11 Eylül 2025

İnsan Unsuru

    
    Kahvenin önünde beş altı kişiden oluşan küçük bir halkaydık. Yine her zamanki sohbet konusu kuraklık, bereketsizlik, verimsizlik ve yanlış hükümet politikaları sonucu tarım ve hayvancılıktaki açmazlardı. İleşberliğin gittikçe zengin uğraşı haline geldiğini, fukara kısmının gerekli yatırımı yapamadığı için tarladan bir şey kaldıramadığını, en karlı ileşberliğin hiç bir şey ekmemek olduğunu filan söylüyorlar, hep birlikte gülüşüyorduk.

    Birisi basit bir hesap yaptı ve günaşık ekildiğinde tarlayı kaç kez traktörle elden geçirmek zorunda kaldığını mazot fiyatına endeksleyerek maliyet çıkardı. Buna tohum ve biçer parasını da ekleyince, bu seneki günaşıktan ettiği masrafı çıkarırsa kendini karlı sayacağını söyledi. Yıl yıl ekin ve nohutta da benzer durumlar yaşanıyormuş.

    Çok örnekler verildi, her birinin sonunda ağlanacak halimize güldük. Anlatılan bir güncel olay çok ilginçti. Daha önce kahramanından bizzat duyduğum olaya göre, işin içine insan unsuru da giriyordu. Yani ileşberin şu halinde tek etken sadece kuraklık, bereketsizlik, yağmur yağmaması, pahalılık filan değildi. İleşberin kendisi de bu sonucun müsebbibi gibi görünüyordu.

    İleşberlik ve koyunculuk yapan bir ailede baba bir nohut tarlasının biçerdöğerle hasat edildiğini görmüş. Akşama doğru oğluna tüyoyu vermiş ki gece taze biçilmiş o tarlaya soksun koyunları... Babasının tavsiyesi üzerine yatsı gibi sürmüş koyunları... Ziyan derdi de olmadığı için kafası rahat, sürüyü çevirme gereği duymamış... Mal kütür kütür yayılırken ayın aydınlığında fark etmiş veya bir başkasının uyarısıyla ayıkmış; meğer tarlanın ortasında kalan büyük bir kısmı henüz biçilmemişmiş. Sürüyü çevirip çıkarmış, ama iş işten geçmişmiş, bu vakte kadar basbayağı yaymış elin nohudunu. Bir iki dolaşımdan sonra biçimin yarım bırakıldığını nereden bilsin, ilk bakışta tarla tamamen biçilmiş gibi görünüyormuş. Neyse, olan oldu artık... Durumu anlatınca babası da şaşırmış, çünkü biçerin tarlaya girip biçmeye başladığını kendi gözleriyle görmüştü...

    - "Yapacak bir şey yok, tarla sahibi falancaya git, vaziyeti anlat, zararını karşılayarak helalleş" demiş. 

    Oğlan gittiğinde nohut sahibi de olgunlukla karşılamış ve;
    - "Olur böyle şeyler. Bizim tarlanın biçilen kısmından şu kadar nohut geldi, kalanından da bu kadar bekliyorduk, onu verin yeter." demiş. Demiş ama, istediği miktar çok fazlaymış çünkü o kadar nohudu kimse kaldırmamış. Bu yüzden itiraz edecek gibi olunca;

    - "Madem helalleşmek istiyorsun, şartım budur!" deyip kestirip atmış... Dediği miktarı ödemek zorunda kalmışlar... Yalnız benim bu halkada öğrendiğime göre, olay tam da çobanın düşündüğü ve bize anlattığı gibi değilmiş. Hikayenin yeni versiyonunu anlatayım, okurlarsa çoban tarafı da eksik kalan bu kısımdan haberdar olsun...

    Biçer aynen babasının gördüğü gibi tarlaya girmiş. Bir veya iki kez tarla çevresini dolaşarak biçmiş de... Yalnız biçerci dene çıkmadığını fark edip hemen tarla sahibini aramış, 'Böyle böyle, ne yapalım?' diye... O da 'Madem dene yok, biçme, boşuna biçer parası vermeyeyim' deyince tarlayı öylece terk etmiş. Yani bizim çobanın ziyan yaydığı filan yokmuş...

    Bu olay anlatıldıktan sonra tarla sahibini koro halinde ayıpladık. Çaylarımızı yudumlarken biri, herkesin böyle olmadığını, harama helala, haklı haksız kazanca dikkat eden nicelerinin de toplumda hala varlığını sürdürdüğünü bir örnekle anlattı, içimize su serpti...

    Olay yine güncel... Yenilerde yaşanmış yani... Malum köyümüzde çok patatesçi var şu sıralar... Tarlaya bir tesis kurarken çevresindeki mahsullere zarar verilmiş. Direk mi dikiyorlarmış, öyle bir şey... Patates eken yabancıya öncülük eden Anıtkayalı demiş ki "Madem komşu tarlalara zarar verildi, o halde bu zararı karşılamak gerekir." Böylece zarar gören tarla sahiplerine makul bir miktar nakit ödemesi yapılmış. Buraya kadar her şey normal... Bizim köylüler bu ödemeyi almış kabul etmişler, bu da gayet normal... Yalnız içlerinden birinin hanımı, kocasını uyarmış;
    - "Len Herif, biz tarladan bu gadâ gazanamıyoz. Bu para fazla, git yarısnı geri ve bâli..." Sonuçta parayı iade edip etmediklerini bilmiyoruz, bu önemli değil zaten... Önemli olan böyle bir hassasiyet gösterilmiş olmasıdır...

    Erdemli davranış hepimizin takdirini kazandı. Derken halkamızın büyüğünün aklına daha eskilerden bir olay gelmiş, onu anlattı. Yine bizim köyde yaşanmış. Elektrik direklerine tel çekildiği dönem olduğuna göre galiba 1972-73... Daha yenilerde, bir kaç yıl önce yaşanmış da olabilir, emin değilim... Direklere tel çekiyorar. Kamuya ait işlerdeki laubalilik bunlarda da var... İki kişi çekiyor, biri onların başında ne yaptığı belli değil... İki kişi iki direk tepesinde, yedi kişi direkler arasında, kim kime dum duma... Şoförü sorarsan minibüste uyukluyor ve daha buna benzer manzaralar... Yemek molasından sonra bir saat çalıştılar mı çalışmadılar mı belli değil, boşta gezenlerden birisi 'Teyze bir çay demlesen...' demiş... Anıtkayalılar oldum olası misafire ikramda cömerttirler. Kadın, işçilerin ricasını ikiletmemiş, hemen demlediği çayı yollamış. Kalabalık ekip, daha mesai bitimine iki saat varken o vakti çayın başında geçirmişler. Sonra eyvallah... 

    Beride bu olanları gözleyen ve kocası da benzer bir kuruluşta çalışan kadın dizini dövmüş;
    - "Heyvaak! Yoosam benim herif de mi eve bööne ekmek getiriyo!" diye kendi kendine hayıflanmış...

