyle yere yatması.

vuruşmek: Boynuzlu hayvanlar kafalarını tokuşturarak dövüşmek.

vuruşdurmek: Boynuzlu hayvanları dövüştürmek.

ya: evet, tamam.

yaba: Harman savurmada kullanılan tek parça ağaçtan yapılmış beş dişli alet.

yaba gibi: Daha çok ellerin büyüklüğünü anlatmada kullanılan benzetme.

yabaltı: Yabadan daha büyük, savurmaya değil de küremeye yarayan altı dişli büyük yaba.

yaban: Köyden ayrılıp gidilen her yerleşim yerinin genel adı.

yabana gitmek: Köyden ayrılıp başka bir köye veya yerleşim yerine gitmek.

yabancılamek: Yabancı bulduğu için uzak durmak, alışamamak.

yadırgamek: Garip, tuhaf karşılamak.

yağadı: 1.Yağla yapılan bükme, börek, katmer gibi hamur işi; 2.Yağ lekesi, yağ bulaşmış şey.

yağadılanmek: Yağla kirlenmek.

yağar: yağmur

yağcı: Haşhaşı kavurup yağını çıkaran kişi.

yağcı dükkanı: İçinde haşhaşı kavurmak için bir ocak, preslemek için büyük dikey bir mengenenin bulunduğu işletme. Yağhane

Yağcımahmut: Hatiplerin Deliahmedin büyük oğlu Mahmut Aykaç. 1930 Yılında doğdu, köyde haşhaş yağı çıkaran son kişi olarak bilinir. 2020’de vefat etti.

yağır: 1.Binek hayvanlarının sırtının ortası, tüysüz kısmı; 2.Binek hayvanlarının sırtında oluşan yara.

yağır gibi: Çok kirli, yağla karışık kirli.

yağırnı: Bel, sırt ve omuz bölgesi.

yağır olmek: Çok kirlenmek.

yağıynan gavrılmek: Geliri geçimine zar zor yetmek.

yağmasa da gürlemek: Bir şeyi yapmasa da yapacağını söylemek, yerine getirmese de çok vaatde bulunmak.

yâhudi: Kötülük etmede aşırıya giden.

yaka: 1.Yan, yön, cihet, taraf; 2.Semt, bölge (Ne yakadan geliyoñ?)

yakalık: Öğrenci önlüğü üzerine takılan beyaz yaka.

yakasız göynek: kefen

yakasız göynek geymek: Kefenlenmek, ölmek.

yakcek: Odun, yakacak

yakı: 1.Ağrıyan yere vurularak ağrı kesici olarak kullanılan ilaç; 2.Mide, karın ağrısı.

yakıleşmek: Sıcak veya çok yemekten sindirim sistemi bozulmak.

yakılmek: Gönülden bağlanmak.

yakotu: Yaprakları çiğnendiğinde istifra yaptırdığı için mide rahatsızlığına iyi geldiğine inanılan acı bir ot. (yakı otu)

yal: Sulandırılmış kepek, köpek maması.

yalabık: 1.Pürüzsüz, düz; 2.Parlak, cilalı, ışıldayan; 3.Suyun aşındırıp parlattığı taş.

yalabıtmek: Bir şeyi sürterek veya yontarak pürüzsüz hale getirmek.

yalak: 1.Küçük su kaynağının bulunduğu yerde suyun küçük bir çukur oluşturması; 2.Toprağa veya taşa açılmış oyuk; 3.Hayvanlara yal veya su konulan kap.

yalama: 1.Aşınmış, bozulmuş; vida yatağı genişlemiş, tutmaz, iş görmez olmuş; 2.Dudakta görülen deri hastalığı.

yalama olmek: Aygıt eskiyip, yıpranıp çalışmaz olmak.

Yalamaşükrü: İdirizlerin Sarımehmedin küçük oğlu Şükrü İdis. 1933 Yılında doğdu. Dudaklarındaki rahatsızlık sebebiyle böyle lakaplanmış, 2005’te vefat etti.

yalandırmek: Kandırmak, aldatmak.

yalangasdan: Şakacıktan, yalandan, gerçek olmayarak.

yalanıña gıran girsiñ: Söylediklerinin hepsi yalan, buna bir son ver.

yalan yok: Söylenenlerin doğruluğunu pekiştirme ve kendisiyle ilgili bir itiraf durumunu belirten söz. (Yalan yok, biz de hata etdik.)

yalınayak: Üzerine vazife olmayan işlere karışan.

yalınayak başı gabak: (z)Uygun kıyafet ve donanımı olmadan.

yalınbidesi: Sade pide.

yalınbidesi gibi: Haddi olmayan şeyler söyleyen kişilerin dilini anlatır.

