04 Mart 2024

va - yélyépelek

 
va: var

vâdesi yetmek: Ömür süresi bitmek, ölmek.

vâke: gerçi (vâkıa)

Vakvak: Ayanoğlulardan Hasan oğlu Mehmet. 1872 Yılında doğdu, Tırılın emmisidir. Köy tüzel kişiliğine ait bir yeri, şimdiki İlkokul civarını kiralayıp bir şeyler ekmek istemiş. Su içindeki bu yeri ekmesine anlam veremeyen köylüler ‘Len sen ördek misiñ, su içinde nediyoñ' diye dalga geçiyorlar. O günden sonra lakabı ‘Ördek’ veya ‘Vakvak’a çıkan Ayanoğlu Mehmet Galgancıların dedesidir, 1938’de vefat etti.

vamek: Ulaşmak, varmak.

vañılamek: Kulak uğuldamak.

vañıl vañıl: (z)Boğuk gürültüyü anlatır.

vanvay: Bir çok diskin dönmesiyle toprağı işleyen bir çeşit pulluk

varıp da: Olumsuzluk edatı, olmayacak şeyleri anlatır. (Varıp da yamır mı yağcek/ "Nasıl olsa yağmur yağmaz" anlamında.)

varısam: Tehdit sözü, (Yanına varırsam)

vâriyet: Mal mülk, varlık.

vâriyetli: Zengin, varlıklı.

var ol: Yaşa anlamında tezahürat ünlemi.

vasıñ: Edat ve zarf olarak kullanılır (varsın). (Vasıñ yiceği gada yisin, netcen.)

vasıñôsuñ: Dert etme, kafana takma anlamında teselli sözü. (Varsın olsun)

vatdı olmek: Parasal yönden iyi durumda olmak (vakti olmak)

vazıyet: Durum tahmini bildiren edat; herhalde, galiba, görünüşe bakılırsa. (Vazıyet, yetişemicez.)

velense: battaniye

velesbit: bisiklet

verebura: (z) Habire, durmadan.

vergi algı: (i) Mali konulardaki bürokratik işlemler.

vermek: Bir durumu bir eylemi etkin bir şekilde sürekli yapmak (Ardından verdim gurşunu)

vesâyit: Vasıtanın çoğulu olan bu kelime otobüs, minibüs, otomobil, kamyon gibi yolculuk için lazım olan her türlü ulaşım aracına karşılık gelir. (Vesâyit bulursak gitcez.)

vıdik: Kaz yavrusu.

vıddik: Takım halinde oynanan saklambaç.

vıgır vıgır: (z) Kımıltılarla kıpraşma durumundaki böcek, kurtçuk vs için çok, çok fazla.

vırraklamek: Kurbağa bağırmak.

vızıklamek: Oyunda sızlanmak, mızılamak.

vide: vida

videli: Vida ile sağlamlaştırılmış.

vidi vidi: (s) Çok küçük, ufacık.

viz!: Birini ağlatmak için tahrik ünlemi.

vizilek: Çabuk ve çok ağlayan.

viziletmek: ağlatmak

vodurdanmek: homurdanmak

vurgun: 1.Çiçeği yeni dökmüş meyveyi soğuk vurması, 2.Ekinin fırtına, yağmur, sel nedeniyle yere yatması.

vuruşmek: Boynuzlu hayvanlar kafalarını tokuşturarak dövüşmek.

vuruşdurmek: Boynuzlu hayvanları dövüştürmek.

ya: evet, tamam.

yaba: Harman savurmada kullanılan tek parça ağaçtan yapılmış beş dişli alet.

yaba gibi: Daha çok ellerin büyüklüğünü anlatmada kullanılan benzetme.

yabaltı: Yabadan daha büyük, savurmaya değil de küremeye yarayan altı dişli büyük yaba.

yaban: Köyden ayrılıp gidilen her yerleşim yerinin genel adı.

yabana gitmek: Köyden ayrılıp başka bir köye veya yerleşim yerine gitmek.