    İki Anıtkayalı kadının hak terazisinde hassas tartımları gerçekten sevindirici ve gıpta edilmesi gereken bir husustu. Ne yazık ki böyle insan tipinin azınlıkta olması, sadece Anıtkaya'nın değil bütün ülkenin genel sorunu olduğunda hemfikirdik. Birisi dedi ki;

    - "Ne zaman köyde böyle insanlar çoğalır, işte o zaman başta söylediğimiz kuraklık veya diğer doğal afetlere dayalı verimsizlik, bereketsizlik, genel ekonomik çöküntü gibi kötü gidişler düzelme yoluna girer. Çünkü asıl sebep insan unsurundaki bozulmadır..." Sohbet halkasındaki bir başkası lafa girdi;

    - "İnsan karakterindeki bozulma önemlidir, ama iyi ve dürüst insanlar hiç bir toplumda hiç bir zaman çoğunluk olmamışlar, hep azınlıkta kalmışlardır. Buna örnek olarak bütün Peygamberlerin ortaya çıkışı gösterilebilir. İnananları hep toplumun alt tabakasından bir avuç insandır... Dolayısıyla boşuna iyi insanların çoğalmasını beklemek yerine iyi insan olmaya bakmalıdır. O bir kaç iyinin yüzü ve gözü suyuna Allah bütün toplumu abad eder."

    İsim vermedim, naklettiğim olayların kahramanları Anıtkayalı gerçek kişilerdir. Yine isim vermediğim halkadaki gerçek kişilerle işte bunları konuştuk...



09 Eylül 2025

O Güdüyo Ben Çeviriyon

 
    Dün küçük çobanlar mevzusunu yazdık, sohbet konusu koyun ortakçılığıydı, bugün Hacapo (Abdullah Erdem)den benzer bir hikaye dinledik. Hacı'nın küçük yaşlardayken inek, dana çobanlığını biliyorduk. Bu kez koyun çobanlığına nasıl başladığını anlattı.

    Çakırmehmet bu bölgede çok etkin ve itibarlıymış. Çevre köylerin hemen hepsinde ticari faaliyetleri var, alıyor satıyor sürekli... Bu arada köylerde en az bir ortakçısı da bulunurmuş. Koyun, keçi fark etmiyor; ağalık edip birine sürüyü teslim ediyor... Mütemadiyen bu köyleri dolaşarak hem alavere yapıyor hem de ortakçıların takibini yapıyor, böyle hareketli bir hayatı var...

    Babası 1961 yılının Ekim-Kasımında Osmanköy'deki ortakçısından sürüyü alıp getirdiğinde Abdullah 12-13  yaşlarındadır. Yüz civarında koyundan ibaret küçük sürü artık ona emanet... Daha önce hiç deneyimli bir çobanın yanında çeltiklik filan da yapmamış. Bu, ilk koyun çobanlığı olacak... Ancak içindeki hevesle pek de zorlanmamış.

    Daha o dönemde köyün geniş arazisi, asfaltın iki yanında dönüşümlü ekilir, bir taraf ekin ise diğer taraf nadas olurmuş. O senenin durumuna göre, koyunlar batı tarafında güdülüyor. Abdullah da önüne kattığı sürüsünü herkesin güttüğü yerlerde dolaştırıp geliyor. Bu iş hoşuna gittiği için zorluk çekmemiş, tabi kendisine yardımcı olanlar da bulunmuştur. Buna ihtiyaç duyup duymadığı belli değil, kendi halinde dört beş ayı sorunsuz geçirmiş...

    Sonraki günlerde bazı koyunlardaki tuhaflığı fark etmiş. Nihayet bir gün o koyunlardan birinin kuzulama vakti erişmiş. Daha önce böyle bir tecrübesi yoktu, dolayısıyla kuzulatmanın acemisi... Burada imdadına Yumrukların Ahmet Ağa yetişmiş... 'Hayvanı şööne devircen, şurasını şööne galdırıp burasını böönece basdırcen. Guzuyu çıkardıkdan soona emzirip yalatcen...' filan diye hem göstermiş hem kuzulatmış. Gözlemlediği bu ilk olay ile bizimki aslında kuzulatmayı kavramış, kendine de güveniyor. Fakat Ahmet Ağa;
    - "Bubana de de 150 lire vesin, dölünüzü alıveren" diye teklifini yapmış. Döl almak bir koyuncu terimi, mevsimi geldiğinde guzuleci koyunların hepsini kuzulatana kadar sürüyü gütmek oluyor. Bizim Hacı bir görüşte kuzulatma işini kapmış, ama Ahmet Ağa onun bir çocuk ve tecrübesiz olduğunu düşünerek bu işin üstesinden gelemeyeceğini hesap ediyor.

    Madem bunlara bir çoban lazım ve madem hep buralardayız bari o kişi ben olayım, diye düşünmüş olabilir Ahmet Ağa... Çakırmehmet bu teklifi kabul etmemiş. Belki istediği ücreti yüksek buldu, belki  ona güvenmedi, yahut başka bir gerekçesi var... Dedik ya, her köyde tanıdıkları var, çevresi geniş... Gitmiş, döl alması için Beyköy'den bir çoban getirmiş; adam yetmiş yaşında...

    Beyköylü ihtiyar çobanla yıldızı pek barışmamış. Aliyeninguyu civarında güdüyorlar mesela, yolun öbür tarafına bölündü sürü... 'Git çevir şunnarı' diyormuş, sonra yolun kendi tarafındakileri de çevirmesini istiyormuş. Hacı'nın tepesi atmaya başlamış, zira adam oturduğu yerden çobanlık yapıyormuş. İlginç bir tabirle 'sürüyü o güdüyo, ben çeviryodum' diyor... Nihayet dayanamamış ve;
    - "Le galkıp o yandekileri de kendin çevirsen ya!" diye gürlemiş... 

    Çakırmehmet erken uyurmuş zaten, o gece de ilk akşamdan yatmış. Odada kalan çoban, Ağa uyuduktan sonra usulcecik eşyasını toplamış ve çekip gitmiş. Abdullah Abi bu gidişten memnun, ama sabah olayı öğrenen babası 'Çoban buluyoz adamı gaçırıyonuz, ne haliniz varsa görün!' diye çıkışmış... Yine bir başına kalan oğlu halinden şikayetçi değil ki, mutlu mesut ve başına buyruk çobanlığına devam etmiş.

    Ahmet Ağa'dan öğrendiği teknikle çoğu koyunu kuzulatmış. Bu arada fırsatını buldukça tecrübeli çobanlardan yardım istemekten çekinmemiş. Mesela Eselerin Hüseyin Eminç o sırada Gobaklarda çobanmış, sürüsüne ve kendisine gözkulak olmasını rica etmiş. Kabul etmiş bunu Hüseyin enişte... Hatta ertesi gün sürüyü ağıla getirmesi konusunda da sözleşmişler...

    Tabi Çakırmehmet de boş durmuyor, onun da planı var:
    - "Yarin sürüyü Beyköy'e sürün" demiş. Orada yeni bir ortakçı bulmuş meğer... Oysa, o vakte kadar 80 kadar koyunu kuzulattığını söylüyor Hacı... İşi hemen hemen öğrenmişmiş yani.

    Çaresiz götürüp teslim etmişler Beyköy'deki ortakçıya... Sonrasının önemi yok... Köye döndükten sonra gözü bir şey görmemiş; koyunu güttüğü, çevirdiği, suladığı vb. sürüyle vakit geçirdiği her yer zindan olmuş. O kadar alıştığı ve sevdiği koyun çobanlığında ilk ve son deneyimi böyleymiş...



07 Eylül 2025

Alagabaklar

 
    Çocuklar eskiden çok erken hayata atılırlarmış. Kız çocukları ev işlerini, fırın işlerini daha oyun çağları bitmeden öğrenir, ayrıca aynı dönemde çeyizlerini hazırlamaya da başlarlarmış. Oğlan çocukları ise hem oynar hem çobanlık yapar, hem oynar hem ileşberlik öğrenir, hem oynar hem büyürlermiş. Şimdiki gibi el bebek gül bebek değiller yani...

    1976 veya 77 Haziran ayı idi, son haftasındayız, okullar tatile girecek. Rahmetli Kemik Mehmet Patlar okula gelmiyor. Ali Zafer Durna öğretmenimiz... Neden gelmediğini sordu, bilen yok... Derken eski asfalttan gürültülü bir kalabalık geçtiğini gördük. Sağlık ocağı inşaatına giden ustalar, işçiler... Aralarında bizim Mehmet de var ve bir gözü bizim sınıf penceresinde... Galiba abisinin de bulunduğu kalabalığın arasından bizim sınıfa bakarken 'Ben büyüdüm, işe gidiyorum, ne işim var sınıfta!' der gibiydi...

    Geçen gün birisi anlatırken duydum. 'Üç veya dördüncü sınıftayken öğretmen beni çifte giderken gördü, çok korkmuştum.' diyor... Korkusunun sebebi, okulda olması gereken bir saatte onu dışarıda gördüğü için kızacağını düşünmesiymiş. Ertesi gün okula vardığında hiç de kızmamış öğretmeni. O kadar küçük bir çocuğun çifte yollanmasındaki acınası durumu fark etmiştir öğretmeni, çocuğun kızılacak bir yanı kalmamış ki... Dediğine göre bırak pulluk kaldırmayı, öküz koşmayı; o yıllarda an tümseğine veya bir taşa yanaştırmadan eşeğe bile binemezmiş...

    Benzer hikayeleri Dayımdan da dinlemiştim. İçlerinde o yaşta çift sürme, mal gütme, bol bol korku, biraz ürperti, ara ara komedi ve her şeyiyle buram buram çocuk saflığı bulunduran hikayeler...

    Öküz gütmeye tek başına göndermezmiş Dedem... Geceleri de kırda kaldıkları için, bir büyüğe teslim eder onun yanından ayrılmamasını tembihlermiş. Bir keresinde Aşşağılıların Osman Öncül emminin yanındaymış. Demiş ki 'Ha yiyenim, sen gündüz çevir, ben gece güden!..' Böyle  adil(!) bir işbölümü yapmış rahmetli... Dediğini uygulamışlar; Dayım gündüz akşama kadar büylek ile dellenen malların peşinde koşturur durur, gece olduğu zaman da Osman emmiye nöbeti devredermiş. Emmi de herkesle birlikte uykusu gelince vurur kafayı yatar, sabah gündüz saatlerine dahil olduğu için malları toplamak yine Dayıma düşermiş...

    Bir gece Hacıahmedinguyu civarındalar... Hangi büyüklerin yanındalar, başka hangi küçükler var hatırlamıyor. 'Alagabaklar gelir sizi yer, sakın uyumayın' diye korkutmuşlar. Gelecek olan bu korkunç şeylerin neye benzediğini bilmiyorlar; hayalet mi, hayvan mı, yoksa başka bir mahluk mu ondan da haberleri yok. Korkuyorlar ama, çocukluk işte, bir ara dalmışlar uykuya... Sonra kuş sesine mi uyandılar, kabus mu gördüler, başka bir şey sebebiyle mi silkindiler, ne olduysa uyanmışlar ki bir de ne görsünler... Uzun, kocaman bir yaratık kollarını açmış üzerlerine abanacak... Korkmaya, bağırmaya, çığlık atmaya bile dermanları yok o haldeler... Gördükleri şeyin kuyunun gövdesi ile sereni olduğunu anlayana kadar canları çıkacak gibi olmuş...

    Alagabak numarasını her çocuğa yaparlarmış. Gelip sizi yiyecekler, çocukları sevmezler, gözünüzü oyarlar, gagalayıp giderler, çok küçük olanları yanlarında götürürler... gibi türlü hurafelerle belki ilk defa kırda geceleyen çocukların kafasını karıştırırlarmış...

    Dayım biraz daha büyüyünce, belki bir iki sene sonra sadece mal gütmekle kalmamış, gündüzleri çift sürmekle de görevlendirilmiş. Lakin mesela öküzleri boyunduruğa koşamazmış. Dedem sabah koşuverir gidermiş, kazara öküz zevleden fırtarsa filan birinin gelip tekrar koşması lazım, ne kadar büyüdüyse artık... Mesela Gaklık'ta böyle bir şey olmuş, öküzün biri boyunduruktan boşanmış, aksi gibi oradan kimse geçmeyince iş öylece kalmış. Akşama Dedem gelip bakmış, tarla evlek kestiği gibi duruyor...

    Galiba 1965 filan... Dayım 12-13 yaşında... Azatardı mevkiindeler, yalnız değil, ortalık şenlik... Hatırladığı kadarıyla Bilallerin ÖmerAğa, Böbülerin Hasan Hüseyin Emmi, Patırın Bekir Dayı filan varlar... Daha başkaları da vardır belki, olayın içinde bizzat bulundukları için bunları unutmamış...

    Dedem sabahları ekmek getiriyor, evlek kesip gidiyor. Evlek kesmek o günkü hedefi belirlemektir, şuraya kadar tarlayı sür diye işaretlemiş oluyorsun. Onun dediği yeri sürene kadar da hemen hemen ikindi oluyor, öküzler acıkıp yoruluyorlar. Bu yüzden akşama doğru çift sürmeyi paydos edip hayvanları Çatalınguyu'dan suluyorlar,  sonra ver elini Dağ... Hayvanları yayarken kendileri de orada geceliyorlar. Sabah kalkınca tarlaya varıp çifte devam. Birbirine benzeyen günler böyle akıp gidiyor...

    Bekir Yırgal'ın Azatardı'nda bulunma sebebi de aynı, O da gündüz çift sürüp gece dağda malları doyuruyor. Yalnız o sırada Gödeşlerde bekar, Gödeşlerin de o mevkide tarlası var. Hatta Gödecin Mısdık Ağa her sabah bekarı kontrol amacıyla tarlaya geliyor, Dedem gibi...

    Bilallerin Ömer Ağa ve Böbülerin Hasan Hüseyin emmi de herhalde çift sürüyorlarmıştır. Ömer Ağa ile Salih Kabadayı emmi sağdıçlar, Hasan Hüseyin emmi o yaşta Gocabubasına emanet edilmiş olabilir. Gerçi ne kadar küçük olsa, yine de Bekir ve Bahtiyar'dan büyüktür, kendi başına da çift sürebilirdi herhalde...

    Aralarındaki dört beş yaşın ne kadar önemli olduğunu anla; Dayım, Hasan Hüseyin emminin yanından ayrılmaz, O da Dayımı her şeye karşı korur gözetirmiş... Hasan Hüseyin, Bekir ve Bahtiyar'ın doğum tarihleri sırasıyla 1948, 50 ve 52'dir. Yani olay sırasında 17, 15 ve 13 yaşındalar; anlatacağım olayı o yaşlardaki çocukların ruh halini de göz önüne alarak değerlendirmek lazım...

    Mutad olduğu üzere o gün de ikindiye doğru çifti bırakıyorlar. Kuyudan öküzleri suladıkları  sırada Hasan Hüseyin emmi Dayımı yine çağırmış 'yanımızdan ayrılmayın' diye... Esasında aynı bölgede çalışıp, aynı bölgede yemeklerini filan beraber yedikleri için sürekli bir arada bulunuyorlar. Fakat o gün nedense Bekir dayı 'A-ah!' diye diretmiş, Dayıma 'biz ayrı gidem' demiş.