yalıñız: yalnız

yallamek: Köpeklerin yalını vermek.

yama: Yokuş. Çok eğimli, dik yer.

yamalamek: Kapatmak, yamamak.

yamalı botca: (mec) Bütünlüğü olmayan şey.

yamalık: Yama yapmaya yarayan bez parçası.

yamalıklı: Yamalı giyecek.

yaman: Becerikli, işbilir.

yamanmek: Yüzüstü yere düşmek, kapaklanmak. (Adam birden yere yamandı.)

yameç: Tepenin yan tarafları, yamaç.

yamıç: İnsanın yan tarafı, yanı.

yamık: Eğri, yamuk.

yamılmek: Eğrilmek, bir yana düşecekmiş gibi olmak.

yâmır: yağmur

yâmırlı günde bi tas su vemez: İyilik namına küçük bir jest bile yapmaz.

yâmırlık: Kaput, palto, pardesü, (yağmurluk)

yâmır yaş: (i) Yağışlı ve nemli hava.

yampiri: 1.Yamuk, çarpık, eğri; 2.Eğri büğrü yürümek.

yana çıkmek: Birinin yanlısı olmak, onu desteklemek. (Herepcüğü de ondan yana çıkdı.)

Yañalhatca: Emirdağlı Ese’nin hanımı Hatice Eminç. 1900 Yılında doğdu, Afyonlu İdirizlerin Hasan kızı; Gızılgız ile Zağarayşanın kardeşidir. Ayrıca Avgan ile karınkardeş olurlar. Yanağından belirgin bir miktar kıl olduğu için böyle lakaplanmış olabilir. 1986 Yılında vefat etti.

yancek: Yakacak odun, çalı çırpı.

yaneşmek: 1.Hayvan su içme pozisyonunu almak, 2.Bir işe başlamak (yanaşmak)

yangalırsıñ: Alay ve tepki amaçlı bir işi yapamayacağını anlatır (Çift süreceğini söyleyen birine: Baya süre süre yangalırsıñ.)

yangayış: Arabaya veya pulluğa koşulan atları falakaya bağlayan kayışlar.

yangı: Hastalık ateşi, hararet.

yangılı: ateşli

yangın: Aşık, sevdalı

yangırmek: Ata veya eşeğe iki ayağı da aynı tarafa sallayacak şekilde binmek.

yanı beli delinesice: İlenç sözü

yanı delinesice: Çok yatıp uyuyanı azarlama sözü.

yanı delinmek: Yatalak hastanın sırtı yaralanmak.

yanık: Etkileyici, dokunaklı, acılı ses veya türkü.

Yanıkali: 1903 Selahiye doğumlu Ali Üstün. Gizemli bir adam gibi görünürdü. Eğret’e gelip yerleşmesiyle ilgili anlatılan hikaye de bu gizemi artırırdı. Bir şekilde yanmış. Yüzünün görülebilen kısımları ürkerdik, gözleri ve çevresini kaynakçı gözlüğüne benzer gözlüklerle kapatırdı. Yetimlerin ev ile Kelhasanın Ali’nin ev arasında bir yerde tek başına yaşardı. 1981 Yılında vefat etti.

yanıkyağ: Motorlu araçlardan çıkarılan atık yağ.

yañılıp yeñilip: (z) İstenmediği halde, yanlışlıkla.

yânış: 1.Yanlış, 2.Su birikintilerinde yaşayan küçük su böceği; tatlısu karidesi.

yânışıñ va: Yanılıyorsun, yanlış biliyorsun.

yânışsıñ: Yanılıyorsun, yanlış konuşuyorsun.

yânış yûnuş: (s) Abartılı yanlış işleri anlatmada kullanılır

yanı yöresi: (i) Birinin fiziki çevresi, veya sosyal seviyesi (Onuñ yanına yöresine yakleşilmez)

yañkı: Oradaki, yandaki. (Yañkı duvar yıkılmış.)

yanmek: 1.Aşık olmak, tutulmak; 2.Oyunda yanlış yapıp oyun dışı kalmak.

yannamek: Yan tarafına yanaşmak (yanlamak).

yannı: Bir yana eğik (yanlı)

yantır: Doğru yürüyemeyen, bir yana eğik yürüyen.

yapık: Çalıya takılan yahut yolda, damda, kırda bayırda koyundan düşen küçük, kirli yapağı parçası.

yapışak: Yapışkan, yapışıcı

yapışdırmek: Tokat atmak.

yapışmek: At arabası veya motorlu bir araca, hareket halindeyken arkasından tutunmak.

yaprak basmek: Bağ yaprağını salamura yapmak.

yaprak sarması: Bağ yaprağına pirinç, bulgur sararak yapılan yemek.

yaprak sarmek: Bağ yaprağı sarması yapmak.

yaranmek: Birinin hoşnutluğunu kazanmak.

yârennik etmek: Muhabbet etmek, söyleşmek, birlikte vakit geçirmek.

yareyişli: 1.Faydalı, yararlı; 2.Gıda olarak yararlı, ilaç olarak tedavi edici özelliği olan.

yarıbeli: İnsan boyunun yarısı, bele kadar, bel boyu. (Yarıbeline gadâ ıslandı.)