yabancılamek: Yabancı bulduğu için uzak durmak, alışamamak.

yadırgamek: Garip, tuhaf karşılamak.

yağadı: 1.Yağla yapılan bükme, börek, katmer gibi hamur işi; 2.Yağ lekesi, yağ bulaşmış şey.

yağadılanmek: Yağla kirlenmek.

yağar: yağmur

yağcı: Haşhaşı kavurup yağını çıkaran kişi.

yağcı dükkanı: İçinde haşhaşı kavurmak için bir ocak, preslemek için büyük dikey bir mengenenin bulunduğu işletme. Yağhane

Yağcımahmut: Hatiplerin Deliahmedin büyük oğlu Mahmut Aykaç. 1930 Yılında doğdu, köyde haşhaş yağı çıkaran son kişi olarak bilinir. 2020’de vefat etti.

yağır: 1.Binek hayvanlarının sırtının ortası, tüysüz kısmı; 2.Binek hayvanlarının sırtında oluşan yara.

yağır gibi: Çok kirli, yağla karışık kirli.

yağırnı: Bel, sırt ve omuz bölgesi.

yağır olmek: Çok kirlenmek.

yağıynan gavrılmek: Geliri geçimine zar zor yetmek.

yağmasa da gürlemek: Bir şeyi yapmasa da yapacağını söylemek, yerine getirmese de çok vaatde bulunmak.

yâhudi: Kötülük etmede aşırıya giden.

yaka: 1.Yan, yön, cihet, taraf; 2.Semt, bölge (Ne yakadan geliyoñ?)

yakalık: Öğrenci önlüğü üzerine takılan beyaz yaka.

yakasız göynek: kefen

yakasız göynek geymek: Kefenlenmek, ölmek.

yakcek: Odun, yakacak

yakı: 1.Ağrıyan yere vurularak ağrı kesici olarak kullanılan ilaç; 2.Mide, karın ağrısı.

yakıleşmek: Sıcak veya çok yemekten sindirim sistemi bozulmak.

yakılmek: Gönülden bağlanmak.

yakotu: Yaprakları çiğnendiğinde istifra yaptırdığı için mide rahatsızlığına iyi geldiğine inanılan acı bir ot. (yakı otu)

yal: Sulandırılmış kepek, köpek maması.

yalabık: 1.Pürüzsüz, düz; 2.Parlak, cilalı, ışıldayan; 3.Suyun aşındırıp parlattığı taş.

yalabıtmek: Bir şeyi sürterek veya yontarak pürüzsüz hale getirmek.

yalak: 1.Küçük su kaynağının bulunduğu yerde suyun küçük bir çukur oluşturması; 2.Toprağa veya taşa açılmış oyuk; 3.Hayvanlara yal veya su konulan kap.

yalama: 1.Aşınmış, bozulmuş; vida yatağı genişlemiş, tutmaz, iş görmez olmuş; 2.Dudakta görülen deri hastalığı.

yalama olmek: Aygıt eskiyip, yıpranıp çalışmaz olmak.

Yalamaşükrü: İdirizlerin Sarımehmedin küçük oğlu Şükrü İdis. 1933 Yılında doğdu. Dudaklarındaki rahatsızlık sebebiyle böyle lakaplanmış, 2005’te vefat etti.

yalandırmek: Kandırmak, aldatmak.

yalangasdan: Şakacıktan, yalandan, gerçek olmayarak.

yalanıña gıran girsiñ: Söylediklerinin hepsi yalan, buna bir son ver.

yalan yok: Söylenenlerin doğruluğunu pekiştirme ve kendisiyle ilgili bir itiraf durumunu belirten söz. (Yalan yok, biz de hata etdik.)

yalınayak: Üzerine vazife olmayan işlere karışan.

yalınayak başı gabak: (z)Uygun kıyafet ve donanımı olmadan.

yalınbidesi: Sade pide.

yalınbidesi gibi: Haddi olmayan şeyler söyleyen kişilerin dilini anlatır.