    Yine de Balaban'a kadar hep beraber malları sürmüşler. Bekir kafaya koymuş, orada ayrı kamp kuracaklar. Tabi kamp dediğim kepineğe bürünüp yatmaktır... Dağda normalde açık alanlarda yatarlarmış. Bizimkilerin kafası tersine çalıştığı için Bekir 'ille de orman içinde yatam' diye tutturmuş. Öyle yapmışlar...

    Eşekleri yularlarından çalıya bağlamışlar. Öküzler için tedbir almaya gerek duymamışlar. Herhalde onların kaçmasına ihtimal vermemişler. Yahut her ne düşündülerse, eşekleri bağlayıp öküzleri salıvermişler. Uyumadan önce yaptıkları en önemli şey bu...

    Gecenin bir yarısında uyanıp bakmışlar ki öküzler yok. Eşekler bağlandığı yerde tîsırıyorlar, toynaklarıyla yeri döğüyorlar filan; ama öküzlerden eser yok... Gayet doğal olan bu durum bizim uyku semesi çocuklara şaşırtmış olmalı. Telaşlanmışlar, arayan gözlerle sağa sola bakınmaya başlamışlar... Derken o gri karanlıkta Bekir, Gödeşlerin ak öküzü görmüş. Bu hayvan çok gösterişli, iri yarı bir şeymiş, orman arasında bile fark edilmemesi mümkün değil... 

    Goca öküzü bulduğuna sevinmiş Bekir, demek ki diğerleri de buralarda diye düşünmüş. Gelvelakin hayvana kızmış da biraz... Kızgınlığını belli etmek ve yakınlarda yayıldıklarından kuşku duymadığı diğer öküzlere gözdağı vermek istemiş. Büyük kütümekli değneği iki eliyle kaldırıp hayvanın sırtına indirirken 'Bilmemnetdimin malı!' diye bir küfür savurmuş... Fakat... O kadar gerinip küfürle de destekleyerek indirdiği değnek öküzün sırtını değil doğrudan yeri dövmüş. Sanki o anda goca ak öküz maddesi, cismi olmayan şeffaf bir şeye dönüşmüş de değnek içinden geçmiş gibi...

    Bu durum, bizim iki küçük kafadarı her şeyden çok korkutmuş. Gözlerinin önündeki goca öküz nereye gitti de değnek yeri dövüyor... Yoksa öküz olarak gördükleri öküz değil mi?.. Değilse ne?.. Alagabak?!!... 

    Korku ve panik arasında besmele çekmeyi akıl etmişler. İşte o anda, ne olduğunu anlayamadıkları goca ak öküz ortadan kayboluvermiş. Artık yok... Rahatladılar mı, daha çok mu korktular orası belli değil... Bir nebze sakinleşmiş olabilirler...Tekrar yatıyorlar, ama uyudular mı uyumadılar mı, sabahı nasıl ettiler, hiç sorma...

    Sabah yine telaştalar, çünkü öküzler hala kayıp... Hayret bir şey, eşekler bağladıkları yerde, ama öküzler yok... İkisi birden gün aydınlığında kayıpları aramaya çıkıyorlar... Nihayet buldular... Buldular, ama bu kez de eşekleri bağladıkları yeri bulamıyorlar... Bekir demiş ki 'Sen öküzleri tarlaya götür, ben eşekleri bulup getiren...'

    Dayım iki çift öküzü sürmüş Azatardı'na doğru... Lakin her zamanki mevkiden yola çıkmadığı ve de yalnız olduğu için yanlış tarafa yönelmiş ve vara vara Gambırarifinguyu'ya varmış. Hadi bakalım, oradan dön tekrar Azatardı'na doğru...

    Bütün bunlar olurken vakit de kuşluğa yaklaşmış. Gödecin Mısdık Ağa her zamanki saatte tarlasının başına varmış ki ne bekar var, ne öküzler... Dedem de aynı şekilde tarlayı boş görünce, elindeki ekmek çıkısını azada asıp dağın yolunu tutmuş. Tahmin etmiş çocukların başına bir şey geldiğini... Ormana girdiğinde anırtıları takip ederek eşekleri bulmuş. Meğer geceyi aç susuz geçiren bu hayvancıklar dertlerini anırarak anlatmaya çalışıyormuş. Az sonra aynı sese Bekir de gelmiş, hep beraber tarlaların yolunu tutmuşlar. Bu arada öküzlerle yolunu kaybeden Dayım da Azatardı'na ulaşmış. O gün bir kaç saatlik gecikmeyle çifte başlayabilmişler...

    Çocukların biri Ağa'ya, diğeri babasına durumu nasıl açıkladıklarını bilemiyoruz. Büyüklerin bütün bu macerayı yaşayanların nihayetinde çocuk olduğunu hesaba kattıklarını zannetmem. Burada daha korkunç olan şey ise 15 yaşındaki Bekir Yırgal'ın bekar durabildiğidir. O yıllarda çocuk bekarlar sıradan ve çok yaygınmış...



02 Eylül 2025

Halibanağanın Çeşme

   
    İlbulak dağ sırasında Resulbaba tepesinin kuzeyine uzanan İnceburun düzlüğü bulunuyor. Batıya doğru ilerleyince ona benzer geniş bir Dombeyalanı düzlüğü ile, daha küçük Demirce düzlükleri diziliyor. Orman içinde ağaçsız bu düzlüklere alanlık da deniliyor. Tabi yüksek olmaları sebebiyle buralara plato da denilebilir.

    Dombeyalanı ile Demirce arasında, daha sıradağ yüksekliğinden kurtulup vadi inişine tam geçilmediği çanak başlangıcının tatlı meyilinde bir çeşme bulunuyor. Demirce ile Şerafettinemmi gibi iki kuru çeşme arasında şırıltılı sadece kendisi bulunan bu çeşmeyi keşfedeli altı ay olmadı. Bilebildiğim kadarıyla onu anlatacağım.

    Garadelinin Halil İbrahim Kızılyel tarafından yapıldığı için böyle adlandırılıyor. Daha önce söz edildiğini duymuştum, ama Halibanağanın çeşme tam olarak nerededir bilmezdim. İlk Almalı yürüyüşünde nasıl karşılaştığımızı anlatmıştım. Demirce düzlüğünden doğuya doğru hafif sarkınca onu göreceğimiz söylenmişti. Büyük dalları kurumuş koca bir söğüt gövdesini fark etmemek mümkün değildi zaten. Çeşme de hemen onun yanında. Çok yakında görülüyordu, ama ulaşmamız zor oldu. Çünkü yol yok, sıkıntılı bir patikadan ilerlemek zorundasınız...

    Biz gördüğümüzde siçanguyruğu tabir edilen miktarda şırıldıyordu. Büyük ve hantal görünümlü iki ahara akan bu su malesef aharlarda durmuyordu. Kırıklık ve patlak, çatlaklardan su akıp gidiyor. Bir de çeşmenin gövdesi yok, dolayısıyla lula da bulunmuyor; bir bütün boru özentisiz uzatılmış, işte eser miktarda su o borudan akıyordu. 

    Buna rağmen bu ilk karşılaşmamızın ayrılığında, çeşmesinden ayrılırken Halibanağa'yı rahmetle yad ettik. Çeşmeyi neliklerle yaptığını, hangi kıt imkanlara kafa tuttuğunu hem gözlemlemiş hem de çoğu kişiden dinlemiştim. Almalı'ya doğru geçip gittik...

    Bu çeşme tekrar gündemimize girdikten sonra yapılış hikayesine dair ilginç ayrıntılar öğrendim. Bizim şimdi piyade olarak zor ulaştığımız bu noktaya eşekle malzeme taşıdığını, günlerce burada yattığını, sadece cuma namazı ve ertesi günkü pazarda köfte satmak için köye gittiğini, yardımcı olarak arada sırada yanında Selami'nin görüldüğünü, bu sırada en dişe dokunur yemeğinin bulgur pilavı olduğunu, bütün bu süre zarfında hiç ihmal etmediği namazlarını nasıl huşu içinde kıldığını filan şahitlerinden dinledim.

    Halibanağa'nın çeşme nasıl gündemimize girdiğini anlatmam lazım. Şamlı tamir edilirken, orada çalışanların ilhamını rahmetliden aldıklarını ve her sözü geçtiğinde kendisinden nasıl sitayişle bahsettiklerini fark etmiştim. Bu arada onun çeşmeyi de bu ekibin tamir ettiğini orada öğrenmiş oldum. Hani lula yerine rastgele uzatılmış boru filan demiştim ya yukarıda, işte onu uzatan bunlarmış; yani Meşhur, Tekeli ve Kuşçu... Meğer iki yıl önce Halibanağa'nın çeşme dinikmiş. Bunlar önce kuyuyu bulmuşlar, sonra eski künklerin içinden o boruyu geçirerek çeşmenin belli belirsiz gövdesinden aharlara uzatmışlar. Böylece çeşme siçanguyruğu da olsa akmaya başlamış...

    Geçen hafta Şamlı tamiri sırasında Meşhur usta, bir sonraki projenin Halibanağa'nın çeşmenin yeniden düzenlenmesi olduğunu söylemişti. Geçtiğimiz günlerde bu işe başlandı. 250-300 metrelik bir yol ve üzerinde iki köprü yapıldı. Yeni çeşme yeri için alan açıldı, dinmek üzere olan çeşme standart siçanguyruğu suyuna kavuşturuldu. 

    Bir kaç hafta sonra tesviye betonu atılacak ve o düzgün zemine yeni aharlar yerleştirilecek. Halibanağa'nın ellerinin değdiği orijinal lula çöğürlerin arasında bulunmuştu, o da ait olduğu yere, yeni yapılacak çeşme gövdesine yerleştirilecek.

    Yeni yapılacak çeşme gövdesine ayrıca, bunun rahmetli Halibanağa hayratı olduğunu anlatan basit ibareli bir mermer plaka yerleştirilecek. Bakarsın bundan sonra Halabinağa'nın Çeşme, o mevkiye de ad olur...



31 Ağustos 2025

Şerafettin Emmi Çeşme/leri


    Bugün Halibanağa'nın çeşme yolu için Demirce'de kepçe çalışırken can sıkıntısı bastı, Almalı'ya varıp geleyim dedim. Artık yolu biliyordum, Dombeyalanı'nı aşınca Almalı vadisine iniyordunuz. Öyle yaptım, Almalı çeşmelerine varmadan yolumun üstündeki Şerafettin Emminin çeşmeye uğradım.

    Baharda buraya ilk geldiğimizde aynen böyle karşımıza çıkmıştı. Önce bunu yukarı Almalı çeşmesi zannetmiş, fakat Almalı'nın karşı yamaçta olduğunu, bunun Şerafettin Azbay emmi tarafından yaptırıldığı için onun adıyla anıldığını öğrenmiştim. 

    Aharları ve gövdesiyle gayet muntazam bir çeşmeydi; lakin işte ne boş aharların sağlamlığı işe yarıyor, ne de kuru lulanın güzelliği... Baharda akmıyordu burası, şimdi ise o zaman akanlar bile dinmiş... Dolayısıyla yine kupkuru bir manzarayla karşılaştık.

    Burada dağdaki çeşmelerin genel sorunu olan mevsime bağlı su azalması ve kaynak kuruması hususlarını bir kenara bırakıp, Şerafettin emminin çeşme hakkında yakınlarda yaşanan bir tartışmayı ele almak istiyorum.

    Sosyal medyada çeşmenin bir fotoğrafını paylaşmıştım. Turabilerin Ahmet Külte, babasından duyduğu bir bilgiyi nakletti ve bu çeşmenin aşağısındaki derede başka bir çeşme daha olduğunu, ikisinin de Şerafettin'in çeşme diye bilindiğini söyledi. Sonra bu bilgiye itirazlar yükseldi. Deredeki o çeşmenin Haceller (Hacı Aliler)in çeşme olduğu, Şerafettin Azbay ile alakası bulunmadığını söylediler. 

    Bilgim olmayan konularda susar, ortalığı dinlerim; tartışmaya katılmam. Ben de öyle yaptım, fakat içimden bir ses iki görüşün de haklı olabileceğini söylüyordu...

    Neyse, tartışma orada kaldı. Geçende Şamlı'da çalışırken Meşhur Abi konu nasıl geldiyse bilmiyorum, Hacellerin çeşme kuyusunu nasıl bulduğunu anlatmaya başladı. Söz bittikten sonra çeşmeyle ilgili tartışmayı sordum 'Yok, orası Hacellerin çeşme' dedi. Yine itiraz etmeden dinledim, ama kafamdaki iki tarafın da haklı olabileceğine dair kanaatte bir değişiklik olmadı...

    Sülale araştırmasından aşinayım, Eğret tarihinde iki tane Hacı Ali var. Aslında hacca giden her Ali potansiyel bir Hacı Ali'dir. Lakin hacı ünvanı lakaplaşıp isme dönüşen, hatta bununla da kalmayıp sülalesine ad olan iki tane Hacı Ali bulunuyor. 

    İlk ve en çok bilinen Hacı Ali, Veyislerden Daldal Hüseyin'in torunlarından olup Şebek Ahmet Dadak'ın babasıdır. Bu Hacı Ali Dadak, adını kendi ailesine sülale ismi olarak bırakmış ve Haceller sülalesinin atası olarak 1952 yılında vefat etmiştir.

    İkinci Hacı Ali ise ilkinden bir asır kadar önce yaşamış olan İdris oğlu Hacı Ali'dir. Şimdi hepsine birden Hacılar sülalesi dediğimiz Arzımanoğullarından olan Hacı Ali, aynı zamanda Tanzimat sonrasında atanan ilk Eğret muhtarı olduğu kayıtlarda var. Körhoca dedemin annesi olan Nazik ninemizin baba adı nüfus kayıtlarında hala Hacı Ali olarak yazılıdır ve bahsedilen İdris oğlu Hacı Ali'nin kızıdır.

    Tamamı Azbay soyadını taşıyan Hacılar sülalesine mensup herkesin mutlaka Hacı Ali ile bağı bulunmaktadır. Buna rahmetli Şerafettin Azbay emmi de dahil...

    Şu halde çeşmenin altındaki derede bir yerlerde bulunan çeşmeye Hacellerin diyenler de, Şerafettin'in diyenler de haklı olabilir. 

    Aslında gereksiz bir tartışmayı uzatmak değil gayem. Burada üzerinde durmamız gereken asıl husus ikisinin de akmıyor olmasıdır. Şerafettin emminin kamyonuyla buralara kadar inşaat malzemesi indirdiğini söylüyorlar. Dediğim gibi, muntazam görünümlü bir çeşme yapmış. Ne zaman dindiğini ve dinme sebebiyle ilgili bir çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. 

    Deredeki çeşme kuyusunun bulunduğunu söylemiştim. Neden akmıyor, yapılabilecek bir şey var mı diye Meşhur ve arkadaşları incelemişler. Kuyuya ulaştıklarında malesef orayı kupkuru bulmuşlar. 

    Bugün Almalı yürüyüşünde gözlemlediklerimi, demir tavında dövülür esasınca hemen yazayım dedim. Sonuç; elverir ki Şerafettin emminin çeşme için bir şeyler yapılabilir... Böylece Almalı'nın sol yanağı da yeşerir...




29 Ağustos 2025

İzmir Karşıyaka'da Angara Helvası

    
    Fahrettin Altay Paşa'nın askerlik hatıralarından oluşan On Yıl Savaş Ve Sonrası adlı kitabından altını çizdiğim bölümleri aktarıyordum. Büyük Taarruz bölümünde 28 Ağustos Eğret baskını ile ilgili birinci ağızdan en ayrıntılı anlatım Paşa'ya aittir. Onları başka başka yazılarda alıntılamıştım. 30 Ağustos Dumlupınar bozgunundan sonra iyice dağılan Yunan ordusu, bir an önce kendini İzmir'e atmanın derdine düşmüş, artık durdurabilene aşk olsun... Banaz, Uşak, Manisa, Salihli derken Türk süvarileri 9 Eylül'de İzmir'e girerek üç yıldan fazla süren işgale son vermişler...

    Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Paşa aslen İzmirli'dir. Yunan işgalinden kurtaran birliklerin kumandanı olarak Paşa İzmir'e girişte çok değişik duygulara gark olmuş. Bu hassasiyetinin satırlarına yansıdığı apaçık görülüyor. Bununla beraber Paşa'nın İzmir'de yakınları vardır, ailesi hala orada bulunmaktadır. Duygulanmasının bir sebebi de bu olabilir. O gün Karşıyaka'daki annesiyle buluşmasını bakın nasıl anlatıyor:

    "Karşıyaka da yalılar boyunda küçük bir evde oturan ihtiyar annemle teyzemi görmek için oraya doğru gittim. İhtiyar Babam ve tüccar olan kardeşim RODOS'a kaçmak zorunda kalmışlardı. İzmir de kalan teyzemin kocası ECZACI YÜZBAŞISI AHMET'i Yunanlılar işgal günü şehit etmişler böylece iki ihtiyar kadın yalnız başlarına ev bekçisi kalmışlar.

    Savaş sırasında zaman zaman gözlerimin önüne gelen evimize yaklaştığım sırada çarşaflı ye uzun boylu ile eğile, eğile gelmekte olan anamı tanıdım. Bilmiyorum nasıl bir duygu içindeydim o anda. Atımı insiyaki bir şekilde O'na doğru sürdüm ve önünde atımdan atlayıp ellerine sarıldım. Annem belki de o anda dünyanın en mutlu insanlarından birisiydi. Önce vatanı kurtulmuştu. Sonra ben, O'nun oğlu muzaffer ordumuzun generallerinden birisi olarak İzmir'e ilk giren süvari birliklerinin kumandanıydım... Ve her şeyden önce beni sağ salim karşısında bulmuştu...

    İşte ihtiyar anacığım çeşitli heyecanlar içinde geçen ömründe bu yeni heyecanın ağırlığına dayanamadı ve:

    «— Vay Fahri'm!..» diyerek düşüp kaldı. Arkadaşlarım O'nu kucakladılar ve evimize götürdüler. Yaşlı anacığım askerlerimizden benim hakkımda bir bilgi alabilir miyim diye dışarı çıkmış imiş...

    Evde biraz oturdum. Teyzem küçük bir tepsi içinde BİR DİLİM EKMEKLE BİRAZ TUZ VE KARABİBER ikram etti. «Hayrola...» diye sorduğum vakit aldığım cevap şu oldu:

    «— İşte evladım son günlerde buna kalmıştık...»

    Hasretimi bir parça olsun gidermiş, bu akşam işlerimin çok olduğunu bu sebeple gelemiyeceğimi ancak ertesi gün öğle vakti yemeğe gelebileceğimi söyledikten sonra tekrar ellerini öpmüş ve görevimin başına dönmüştüm. Yapılacak işimiz o kadar çoktu ki anamıza doya doya bakmamıza bile vaktimiz yoktu."*

    Kahramanların ana sevgisinden bile fedakarlık yaptıkları bir yana, burada benim dikkatimi çeken teyzesinin Paşa'ya ikram ettiği bir dilim ekmekle tuz biber karışımıdır. Adet olduğu için veyahut köklü bir geleneğe dayandığı için değil, yokluktan dolayı önüne konulan bu katığa bizim kuşak ve öncesi yabancı değildir. Büyüklerimizin sık sık karabiber değil (çünkü o bile lüks sayılır pek bulunmazdı) ama kırmızı toz biberle tuzu karıştırıp ekmeği bana bana katık ettiklerini biliriz. 

    Oğlundan dinlemiştim, rahmetli Resul Ayas hoca bu karışıma 'Angara helvası' der, ne kadar lezzetli bir katık olduğunu böyle anlatırmış. Fakirlikten, yokluktan bile lezzet yakalayabilen bir anlayış... 

    Fahrettin Paşa, kendi yaptırdığı Anıtkaya Şehitliği'ndeki 28 Ağustos kurtuluş şenliklerine defalarca katılmış. Resul Hoca bu şenliklerde defalarca konuşma yapmış. Tuz-biberden ibaret Angara helvasından lezzet devşiren bu iki insan, karşılıklı sohbet imkanı buldular mı acaba?...


     *Emekli Orgeneral Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş 1912-1922 Ve Sonrası, İstanbul 1970, s.355-356.



26 Ağustos 2025

Delimısdık/Mustafa Erdem Albümü

 

      Albüm Hakkında 

        

1.

  2.

3.


4.


       5.
        Gayalardan


6.


7.


8.


9.


10.


   11.


   12.


   13.


   14.


   15.


   16.


   17.
        Onyedinci Fotoğraf


   18.


   19.


   20.


   21.


   22.


   23.


   24.


   25.


  26.


   27.


   28.


   29.


   30.


   31.


   32.


   33.


   34.



   35.


   36.


            37.


   38.


   39.


   40.


   41.


   42.


   43.






Tükenmez Hazine


    İmar Planı fotoğraflarına geçmeden önce Şamlı mevzusunu aradan çıkarmak gerekiyor. Tamam, yılın en sıcak döneminde nasıl akıyorsa o standart suyuna kavuştu, artık bu konu da baydı, diyeceklerden bir yazılık daha sabır istiyorum.

    Aslında ben bu işe hikaye derlemek maksadıyla girdim. Şimdiki amacım da hikaye anlatmak değil, ama başa dönelim. Geçtiğimiz bahar aylarında Almalı yürüyüşüne çıkmıştık. Hedefe varmadan önce yolumuza sırasıyla Demirce, Halibanağa ve Şerafettinemmi çeşmeleri çıkmıştı. Almalı çeşmeleriyle birlikte beş çeşmeyi bu yürüyüşte ilk defa görmüş olduk. Daha sonraki bir yürüyüşle de Bahçecik çeşmesiyle tanıştık, bütün bunları daha önce yazmıştım.

    Bir gün Bödününçeşme dindiği haberi geldi, üst taraftaki Kilciçeşmesi ise daha önceden dinikti. Tam onlara üzülmeye vakit kalmadan Gayraklı ile Şamlı'nın da akmadığını söylediler. Almalı'ya kadar faal çeşme yalnız Halibanağa'nınki kalmış oluyordu, çünkü Demirce ve Şerafettinemmi çeşmeleri zaten kuruydu. 15 gün kadar önce Meşhur Ahmet Abi ile bu konuları konuşurken, bir kaç gün sonra Asım Taşkın ile Şamlı üzerine çalışmaya gideceklerini, Halibanağa çeşmesini nasıl açtılarsa onu da açabileceklerini söyledi. Gidecekleri zaman bana da haber vermelerini istedim. Yukarıda belirttiğim gibi, amacım başka, tabi biraz da böyle bir macera yaşama isteğini de itiraf etmeliyim. 

    Böyle başladı çeşmeci ekibe katılmamız... İki gün sonra aradılar, gittik... Vardığımda gözlerine kestirdikleri bir yeri kazıyorlardı, üstü yeşergin olduğundan kuyu buralarda bir yerde olabilirmiş. Bir şey çıkmadı tabi. Sonra çeşmeye en yakın ve yeryüzünde kalmış künk kalıntıları izlenerek en uygun yere kesik atarak bulunması muhtemel hattı takip etme fikri doğdu. Bu arada kesik atma gibi kavramları da öğrenmiş oluyordum. Bundan sonraki 9 günlük süreç hep bu teknikle kazarak ilerledi...

    Millet toprağı kazıyor, belliyor, kürekle atıyor, ter döküyor ve yoruluyordu. Bense bu sürecin en kenarındaki kişi olarak onların yorulmasına üzülüveriyordum. Gerçi bazen işin ucundan tuttum, hatta onlar kadar yorulduğum bile doğrudur; ama kesinlikle onlar kadar fiziksel güç bakımından katkım olmadı. Zaten daha işin başında benden bekledikleri bu olmadığını söylediler. "Sen şurda dur, çay filan demle yeter" dediler. Onu da pek yapmadım. 

    Ne yaptığımı biliyorsunuz, fotoğraf çekip altına bir şeyler yazarak burada yapılanları sosyal medya aracılığıyla duyurmaya çalıştım. Galiba yeterince duyurduk da... İlk gün Meşhur ve Asım'ın yanında bir de Kuşçu vardı. Ertesi gün Emre geldi, Pazar günü Hasan abisiyle birliktelerdi, en son Tekenin Hasan ve Sütçü Mehmet ekibe dahil oldular. Bu arada Şuayip Abi ve oğlu İbrahim, Halil Salman abi de sık sık ziyaret ettiler. Yine Muhtar, Dolak Ahmet, eski Muhtar Mehmet ve Zeki Mola'nın da üşenmeyip oraya kadar geldiklerini unutmadık. Keza Berber Ahmet emmim ve Bahtiyar dayımı, iki gün yanımızda bulunan Ali Omak'ı... Dünkü dört taze delikanlının önemli katkısını zaten biliyorsunuz.  Bu tür faaliyetlerde çocukların ayrı bir rahmet ve bereket sebebi olduğunu biliyoruz, bu anlamda Halil ile Yiğit'i ve yanında oğlunu getiren Kilcilerin Ahmet'i unutmayalım... Yani bütün bu şevklendirici katılımlarda fotoğraf ve video paylaşımlarının etkili olduğunu söylüyorlar. İşte bizim Şamlı tamirinde varsa bir katkımız, bu kadardır...

    Bu arada bir kaç hikaye derledim, not ettiğim o hikayeleri bir ara yazarım. Asıl önemli hikayenin Şamlı tamirinin kendisi olduğunu unutmamak lazım. Bir defa ben çok şey öğrendim, bunların en önemlisi azmin hedefe ulaşmada etkisidir... Düşünsenize, kimsenin yerini bilmediği yer altındaki bir kuyuya ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bir sürü söylenti var, ama somut bir ipucu yok. Aklımda kalan ipuçlarından biri, kuyunun hocalaryemişine yakın bir yerde olduğuydu. Garip olan şu ki, orada hiç hocalaryemişi yok... Rivayet edilen bir bilgiye göre de kuyunun yakınlarında gılik olacaktı. O bölgede meşe pek seyrek olduğunu, çevredeki bütün bütün yeşilliklerin gılik olduğunu söylemeye bile gerek yok... Biri de kuyunun önünde örüldüğü belli bir taş duvar olacağını söyledi. Şiddetli sele maruz kalan o bölgede ne duvar görünüyor ne de düzenli taş bir set... Orada burada rastgele birikmiş taş yığınları dolu... Ha şimdi hatırladım, bir bilgiye göre de kuyunun üstünde ıssırgan dikenleri olacakmış... Allah sizi inandırsın, her gılik kümesinin içi ısırgan benzeri otlarla dolu. Yani sizin anlayacağınız, her tarif sarı çizmeli mehmet ağa...

    Bazen bilgiler de birbiriyle çelişebiliyordu. Biri rahmetli Halibanağa'nın kuyuya erişerek çeşmeyi tamir ettiğini söyledi. Bir başkası da "Aha Halibanağa şuraya kadar kazdıydı" diye yerini gösterdi ki, orası zaten kazılan ve künkün devam ettiği gözlenmiş bir yerdi. 

    Şu gerçek ortaya çıktı, kuyunun yeri kesinlikle bilinmiyordu, üstelik şimdiye kadar hiç ellenmeyen bir yerde olma ihtimali yüksekti. En garanti yol kesik atarak künkü takip etme yöntemiydi. Kazma yordamıyla gitmek en iyisiydi. En iyisiydi; fakat bayır kavranmış, zemin sertleşmiş ve künk derinleşmişti. İşte o zaman malum işgücü çağrımızı yapmıştık...

    Bu arada künk bizi dörtlü bir kavşağa götürdüğünde şaşırıp heyecanlanmıştık. Birden fazla kuyu ile karşı karşıya olduğumuz fikri o gün oluştu. Bu konuda haklı olduğumuz sonradan ortaya çıktı, fakat dörtyol kavşağının aslı da bir kaç gün sonra gün yüzüne çıktı. Sola giden iptal edilmiş yolun eski çeşmeye çıktığını, kıble istikametindeki künk yolunun yarım metre sonra çıkmaz sokağa dönüştüğünü, anayolun sağa gittiğini hep kazarak öğrendik. 

    Kesik atarak garanti ilerleme usulünü bir kaç kere terk ettik ve her seferinde buna pişman olduk. Bu tamamiyle iyi niyetten, herkesin fikrine saygı duyup herkesi memnun etme düşüncesinden kaynaklı bir aksamaydı. Mesela biri gelip diyor ki "Boşuna buraları kazmakla uğraşmayın, bak kuyu deha şorası, gelin şu boğazı kazın..." Hatırı kırılmasın diye, biraz da haklı olabilir, boşuna kendimizi yormayalım düşüncesiyle gösterdiği yeri kazıyorsun. Künk derinleştiği için geniş de kazmak zorundasın, isabet ettiremezsen boşa kazma sallamış oluyorsun. Künk veya kuyu emaresi bir şey yok, işte bu moralleri alt üst ediyordu. 

    Üç dört kere böyle boşa kazılan çukur oldu, her seferinde başa dönüp künk takibine geçildi. Emek ve zaman kaybı... Kesikler arasını kısa tutmak gerekiyordu, bazen iki kesik arasında 3 metre olmasına rağmen künkü kaybediyorduk. Zira üç künkü aynı doğrultuda göremiyorsun, yer altındaki hattın nereye gittiğini tahmin etmek mümkün değil. Hiç hesapta olmayan dirsekler, dönüşler, zigzaglar... Öyle olunca bırak kuyu tahminini, iki metre sonra künk hattının nerede olduğunu bile söyleyemezsin...

    Bununla beraber herkesin kendine göre kuyu yeri tahmini var. Mesela Meşhur sürekli tepeyi gösterdi, Allah'tan isabetsiz bir tahmindi, yoksa oraya nasıl ulaşırdık. Tahmin ettiği yerleri daima değiştiren, her seferinde kuyu bura diye yemin billah eden, gerçek kuyu tahmin ettiği 27 noktadan bir çıkınca "Demedim mi ben size!" diye hava basan abinin kulakları çınlasın...

    Künkleri düzgün bir şekilde dikine indirmeyip zigzaglarla dolaştırmanın bize zorluk çıkarmak için yapılmadığı belli, bunun bir hikmeti olmalıydı. En sonunda suyu dinlendirmek, onu makul bir hızda tutmak, her köşeyi kumluk vazifesiyle kullanmak ve daha aklımıza gelmeyen başka sebeplere bağlı olduğuna kanaat getirdik.

    Hatta kullanılan malzemeler de dikkat çekiciydi. Çeşmeden itibaren 100 metre kadar plastik boru döşenmiş, bunlar 1980'lerdeki son tamirde döşendiği belli... Bundan sonrasında eski pişirilmiş toprak künkler çıktı, ne kadar eski olduğunu bilemeyiz tabi. Yalnız kuyu yakınlarında yontma taştan tünel biçimindeki yolağa bağlanırken iki metre kadar bu künk çevresi betonla sıvanmış. Çimentosuz bu eski beton türünde yumurta kullanıldığını söylüyorlar, zira çimento bu nemli ortamda uzun süre dayanamayıp çürürmüş. Oysa bizim gördüğümüz künk üstü sıva hala sapasağlamdı, o kadar kazma darbesine bana mısın demedi... 

    Sel yolağının denk geldiği bir yere demir boru yerleştirilmiş, bunun ve içinden çelik teller çıkan beyaz betondan mamul künklerin 1965'teki çeşme nakli sırasında Tarım Bakanlığınca karşılandığını tahmin ettik.

    Dağın bağrını yardıkça yeni şeylerle karşılaşıyoruz, hayran olmamak mümkün değil. Süzek denilen sistemin mantığı şu; tabana yalıtım amaçlı çorak/kil serilmiş. Önüne yontma taştan hilal biçimli kapalı bir tünel yolak örülmüş. Bu yolak aynı zamanda set duvar vazifesi görüyor. Sonra hilalin içi rastgele taşlarla doldurulup yığılmış. Böylece D biçiminde bir taş yığını elde edildi. Onun üzerine de toprak yığ, işte süzek bu.

    Çalışma mantığı, kar ve yağmur sularının taşların arasından süzülerek temizlenip berraklaşması ve kil zeminde toplanması esasına dayanıyor. Bu süzeklerden tam üç tane ortaya çıkardık, kim bilir göremediğimiz daha kaç tane var...

    Bir ilginç durum da bu süzeklerin yer altından aynı yontma taş tünel yoluyla birbirine bağlanmış olması. Kepçeyle ararken süzeğin bir bölümünü bozmuştuk, aynı sistem üzere tamiri yapıldı. "Doğal bağlantı yolunu kullanacaksa yine kullansın, isterse kestirme bir yol olarak boru döşeyelim, canının istediği yerden geçip kuyu önüne koyduğumuz ana kumluğa dökülsün." diyor Meşhur usta... İnşallah ilk yağışta bunlardan verim alınır.

    1965 çeşme nakli, 1980'li yıllardaki tamir ile birlikte bu bilinen üçüncü işlem oluyor. Önceki dönemde de bilmediğimiz ayıklama, tamir, şu bu gibi işlemler geçirmiş olabilir. Her işlemde bazı değişiklikler, eklemeler muhtemeldir. Bulduğumuz eski çeşme yeri, kuyu ve süzekler hangisi hangi döneme ait olduğunu belirlemek çok zor. Yalnız bütün bu teşkilatın bir insan ömrüne sığdırılması mümkün görünmüyor. Hele söz konusu olan, yılın sadece belli bir bölümünü İlbulak'ta geçiren bir Aşiret Yörüğü ise... Yani bunların hepsi çeşmenin banisi Şamlı dedenin eseri olmayabilir. O, suyu akıtıp bir yalakta mal sulayacak kadar biriktirmiş ve böylece ilkel bir çeşme yapmış, sonraki nesillerin her biri yeni bir eklentiyle Şamlı çeşmesini oluşturmuştur...

    Şamlı Yörük dedenin mal peşinde koşmadığı zamanlarda bir iki taş koyarak ilk çeşmeyi yapmış olacağına dair sohbet ettik bugün. Onun nasıl yaptığını kesin olarak bilemeyiz, ama şurada çalışanların  Halibanağa'yı rol model aldıklarını gözlemledim. Her seferinde yaptığı ve tamir ettiği çeşmeler için kıt imkanlarla nasıl karınca gibi sabırla çalıştığını anlatıp rahmetliyi yad ettiler. Meşhur, önümüzdeki günlerde aharların tamirinden sonra, mermer tabelaya ismini yazdırıp çeşmesinin alnına koyacağını söylüyor. İyilik ve güzelliğin zamanı aşarak bugüne ulaşması ve bugünün insanına bulaşması ne güzel...

    Yazıyı buraya kadar okuyanların 'Başlık ne alaka?' diye düşündüklerini sanıyorum, oraya geldik. Daha ilk günden sosyal medyada işi duyururken beni uyarmıştı. Buraları kazma amacı hakkında kesinlikle değişik yorumlar yapacaklarını söyledi. Haklıydı, çünkü Meşhur nesiyle meşhur?.. Neye yorarlarsa yorsunlar, sonunda nasıl olsa gerçeği anlayacaklar, diye ısrar ettim. 

    Dediği gibi de oldu, şakayla karışık beklenen yorumlar yapıldı, ama O aldırmadı. Hatta telefon edip aynı gerekçeyle takılanlar oluyordu. Onların bir kaçına "Sizin dediklerinizin sonu var, bir gün gelir biter; ben hiç bitmeyen hazinenin peşindeyim." dediğini duydum. Karşıdaki anladı anlamadı, orasını bilemem; ama ben o sözü duyduğumda şimdi yazdığım yazının başlığını bulmuştum.

    Dediği doğruydu. Sadaka-i cariye, sürekli akan, getirisi (sevabı) hiç bitmeyen sadaka demek oluyor. Akmasına sebep olduğun su akmaya devam ettiği müddetçe senin hesabına kazanç getirecek. Bu tükenmez bir hazine değil midir...

    Sonuçta Meşhur ve arkadaşları bir hazine buldular. Yalnız bu hazineden pay sahibi olanlar çok fazla... Bir kısmını yukarıda saydım. Onların dışında çok istediği halde gelemeyenler, selam gönderenler, dua edenler; erzak, malzeme ve nakdi yardımda bulunanlar, yemek gönderen ablalar, kumanya karşılayan esnaf vb bir çok kişinin bu hazineden hissesini aldığını ümit ediyorum.

    Burada tükenmez hazinenin yanında, görünmez bir başka hazinenin de ortaya çıktığını belirtmek isterim. Bu, azim ve birlik neticesinde neler başarılabileceğidir. Azim ve kararlılığa örnek Halibanağa, birliktelik başarısına örnek de şu son tamir işidir. İki kişi samimiyetle yola çıktı, bir de baktılar ki millet bu iş çevresinde kenetlenmiş...

    Hep derim, bu milleti harekete geçirecek bir kıvılcım lazım, gerisi gelir. Şamlı tamirine yapılan nakdi bağıştan geriye kalan miktar, Halibanağa çeşmesinin yolunu açma ve aharlarını tamir etmeye yetecek kadar var... Sonrası Allah Kerim...