Yarıkgaya: Bir mevki adı

yarım: Sakat, bedeninde eksiği olan.

Yarımağa: Çatalların İbrahim oğlu İbrahim Soylu. 1917 Yılında doğdu, Kırtümmetin kardeşi, Pilotun babasıdır; 1968’de vefat etti.

Yarımçakmak: Garadelinin oğlu Mevlüt Kızılyel. 1930’da doğdu; Hödükhalibanın küçüğü, Ahmet Kzılyel’in abisidir. Neden böyle lakaplandığı bilinmiyor, 2014’te vefat etti.

yarım hâfız: Kuran’ın ancak bir kısmını ezberleyebilmiş kişi.

yarımintan: Tenekenin dörttebiri kadar tahıl ölçeği.

yârin: yarın

yârin bürgün: (z) Yakında, gelecekte, bilinmez bir gelecekte (Yarin bürgün ev yıkılırsa netcez!)

yârinden sôna: Ertesi gün, yarından sonra.

yarma: 1.Hayvan yemi olarak kırılmış arpa; 2.Büyük yarılmış ağaç, odun.

yasdanmek: Dayanmak, yaslanmak.

yasdığeç: Yonta yonta bu hale getirilen yassı ağeç/yasdığeç her fırının demirbaşıdır. Hamur onun üzerinde yazılır, geniş yalınbidesi küreğe sığmayacağından onunla fırına bırağılır. Daha bir sürü önemli önemsiz işlevi vardır.

yasdık: Arabanın sağa sola dönmesini kolaylaştıran metal aksam.

yasdıklamek: Sürülen tarlanın pulluk çizilerinin ters istikametinde, añ kenarını tekrar sürüp düzeltmek.

yassı: yatsı

yassılık: Yatmadan önce yenilen yemek.

yassılmek: Eğilmek, yassı hale gelmek, düzleşmek.

yassırı: Layık, müstehak, hak eden. Genellikle sopa yassırı sözünde, dayağı hak eden anlamında kullanılır.

yasyalabık: Pürüzsüz, çok parlak yüzeye sahip nesne.

yaşa: Beğeni ve ve memnuniyet bildirme ifadesi.

yaşarık: 1.Nemli, 2.Gözleri dolan, gözü yaşarmış, ağlamaklı.

yaşeyesice: Azarlarken kötü bir şey sçylememek için bu güzel ilenç sözüne başvurulur. (yaşayasıca)

yaşı beñzemesiñ: Genç yaşta ölen birine benzetilen kişi için söylenir.

yatağı bozuk: Ahlaksız, namussuz.

yatak: Hayvan sürüsünün yazın gecelediği yer.

Yataklâ: Bir mevki (Yataklar)

Yata yata gabak böyür: atasözü

yatdığı yeri beyenmek: Yorgunluktan bitkin düşüp derin uykuya dalmak.

yatık: Şiddetli yağmurdan yere yatmış ekin.

yatırına sözüm yok: Bir yer hakkında kötü sözler söylerken kutsallarını istisna tutmayı ifade eder.

yatyaban: (i) Memleketten uzak her yer, gurbet.

yatzıbar ekmeği: Gece geç vakitte yenen yemek.

yavıklı: Sözlü, nişanlı kız veya erkek.

yavıncımek: 1.Heveslenmek, istek duymak, 2.Yavanlaşmak, tatsızlaşmak.

yavrı: 1.Yavru, 2.Civciv, vıdik; kümes hayvanı yavrusu.

yavsı: Koyun keçi gibi hayvanlara bazen de insana yapışarak kanını emen bir tür kene.

yavşak: Yumurtadan yeni çıkmış, henüz rengi yeni değişmeye başlamış bit yavrusu.

yayan: Yürüyerek, yaya olarak.

yayan yapıldak: (z) Hiçbir binek veya araç kullanmadan, yaya olarak

yaygı: Yere ya da bir şeyin üzerine serilen yayılan keçe, kilim gibi şeyler.

yayılmek: 1.Hayvan otlamak, 2.Sereserpe oturmak.

yayıncı: Pazarda satmak istediği şeyleri ortaya seren satıcı.