yalıñız: yalnız

yallamek: Köpeklerin yalını vermek.

yama: Yokuş. Çok eğimli, dik yer.

yamalamek: Kapatmak, yamamak.

yamalı botca: (mec) Bütünlüğü olmayan şey.

yamalık: Yama yapmaya yarayan bez parçası.

yamalıklı: Yamalı giyecek.

yaman: Becerikli, işbilir.

yamanmek: Yüzüstü yere düşmek, kapaklanmak. (Adam birden yere yamandı.)

yameç: Tepenin yan tarafları, yamaç.

yamıç: İnsanın yan tarafı, yanı.

yamık: Eğri, yamuk.

yamılmek: Eğrilmek, bir yana düşecekmiş gibi olmak.

yâmır: yağmur

yâmırlı günde bi tas su vemez: İyilik namına küçük bir jest bile yapmaz.

yâmırlık: Kaput, palto, pardesü, (yağmurluk)

yâmır yaş: (i) Yağışlı ve nemli hava.

yampiri: 1.Yamuk, çarpık, eğri; 2.Eğri büğrü yürümek.

yana çıkmek: Birinin yanlısı olmak, onu desteklemek. (Herepcüğü de ondan yana çıkdı.)

Yañalhatca: Emirdağlı Ese’nin hanımı Hatice Eminç. 1900 Yılında doğdu, Afyonlu İdirizlerin Hasan kızı; Gızılgız ile Zağarayşanın kardeşidir. Ayrıca Avgan ile karınkardeş olurlar. Yanağından belirgin bir miktar kıl olduğu için böyle lakaplanmış olabilir. 1986 Yılında vefat etti.

yancek: Yakacak odun, çalı çırpı.

yaneşmek: 1.Hayvan su içme pozisyonunu almak, 2.Bir işe başlamak (yanaşmak)

yangalırsıñ: Alay ve tepki amaçlı bir işi yapamayacağını anlatır (Çift süreceğini söyleyen birine: Baya süre süre yangalırsıñ.)

yangayış: Arabaya veya pulluğa koşulan atları falakaya bağlayan kayışlar.

yangı: Hastalık ateşi, hararet.

yangılı: ateşli

yangın: Aşık, sevdalı

yangırmek: Ata veya eşeğe iki ayağı da aynı tarafa sallayacak şekilde binmek.

yanı beli delinesice: İlenç sözü

yanı delinesice: Çok yatıp uyuyanı azarlama sözü.

yanı delinmek: Yatalak hastanın sırtı yaralanmak.

yanık: Etkileyici, dokunaklı, acılı ses veya türkü.

Yanıkali: 1903 Selahiye doğumlu Ali Üstün. Gizemli bir adam gibi görünürdü. Eğret’e gelip yerleşmesiyle ilgili anlatılan hikaye de bu gizemi artırırdı. Bir şekilde yanmış. Yüzünün görülebilen kısımları ürkerdik, gözleri ve çevresini kaynakçı gözlüğüne benzer gözlüklerle kapatırdı. Yetimlerin ev ile Kelhasanın Ali’nin ev arasında bir yerde tek başına yaşardı. 1981 Yılında vefat etti.

yanıkyağ: Motorlu araçlardan çıkarılan atık yağ.

yañılıp yeñilip: (z) İstenmediği halde, yanlışlıkla.

yânış: 1.Yanlış, 2.Su birikintilerinde yaşayan küçük su böceği; tatlısu karidesi.

yânışıñ va: Yanılıyorsun, yanlış biliyorsun.

yânışsıñ: Yanılıyorsun, yanlış konuşuyorsun.

yânış yûnuş: (s) Abartılı yanlış işleri anlatmada kullanılır

yanı yöresi: (i) Birinin fiziki çevresi, veya sosyal seviyesi (Onuñ yanına yöresine yakleşilmez)

yañkı: Oradaki, yandaki. (Yañkı duvar yıkılmış.)

yanmek: 1.Aşık olmak, tutulmak; 2.Oyunda yanlış yapıp oyun dışı kalmak.

yannamek: Yan tarafına yanaşmak (yanlamak).

yannı: Bir yana eğik (yanlı)

yantır: Doğru yürüyemeyen, bir yana eğik yürüyen.

yapık: Çalıya takılan yahut yolda, damda, kırda bayırda koyundan düşen küçük, kirli yapağı parçası.

yapışak: Yapışkan, yapışıcı

yapışdırmek: Tokat atmak.

yapışmek: At arabası veya motorlu bir araca, hareket halindeyken arkasından tutunmak.

yaprak basmek: Bağ yaprağını salamura yapmak.

yaprak sarması: Bağ yaprağına pirinç, bulgur sararak yapılan yemek.

yaprak sarmek: Bağ yaprağı sarması yapmak.

yaranmek: Birinin hoşnutluğunu kazanmak.

yârennik etmek: Muhabbet etmek, söyleşmek, birlikte vakit geçirmek.

yareyişli: 1.Faydalı, yararlı; 2.Gıda olarak yararlı, ilaç olarak tedavi edici özelliği olan.

yarıbeli: İnsan boyunun yarısı, bele kadar, bel boyu. (Yarıbeline gadâ ıslandı.)

Yarıkgaya: Bir mevki adı

yarım: Sakat, bedeninde eksiği olan.

Yarımağa: Çatalların İbrahim oğlu İbrahim Soylu. 1917 Yılında doğdu, Kırtümmetin kardeşi, Pilotun babasıdır; 1968’de vefat etti.

Yarımçakmak: Garadelinin oğlu Mevlüt Kızılyel. 1930’da doğdu; Hödükhalibanın küçüğü, Ahmet Kzılyel’in abisidir. Neden böyle lakaplandığı bilinmiyor, 2014’te vefat etti.

yarım hâfız: Kuran’ın ancak bir kısmını ezberleyebilmiş kişi.

yarımintan: Tenekenin dörttebiri kadar tahıl ölçeği.

yârin: yarın

yârin bürgün: (z) Yakında, gelecekte, bilinmez bir gelecekte (Yarin bürgün ev yıkılırsa netcez!)

yârinden sôna: Ertesi gün, yarından sonra.

yarma: 1.Hayvan yemi olarak kırılmış arpa; 2.Büyük yarılmış ağaç, odun.

yasdanmek: Dayanmak, yaslanmak.

yasdığeç: Yonta yonta bu hale getirilen yassı ağeç/yasdığeç her fırının demirbaşıdır. Hamur onun üzerinde yazılır, geniş yalınbidesi küreğe sığmayacağından onunla fırına bırağılır. Daha bir sürü önemli önemsiz işlevi vardır.

yasdık: Arabanın sağa sola dönmesini kolaylaştıran metal aksam.

yasdıklamek: Sürülen tarlanın pulluk çizilerinin ters istikametinde, añ kenarını tekrar sürüp düzeltmek.

yassı: yatsı

yassılık: Yatmadan önce yenilen yemek.

yassılmek: Eğilmek, yassı hale gelmek, düzleşmek.

yassırı: Layık, müstehak, hak eden. Genellikle sopa yassırı sözünde, dayağı hak eden anlamında kullanılır.

yasyalabık: Pürüzsüz, çok parlak yüzeye sahip nesne.

yaşa: Beğeni ve ve memnuniyet bildirme ifadesi.

yaşarık: 1.Nemli, 2.Gözleri dolan, gözü yaşarmış, ağlamaklı.

yaşeyesice: Azarlarken kötü bir şey sçylememek için bu güzel ilenç sözüne başvurulur. (yaşayasıca)

yaşı beñzemesiñ: Genç yaşta ölen birine benzetilen kişi için söylenir.

yatağı bozuk: Ahlaksız, namussuz.

yatak: Hayvan sürüsünün yazın gecelediği yer.