yayınmek: Pazarda satıcı mallarını ortaya serip yaymak.

yaylı: İlkel amortisörlü bir at arabası.

yaylım: 1.Hayvan sürüsünün otlağa yayılarak otlaması, 2.Hayvanın otladığı yeşillik, ot bulunan alan, otlak.

yaymek: 1.Hayvan otlatmak, 2.Sermek, dağıtmak; 3.Duyduğu sözü orada burada söylemek.

yazlık: Baharda ekilmiş ekin.

yazmek: 1.Hamur açmak, 2.Geline makyaj yapmak, yüzünü süslemek.

yedeğine almek: Bir hayvanı bağlayıp ardından çekip götürmek.

yédék: 1.Fazla demli çayı açmak için başka bir çaydanlıkta kaynatılan su; 2.Ardında çekip götürülen hayvan.

yédici: Hayvanı yedeğine alıp çeken.

Yédigardeşlê: Yedi yıldızdan oluşan takımyıldızı, Büyük Ayı.

yédmek: Çekmek, yedekte götürmek

yéğni: Hafif, ağırlığı az.

yéğnilmek: Hafiflemek, yükün çoğunu üzerinden atmak.

yékden: Yeni baştan, bir daha.

yékinmek: Kalkmaya çalışmak, kalkmak için ileriye ve öne doğru hamle yapmak.

yek yeke: (z) İki kişi karşılıklı olarak, başkaları işe karışmadan, teke tek.

yél: 1.Soğuktan oluşan kas ağrısı, 2.Bağırsak gazı, osuruk.

yéldirmek: 1.Acele etmek, telaşlı ve hızlı gitmek. 2.Sürekli koşuşturmaca, yoğun ve tempolu çalışma içinde olmak.

yéldir yéldir: (z) Acele acele

yél durmek: Terli iken alınan soğuk ile kaslar kasılmak.

yélék: Bir tür temizlik fırçası olarak kullanılan kaz kanadı.

yélékim: rüzgar alan, havadar yer

yéle yéle: (z) Telaşlı telaşlı ve çabuk çabuk

yel gibi: Hızlı

yeliñ atdığı, guşuñ sıçdığı: Kökeni ve nesli belli olmadığı imasında bulunarak hakaret etme sözü.

yéllemek: 1.Yelpaze ile ateşi harlandırmak, 2.Kötü bir şeyi yapması için dolduruşa getirmek.

yéllenmek: Gaz çıkarmak

yélli: hafif meşrep kadın

yélmek: Acele etmek.

yél yél: (z) Acele acele

yélyépelek: Alelacele, aceleyle



tıraka - üzülmek


tıraka: mantar tabancası

Tıraka: Arapselimlerden Araparif oğlu Abdurrahman Zenger. 1923 Yılında doğdu. Bir dönem köy muhtarlığını ceberutça yaptığı söyleniyor. Bu sebepten olsa gerek sonraki seçimlerde başarılı olamamış. 2002 Yılında vefat etti.

tırampa: Değiş tokuş, mübadele.

tıreş: traş

tırıl: Kendisiyle doğru dürüst sohbet edilemeyen, ufak bir şeyde hemen kızan kişi.

Tırılhasan: Galgancıların Seydi Ahmet oğlu Hasan Tırık; 1912-1981.

tırıldak: 1.Kenarları kertilmiş cetvel büyüklüğündeki bir tahtanın ucuna ip geçirerek hızla sallanması, bu hareketle tırıltılı bir ses çıkarması nedeniyle bu ad verilmiş oyuncak. 2.Boş ip makarasının ikiye bölünmesiyle halkalı kısma geçirilen basit bir ağaç milden tutup çevirerek döndürülen bir çeşit basit topaç.

tırıllanmek: Sinirlenip darılmak.

tırıltı: Motorlu araç sesi.

tırıs: Atın binicisini zıplatarak yürümesi

tırkaz: Eski kapılarda ilkel kilit düzeneği, sürgü.

tırkazlamek: Kapıyı içerden sürgülemek, kilitlemek.

tısılamek: Zor nefes almak.

tısırık: Hapşırık, hapşırınca ağız ve burundan çıkan şeyler.

tısırmek: Aksırmak, hapşırmak.

tîdirmek: 1.İşemek, 2.Bir kap içindeki sıvıyı şiddetli sızdırmak.

tiğteber: Meteliksiz, züğürt (tiğ ü teber şah-ı merdan)

Timitiri: Kinislerin Mehmet oğlu Arif Soya. 1911 Yılında doğdu, Kumpirhasanın küçüğüdür. İşgal döneminde kendi oğlu Dimitri’ye benzeterek böyle çağırınca bu onun lakabına dönüşmüş. 2003 Yılında vefat etti.

tingildek: Yerinde duramayan, dengesini sağlayamayan.

tingildemek: Kımıldamak, oynamak, sallanmak.

tingil tokmak gılmek: Takla atmak

tiñ tiñ: (s)Tırıs koşan at.

tîrâki: tiryaki

tirit: Kaz suyuyla ıslatılmış şepit.

tisilemek: Yağmur ince ince yağmak, çiselemek.

tisil tisil: (z)Hafif yağmur yağışı (çisil çisil)

titirek: Heyecan veya korkudan devamlı titreyen.

titiremek: 1.Titremek, 2.(mec)Çok korkmak.

tivtmek: Yapışık yapağı kıllarını elle eyırmak, ditmek. 

tôga: Taze tarhana (toyga)

toğom: Tohum, döl

toğoma garmek: Kartlaşmak.

tôh!: Yazıklar olsun anlamında ünlem.

toka: 1.Demir kaynatılarak/dövülerek veya ağaç bükülerek/oyularak yapılan halka. 2.Ahırın büyükbaş hayvan kapasitesi, 3.Urganın sap arabasını daha sıkı bağlamasını sağlayan ağaç veya demir halka düzeneği.

Tokanori: Topaloğlu Çaycı Hasan oğlu Nuri Toka. 1900 Yılında doğdu. Soyadıyla adını bütünleştirip kah Noritoka dediler, kah Tokanori. 1964 Yılında vefat etti.

tokdur: Doktor, hekim

tokeç: Ağaç tokmak (tokaç)

tok eviñ aç kedisi: Herşeyleri varken açgözlülük eden çoçuk.

tok garnına: Karnı tok iken.

toklubaşı: Yemeği yapılan, hamur işlerinde kullanılan, sert ve tüylü yapraklı yabani bir ot.

tokmak: 1.İp makarası, 2.Haşhaş kapçığı ezmek için kullanılan ağaç çekiç.

tokya: Bir çeşit terlik

tomafil: Araba, otomobil.

Toman: Gırhasanoğlu Ahmet. 1869 Yılında doğdu, 1929 yılında vefat etti. Tomanınibram (İbrahim Köz)ün babasıdır.

tomatis: domates

tombak: Kısa boylu, hafif kilolu kimse.

Tombak: Mandaahmetin oğlu Saadettin Öztürk.

tomburcuk: tomurcuk

tomburlak: yuvarlak

Tongulnine: Hamzaoğlu Hasan eşi Havva Yiğit. Ayanoğlu Ömer kızıdır, 1877 Yılında doğdu. Dipten Patlakların halası olur. Galiba yürüyüşünden dolayı böyle adlandırılmış. Oğlu Bokluahmet ve kızı Kezban çocukları Tongullar diye adlandırılacaktır. 1949 Yılında vefat etti.

topan: Köşe yastığı, küçük minder, kırlent.

topeç/topeş: Yumruk büyüklüğünde sertleşmiş toprak parçası.

topleşmek: Toplanmak, bir araya gelmek.

toprağı çekmek: Memlekete dönüşün ardından hemen ölmek.

Topraklık: Eskiden badana için toprak çıkarılan bölgenin adı.

Topsâsı: Arpalık’ta futbol sahasının bulunduğu mevki adı.

torba dakmek: 1.İşe mola verince koşum hayvanlarının başına, içi yem veya saman dolu torbayı takarak dinlenirken yemlenmesini sağlamak. 2.(mec)Dinlenmek.

tortor: motosiklet

tosbağı: kaplumbağa

tosuldamek: Ses çıkararak zor nefes almak.

tosul tosul: Nefes darlığı çeken kişinin soluk alıp vermesi.

tosun gibi: Sağlıklı, gürbüz kimse.

toy: Kazdan büyük, İri bir kuş.

toz: Kulak arkası.

tozak: Mayıs ayında yağmurdan hemen sonra çıkan, mantara benzer, içi toz dolu, beyaz yumru.

tozmek: Toz halinde savrulmak, tozu savrulmak, toz gibi savrulmak.

tozutmek: 1.Hızlı gittiği için toz kaldırmak, ortalığı toza boğmak; 2.Kaçmak, kaytarmak, koşarak gözden kaybolmak.

Töbder: 1970’li Yıllarda Havaların odaya verilen isim. Hala öyle anılmaktadır.

tök: Aşık kemiğinin tümsek yanı

tökezimek: Sürçmek, yürürken ayak bir şeye takılıp düşer gibi olmak, tökezlemek.

Tökürdek: Alçakların Hacıeminin eşi Kezban As. Ayanoğlu Garahmedin kızıdır, 1925 yılında doğdu, 1992’de vefat etti.

tuluk: Koyun, kuzudan özel bir yöntemle çıkarılmış, içine peynir, pekmez, kavurma gibi yiyecekler konan deri. Tulum.

tuluk çıkarmek: Hayvanın derisini yırtmadan yüzmek.

tuluk gibi: Şişman, şişkin.

tuman: şalvar

tun: Fırın taşının tam ortasındaki delik.

tunnamek: Pişirilen şeyi, ısının en yüksek yerine, fırın taşındaki deliğe yakın bölgesine sürerek tam pişmesini sağlamak. (tunlamak)

tura: Madeni paraların resimli yüzü (tuğra)

Turabi: Külcülerin Sarı Salih oğlu Hüseyin Külte. 1868 Yılında doğdu, bir lakabı da ‘Pepe’ imiş. Salih, Capbak, Külcü ve Doruğun babalarıdır; 1936 yılında vefat etti.

Tureş: Kölgecinin analığı Ayşe Seviş. 1864 Yılında doğdu. Tureçoğlu Mustafa kızıdır. Ayanoğlu Halil’e vardı, kocası askrde vefat edince Ayanoğlu Devrişahmete vardı. Oğlu ve kocası birlikte vefat edince bu kez Ayanoğlu Hüseyin’e vardı. O sırada teyzesinin kızından dul kalan Hacı Hüseyin’in iki öksüzünden biri Kölgeciömerdir. Öksüz yeğenine çok emek ve şefkat gösterince o da kendisine anası gibi hürmet etmiş. O kadar ki Kölgecilerin bir lakabı da Tureşler olacak. Soyadı kanunundan önce son kocasından da çocuksuz olarak dul kaldığı için babası tarafının soyadıyla kaydedilen Tureş Hanım 1946 yılında vefat etti.

turpan: tırpan

tutuğeç/dutuğeç: Kızgın tepsi veya tencereyi tutup taşımada kullanılan, ince bir bez bağla bibirine bağlı el büyüklüğünde birkaç kat iki bezden yapılan gereç. (tutgaç)

Tüfekciguyusu: Sereñli bir kuyu, Tüfekçi kimdir bilinmiyor.

tülenmek: 1.Hayvan yavrusunun yeni tüyleri çıkmak, 2.Kumaşın pürüzsüzlüğünü kaybetmesi, 3.(mec)Zenginleşmek.

tülü: Aşırı tüylü, kıllı.

Tülühala: Omarcıklar/Emetilerin Mehmet’in ilk eşi Emine. Apdıramanların Hüseyin kızı, Güdükmehmetin kardeşidir; 1896-1930.

Tülümurat: Hacıların Sağırmehmedin büyük oğlu Tekmurat Murat Azbay’ın bir lakabı da budur, 1923-2004.

tümbülmek: Yüksekten atlamak, yuvarlanmak; tüngülmek.

tümelmek: Bir şeyin örtünün altından belli olması, şişmek.

tümeltmek: Yığmak, yığarak yükseltmek.

tümmek: Aşağı atlamak.

tüngülmek: Yüksekçe bir yerden aşağı atlamak.

tüpürmek: tükürmek

türkü yakmek: Önemli bir olayı türküye konu ederek bestelemek.

türüm türüm tütmek: Çevreye güzel koklular salmak, güzel kokmak.

tüssü: tütsü

tüssü vemek: Çok kötü kokmak.

tütmek: Duman çıkmak, duman çıkarmak.

tütütmek: İyi yakamamaktan dolayı çok duman çıkartmak.

tüydürmek: Çekiç, keser gibi şeyleri dengeli vuramamaktan dolayı alttaki nesneyi fırlatmak.

tüy gibi: Çok hafif.

tüylemek: Zıplamak, sıçramak.

tüyü bozuk: Saçları, kaşları, kirpikleri açık sarı renkte olan erkek.

tüyünü dökmek: Hayvan hastalık veya başka sebepten tüyünü yenilemek.

uca: Kümes hayvanlarının bacağı, but.

ucu gaşmek: 1.Uçkur veya don lastiğinin ucu kaçıp belde durmamak, 2.(mec)Bir işin yapılması, problemin çözülmesi güçleşmek.

ucun ucun: (z) Yavaş yavaş, azar azar.

ucu ucuna: (z) Ancak, yetişecek kadar.

uçmek: Mercimek, nohut, burçak vb. tarlada çok fazla kuruyup yolunamayacak hale gelmek.

uçuklamek: Korku veya üzüntüten dudak kenarlarında yara oluşmak.

uçun/uçu: için

uçuru: Dolayı, ötürü, için gibi sebep bildiren edat. (Öküz öldüğünden uçuru işle yarım galdı.)

ufaklamek: Küçük parçalara ayırmak, ufalamak.

ufaklı: İçinde küçük taneler bulunan.

ufaksu: Çiş, idrar, küçük abdest.

ufaksu dökmek: Küçük abdestini yapmak, işemek.

ufalmek: Yavaş yavaş küçülmek.

uğra: Hamur işi yaparken hamurun oklava, el veya başka bir yere yapışmaması için ele sürülüp yere sepilenen un.

uğragabı: Uğra konulan kap.

uğralamek: Hamurun üzerine veya hamur açılan yere un sepilemek.

uğulmak/uğunmak: 1.Küçük çocuk ağlama sırasında nefessiz ve sessiz kalmak, 2.Ağrı ve acıdan dolayı kıvranmak.

ulaf: yulaf

ulalama: Uzatma, ekleme, ulama.

uluk: tembel

Uluyol: Bir mevki adı

umaca olmek: 1.Umduğunu bulamamak, hayal kırıklığına uğramak; 2.Umduğu yiyeceği bulamamaktan vücutta şişme şeklinde görülen rahatsızlık.

unevi: Un ve diğer yiyecek erzakların konulduğu oda.

unevlası: Un, yağ, şekerden yapılan helva.

unneşmek: Uzanmak, ulaşmak, yetişmek.

unneşdirmek: Uzatmak, ulaştırmak, götürmek.

un ufak etmek: Çok küçük parçalara ayırmak.

urba: Elbise, giysi

urgan çekmek: Sap, odun gibi havaleli yüklerle arabayı yükledikten sonra, son iş olarak urganla bağlamak.

Urganlı: Küpelilerin İbrahim’in ortanca oğlu Mustafa Öncül. 1909 Yılında doğdu; Güccükmehmedin küçüğü, Tekenin abisidir. Ayrıca Evizo, Mehmet Emin ve Garagaşın babaları oluyor. Kayışın yetmediği yerde hayvanı arabaya urganla koştuğu günden sonra böyle lakaplanmış. 1974 Yılında vefat etti.

urgan tokası: Arabadaki yüke urgan çekerken sıkı bağlayabilmek için kullanılan, sert ağaç oyularak veya bükülerek yapılan halka.

Urkiye: Rukiye

Urum: Rum

Urus: Rus

usangın: Bıkmış, yılmış, usanmış.

usdeye gitmek: Zanaat öğrenmek için bir ustanın yanına sürekli gitmek.

usdurası belinde: Belalı.

usulcecik: (z)Yavaşça, sessizce.

usutmek: Sakinleşmek, yatışmak, durulmak, şımarmayı kesmek.

uşgur: Şalvarı belden bağlamaya yarayan, ipten özel olarak örülen kemer bağı. (uçkur)

uşgurluk: Şalvar belinde uçkur geçirmeye yarayan bölüm.

utanıbarlanmaz: Utanması sıkılması olmayan (utanıp arlanmaz)

uyanmek: 1.Aklı başına gelmek, işin aslını anlamak; 2.Meyveler tomurcuklanmaya başlamak, 3.Kümes hayvanları yumurtlama vakti gelmek.

uydurmek: Benzetmek.

uydurukcu: Yalan söylemeyi alışkanlık edinen.

uyku dünek: Uyuma ve dinlenme fırsatı.

uyku dünek yok: Hiç dinlenme, uyuma fırsatı yok.

uyku semesi: Uyku sersemliğini üzerinden atamamış.

uyluk: Kalçadan dize kadar olan bacak kısmı.

uymek: Çatmak, sataşmak. (Uyma şuña, zaten delirmiş.)

uyuntu: Uyuşuk, salakça, tembel, kendi başına hareket edemeyip başkasına uyan, asalak.

uyuşak: İş yapmayan, miskin, tembel, uyuşuk.

Uyuşakdede: Hafızın çeşme yanındaki türbe.

uzanmek: Uyumaksızın yatmak, uyuklamak, kestirmek

Uzun: Yılıkların Süleyman oğlu Mehmet Öztürk.

Uzundere: Bir mevki adı

Uzunismihan: Kedivelilerin İbrahim eşi İsmihan Ildız. Hacımahmutların Gocasan kızı, 1928-1995.

uzunyol: Hac ibadeti.

Üçevler: Taşlıtarla sonu ile Akkaya’nın ucundaki asfalt kenarındaki mevki. Güdükizzet’in Emin, İsmet ve Nuri Sağlam kardeşler, tarlalarına birer ev yapıp taşındıktan sonra bölgeye bu ad verildi. Beklentinin aksine başka yapılaşma olmayan mevkide hala sadece üç ev var. Tam karşısına Sanayi taşınmış olsa da orası yine Üçevler diye anılıyor.

üç Gulfü bi Elem: Üç İhlas bir Fatihadan oluşan kısa, pratik dua paketi.

Üçgözköprü: Bir mevki adı. Eski asfalt üzerindeki üç gözlü köprüden adını almış.

üfülemek: üflemek

üfülük: ıslık      

üğünmek/üyünmek: Tahılın ambar veya çuvaldan yol bulduğu bir delikten akması.

üleşmek: Bölüşmek, paylaşmak.

üleşik: Paylaşılmış, üleşilmiş.

ülker: Mayıs-Haziran döneminde Güneş ülker burcuna girdiğinde mahsul için tehlikeli bir dönem.

ülker vurması: Ülker denen bahar-yaz geçiş soğuğunun özellikle nohutları çarpması.

Ümmünüñseydi: Selimoğlu Ahmet’in küçük oğlu Seydi Ahmet Selman. 1913 Yılında doğdu, Gocagulizin küçük kardeşidir. Annesi Olucaklı Ümmü Hanıma izafe edilerek böyle lakaplandı. Olcaklı Ahmet Aydın ile de karınkardeştir. Uzun süre bakkallık ve bir dönem mahalle muhtarlığı yaptı. 1991 Yılında vefat etti.

ümürtlek: Boğaz, gırtlak.

ümzük: İbrik, çaydanlık gibi kaplarda suyun akıtıldığı dar ve ince boru kısım.

ünnemek: Çağırmak (ünlemek)

ünnetmek: İlan ettirmek.

ününü goyvemek: Bağıra bağıra ağlamak.

üremek: 1. Çoğalmak, 2.İş ilerlemek.

üretmek: Katkı yaparak çoğaltmak (hamur mayasını üretmek, çayı üretmek vb.)

ürüyen: Çok üren köpek.

ürya: Düş, rüya

üryañda mı gördüñ: Sabah çok erken bir şey yapanlara söylenir.

üsbaş: (i)Elbise, giyecek (üst baş)

üsde: Mal değişiminde, malı değerli olanın aldığı para (üste)

üsde çıkmek: Suçlu olduğu halde kendini suçlayanları suçlayarak kendini aklamak.

üsdüme mi çıkceñ: Teklifsizce yanına yaklaşan kişiye söylenir.

üsdüne garı getimek: Karısı varken bir kadını kuma almak.

üsdüne geçirmek: Bir taşınmazın tapusunu kendi adına kaydettirmek.

üsdüne olmek: Hamile kadın aybaşı olmak.

üsdü olmek: Kadın aybaşı olmak.

üsdünnük: O sırada çevrede çok yaygın olan nezle hastalığı (üstünlük)

Üseyin: Hüseyin

Üseyinhoca: 1.Çiloğlanın Hüseyin Ayas. 1916 Yılında doğdu, İresilhocanın abisidir. Çeşitli köylerde imamlık yaptı; 1984’te vefat etti. 2.Mardakların Ahmet oğlu Hüseyin Saki. Uzun yıllar Gocacami imamlığı yaptı, oradan emekli oldu.

üst: Elbise, giysi. (Üsdümü geyip çıkcen.)

üstlük: Kabaca üste alınan giyecek.

ütdürmek: Hile ile veya kumarda elindeki malı kaybetmek.

ütmek: Şans oyunlarında rakibini yenip elindekini almak.

ütmeli: Sonunda galip gelenin, yenilenden bir şeyler (ceviz,aşık, bilye vs.) alacağı üzerine anlaşılan oyun.

ütülemek: Yolunmuş kazı, tavuğu; koyun kafa ve ayaklarını ateşe tutarak ince tüylerini yakmak suretiyle temizlemek.

ütülmek: Kumarda kaybetmek.

üvez: Küçük sinek.

Üyüğaltı: Bir mevki adı (Üyük altı)

Üyük: 1.Yığma tepe, Tümülüs; 2.Köyün kuzeybatısında, şehitliğin bulunduğu tepe (höyük) 3.Beşkarışhüyük köyü.

Üyükyolu: Beşkarışhüyük yolu üzerinde bulunan bir mevki adı.

üyütmek: 1.Öğütmek, 2.(mec)Tatlı tatlı yalan söylemek.

üzerlik: 1.Nazarlık, 2.Nazara karşı çocukların üzerine veya duvara asılan hoş kokulu ot.

üzük: Eskiyip incelip kopma delinme durumuna gelmiş kumaş, bez.

üzülmek: 1.Yırtılmak, bez veya elbisenin yırtılması. 2.Kopmak, ipin kopması veya kopacak duruma gelmesi.