Yataklâ: Bir mevki (Yataklar)

Yata yata gabak böyür: atasözü

yatdığı yeri beyenmek: Yorgunluktan bitkin düşüp derin uykuya dalmak.

yatık: Şiddetli yağmurdan yere yatmış ekin.

yatırına sözüm yok: Bir yer hakkında kötü sözler söylerken kutsallarını istisna tutmayı ifade eder.

yatyaban: (i) Memleketten uzak her yer, gurbet.

yatzıbar ekmeği: Gece geç vakitte yenen yemek.

yavıklı: Sözlü, nişanlı kız veya erkek.

yavıncımek: 1.Heveslenmek, istek duymak, 2.Yavanlaşmak, tatsızlaşmak.

yavrı: 1.Yavru, 2.Civciv, vıdik; kümes hayvanı yavrusu.

yavsı: Koyun keçi gibi hayvanlara bazen de insana yapışarak kanını emen bir tür kene.

yavşak: Yumurtadan yeni çıkmış, henüz rengi yeni değişmeye başlamış bit yavrusu.

yayan: Yürüyerek, yaya olarak.

yayan yapıldak: (z) Hiçbir binek veya araç kullanmadan, yaya olarak

yaygı: Yere ya da bir şeyin üzerine serilen yayılan keçe, kilim gibi şeyler.

yayılmek: 1.Hayvan otlamak, 2.Sereserpe oturmak.

yayıncı: Pazarda satmak istediği şeyleri ortaya seren satıcı.

yayınmek: Pazarda satıcı mallarını ortaya serip yaymak.

yaylı: İlkel amortisörlü bir at arabası.

yaylım: 1.Hayvan sürüsünün otlağa yayılarak otlaması, 2.Hayvanın otladığı yeşillik, ot bulunan alan, otlak.

yaymek: 1.Hayvan otlatmak, 2.Sermek, dağıtmak; 3.Duyduğu sözü orada burada söylemek.

yazlık: Baharda ekilmiş ekin.

yazmek: 1.Hamur açmak, 2.Geline makyaj yapmak, yüzünü süslemek.

yedeğine almek: Bir hayvanı bağlayıp ardından çekip götürmek.

yédék: 1.Fazla demli çayı açmak için başka bir çaydanlıkta kaynatılan su; 2.Ardında çekip götürülen hayvan.

yédici: Hayvanı yedeğine alıp çeken.

Yédigardeşlê: Yedi yıldızdan oluşan takımyıldızı, Büyük Ayı.

yédmek: Çekmek, yedekte götürmek

yéğni: Hafif, ağırlığı az.

yéğnilmek: Hafiflemek, yükün çoğunu üzerinden atmak.

yékden: Yeni baştan, bir daha.

yékinmek: Kalkmaya çalışmak, kalkmak için ileriye ve öne doğru hamle yapmak.

yek yeke: (z) İki kişi karşılıklı olarak, başkaları işe karışmadan, teke tek.

yél: 1.Soğuktan oluşan kas ağrısı, 2.Bağırsak gazı, osuruk.

yéldirmek: 1.Acele etmek, telaşlı ve hızlı gitmek. 2.Sürekli koşuşturmaca, yoğun ve tempolu çalışma içinde olmak.

yéldir yéldir: (z) Acele acele

yél durmek: Terli iken alınan soğuk ile kaslar kasılmak.

yélék: Bir tür temizlik fırçası olarak kullanılan kaz kanadı.

yélékim: rüzgar alan, havadar yer

yéle yéle: (z) Telaşlı telaşlı ve çabuk çabuk

yel gibi: Hızlı

yeliñ atdığı, guşuñ sıçdığı: Kökeni ve nesli belli olmadığı imasında bulunarak hakaret etme sözü.

yéllemek: 1.Yelpaze ile ateşi harlandırmak, 2.Kötü bir şeyi yapması için dolduruşa getirmek.

yéllenmek: Gaz çıkarmak

yélli: hafif meşrep kadın

yélmek: Acele etmek.

yél yél: (z) Acele acele

yélyépelek: Alelacele, aceleyle



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder