14 Aralık 2024

Üyük'ten 1977

 




    Ayaktakiler sağdan sola: Hasan Çalışır, Davut Azbay, Mehmet Azbay, Ali Saki, Mustafa Keleş.
    Oturanlar sağdan sola: Mehmet Aydın, Süleyman Azbay, Yahya Özdemir, Süleyman Kaya.
    
    Foğtoğraf Kaynak, Süleyman Kaya



Serbest Nostalji Albümü

 

        Tarihi değeri olup da başka herhangi bir kategoriye sokulamayan çeşitli fotoğraflar.



Avcılar

 



    1970'li yılların ortalarında avdan yeni dönmüş avcılar ve avları...

    Soldan sağa; Yumrukların Apil Tüplek, Çolakların Salim Kurt, Musa Tüplek, Eskişehirli Süleyman (Bokuşağın damadının kardeşi), Bekçi Rafi Taşkın ve Halil Tüplek.

    

    
    Mehmet Patlar, İbrahim Seçan, Mehmet Tüblek, Eskişehirli Süleyman, ...?
    Oturanlar, ...? Musa Tüplek, Apil Tüplek, ...?



    İbrahim Seçan, Apil Tüplek, İbrahim Külte, Eskişehirli Süleyman, Musa Tüplek, Halil Tüplek, Şahin Er, oturan Mehmet Salman



    Buradaki fotoğrafların, son karede sağda görülen İzmir/Leventli Partal lakaplı Mustafa Azaplar (Çaparın Ahmet Dadak'ın kayınbiraderi) tarafından çekildiği düşünülüyor.




13 Aralık 2024

Anıtkaya Kayak Merkezleri


    Eskiden en az diz boyu kar yağar aylarca kalkmazdı diye anlatıyor eskiler. 'Goca gar' dedikleri bu dönem bazen cemreleri de aşar Nisan başına kadar uzanırmış. Dambeşlerden kakılanlarla iyice yükselen kar dağları, yolları tünele çevirirmiş. Böyle manzaraların bir kısmına bizim kuşak da şahit oldu. Tabi köy içi böyleyse arazi kim bilir nasıl oluyordu....

    Aslında kar ve arazi deyince akıllara Anadolu'nun doğusu gelir. Oralarda kış döneminin en kullanışlı ulaşım aracı kızaklar. At koşulan bu araç, kaygan kar buz üzerinde kayarak hareket etmeye dayanıyor. En azından filmlerde görülmüştür. Eskiden böyle çok yağdığına göre acaba Eğret'te de kızak kullanılmış mı diye araştırdım; yaygın değilmiş, ama iki kızak kullanıcısını duydum.

    Hacıların Kelsalek Salih Azbay'ın kızağı varmış ve onu tamamen ağıla ulaşım amacıyla kullanırlarmış. Malum olduğu üzere köyün çok uzağındaki ağıllara sık sık gitmek gerekiyordu. Çobanın ekmeği bir yana, bazen koyunlar için ot, saman gibi erzakları da kızakla götürürlermiş. Diğer kızak da Yenimısdık Mustafa Haykır'da... Namlı atlarıyla tanınan Yenimısdık o yıllarda çevre köylere yolcu taşımacılığı yapıyor. En eski dolmuşçuluk gibi düşünülebilir. Tabi bu işi yapıyorsanız mevsim şartlarına göre araç ayarlamanız gerekir. Karlı kış günleri için kızağı varmış. Yani Eğret'in ikinci kızağı ticari amaçlı... Başka da kızak sahibi duymadım...

    Büyüklerin, ulaşımdı, barınmaydı, yakacaktı, yiygiydi gibi sıkıntılarından uzak bizim gibi çocuklar, o vakitler karın eğlence kısmıyla ilgilenirdik. Kardanadam, kartopu, baskı, moturtekeri filan değil, en büyük eğlencemiz gayık gaymek idi.

Gayık gaymek, yüksekçe bir yere çıkıp kendini bayırdan aşağı koyvermek ve en az enerjiyle adeta uçma hissini yaşamaktır. Tarifi güç bu hissi yaşamayan bilmez. En basit şartı engebeli arazidir ve şükür ki bizim köyümüz gayık için en müsait yere kurulmuş. Nereye baksan irili ufaklı tepecik karşına çıkar...

    Nasıl ki biz kendi çocukluğumuzdan bahsediyoruz, aynen öyle de bizim büyüklerimizin de çocukluk dönemi vardı. Hayatta olanların anlattığına göre onların en popüler gayık/kayak merkezi Mumaklık tepesiymiş. Başka sportif gösterilerin de merkezi olan Mumaklık, kışın ise en uygun gayık alnına dönüşüveriyor. Dediklerine göre yerleşimin seyrek olduğu yıllarda (mesela sadece Ercebin ev varken) oralar ana baba günü gibi cıvıl cıvılmış. Tabi tam karşısındaki Mezerböğrü unutulmamalı. Bir vadinin iki yanı gibi karşılıklı bu iki tepeden vızır vızır kayıyorlarmış. Çeşmeye giden ortadaki yolda insan ve mal maşat trafiği tahmin edilebilir...

    Dolağın Osman'ın oradan delicesine kaydığını anlatıyorlar. Her dönemin böyle gözükara delifişekleri vardır. Onlardan daha büyük olanların Mumaklık'la ilgili kayak hatıralarını dinledim, 1940'lı yıllara kadar iniyor bunlar... Hakkıların Kadir Yırgal Dayı, oğluna ve yeğenine kızak yapmış. Eli kesere yatkın olanların böyle marifetleri var, tabi çocukları da diğerlerine göre daha şanslı oluyor. Bunlar Mumaklık'ta kayarken yaşça büyük bazıları zorbalıkla kızağı ellerinden almaya çalışır, çoğu zaman da alırlarmış. Elbette günün sonunda geri veriyorlar. Diyeceğim, kaba kayalık yapısı sebebiyle Mumaklık'ta kızaksız kayılmıyor, güvenli değil...

    Ahmetçavuşun Aladdin Şık ile Gavasın İsmail Sargın sağdıçlarmış. Bu ayrıntıyı 1941 doğumlu kişilerin hangi yaşlardayken kaydıkları hususunda bir fikir versin diye belirtiyorum. Aladdin'in güzel bir kızağı var. Genellikle gürgenden yapılan kızaklar çok kaygan ve doğuştan cilalı, yalabık oluyorlar. Eski yaba, yabaltı sapları da kızak için en uygun malzeme imiş. İleşberin önemli araç gereci olduğu için her evde bulunur ve hepsi eskir... Neyse, Alaaddin gürgen ayaklı kızağıyla kaymakta... O vakitler Mumaklık'ta henüz yapılaşmanın seyrek olduğunu tekrar hatırlatmak gerek. Misal, batı yakasındaki Hafız, Yılıklar ve Çerçilerin evler filan yok. Eski asfalt ise daha asfalt değil, susayol... Bizimki son sürat inişte... O anda Bunar tarafından çeşmeye sulanmaya getirilen öküzleri fark etmiş. Hayvanlar normal kendi sabit hızlarıyla ilerlemekte olduğundan herhangi bir çarpışma olmayacak gibi... Lakin öküzün birinin ofudacağı tutmuş, olduğu yerde öylece sorutmaya başlamış... Olduğu yer de tam Alaaddin'in yolu üstü... Kızakla o süratle inerken vites değiştirme, frene basma, manevra yapma imkanı yok... Yummuş gözünü... Gözlerini açtığında kendini Hafızın bahçede bulmuş... Meğer olan şuymuş, ofutmakta olan öküzün altından köprüden geçer gibi geçmiş, ardından susayı da aşmış, hoop bahçeye... Aladdin Emmi bu olayı gülerek defalarca anlatmış, kendinden rivayet yani...

    Bu kadar kalabalıkta kargaşanın, kavganın, şamatanın olmaması mümkün mü?.. Bir keresinde Gavasın İsmail ile Yörüklerin Çolağessan (İhsan Demir) harala gürele kavgaya tutuşmuşlar Mumaklıkta... Bunu nakleden Berber Ahmet Kabadayı, küçük olduğu için aralarına pek karışamıyor. Bu yüzden kavganın sebebi kayık kayma mı, kızak mı, yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamamış... 

    Bu arada küçük bir ayrıntı olarak arzedeyim, Eğret'te bu meşhur ulaşım ve oyun aracına kızak denmez, 'gayık' denir. Eskiden de böyleymiş... Kayık kayma fiili ile karışmasın diye ben kızak diyorum...

    Mumaklık, bir yanındaki Mezerböğrü ve diğer yanındaki Arapların Bayır bir dönemin ana kayak merkezleri oluyor... Elbette evlerinden uzaklaşacak yaşta bulunmayan yahut o kadar yüksekten kayacak kadar büyük olmayan çocuklar bu zevkten mahrum kalacak değiller... Eğret köyünün engebeli bir araziye konduğunu belirtmiştik. Her yaştaki çocuğa uygun tepeler, tepecikler, bayırlar, yükseltiler çukurlar bulunuyor. Bunların her mahalleye serpiştirilmiş olması da ayrıca şans. Hiç bir şey olmasa, evi düz bir alanda bulunanlar için dambeşten kakılan kar yığınları bile yeter.

    Ufak bir sıçrayışla bizim kuşağa geçiyorum. İşte biz böyle ufak tefek yükseltilerde kayardık. Gözümüzü açtığımız ilk yıllarda Çulluların ev tarafından gölete doğru inen küçük yamada kaydık. Burası önemli bir yükselti gibi görünürdü gözümüze, biraz büyüyünce bir de baktık ki iki adımlık yermiş. Dıkmanın Ara denilen küçük sokak açılmamıştı daha, orası bir küçük gölün çevresi gibiydi. Kaydığımız bayır dağ yamacı, fırın ve Patırların ev kıyıları şehir sahili, karşılıklı doğu batı kıyıları ise plaj gibiydi. Gölete tekrar döneceğiz, biz kayık mevzusundan uzaklaşmayalım... Her kar yağdığında özenle bayırımızdan kayık güzergahı yapar, şimşirleşinceye kadar kayardık. Alosmançavuş rahmetli malları sulamaya çıkarırken ortalığı bir vaveyla kaplardı. Onun gelişini bu gürültüden anlar her birimiz bir köşeye kaçışırdık. Sadece o vakitlerde kaymaya ara verir, burnumuzu çeke çeke, ellerimizi hohlaya hohlaya akşama kadar kayardık. Okula gitmediğimiz dönemlerdi demek ki...

    Okul yıllarında daha büyük bir kayak merkeziyle tanıştık; Hanınarası... Aslında ondan önce Han'ın öbür yanından okula doğru inen tatlı bayırın kayık yapıldığını gördük. Belki de ilk kar yağışındaydı, 1973 yılı olmalı... Herkesin çanta sahibi olmadığı, milletin torbalarla okula geldiği o günlerde bordro renkli güzel bir çantam vardı. Baktım okul çıkışı şen şakrak kayıyorlar. Kiminin iyi kayan çizmesi var onunla, kimi de üstüne oturduğu gübre naylonuyla, bir başkası ayağına ne geçirdiyse onunla kayıyor. Bordro renkli güzel çantam iyi bir malzemeye benziyordu. Kulpu öne gelecek şekilde koyup üzerine oturdum. Eyerin tutamağı gibi tuttuğum kulpla doludizgin aşağıya kadar indim. Çok keyifliydi... Kaç tur yaptım bilmiyorum, hava kararmaya yakın eve dönerken gördüm ki, bordro renkli güzel çantamın haşadı çıkmış. Bir yüzü dilik dilik dilinmiş. Tarif edilmeyecek kadar kötü duygular hakimdi bana. Sonrasını hatırlamıyorum.

    Sonraki yıllarda da Han'ın yanından okula doğru inen tatlı bayırdan çok kaydık. Tehlikeli bir yerdi, hızını alamayıp duvara toslayanlar olurdu. Açık demir kapıdan okul bahçesine kayarak girmeye çalışanlar kötü kazaya uğrayabiliyordu, sulamaya götürülen hayvanlarla sık sık çarpışma durumları da oluyordu. Bununla beraber daha tehlikeli olan asıl Han'ın arası, onun guzda kalan kuzey tarafıydı. Yağan kar ve yapılan kayak kolay kolay erimez, bırak erimeyi şimşirleştikçe şimşirleşirdi. Üstelik diğer tarafa göre daha dikti ve güzergah daha uzundu. Buradan hızla inenin durması mümkün değil gibiydi, çeşmenin keninden aşağıya uçanlar olurdu. Bütün bu tehlikelere rağmen kayık mevsiminde buradaki şenliği hiç bir yerde bulamazdınız... En gözü kara kayan kişiler Cıldırın Şahin ve İbrahim aklımda kalmış. Belki de çok iyi kayan sivri burunlu çizme giydikleri için bana öyle gelmişti. Aslında bu efsane çizme bir çiftti, önce Şahin, sonra kız kardeşi ve en nihayetinde İbrahim'in ayağında gördük. İmrenerek bakardık bu çizmelere; ne naylon ayakkabı, ne şu ne bu, hiç bir şey onlar kadar kaymazdı... 

    Rüstem'le onlara gittiğimiz bir kış günü, o tarafın kayak merkezini de keşfettik. Aslında çok kaymadığımız Arapninenin bayır meğer çok popülermiş. Bir defa buranın meyli kayık kaymak için çok ideal görünüyordu. Genişti, bir kaç tane kayık yolu aynı anda bulunabilirdi. Bunların uzunluğu da değişik olabilirdi. Yakınlarda kayanın önünü kesebilecek herhangi bir engel bulunmuyordu, Devrimbeşlerin eve kadar rahat rahat kayabilirdin. Dediğim gibi, ben çok kaymadım; oranın heyecanını ve değerini ancak müdavimlerinden öğrenebiliriz. Müdavimleri diyorum, kar yağdığında orayı bulanlar varmış, misal Ahmet Şık... Fakat doğuştan oralılar var bir de... Arapninenin bayırla dipdibe bulunanlar...

    "Evimizin arkası taş duvar ve yokuştur. Eskiden bomboştu, en aşağıda dere yatağı ve sonrası kuyu... Bizim taş duvardan aşağı o kesimde en az 4-5 yer yapılırdı kaymak için... İlk karda herkes ayaklarını bitişik tutarak ve kısa adım atarak kar ezerdik... Sırayla değil gönüllü herkes bu hareketi aynı alanda yapardı... Kar ezilir ve ilk seferler icra edilirdi, ama biraz zor olurdu... Henüz kayık yolu ne düzdür, ne de şimşirleşmiştir... Bir kaç sefer çökerek, çekerek; ellerde bir karıştan uzun değneklerle ittirerek aşağıya kadar inilirdi..."

    "En ideal kayık malzemesi naylon ayakkabıydı... Genelde genç kadın ve kızlar, gelinler yazın giyerdi, kışın ise bizim gibilerin oyuncağı olurdu bu naylon yemeniler... O da ayrı bir hikaye aslında... Ayakkabı yeni olmayacak eski olacak, altında diş olmayacak varsa da biz sağa sola sert zemine sürte sürte dişleri yok ederdik. (Sonra mı? Ya dayak, ya fırça...)"

    "Naylon yemeni yoksa mutlaka dişsiz alem yemenisi olacak, o da eski ve dişsiz olmalı... Lakin her zaman naylon bayan ayakkabısı tercih edilir... Bir de herkeste olmayan potin yani kösele ayakkabı. onunla da iyi kayılırdı, ama nerden bulacaksın..."

    "Böyle araçlarla kaydıkça seferler artar, ezilen ve az da olsa sulanan kayık yolu uçak pistine dönerdi... Ayaktan koşarak gelip kayık yoluna oturarak çok iyi hıza ulaşılır... İşte o zaman en aşağıya uzağa kim varacak diye iddialar başlardı..."

    "Arka arkaya tutunarak yola düşmek, eğer denge varsa sizi en aşağıya götürürdü. Çünkü kalabalık olduğunda ağırlık arttığından hız da artardı..."

"Sabahtan öğleye, öğleden akşama kadar süren eğlence, hava kararınca son bulurdu; ama sadece bir iki saatliğine.. Ne zaman baba camiye gitse evden kaçılır, arkadaşlarla yine o kayık yolunda tantana başlardı..."

    "Bizim oradan köy fırınına doğru ancak bir kişinin geçebileceği bir yol vardı ve kadınlar her zaman bizi sabote ederlerdi haklı olarak... Çünkü kayak yolundan geçmek, hele hele sırtında ekmeklerle dolu olan tekneyle geçmek çok zordu... Her şeyin düşmanı var, kayak yolunun düşmanı da fırın külüydü. O kül eğer bir kürek değil bir avuç da olsa oradan kayarak geçmek imkansızdır. Hızla gelirsiniz, küle yapışır kalırsınız. Sonuç, karda yuvarlanmak..."

    "Külün üzerine kar atar ve tekrar ezme işiyle süreci yeni baştan başlatırdık geceleri. Çok geç saatlere kadar seslerimiz duyulurdu. Baba zaten camiden direk odaya geçerdi. Anneler idare ederlerdi bizleri. Baba odadan dönmeden eve kapağı atardık, lakin önce köy fırınına giderdik. Kıçımızı, paçamızı, ellerimizi ısıtmak kurutmak gerekirdi. Eve mümkün olduğunca kuru dönmek şarttı. Fırının altı, insanın yüzüne vuran saman(fışkı) közü olur. O sıcaklık malumdur, açarsınız sadece simsiyah ve az da olsa sıcaklık veren bir şey görürsünüz. Ne zaman küreği sokar karıştırırsanız o zaman sıcağın, ışığın kırmızının ne demek olduğunu anlarsınız. Anında kendinizi daha uzağa atarsınız."

    "Bu bizim işimizdi... Yılmadan, bıkmadan ve her gün zevkle yaptığımız, o günün en iyi aktivitesiydi..."

    Arapnine bayırının başında evleri bulunan Mustafa Ayas'ın satırlarından sonra aynı kayak pistini çok verimli kullandığı anlaşılan Tuncay Kaçmaz'ın yazdıklarına bakalım.

    "Arapnine'nin ev bizim mahallenin unutulmazları arasında. Bizim zamanımızın favori isimleri yani büyüklerimiz: Mustafa Ayas, Mürsel Taşkın, Rüstem Kök, Ahmet Karakaya, Adem Zenger, İsmail Haykır, Mehmet Çetin, Mahmut Sağlam, Ahmet Salman idi, isimlerini unuttuklarım mutlaka vardır, kendilerinden teker teker özür diliyorum." 

    "Kar yağdığı akşam büyüklerimizden bazıları Arap Nine'nin evin arkasındaki tepeden bir kaç güğüm suyu kayak pistine dökerdi, ertesi günü pist hız denemelerine ve kazalara da açık hale gelirdi."

    "Karın yağdığı gün okul varsa son ders bitince neredeyse koşarak Arap ninenin evi boylardık, sanırım ilk o zaman öğrendim okul çantasının başka işlere de yarayabileceğini..."

    "Eğer tren yapılıyorsa, başta tecrübeli abilerimizden biri olurdu ki doğru yön versin, ortada biz çömezler, arkada da gene bir abimiz ilk beş metrede falan oturmaz, grubu arkadan iterdi. Bu şekilde güzergah bazen rahmetli Kör Şükrü Emminin eve doğru giderdi, onun eve yaklaşırken sel yolağında atik davrananlar kalkardı, anlık dalgınlığa düşenler ya da benim gibi bazen tembellik yapanlar sel yolağında bir kaç takla atardı..."

    "Eğer güzergahı Devrimbeşlerin Halil İbrahim Emminin eve doğru yapmışsak, doğal yoldan hızımız kesinceye kadar kayardık, sonra tekrar yukarı çık, katar varsa katıl, yoksa solo kaymaya başla..."

    "İki üç gün geçince, hele de güneş çıkmışsa güzergah haliyle kısalır, hatta ucu çamurla kesildiği için (güzergahın alt ucu çok güneş görüyordu) çamura batmalar ve yana devrilmeler olurdu."

    "Özellikle yaya yolu olduğu ve güneş gördüğü için sel yolağından Körüsler ile Altındişin Hasan Emminin evi arasındaki sokağa giden hat en hızlı çamurlaşan hat olurdu. Oraya gelirken tedbirli davranan, üstü başı batmadığı için evde fazla dayak yemezdi."

    "Kayak arası ihtiyaç molaları için Mardakların fırının 20 metre aşağısındaki umumi tuvalet iş görürdü. Isınmak için bahse konu fırın, daha da konfor arıyorsak Mardakların odaya (eğer açıksa, bazen Mustafa Saki/Kelmısdıfa dayım kilitlerdi nedense) yollanırdık..."

    "En unutamadığım anılardan birisi Erdal Tüblek abimle aramızda geçendir: Kayak esnasından hatırlayamadığım bir nedenle tartıştık, ya beni fiziken hırpaladı ya da sözle sinirlendirdi sanırım, ben de gücüm yetmediği için olsa gerek, bulduğum bir taşı sinirle attım. O taş gitti tam kaşının ortasına denk geldi. Biz çocuklar olarak bir şekilde sakinleşip evlere dağıldık ama meğer olay kapanmamış. Erdal abimin annesi Hatice Abla (ki hiç bir zaman saygımı ve sevgimi kaybetmedim çünkü tüm çocuklara karşı sevgi dolu ve merhametliydi), bence çok da haklı olarak bir kaç hafta her gördüğü yerde benim kabusum oldu. Zamanla mesele sükunete erdi ve unutuldu, ama işte ben unutamamışım..." 

    Ben de göleti unutmadım, ona döneceğiz, az daha sabır... Dikkat edilirse bizlerin kayık anıları arasında kızağın pek yeri yok.  Varsa yoksa naylon yemeni, dişsiz lastik filan... Öyleydi çünkü, kızak çok öncelerde görüldüğü gibi bizim zamanımızda yaygın değildi. Belki el becerisine sahip büyüklerimiz yapmadığı için, belki de ayakla çökerek kaymanın zevkini kızakta bulamayacağımız için öyleydi. Yine de tek tük kızak sahibi olanları görürdük; onların tek avantajı, kayak yolu bozulsa bile her durumda kaymaya devam edebilmeleriydi. Yeter ki eğimli bir yer olsun... Bir de biz gübre naylonuna oturup kayarken götümüz başımız kalmazdı, oysa kızakla kaymak çok konforluydu...

    Aklımda kaldığı kadarıyla Kahvecinin Metin Yırgal'ın kızağı vardı. Dedesi yapmış, güzel ve ağır bir şeydi. Sonra daha güzelini Günaydın için de yaptı... Sonra büyüdüğümüz için bazılarının iç geçirdiği bu kızakların da hükmü kalmadı... Burada dikkat çeken husus, Kadir Dayı'nın hem oğluna hem torunlarına kızak yapma konusunda üşenmemesidir. Elde ne dedeler var...

    Eski inşaatların ana malzemesi kerpiç olduğundan bu işe girişenler önce kerpiç keserlermiş. Uygun topraklı bir yer kazılarak o civara kerpiç kesilince aynı yeri sonradan başka inşaatlar için de kullanıyorlar. Böylece bir kaç kez kerpiçlik toprak alınan bir yer hissedilir biçimde çukurlaşıyor, zaten böyle yerlere kerpiç çukuru diyorlar. Zamanla köy içinde kalan bu çukurlar, sokakların yağmur kar sularıyla dolup gölleşmeye başlıyor ve gölet oluyor. Bu tip çukurlardan bizim mahallede iki tane vardı. Biri Gödeşlerle Hacımahmutların evi arasıninda, diğeri de fırının hemen arkasındaydı. İlkinin yakınlarında çok koyun köpeği dolaştığı için oraya pek uğrayamazdık, ama bizim fırının ardındaki ana eğlence merkezimizdi.

    Yalnız bizim değil, önceki iki üç nesil zamanında da bu böyleymiş, çünkü Gavur geldiğinde oranın gölet olduğunu söylüyorlar. Geçmişi eski yani...

    Yazın kurur, gübürlük olur; ama güz yağmurlarıyla dolmaya başlar. Her yağdığında bir miktar daha yükseldiğini hemen anlarsınız. Bu dönem mahallenin ördeklerinin, kazlarının bayramıdır. Hiç çıkmak istemezler, akşam olduğunda sahipleri taşlayarak zor çıkarırlar göletten... 1950'lerde filan bir metreye yakın derinliği bulurmuş. Kış geldiğinde de kar suyu var, onunla da besleniyor... Hasılı orası tam bir göletti. Patırın Hasan Dayının izindeyken çektiği fotoğrafını Berber Emmim ardından askere göndermiş de, rahmetli arkadaşlarına 'Bakın bizim ev göl kıyısında' diye epeyce hava basmış diye anlatırlar. Öyle bir gölet işte...

    Karakış gelip çattığında gölet buz tutar, kazlar ördekler çekilip orayı bize bırakırlardı. Eskiden olduğu kadar derin olmasa da bizim zamanımızda 30-40 santime ulaşırdı. Nerden biliyorsun, ölçtün mü diyeceklere cevabım hazırdır: Ölçmeyen kaldı mı? 

    Gölette kaymak karda kaymaya benzemez. Düzgün satıh olduğu için başlangıç hızını koşarak kendin sağlamalısın. Ayakkabı ayırmaz, cam gibi buzun üstünde ne giysen kayar. Yalnız çivi gibi sert tabanlı şeyler giyersen de kayarsın, ama o zaman buz çizilir, kayganlık azalır. Dahası oralardan erimeye başlar. Aslında bizlerin öyle ayakkabılar giyme durumumuz yoktu, dolayısıyla buzumuz pek bozulmazdı. Bununla beraber Sıntırların Sezai Abi Afyon'dan geldiği zamanlarda sert topuklu potinleriyle buzumuzun aklını başından alırdı. İki üç kayar, her tarafı çizer bozar, giderdi...

    Bazen çizilen yerlerden, bazen de güneş gören yerlerden buz incelip çözülmeye başlar; ne zaman çatırdayıp içine banacağını bilemezsin. İşte o vakit göletin derinlik ölçüsünü alırsın. Genellikle dizimize kadar ıslandığımız böyle zamanlarda hemen fırına dalardık. Sağlığımızı düşündüğümüzden filan değil, o halde eve gitmek yürek ister. Külü eşeler, ipçorabımızı, donumuzu tumanımızı kurutuncaya kadar beklerdik. Çoğumuz kurutmayı abartıp ipçorabımızı yanma derecesinde sarartmışızdır...

    Çok fazla eridiği zamanlarda haliyle gölete girmez, sahilde buz kırıklarını tabaka tabaka dışarıya çıkarma oyunu oynardık. Pencere çıkarma dediğimiz bu oyunda en büyük buz parçasını çıkaran kazanır. Lakin ne çare, kazanan da kaybeden de sırılsıklam olduğundan doğru fırına...

    Bizimkisi eğlenceli ıslanmaydı, ama daha önceki zamanlarda tehlikeli durumlar yaşanmış bizim gölette. Herhalde 1950'li yılların sonlarına doğru bir kış günü yine çocuklar toplanmış kayıyorlar... Hani derinliğin bir metreye yaklaştığı zamanlar... Kenarlardan da erimeye başlamış, zaten erime hep kenardan başlar nedense... Gödeşlerin Ahmet'in kızı Ratibe/Ferah nasıl olduysa eriyen yerde tökezleyip düşmüş ve buzun altına kaymış. Bir anda göletin ortalarına doğru ilerlediğini, buzun üstünden görüyorlar. Oradakiler hepsi çocuk olduğu için ne yapacaklarını bilememişler... Durumu fark eden Hörküle İsmihan Yenge yalınayak koşmuş gelmiş, topuklarıyla vura vura buzu kırıp çocuğu çıkarmış. Kucakladığı gibi fırına koşmuş, orada ısıtıp kurulayıp canlandırmışlar. Sonradan fark etmişler ki buzu kıracağım diye kadının ayakları kan revan içinde kalmış. Boşuna Hörküle/Herküle dememişler yani, nur içinde yatsın...

    Kışın en eğlenceli oyunu kayık kaymayı yazmayı unuttuğumuz anlaşılınca, başlamak ağır gelmişti. Aklıma gelenler sınırlıydı çünkü... Sağdan soldan bir anda o kadar malzeme aktı ki, ortaya işbu yazı çıktı. İyi de oldu...



1976 5/B Sınıfı

 



    Anıtkaya İlkokulu

    1975-76 Öğretim Yılı 5/B Sınıfı toplu

    Öğretmen, Nizamettin Çam

    Soldan sağa ayaktakiler: Ömer Aydın, Ali Tüplek, Mehmet Ali Saki, Ramazan Aydın, Leman Honça, Şahide Patlar, Hatice Fidan, Ayse Soya, Emine Akyol, Hüseyin Sağlam, Halil İbrahim Tüplek 

    Oturanlar: Cengiz Tüplek, Adem Dirlik, Mehmet Kurt, Zehra Arslan, Ummahan Aracı, Osman Salman, Abdullah Onay, Ahmet Yakışır

    Fotoğraf kaynak, Mehmet Ali Saki



06 Aralık 2024

Güç Gösterileri

    
    Anıtkaya'nın meşhur yiyicilerini anlatırken, bir yerde, onların yedikleri kadar çalıştıklarını söylemiştik. Yiyorlar, ama yediklerini hemen eritecek bir iş hayatı yaşıyorlardı. Bu hayat onları bedenen güçlü olmaya zorluyor, onlar da yedikçe güçleniyor, güçlendikçe çalışıyor ve çalıştıkça yiyorlardı.

    Misal olarak anlatmıştım, dedemle ninemin orak tarlasında sekiz ekmeği ikindiden önce farkında olmadan nasıl bitirdiklerini... O esnada dedemin ikindi olmadan beş dönüm ekini biçtiğini de söylemeliydim. Ardından ninemin de tek başına annat dırmıkla o tarlayı pakladığını...

    Dedemin gücü ile ilgili yine çok eskiden yaşanan bir olayı yeni duydum. Dağda geçiyor olay, fakat tam tarihini bilemeyeceğim. Gödenlerin Dayı Mehmet Dadak, Böbülerin Salih Kabadayı Emmi ve Macurali dedem de olayın kahramanlarıdır. Eylül ayı gbi bunlar Dağa gitmişler oduna... Yalnız kendileri için yakacak temini değil amaçları, götürüp Çorca'ya İnaz'a bostan, kelek, üzümle filan değişecekler. O vakitler böyle işlere de girişirlermiş; ne de olsa onlarda meyve var, berikilerde odun ve her iki taraf da bu şeylere ihtiyaç duyuyor... İyice sarmışlar arabayı, biraz da havaleli olmuş galiba... Bilenler bilir, bizim dağın yolları böyle yükler için çok tehlikelidir, arabayı sürerken azami dikkat gerektirir... Yolun öyle bir yerine gelmişler ki, o kadar dikkate rağmen araba dengilmiş, devriliyor. Diyeceksiniz ki devriliyor da ne demek, bu olay bir anda olup biter, devrilecekse devrilir, niye ballandırıyorsun... Ballandırmıyorum, lafı da uzatmıyorum; olanı anlatıyorum... Araba devriliyor, bir tarafın tekerleri yerden havalanmış. Bizimkilerin üçü de arabanın yıkılacağı taraftalar. Aksi gibi Dayı o anda tekerin dibine sırtüstü düşmüş, dingilin sivri ucu mızrak gibi göğsünü delecek... Bazen böyledir, öyle bir an gelir ki göz açıp kapanma kadar kısa süreç esner de esner, bereketlenir ve insanlara bazı fırsatlar sunar. İşte o uzayan anda Dedem kolları ve bedeniyle yıkılmakta olan yüklü arabayı karşılayıp durduruyor. Bu arada Salih Emmiden, Dayı'yı düştüğü yerden çekmesini istiyor. Dayı o bölgeden uzaklaştırılana kadar iki teker üzerinde kırkbeş derece çapraz duran odun arabasını öylece tutuyor. Herkesin felaha çıktığı anlaşılınca bırakıyor ve devrilme tamamlanıyor...

    Devrilirken tek başına zaptettiği bu arabanın yarısı boşalmış halini, daha sonra sekiz on kişi zor doğrultuyorlar. Bu olaydan onlarca yıl sonra, ikisinin de İzmir'de bulunduğu bir bayram sabahında Salih Emmim Dedeme 'Nasıl dayanabildin o kadar yüke?' diye sormuş. Dedem de 'Salih, o anda hiç zorluk çekmedim' diye cevaplamış. Bu diyaloğa şahit olan Berberahmet Emmiye sonra o olayı ayrıntılı bir şekilde anlatmışlar, biz de bu sayede haberdar olduk.

    Bizim dağda geçen çok olay var, insanların olağanüstü gücünü yansıtıyor. Bir münasebetle daha anlatmış olmalıyım bu olayı. Sonradan kendisine Kelali/Dindindede denilen Hacıların Ali Azbay, Hakkıların Kadir Yırgal ve Hayta Mahmut Özdemir var. Yunan'ın Eğret'teki son zamanlarına denk gelen bu olayda Ali delikanlı, diğer ikisi ise yeni yetme sayılırlar. Dağda öküz güdüyorlar. Her yerde olduğu gibi İblak'ın bazı bölümlerinde birlikleri bulunurmuş, hatta bir bölge şu anda Gavuryatağı diye bilinir... O gün bizimkilerin elinde bulunan sayılı uçaktan biri Yunan'a bir kaç bomba sallıyor, ölü ve yaralılar var. Yaralıları sedyeye koyup bizim çobanlara taşıtıyorlar. Karşı koyacak durumları yok tabi, çaresiz denileni yapıyorlar. Bu arada doğru durmuyor Gavur, dipçiklerle süngülerle filan dürtükleyip duruyor, hadi hadi diye... Ta o zamandan Ali'yi çok 'cassur' biri diye anlatıyorlar. Bu kelime hem cesareti, gözüpekliği anlatır hem de güç kuvvete işaret eder. Çok güçlüymüş Ali... Yunan'ın bu aşağılayıcı dürtüklemelerine daha fazla dayanamamış "Sizin deee, yaralınızın daa!..." diye başlayıp  sedyeyi bırakmış yere. Eline geçirdiği bir meşeyi önüne gelen gavura savurmaya başlamış. Afallayan işgalcilerin aklı başına gelene kadar sekiz on tanesini haklamış, tek başına. 

    Yaşları küçük olduğu için Kadir ile Mahmut ona yardımcı olamamışlar. Olayı nakledenlerin yorumuna göre eğer ikisi de girişeymiş orada bulunan bütün gavurların hakından gelirlermiş...

    Apdıramanlardan Yeniali Ali Kirkit ile Hüseyin Ayas Hocanın eğlenceli yarışmasına bakalım... 1916 Doğumlu bu emmioğullarının ağırlık taşıma yarışı gençliklerinde olsa gerektir. Dediklerine göre zamanın bileği bükülmeyen, sırtı yere gelmeyen pehlivanlarıymışlar. Hem akraba hem rakipler. Bazen güreş bazen de güç gösterisiyle köyde epey şamataya sebep olurlarmış. O günkü yarışma ağırlık taşımaya yönelik... Gocacami'nin önünde antik bir mermer blok varmış. Hışır gibi, normal bir insan yerinden oynatması mümkün değil. Onu kim daha fazla süre kaldıracak, kim daha uzun mesafeye taşıyacak... Etrafta seyirciler... Yarışa Hüseyinhoca başlamış ve taşı kaldırmayı başarmış. Yeniali durur mu, O da yapışmış ve kaldırmış; ama bununla kalmayıp el yükseltmiş. O koca taşı başının üzerine kadar kaldırıp arkasına atmış. Halterdeki silkme ve koparma gibi düşünelim... Hüseyinhoca altta kalacak değil ya, aynı hareketi tekrarlamış, yani başının üzerinden arka tarafına aşırmış... Şu durumda yarış berabere gibi görünüyor, ama olmaz; illa biri pes edecek... Şahitlerin anlatımına göre Yeniali kucaklamış mermeri, başlamış yürümeye. Epey bir mesafe giderek hangi dükkan bilmiyorum, camına veya kepengine taşı değdirmis ve dönerken yarı yolda taşı bırakmak zorunda kalmış. Mermer taşın ağırlığını hatırlayalım, onu bunca mesafe taşımak az buz şey değil... Lakin bu bir yarış ve sıra Hüseyinhoca'da... Önce taşı başlama noktasına getirmiş ve oradan tekrar kucağına alarak başlamış. Yeniali'nin kullandığı pisti takip ederek belirlenen yere taşı değdirmiş ve bırakmadan başlangıç noktasına kadar geri getirmeyi başarmış...

    Halberi insanın yerinden oynatamadığı bu taş 1970'lere kadar oralarda duruyormuş. Tamir edilerek çatısı kubbeye dönüştürüldüğü büyük onarımda Gocacami duvarının güney köşesine yerleştirmişler...

    Hüseyinhoca'ya pehlivan dedik ya, öyleymiş gerçekten ve kendisi de gücünün, yapabileceklerinin farkında... Apdıramanların aradan, Hatiplerin kuyu civarından meydan okuyarak şimdiki kahvelere doğru geliyormuş. Meydan okuması güreş üzerine, 'Var mı benimle güreş tutacak!' diye bağırıyor. Meydan okumakta haklı, çünkü herkesi yeniyor... Hakkıların Patırdayı Ahmet Yırgal çıkmış karşısına, ben varım diye... 'Tamam Ahmetağa' deyip tutuşmuşlar... Patırdayı kendinden beklenmeyecek bir güçle almış bunu paketleyip Deliyakıp'ın gocagapı önüne kadar götürmüş. Ters sularının süzülüp gölleştiği birikintiye kafasını eğdirip 'Suluyen mi seni burdan Üseyin' diye bastırmış. Hüseyinhoca o anda pes etmiş. Eskiler yenerken de yenilirken de efendiliği elden bırakmıyorlar. Biraz önce ortalığa meydan okuyan Hüseyinhoca efendice yenildim demiş...

    Hüseyinhoca pes ederken bir de söz almış, haftaya bilmemkimin düğününde Mumaklık'ta davul eşliğinde tekrar güreş tutacaklar... Belirlenen gün gelmiş, Mumaklıkta kenetlenmişler bunlar. Yalnız seyirciler hep Hüseyinhoca taraftarları, Patırdayı o konuda biraz gariban kalmış. O psikolojik ortamda tam üç kere yenmiş Hüseyinhocayı... Gelvelakin seyirciler ve saygıdeğer jüri her defasında 'bu sayılmaz' diye yeniden başlatmışlar. Dördüncüye tutuştuklarında Patırdayı meseleyi anlamış oradan galip çıkamayacağının bilincinde olarak 'Tamam Üseyin, sen yendin' deyip pes etmiş... 

    Onların ilk güreş tuttukları yerin az ilerisinde, şimdiki Kuran Kursu yerinde Hacıların Oda var, üç katlı... Odanın önü günümüzden bir asır önce olimpiyat meydanı gibiymiş. Gençler toplanıp güç gösterileri yapıyorlar. En popüler oyunları da tokmak atmak. Bu, ağır bir taşı kaldırıp en uzağa atma oyunudur. Olimpiyatlardaki çekiç veya gülle atma gibi bir şey. Bu yüzden orası daima kalabalık olurmuş. Cumhuriyetten hemen sonraki yıllarda bu böyle olduğuna göre, oranın tarihini daha önceki yıllara kadar indirmek gerekir.

    Malum olduğu üzere Eğret'te boylu poslu, güçlü kuvvetli kimselere 'gabadayı' deniliyor. Bu yüzden Böbülere ismiyle müsemma bir soyadı verilmiş. Ailenin fiziki yapısının maşallahı var. Gençliğinde Müezzinin Ömer Kabadayı, Hacıların Oda önündeki tokmak yarışlarının müdavimiymiş. Onun gücüne dair başka anlatılar da var. Köprülü'deki Kelmehmet'in değirmendeki olay bunlardan biridir. Bekleyiş esnasında değirmenin haznesine tenike veya demirliyle buğday döktüklerini görünce 'Çuvalı galdırın da deviriven, ne uğleşip duruyonuz' demiş. Onlar da 'Goleyse ge sen galdır!' diyorlar. Çuval 18 demirlikmiş... Oradakilerden biri kaz satma fırsatını kaçırmak istememiş 'Boşuna olmasın bu iş, kazanırsa kaz verelim...'  Kelmehmet de biraz kızıştırmış 'Şepidi de benden' demiş, kabul etmişler... O kadar büyük çuvala kolları kavuşmayacağından beygir kayışı almış, onunla sırtlayacak. Fakat iddiaya girenler de şartları ağırlaştırdıkça ağırlaştırıyorlar. Buna göre ağzı yere bakan çuvalı sırtladıktan sonra, kaç basamak varsa o kadar merdiveni çıkacak ve tabanı yere gelecek vaziyette haznenin yanına dayayacak... Bunlara da he demiş Ömer Emmi... Planlandığı gibi çuvalı kayışla sırtlamış, basamakları çıkmış, varacağı yere vardığında boynunu eğip çuvalı başının üzerinden aşırarak götü üstüne otutturmuş...

    Olaydan yıllar sonra aynı değirmene Salih Emmi yanında oğullarıyla birlikte gitmişler. Hasan Hüseyin Emmi altı demirlik çuvalı sırtlamış götürürken oradan 'zorlama, dikkat et' gibi uyarılar gelmiş. İşte o vakit Kelmehmet 'Onun dedesi neçesini galdırdıydı' diye yukarıdaki olayı anlatmış da oradakiler ve Berberahmet böylelikle öğrenmişler.

    Laf Böbülerin gücüne gelince Gocasan Hasan Kabadayı'dan söz etmemek olmaz. İş görürken, yük taşırken ona buna eyvallah etmez, pek kimseden yardım ummaz ve istemezmiş. Bir keresinde Guyuderesi'nde kestiği yedi sırt odunu kendisi düzlüğe çıkarmış. Meşenin, hele de yaş meşenin ne menem ağır olduğu cümlenin malumudur. Öte yandan sırt, Eğret'te odun söz konusu olduğunda ağırlık/hacim ölçü birimidir. Sırtta taşınabilecek miktar odun bir sırt oluyor. Şimdi öyle yedi sırt odun düşünün ki, arabaya yüklendiğinde mandalar çekememiş...

    'Osmanköylünün sırtıyla bir sırt' deyiminde hem bir sırtlık odun miktarına hem de bahsedilen kişinin sırt büyüklüğüne gönderme vardır. Bekçiali'nin ninesi Ayşe Hanım'a Osmanköylü diyorlar, oralı çünkü. Bu deyimi hak edecek bir sırtı varmış ve o miktar odunu çok zaman sırında taşırmış.  

    Eskinin kadınları da erkekler kadar güçlüymüş. Bu, sürekli işlemek durumunda oldukları bir hayatın gereği olabilir; güçlü olmak zorundaydılar, bedenleri de ona göre hep idmanlıydı. Buna örnek gösterilen bir kadın Mandaahmet'in ilk hanımı, Berberlerin Ali ve Emin Öztürk kardeşlerin anası Ayşe Hanımdır. Deliberber'in bu kızının çok güçlü olduğunu anlatıyorlar. 

    Hafız'ın muhtarlığı zamanında 1930'lu yıllarda korucularla harmandan dene yolluyorlar, ambara dökmeleri için. Hacımahmutların meydanambarı, Gambırarif'in evin önü civarındaymış. Garapaçaların Eyüpçetin ve Süleyman korucuymuş, onların yanında bir kaç kişi daha var, vazifeleri arabayı ve çuvalları boşaltmak... Demirli veya tenekelerle işini hallettiklerini görmüş Ayşe Hanım, dayanamamış 'Hepiniz deliganlısınız, sırtınıza alıp alıp atıveseniz ya!' diye çıkışmış... Şimdi çuvallar 12'şer demir, ambara üç dört basamaklı bir merdivenle çıkılıyor; atıverin demesi kolay... Onlar da 'Ge goleyise atıve!' demişler... 'Çekilin baken' demiş 'Siz sadece arabadan galdırın...' Sırtına kaldırdıkları çuvalı yüklenmiş, merdiveni çıkmış, bir de balkon gibi taş varmış ona da çıkıp ambara çuvalı boşaltmış. Delikanlı korucular ve diğerleri bakakalmış...

    Omarcıkların Ahmetçavuş'un anasına Etli Ümmühan demelerinin sebebi, iri yarı ve güçlü kuvvetli olmasıymış. Aslen Akörenli Ümmühan Hanım Omarcıkoğlu Hasan'a gelin gelirken, yani düğünü sırasında, yerdeki bir koyunu tek eliyle kavrayıp atın terkisine aldığını görmüşler.

    Yunan mitolojisinde güç kuvvetle meşhur kişi olarak bir Herkül'ü biliriz. 'Herkül gibi' benzetmesi, anlatımı güçlendirmede sık başvurulan anafordur. Bizim kültürümüze de bir şekilde girmiş yani... Bunun Eğret'le ne alakası var diye çıkışacakların sakin olmasını öneririm, zira çok alakası var. Garaguzuların Ali eşi Sultan Hanım kocasını erken kaybedince çocuklarına hem analık hem babalık yapmış uzun süre... Bu arada evde kadın gibi, kırda bayırda erkek gibi çalışmak zorunda kalmış. Çünkü pilavı da kendi pişiriyor, esbabı da O yuyor, orağı da O biçiyormuş. Gücü kuvveti yerinde, ayrıyeten iri yapılıymış... Bu yüzden kadın Herkül anlamında Herküle/Hörküle lakabı takılmış...

    Yukarıda güreş tutanlardan bahsetmiştik, meşhur pehlivan Hüseyinhoca filan... Lakabı Pehlivan'a çıkmış Sağırların Ali Osman Sancak'ı unutmayalım. Kelapdılla Abisi, Gobakların Halil, Keçilerin Kazım... Bunlar orakta tırpanı, amelelikte küreği, kerpiç kalıbı büyük olan kimselermiş ve işveren ağa tarafından tercih edilirlermiş. Kimseye durduk yerde böyle ünvanlar lakaplar verilmiyor. Gociban ile Gocasan (İbrahim Özen ve Hasan Kabadayı)ya Çorca'da orak biçerken 'Biçerdöğer'; Gobaklarda 'Moturhalil', 'Moturhatca'; Hacımahmutlarda 'Ayımevlüt', 'Mandaahmet', 'Aygırhasan' lakapları boşuna değil; hep güç kuvvetle ve inanılmaz çalışmayla ilgili... 

    Berber Ahmet Kabadayı Emmiden son bir nakille bitirelim. İkisi de rahmetli oldu, Şampaya ile Tekelilerin Gocabıyık iddiaya girdiler. 12 Demir buğdayı sen taşırsın ben taşırım, taşırsın taşıyamazsın... Hedef Hacı Ahmet Çelik'in dükkan, Şampaya'nın evden alınıp oraya götürülecek... Onun evine çıkan ara çok çamur, bu yüzden Şampaya bu çamura güvenerek taşıyamayacağını iddia ediyor, Tekeli ise götürürüm diyor... Götürürse onun olacak, Hacı'dan parasını alacak... Götürmüş ve kazanmış... Bu olay Berber'in çıraklığına denk geldiğine göre 1960'lı yıllarda yaşansa gerektir...



04 Aralık 2024

Ali Efe


    Türkmenoğlu Ahmet'i Eğretliler hiç bir zaman bu resmi lakabıyla anmadı, Yörüğoğlu derlerdi. Sonradan bu tabir çoğullaştırılıp çocukları için Yörüğoğlular sülale adına dönüşecektir.

    Kızlarından başka üç oğlu vardı Yörüğoğlunun; Ali, Halil ve İzzet... Küçükler Halil ile İzzet'in arasında bir yaş vardı, ama 1901 yılında doğan Ali abileri onlardan on onbir yaş daha büyüktü. Bunca yaş farkından dolayı kardeşlerine hep ağabeylik yaptı.

    Çocukluk ve gençlikleri Eğret'in harpler, mütareke, işgal günlerindeki yokluk ve diğer sıkıntılarını yaşayarak geçti. Evlenip yuva kurmaları kurtuluştan sonradır. Asıl geçimlerini hayvancılıktan sağlayan köylünün durumunu toparlaması kolay olmadı, çünkü Yunan köyün bütün mal varlığını yağmalamıştı. Üç kardeş herkes gibi nice zorluklara göğüs gerdiler. Bu dönemde evin büyüğü yaşlı babalarıydı, ama işleri yürüten büyük kardeş Ali idi. Zaten Yörüğoğlu Ahmet Tüplek 1938 yılında 64 yaşında vefat etti.

    Babaları vefat ettiğinde 37 ve 27 yaşlarında bulunan Ali ve Halil'e köylüler çoktan Efe lakabını takmışlarmış. Her birini özel olarak Aliefe ve Halilefe diye çağırıyorlar. Bunlar ölene kadar onların özel lakabı olacaktır... İzzet'e gelince, O 1946'da genç yaşta vefat etti.

    Kardeşlerinden yadigar dört yetim yeğenleriyle birlikte koca Yörüğoğlular ailesinden artık iki kardeş Aliefe ve Halilefe sorumludur. Sorumluluğu daha babalarının sağlığında ele aldıkları için pek acemilik çekmeyecekler. Zaten işleri büyük ölçüde yürüten Aliefe idi.

    Aliefe o yıllarda lider kişiliğiyle köy idaresinde de öne çıkıyordu. Delimamın Ali Soydan döneminin İhtiyar Heyetindeyken Muhtar görevi bırakmak zorunda kalmıştı. Birinci aza olarak yarım kalan Muhtarlık görevini tamamlamak ona düştü. 

    Yarım dönemin sonundaki seçimlerde aday oldu bu sefer Eğret Muhtarı olarak yeni döneme başladı. Kendi adıyla özdeşleşen hizmetler işte bu dönemin ürünüdür. Köy boğaları, damızlık at ve eşekler için yapılan özel ahır Aygırhane olarak bilinecek ve o mevkinin de adı olacaktır. Çeşmelerin önündeki kavşakta Eğret Çayı dibine yaptırdığı koyun kuzu yıkama havuzu da mühim eserlerden. Yeni hamam ve Çamaşırhane ise kararı alındığı halde siyasi/idari ömrünün bitmesi sebebiyle yapımına başlanamayan projelerdendir.

    Bunlardan daha önemli bir eser var ki o da Eğret İlkokul binasıdır. Bizim eski Ortaokul diye bildiğimiz bu bina Anıtkaya'nın planlı yapılmış ilk okul binası kabul edilmektedir. Orası yapılana kadar Eğret İlkokulu, Gocacami'nin yanındaki medresede öğretim veriyordu ve fiziki yetersizlik sebebiyle üç yıllık idi. Yeni yapılan bu bina sayesinde beş yıllık ilkokul devri de başlamış oldu.  Yeni Hamamın yan tarafına inşa edilen daha sonraki İlkokul binası yapılana kadar Aliefe'nin yaptırdığı bu ilk binada eğitim devam edecektir.

    1960'lı yıllarda yeni bina yapıldıktan sonra, Aliefe'nin yaptırdığı ilk bina atıl hale gelecekti. Gönlü bu duruma razı gelmedi, üzerinde hiç bir idari vasıf bulunmamasına rağmen orayı tamir ederek Ortaokul açmaya girişti. Canla başla çalışıp 1969-70 eğitim öğretim yılının açılışına Anıtkaya Ortaokulu'nu yetiştirdi... 

    Eşya ve binalarla duygusal bağ kurmakta zorlanmayan Aliefe'nin bu dönemlerde gerek İlkokul gerekse Ortaokuldaki öğretim çalışmalarına önem verip destek olduğunu, en ufak bir başarıdan bile ne kadar mutlu olduğunu şahitleri anlatıyor. Öğrenciler yarışmada derece yaptı diye Bahçecik'te koyun ziyafeti filan verirmiş...

    Köy idaresi ve eğitim sektöründe önde bulundu. Seçimlere girdi; kazandı kaybetti, başarılı başarısız oldu, inişli çıkışlı böyle bir hayatı var. Fakat 1940-70 arasındaki hayatı bundan ibaret değildi. Her şeyden önce ilgilenmesi gereken kalabalık Yörüğoğlular var, dolayısıyla paralel akan bir aile hayatı da bulunuyordu.

    Bir Türkmen/Yörük ailesi olarak geçimleri hayvancılık üzerineydi. Koyun ağırlıklı bu işin ticari yönü olan cambazlıkla da iştigal etti. Etraf köylerden de bu sahada önemli bir çevre edindi. Yörüklerdeki yaylak-kışlak geleneğini uzun süre uygulamışlar. Bahar ve yazı İblak'ın zengin otlaklarında, Eğret'in geniş arazisinde yaylamışlar. Sert kış soğuğunu ise nispeten daha ılık olan Manisa civarında kışlayarak geçirmişler. Bazen trenle bazen de sürüp götürdükleri bu göçler bir kaç yıl devam etmiş.

    Manisa kışlamalarında hem hayvanları yaymışlar hem de yeni kazanımları olmuş. Çevreleri genişlemiş, görgüleri artmış, yeni ufuklar yeni dünya görüşleri kazanmışlar. Oranın insanlarıyla sürekli etkileşim içinde olmuşlar. Aliefe'nin Anıtkaya'da oynadığı kendine has harmandalını orada öğrendiği söyleniyor. Zaten duygusal biri, son zamanlarında bunu oynar ağlarmış. Kim bilir belki eski Manisa günlerini hatırlayıp efkarlanıyordu...

    Çok gösterişli, çalımlı, rahvan bir atı varmış Aliefe'nin. Çobanlığını ve sürü idaresini bu at sırtında yapıyor, ayrıca her türlü ulaşımı da onunla sağladığı için onu sürekli o atla birlikte görüyorlar. Binit bu, günümüzün son model arabası gibi düşünelim... İnsanlar da öyle düşünüyor ve o ata hayran hayran bakıyorlarmış. Hatta Alaşehir'de birisi, karşılığında beş dönüm bağ teklif ediyor da Aliefe razı gelmiyor. Atına o kadar bağlı... Torunları eşyayla, mekanla olduğu gibi onun hayvanla da duygusal bir bağ kurabildiğini söylüyor... Atına duyduğu sevgi de böyle bir bağın ürünü olmalı...

    Zaman böyle ilerlerken 1960 ihtilalinden sonra işleri birden bozuluyor ve iflas ediyorlar. İflas ne demek, bütün sürüsünü kaybetmek demek... Öyle olunca kardeşi Halilefe ile ayrılıyorlar. O vakit, belki ekonomik olarak hayatının en zor günleri başlıyor.

    30 Kile (veya demir) arpayı yardırıp yiygi etmişler. Yanlış anlaşılmasın, mallara değil kendilerine yiygi ediyorlar. Fakat elde kalan hayvanların da karnı doyması lazım, onlar ne yiyecek. Misal beş köpekleri var... Evin idaresini eline alan hem yeğeni hem de gelini Rabia Hanım bu yüzden üç köpeği asarak öldürmüş, sırf arpa ekmeğine ortak olacaklar diye... Hiç olmazsa yal olarak ayıracakları yiygide tasarrufa gidiliyor böylece.

    İşte bu arada çok sevdiği atını da asıp öldürmekle tehdit etmiş Aliefe'yi... Götür sat, kendi yiyecek ekmeğimiz yok, filan demiş... Kadın haklı... Aliefe de öyle düşünmüş ve karışık duygularla varmış Afyon'a... Foto Celal'den atıyla vedalaşmasını fotoğraflamasını istemiş. Arka planda Heykel (Utku Anıtı)nın olduğu bir kaç poz verdikten sonra rahvan atını elden çıkarmış. Köye yaşlı gözlerle onsuz dönmüş...

    Kara gün kararıp kalmaz, o günler de geçmiş. Osmanköylü/Afyonlu ağaya ortak at, kısrak aldırmışlar. O vakitler koşum ve binek atlara çok ihtiyaç var. Üretip ehlileştirip para kazanacaklar. Bahçecik ve Keçiyatakları'nda Metin Tüplek o atları çok gütmüş. Yirmi otuz civarıymış at sürüsünün mevcudu...

    Yazın güderler, kışın Çayırlar bölgesine yılkı bırakırlarmış. Kar yağana kadar hayvanlar oralarda eğleniyor. Bazen Susuzosmaniye mezarlığına girerlermiş yayılmak için. Köyün Koruma'sı kapatır, Anıtkaya'ya pazara geldiklerinde Aliefe'ye haber verirlermiş, böyle böyle diye. Gider, cezasını öder çıkarırmış...

    Atlarla belini biraz doğrultmuş. Sonra sığır buzağı toplamış. Bunları hep torunum güder diye alıyor tabi... Bu kadar fasılasız çobanlığa dayanamayıp İzmir'e kaçtığında Metin 16 yaşındaymış. Aliefe onun peşini bırakacak değil, tutup getirmek için dah etmiş İzmir'e... 'Bir kahvede köylülerini başına toplamış, bir şeyler anlatıp türkü söylerken buldum' diyor Metin Abi... Zaten evvelden güzel türkü söyler, güzel oynarmış... 

    Gönlünü alıp köye dönmeye razı etmiş torununu... Elbette aralarında çobanlık yapmayacağına dair anlaşma da olmuş... Bundan sonra oğlu Musa Tüplek'in koyun çobanlığı serüveni var. 

    Aliefe mi? O, 1982'de 81 yaşında vefat etti. Diğer torunu Bıçakçı Cengiz Tüplek, ALİEFE marka bıçaklar yapıyor. Logosunun bir yanında harmandalı oynayan bir efe figürü, diğer yanında Aliefe'nin doğum tarihi 1901 ifadesi yer alıyor... Aliefe bir şekilde yaşıyor...




02 Aralık 2024

Çay (Çamaşırhane)


    Bizim kuşağın yakaladığı meğer son demleriymiş. Yani içinde çamaşır yıkanıyordu, ama bu fonksiyonunun son yıllarıymış. Tabi bundan herkesten daha fazla habersizdik. O kadar habersizdik ki kadınların çamaşır yıkama gibi büyük sıkıntıları, şu işten diğerine telaşlanmaları, nöbetmiş, kazanmış, odunmuş, kilmiş... hiçbiri umurumuzda olmaz, oradan oraya koşturur dururduk. Çay bizim için yüksek surlarla çevrili korunaklı bir kaleydi, ama oyun kalesi...

    Bir yüzyıl öncesinin şartlarını hatırlatmadan bugünün çocuklarına Çay'ı anlatmak pek mümkün görünmüyor. 

    Onların urbadan tek beklentileri giyinerek sıcaktan soğuktan bedenlerini koruyabilmekti. Bu yüzden ancak bir kat urbaları olurdu. Belki değiştire giymek, biri yıkanacağı zaman diğerini giymek için ikincisine sahip oluyorlardı, ama bu da çoğu itibariyle lükse girerdi. Bir şalvar, bir entari, bir göynek, bir içdonu, bir çift ipçorap... 

    Abartılı gelebilir, ama bu durumun örnekleri var. Hayta Mahmut Özdemir'in babasına Kes Osman derlermiş. Adamcağızın bir kat urbası var, o da yıkandığı zaman yorganın altından çıkmazmış kuruyana kadar. Bazen oğlunun yedek urbasını verirlermiş, onlar da çatır çatır yırtılırmış. Çünkü oğluna göre iriyarı biri, urbaları dar geliyor... Anlatılanlar hikaye değil yani, yokluk zamanları...

    Evlerde su bulunmadığı için esbap (esvap) yuma işi su kaynağına yakın yerlerde yapılıyor. Malum olduğu üzere Eğret'in en önemli su kaynağı da Bunar'dır, öbür tarafta Yörükçeşmesi, daha beride Omarcık'tır. Gelvelakin buralar köye uzak mevkiler, zırt pırt gidip gelinecek yerler değil. O halde esbaplar uzun aralıklarla yıkanır, iki üç ayda bir gibi...

    Herkesin soyunup dökünüp esbap yumaya gidileceği gün belirlenir, kazan kuzuluk, tas tokeç, odun çıra, şu bu doldurulup arabaya o su kaynağına gidiliyor. Kazan mutlaka olmalı, çünkü bit belasının meşhur olduğu o dönemlerde göynekler kaynatılmadan ölmüyor meretler. Kendilerini çıtır çıtır öldürsen sirkeler canlı kalıyor, üç gün sonra yine bitleniyorsun. Bu yüzden kazanlar fokur fokur kaynamalı...

    Yukarıda saydığım yerlere belli sayılarda esbapdaşları koymuşlar, herkes erkenden gelip bir taş kapıp kazanını kuruyor. Fakat dediğim gibi çok uzak buralar. Oysa köyün nispeten daha yakın yerini yalayarak akan bir Eğret Çayı var, üstelik suyu da gür akıyor. Hendekarası ile çayın kesişme noktasına da esbapdaşları koyarak daha yakın bir çamaşır yıkama yeri oluşturmuşlar. Çay/Çamaşırhane'nin oluşması böyle... Yalnız bu oluşumun tam tarihini kestirmek mümkün değil. Zaten bir anda olup bitecek bir şey değil, bir süreç söz konusuydu mutlaka. İşte o sürecin başlangıcı belirsiz...

    Eğret Çayı ile birlikte yakındaki iki çeşme ve bir kuyunun da etken olduğu düşünülse bile, o su kaynaklarının tarihini bilmek gerek. Oysa o konunun da cahiliyiz. Dedeçeşmesi diye adlandırılan çeşme Hacımahmut Dede'ye izafe ediliyor. Fakat bu Hafız'ın babası olan Hacımahmut mu, yoksa onun dedesi olan Hacımahmut mu bu da belirsiz. Bir riveyette çeşme yan taraftaki Uyuşakdede türbesiyle ilişkilendiriliyor... Bu çeşmeleri esas aldığımızda en yakın tarih olarak 20. yüzyıl başına gideriz, ki bence gitmemiz gereken tarih daha eskidir...

    Bir kaç tane esbapdaşı derenin beri kenarına yerleştirilmiş, uygun yerlere kazan kurmak için taşlar yığılarak ocak yerleri hazırlanmış, belki üstünkörü bir gaşla çevrilmiş olan dere ile yol arasındaki bu alana ta o zamanlar Çay diyorlarmış. Henüz tesise benzemeyen bu esbap yuma yerinin ilk hali böyle olmalıdır. İşgal sırasında kullanıldığına yönelik bir bilgi yok, işgalciler keyfine göre istedikleri yere büyük ve yüksek kazanlar kurup çamaşırlarını kaynatıyorlar. Han'ın duvarına, başka evlerin avlularında böyle kazanlar kaynattıklarına dair fotoğraflar var. İşgalden hemen sonra Çay'ın durumunu bilemiyoruz, ama 1940'larda yukarıda söylediğim gibi bir yermiş.

    Oranın neden Çay diye adlandırıldığına gelirsek, bu Eğret Çayı'nın onun içinden geçmiş olmasıyla ilgili gibi görünüyor. Bunar'dan doğup Hacıbeyli'ye doğru akan bu çayı hep dere diye adlandıran köylü, Çay adını onun içinden geçtiği esbaplığa layık görmüş. Tabi köylünün oraya hiç bir zaman çamaşırhane dediği yok; biz Eğret Çayı ile karışmasın diye Çay/Çamaşırhane tabirini kullanıyoruz...

    1948'den 1955'e kadar Aliefe (Ali Tüplek)in seçilmiş muhtarlığı var, ondan önce de bir dönem vekaleti vardı. Seçildiği dönemde Çay'ın hemen kenarına, kavşak noktaya koyun kuzu yıkama havuzu yaptırmış. Suyu Mezerböğrü'nün altındaki çeşmeden getirmişler, daha sonra asfalt dökülen karayolunun altında kalmış borular. Böylece doldurulan havuzda  yıkanan hayvanlar basamaklı çıkıştan yukarı çıkarlarmış. Çoğumuzun hatırladığı havuz doldurulduktan sonra yerine çocuk parkı yapıldı. 1962 Tarihinde Ara Güler tarafından çekildiği düşünülen fotoğrafta, Gamalı Ahmet Saçak ile Hasan Saki'nin oturdukları bu havuzun kenidir.

    Havuz yapıldığı sırada Çay hala eski halinde; virane bir gaşla çevrilmiş esbapdaşları, orada burada kazan vurulan ocak yerleri, isli taşlar, şuraya buraya yığılmış küller... Hafızalara kazınan gerçek Çay görüntüsü ancak Tıraka Abdurrahman Zenger zamanında oluşuyor. Aliefe'nin planlayıp da fırsat bulamadığı Yenihamam ve Çay projelerini, 1955'te seçimi kazanan Tıraka gerçekleştiriyor. Eşzamanlı olarak başlanan hamam ve çamaşırhane 1956/57'de tamamlanıp hizmete sokuluyor.

    Üstü açık Çay binası Eğret Çayı'na paralel olarak inşa edilen 40-50 metre uzunluğunda 10-15 metre eninde  bir kale gibi görünürdü. Surları yaklaşık 3 metre yüksekliğindeydi, tam mahremiyetin sağlandığı bu yeni Çay'da kadınlar rahatça hareket edebilecekti. Yüksek kalın duvarlarına kazan konulabilecek büyüklükte onlarca bacalı ocak yapılmıştı. Mozayikten döktürülmüş onlarca esbapdaşı, Çay'ın içinden geçirilen Eğret Çayı'nın bir kolunun iki yanına boydan boya dizilmişlerdi. Ortadan akan bu suni dere, atık kullanım suyunu da alıp götürür, ileride Eğret Çayı'na boşaltırdı. Ayrıyeten bir köşeye tuvalet de kondurulmuştu.

    Her şeyi düşünülen bu yeni Çay'da kullanım suyu ihmal edilemezdi. Mahmutdede çeşmesinin lula kökünden bir ayraçla Çay'a hat çekildi. Böylece Çay içindeki iki çeşmeden sürekli gür su akardı. Bu nakil su, basit bir mekanizmayla sağlanıyordu. Dedeçeşmesinin yan tarafındaki kapağın altında bulunan boruda tıkaç vardı. Alındığında Çay'daki çeşmeler akar, esbapcılar tarafından kullanılmadığında ise tıkanarak bütün su Dedeçeşmesi'ne yönlendirilirdi.

    Mal yıkama havuzu ve Çay için iki çeşmeden çekilen borular, aradaki susaya asfalt döküldüğünde onun altında kaldılar. Yine de içinden su aktı, kullanılmaya devam edildiler. Çay da öyle... On onbeş yıl tam randımanlı kullanılmış. Kadınların bir araya gelip işini gördüğü, eğlendiği, dedikodu ettiği, çığrıştığı bir kaç yerden biri olmuş. İki çeşmeye suya gelen kızlardan dolayı Mezerböğrü delikanlıların eğlek yeriyken, Çay sebebiyle haraketlilik katlanmış. Asfalt da oradan geçince büsbütün şenlik olmaya başlamış oralar...

    Çamaşır işine dönelim, zira Çay'ın asıl fonksiyonu esbaplık olması... Şahitlerin dediğine göre ocak ve taş kapabilmek için geceden odun ve kazan götürürlermiş, ne kadar revaçta olduğunu hesap et. Yıkanacak çamaşırı az olup da kazan yakmaya, taş kapmaya gerek görmeyenler birinin yanına sokuşdurucu sokulurlarmış, tabirin güzelliğine bakar mısınız. Kazan yakanlar ise önceden kazanı çamurla sıvayıp, işin sonunda kolayca temizlemek için önlem alıyorlar. Kaynar kazana kil atıyorlar ki esbaplar 'gar gibi ve yumşecik' olsun... Hazır sıcak su varken yanındaki çocuklarını yıkayanlara da rastlanır... Daha büyük çocuklar taşta yıkamakta olan anasına su taşıyarak yardım eder... Bütün bu koşturmaca arasında unutulmayan şey, oradaki muhabbetmiş...

    Çamaşır yıkama işi böylece tamamen Çay'a bırakılıyor. Yalnız Bunar, Omarcık ve Yörükçeşmesi'nden tamamen vazgeçilmiş değil. Nöbet bulamama veya kalabalıktan Çay'a yanaşamayanlar soluğu oralarda alıyor. Kullanım suyu mekanizmasından dolayı Çay çeşmelerinin her vakit akmadığı unutulmamalıdır. Çocuk bezi gibi küçük çamaşırı olanlar Çay'a gitmiyor veya suyu nasıl açacağını bilmiyor, bu yüzden diğer çeşmelerde böyle ufak tefek şeyleri yıkayanlar da oluyordu. Bunun önüne geçmek için hem Muhtarlık hem de Belediyelik zamanlarında çeşmelerde bez yıkamayı yasaklamışlar. Sırf bunun için cezalar kesildiğine dair kayıtlar var...

    Çay'da sonun başlangıcı şebeke suyudur. Daha evlere verilmeden önce köyün belli noktalarına on onbeş tane mahalle çeşmesi yaptırılmış ve suyu şebekeden sağlanmıştı. Ayrıca yine bazı mahallelerde kuyular kazılarak yeni su kaynakları sağlanmıştı. Aşağıdaki çeşmelere ve diğer kaynaklara bağlılık azaldı. Yakınlarındaki suyu bulunca insanlar evlerine iyi kötü birer esbapdaşı kondurarak daha uzaktaki Çay'a gitme lüzumundan kurtulmaya başladılar. Buna rağmen Çay'da esbap yuyanlar az değildi, fakat eskisi gibi ocak ve taş kapma telaşesi gibi bir durum söz konusu olmuyordu. 

    İşte başta söylediğim, bizim kuşağın son demlerine yetiştiği bu dönemin Çay'ı oluyor. Hareketli şenlikli zamanlarını da hayal meyal hatırlarız, lakin asıl oyun alanımıza döndüğü zamanlar tamamen terkedilmeye yüz tuttuğu zamanlardır. Bu da aşağı yukarı 1970'lerin ortası oluyor. Bu dönemde eski gürleyen çeşmelerden eser kalmamıştı. Dedeçeşmesi'nden tıkalı olduğu için akmazlar, ama ağzımızı kocaman ayırarak luladan içimize çektiğimizde borularda kalan su akmaya başlar, biz de bunu eğlenceye çevirirdik. Bazen de birimiz diğer çeşmeye geçip kulağını lulaya dayar, öteki lulayı ahize gibi kullanıp güya telefonlaşırdık. Buralardaki oyunlarımız, pek seyrek esbapcılar gelene kadar sürerdi...

    Evlere su verildikten sonra Çay'ın fişi çekilmiş oldu. Cansız bedeni bir kaç yıl daha öylece kaldı. Sonra hangi yıldı bilmiyorum, yeniden düzenlenerek çatı giydirildi ve mandıraya dönüştürüldü. Eskişehirli Eşref adında bir işletmeci uzun yıllar süt aldı, işledi. Sonra O da bıraktı. Geçmişini tam belirleyemediğimiz esbaplık alanına 1956 yılında yapılan kale gibi sağlam duvarlar ne vakit yıkıldığını hatırlamıyorum, önemi de yok zaten...

    Her şeyin olduğu gibi mekanın da ruhu vardır derler... Mustafa Ayas'ın anlatımıyla bitirelim:

    "Kille, tokeçle, elle yıkanan esbablar... Yan yana kazanlar... Derdi oyun olan çocuklar... Fırsat bu fırsat diye yakalanıp hunharca(!) yıkanan daha küçük çocuklar... Sadece orada karşılaşan eş dost, hısım akraba ve arkadaşların bağrışarak yaptığı sohbetler... Keskin gözlerle gelin adayı arayan daha da yaşlılar... Nineler, analar, vs. vs... Evlere şebeke suyu gelene kadar bayram yeri olan aktif bir alan... Sonrası bizlere kalan boş, yarı yıkılmış duvarlar...
    En sonundaysa masal olmadığı hâlde 'bir varmış, bir yokmuş' diye anlatılacak sadece bir hikaye sebebi... Bir varmııış, bir yokmuş..."



Sakaların Aktopuk

 




    Sakaların Aktopuk Sebahattin Atay (1936-2021) ve çocukları.
    Fotoğraf kaynak Ömür Atay



Döneler

 



    Kasım 1967 İstanbul... Sağ başta Çorcalıoğlu/Dönelerin Ali Çalışır (1920-2008), Paşaköylü ve Emirdağlı komşularının arasında damadı Şaban Varlı (1943-2011); önde çocukları Ayşe Çalışır, Halil Çalışır ve Muzaffer Çalışır kardeşler...

    Fotoğraf kaynak, Muzaffer Çalışır



27 Kasım 2024

Kendir Harmanı

 
    Belki yarım asır öncesinde Anıtkaya'daki sıradan işlemlerden biri olup da bugün için tarih olmuş, adı yeni nesile bir şey ifade etmeyen kendiri ekip biçme ve işlemeyi ele alacağız.

    Eski zamanlarda çok yaygınmış, çünkü tohumu ve kökü, köylünün çok işine yarıyor. Tohumunu sonraya bırakıp kökünün ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu ve nerelerde nasıl kullanıldığına bakalım. 

    Evvela şunu söylemek lazım ki, kendir köye yakın yerlerdeki bahçelere hususi olarak ekilebildiği gibi, bahçelerin kenarlarına, anlara yol boyu birer ikşer sıra halinde ekilebiliyordu. Özel bakım, çapa, sulama gibi şeyler istemiyor, yani eziyetli bir bitki değil. Yerini severse azat gibi yükselebiliyor, ortalaması günaşık kökü gibi, hatta ondan daha sert oluyor. Harman zamanında, Ağustos gibi erip olgunlaşıyor ve Eylül'de hasat ediliyor.

    Dipte köke yakın yerden kesiliyor kendir otları. Kucak kucak toplanıp demet haline getiriliyor ve arabaya yükleniyorlar. Şu haliyle kökler bir işe yaramayacak kadar serttir, bu yüzden önce onları yumuşatıp ekşitecek bir işlemden geçmeleri gerekir. Bunun yolu da onları ıslatmak. Yalnız fıskıyeyle ıslatılarak yumuşayacak gibi değil bunlar, uzun süreli suda bekletilmeliler. Ne kadar uzun süreli? En az bir hafta, on gün kadar... Böyle bir su kaynağı da elbette Eğret Çayı'ndan başkası değil... O vakitler henüz kanal açılmadığı için Eğret Çayı Hendekarası'nı dolaşıp geliyor. İşte çayın belli bölümlerine herkes kendir köklerini suya basarak orada yumuşamasını beklermiş...

    Yeteri kadar yumuşayıp kıvama geldiği düşünülen kökler çaydan alınıyorlar, fakat o bölgeden ayrılmadan güzelce bir yıkanmaları gerekiyor. Diyeceksiniz ki zaten sudan çıkan şeyleri niye yıkıyorsun? O vakitler Eğret Çayı'nın deli zamanları; yatağı geniş, ama suyu gür akıyor. Köylü onu çok verimli kullanıyor, sulamanın haricinde dene yıkama, koyun yıkama, çamaşır yıkama, hatta bez yıkamada bol bol yararlanıyorlar. Bazı bölgelerinde delikanlılar yüzüp yıkandığı bile oluyor... Şimdi, senin yatırdığın kendir köklerinin üzerinden geçen sular hep bu kullanım suları... Ayrıyeten dere yatağının kendisi çamur zaten, dolayısıyla on gün boyunca orada kalan köklere toz toprak, çamur balçık, ebir gübür sıvanıp kalıyor. Güzelce yıkayıp durulamadan öyle pis pis götürmek olmaz. Islak kökleri yıkamanın sebebi bu...

    Temizlenen yumuşatılmış kendir kökleri eve getirilir. Onları şimdi kurutulma süreci bekliyor. Madem kurutacaktık niye ıslattık, sorusu gereksiz; çünkü bazı şeyler asla önceki haline geri dönmezler. Uzun süre ıslatıldıktan sonra kuruyan kökler de başka bir şeye hazır hale gelirler; deneyi dökmeye... Aslında uzun süre ıslatılarak yumuşatmanın bir sebebi de bu idi, öyle yapılmasa ve sonra tekrar kurutulmasa silkeleyince kolayca deneyi bırakmayacaktır. Sırf bunun için ıslak kökler demet demet, kucak kucak alınıp duvara dayanırlar. Burada içine çektiği sulardan süzülüp kuruyacaklar ve sonra silkelenerek tohumu alınacaktır. 

    Silkeleme deyince kibar ve yumuşak bir işlemden bahsedildiği sanılmasın. Bunun içine sırıklarla, zopalarla dövme de girer. Genelde dövme işlemi iki kişi karşılıklı yapılır, böylece köklerin başını kaldırmasına izin verilmez. İlk bir kaç silkme pataklamadan sonra tohumdan/deneden tamamen arındırılır.

    Asıl dövme, pataklama bundan sonradır. Acımasızca kalkıp inen zopalar artık kökü parçalamaya yöneliktir. Onun parçalanması dikine olur, yani kök boyunca dilim dilim ip gibi liflere ayrılır. Kökün ilk tur pataklamasında sert kazıkları dökülerek ayrılır, silkeleyip ince lifleri de başka yere alırlar. Şimdi burada ıslatma/yumuşatma/ekşitme işleminin asıl amacı ortaya çıkıyor. Eğer uzun süre suda bekletilmeseydi, kökler liflere ayrılmayacaktı.

    Döve döve kökler o kadar ince liflere ayrılır ki, onları çirpiyle yapağı çırpar gibi çırpabilirsin. Bu işlem sırasında kalan giden kazıkları da tamamen dökülür gider. İyice incelen lifleri kirmanla eğirmek kalır. Zaten kirman dendiğinde, o kemik gibi sert köklerin ne hale geldiği az çok anlaşılmış olmalıdır. Koca koca kendir ip yumakları hep bu kirmandan geçirme sonucu ortaya çıkar. 

    Evlerin bir yerlerine asılmış bir kucak kendir topakları hala gözümün önündedir. O zamanlar bunların ne işe yaradığını bilmezdim. Meğer her evin ihtiyacı habalar, heybeler, çuvallar, urganlar, yularlar, gınnaplar hep o topaklardan dokunurmuş.

    Malzeme çok sağlam olduğundan, ondan elde edilen ürün de sağlam oluyor. Misal kendir çuvallar çok büyük dokunuyordu, aslında buna talis demek daha doğrudur. Bu talisler 15-20 demir dene alır, bu kadar ağırlığın altında kopmaz, yırtılmaz, kolay kolay eskimez. Islandıkça sağlamlaşır, çürümez. Kendir habalar da çok sağlam olur, dene yıkama sergi işlerinde onlar birebirdir. Çünkü ağır oldukları için yel bunları kaldırıp atamaz, su ve ıslaklık da zarar vermez.

    Kendirin karşısına rakip olarak çıkan çapıt habalara Eğretli kadınlar 'şapıldak habası' derlermiş. Bunlar biraz daha kibar ve güzel görünürlermiş, ama aynı zamanda hafif oldukları için sergiye gelemiyorlar, hafif bir rüzgarda hop savruluyorlar. Üzerindeki dene de heba oluyor. Kaba saba da olsa kendir habanın hali başkaymış... Kendir haba ve çuvalların bir başka özelliği ise eskidikçe kar gibi ağarması, güzelleşmesi imiş. Hatta bu yüzden onlara 'ak haba' deniliyor.

    Habaların sağlamlığına bir örnek olarak da saman arabasında kullanılması aklıma geldi. Saman tahtalarının ön ve arkasındaki gergiye gerilerek adeta kapak vazifesi gördürülürdü. Saman eşilirken dirgen filan gelse bir yerine, bana mısın demez. Her evde bulunan bu habalar sırf sergide, arabada, dene yıkamada değil, evde yaygı/kilim olarak da kullanılıyorlardı.

    Kendir ipi ve ipten elde edilen ürünlerin macerasını anlattık. Başta tohumlar/deneler silkelenerek ayrılmıştı, onları unutmuş değiliz. Zaten unutulacak kadar değersiz de değil kendir tohumu. Tenike tenike, kile kile tohum çıkıyormuş, onları satarak ayrıca bir gelir kapısı edinirlermiş. 

    Bununla beraber kuruyemiş gibi tüketiliyormuş da... Burçağa benzeyen denesini gacır gucur yediklerini de hatırlarım. Tadına da baktım, tuhaf bir aroması vardı. Çok küçükken yaptığım tadımdan damağımda kalanı tam tarif edemeyeceğim, ama kötü değildi. Bazıları kavurur da yerlermiş, öyle bir özelliği de var...

    Kendir ekimi serbestmiş o yıllarda, herhangi bir sınırlama yok. Zaten bunu gerektirecek bir düşüncesi bulunmuyor köylünün, yani uyuşturucu tarafıyla ilgilenmiyorlar. Lifini, ipini nasıl değerlendirdiklerini de anlattık. Bu esnada ortaya çıkan tohumu sadece kuruyemiş olarak değerlendirmiyorlar. 

    Kendirin yağını çıkarıyorlar... O vakitler bitkisel yemek yağı sadece haşhaştan elde edilen... Günaşık filan pek bilindiği yok veya yaygın değil. Haşhaşa takviye olarak siylek gibi şeyler de ekiyorlar. Neylersin ki yağ hep zorunlu ihtiyaç, işte öyle zamanlarda insanların aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Mesela Patlağın Davılcı İbrahim Patlar'ın arabasını şablayla dolu görenler sebebini sormuşlar. Yağını çıkardığını söylemiş. Şabla yağına bile muhtaçsan, kendir yağına da itibar edersin... 

    Kendir yağının yara iyileştirici özelliğini keşfettiklerini de araya sıkıştıralım... Çıbanlara sürmek için de bulundururlarmış.

    Neyse... Denesinin yağı için kendir lazımsa, öyle tarlanın kıyısına köşesine ekmekle olmaz, tamamına ekeceksin. Hususi kendir ekmek de yaygınmış ve bunun için kendir harmanları yayılırmış. Düvenle sürüp sapını atıyor, denesini alıyorlar. Bunda da sapa köke itibar edilmiyor yani... Islatma ekşitme işleminden geçmediği için lifi de alınamıyor, ip olmuyor yani... Ayrıca samanını hayvan da yemiyor, tamamen atık...

    Şunu da belirtelim, köylü kendirin uyuşturucu etkisinin farkında değil demiştik... Bu büsbütün onun cahili oldukları anlamına gelmez. İşin aslını bilenler de varmış. Birinin 'Onu yediğinde kırk gün içinde ölürsen imansız gidersin.' diye kritik uyarı yaptığını anlatıyorlar... İyisi mi, aslında herkesin her şeyin farkında olduğunu gösteren, yaşanmış bir olayı anlatarak bitirelim...

    1963 Veya 64'te Körhoca Dedem okulun karşısındaki bahçeye kendir ektirmiş. Çok iyi kendir olmuş, biçeceğiz diye iki tırpan kırmışlar. Getirip kendir köklerini Davılcının evin ardına dökmüşler, o vakit harmenyeri orasıymış. Babam dökmüş harmanı, sürüp denesini almış, samanını da yığıvermiş. Davılcı Enişte 'Oğlum samanını da kaldır buradan' diye uyarmış. Demek ki bazı şeylerin olacağını heyallamış... Babam mal maşat yemez, fışgı olmaz, niye götüreyim bu değersiz şeyi diye düşünüp oralı olmamış... Değersiz, yalnız kime göre değersiz... Şimdi öncesinde ıslatılmadığı için kendirin yaprakları da samana karışık ve uyuşturucu kısmı bu yapraklardan yapılıyor... Yani bazılarına göre o saman çok değerli... 

    Ertesi gün Jandarma Babamı çağırmış. Senin şurada samanın var mıydı, vardı... Hani nerde, yok... Birileri gece samanı araklamış, birileri ispiyonlamış, başka birileri de gözaltına alınmış. Gözaltına alınanlar Gara Selim Zenger ile Tingildeklerin Osman Kasal... İspiyonlayanın Haliloğluların Şükrü Kanat olduğunu iddia ediyorlar, günahı boynuna... Bu olaydan sonra İzmir'e taşınmasını, ihbar ödülünü  aldıktan sonra köyde duramamasına yoruyorlar... 

    Tutuklananlara gelince... Garaselim bir ay kadar yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Dediklerine göre aldığı tazminatla ilk bakkal dükkanını açmış. Osman Kasal ise çıkamıyor. O sırada muhtar imiş, böylece muhtarlığı düştüğü gibi uzun yıllar maphus yatmış...

    Eğret/Anıtkaya'da böyle böyle hikayesi olan bir ottur kendir... Şimdi kendir kelimesi bazılarına masal dünyasından bir söz gibi gelebilir. Keten dersem, baştan beri ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Hatta kenevir ve hintkeneviri sözleri bazılarının gözünü parlatabilir...



26 Kasım 2024

Canali Kışı


    Canaliler sülalesinin bir asrın ötesindeki lakabı da böyleymiş. Yani 1934 soyadı uygulamasında Can soyismini almalarıyla bu lakabı kazanmış değiller. Aksine lakaplarına uygun soyismi alabilen nadir ailelerden biri oluyorlar. Belki bu yüzdendir, her dönemde ailenin en büyüğü Eğretlilerce Canali olarak bilinmiş. Adının Ali olup olmamasının hiç bir önemi yok.

    1940'lı yıllardaki aile büyüğü Mehmet Can'dır. 1897 Yılında doğan Mehmet Can da, ismi Ahmet olarak söylense de o dönemin Canali'sidir. Ali oğlu diye kayıtlara geçtiğine göre gerçek Canali'nin oğlu olsa gerektir. Nitekim Bacı Seydi Değer Dede'nin ölüm defterine 'Canalinin Mehmet Dayının ölümü' diye kaydedilmiş. Buna rağmen 'Mehmet Dayı' köylü tarafından Canali diye anılıyor.

    Zamanın Canali'si, merhum Canali Ali Can ve Şeytanhasan Hasan Can'ın babaları oluyor. Bacıdede'nin defterine vefatını kaydettiği tarih, 28 Mart 1946 Perşembe günüdür. Buna göre elli yaşına merdiven dayamışken vefat ediyor... O gün için Bacıdede'nin kaydı resmi kayıt olarak kabul edilebilir. Eğretlinin hafızasındaki kayıtta ise tarih ve gün ayrıntısı yok, kabaca onun ölümü 'Canali Gışı' diye yerleşmiş.

    Toplumsal hafızaya yerleşen çetin hava şartları çok nadirdir, Canali kışı da onlardan biri olsa gerektir. Benim duyduğuma göre o sene gocagar denilen hiç bitmez ve yaza kadar erimez kar varmış. Canali Mehmet/Ahmet ile karısı Aliciklerin Ümmühan Hanım o yıl, artlı önlü vefat etmişler... 

    Yalnız Canalioğlu Mehmet'in öldüğü 28 Mart günü ayrıca yarım metre daha kar yağmış. Millet gıyneşemiyor, mezar bile kazamıyor, şartlar o derece ağır yani... Bu ağırlık tam üç gün sürmüş... Tam üç gün boyunca Canalinin Mehmet Dayı defnedilememiş, ancak 31 Mart günü cenaze toprağa verilebilmiş. 

    Uzun yıllar o günlerde ortaya çıkan soğuğa 'Canali Kışı' denilmiş. Ölümünü takvimlere böyle kaydettirmiş Canali. Bugün eskiler yaza hazırlanırken ortaya çıkan şiddetli soğuklara hala Canali kışı diyor.




25 Kasım 2024

Ercebin Üseyin


    Şimdi Bilaller olarak bilinen sülale aslında Tekelilerin bir koludur. Bu koldan gelen Tekelioğlu Hüseyin'in dört oğlu var, en büyükleri Recep. (Küçükleri zaten malum Apil/Abdil Kaynar, Mehmet Kaynar ve Ömer Kaynar.) Eğretliler onu Ercep diye biliyor, aynı adı taşıyan başka kimse bulunmadığı için Ercep dendiğinde akla sadece o geliyor, Bilallerin Ercep demeye bile gerek yok yani.

    Ercep, Arapşükrü (Şükrü Zenger)in ablası Fadime Hanım ile evlendi. Bundan sonra Fadime Hanım da Ercepgarısı diye bilinecektir. Son zamanlarını hatırlıyorum, adını hiç anmadan kendisinden böyle bahsederlerdi. 

    Bunların bir oğlu ve üç de kızları oldu. Çocuklarının en büyüğü olan 1927 doğumlu oğluna, kendi babasının adı olan Tekelioğlu Hüseyin'in adını verdi. Soyadı Kanunu sonrası Hüseyin Kaynar olan bir evin bir oğlu, evlenmeden askere gitti. 

    1949 Kışında izinli olarak köyüne gelmişti. İzin günlerinde değirmene buğday öğütmeye gitti. Zemheriydi... Hava çivi gibi... Eğret, tarihe 'goca kar' diye geçmiş uzun süren karlı günlerden birini yaşıyordu. Kasım'da yağan kar hala kalkmamış, Hıdrelleze kadar kalkacağa da benzemiyordu.

    O yıllarda en yakın değirmenler Araplı-Gecek hattında bulunuyor... Ununu öğütüp yükünü arabaya yüklediğinde kar yağıyordu, Bayramgazi rampasını kavradığında şiddetlendi. Bayramgazi'ye geldiğinde ise tipiye çevirdi. 

    Tepedeki bu köyde biraz mola verip hem kendini hem öküzlerini dinlendirdi. Bu arada tipi şiddetini artırmıştı. Buna rağmen yola koyulmak isteyince oradan 'Bu havada yola çıkılmaz' diye durdurmak istediler. Israr edip datdedi öküzleri...

    Çirçir civarına geldiğinde tam olarak nerede olduğundan habersizdi, göz gözü görmüyordu. Öküzler de zorlanmaya başlamış, zaman zaman tekerler dönmez olmuştu. Zikkeyi çıkarıp boyunduruğu serbest bıraktı. Un derdinde değil, can derdindeydi artık.

    Arabayı öylece bırakıp öküzleri yedmeye başladı; ama tamamen tersi devrilmişti. Artık nereye gittiğini bilmiyordu... Ertesi gün buldular cansız bedenini... Mübarek Cuma günü... Uzundere'de Yataklar'a doğru bir ağacın altında, başka bir rivayette bir kayanın kuytusundaydı... Boyunduruktaki öküzleri de yanında...

    Bayramgazi'de durdurmak istedikleri, köylülerin beyanıyla sabittir. Donmuş bedeninin bir kuytuda bulunduğu da... Yalnız arada Hüseyin'in yaşadıkları tahminden ibaret... Cuma namazından çıktıktan sonra aramaya koyulan Eğretliler onu boyunduruktaki öküzlerle o halde bulunca böyle yorumlamışlar. 'Öküzleri yedeğine almayıp serbestçe sürseydi, hayvanlar onu eve kadar getirirdi' türü yorumlar da hala yapılıyor. Lakin bütün bunların faydası yok...

    Daha Bayramgazi'ye gelmeden değirmencilerin de yola çıkmaması gerektiğine dair uyarılarına muhatap olmuş. Onlara o gece sözünün olduğunu, söz kesileceğini, ne olursa olsun köye ulaşması gerektiğini söylemiş. Bu bilgi doğruysa, Eğret'e hemen dönme konusundaki motivasyonu açıklığa kavuşuyor. Hiç bir uyarı onu durduramayacakmış, ecel müstesna...

    Resmi kayıtlara ölüm tarihi 9 Şubat Pazar diye geçmiş, belki bildirildiği tarihtir bu. Cuma günü bulunduğu kesin, zira bir gün öncesinde Garaburun Seydi Ahmet Mola'nın düğünü varmış. Perşembe gelini olarak o düğün günü işaretlenmiş, aynı gün Bayramgazi'den geçtiği de kesinleşince 6 Şubat 1949 ölüm günü olarak tarihe geçmiş.

    Bu acı olay Eğret halkının hafızasına yerleşip yerel takvime kazınmış. Tipiye yakalanma, tersi devrilme, yolunu şaşırma, yönünü kaybetme gibi durumlara bir örnek olarak gösterilmiştir. 'Ercebin Üseyin gibi...' sözü, bir uyarı ifadesi olarak hala kullanılmaktadır.

    Ercebin Üseyin'in üç kız kardeşi, abilerinin hatırası olarak birer oğullarına Hüseyin adını vermişler. Bunlar, Eselerin Yusuf'un Hüseyin Eminç, Bayramgazili Sığırcı Kelosman'ın Hüseyin Altınbaş ve Körahmetin İbram'ın Hüseyin Çotak'tır. Hüseyin Çotak, 1985 yılında, dayısı gibi genç yaştayken vefat etti... Bununla beraber Ercebin Üseyin Kaynar adıyla ve ölümüyle hafızalarda hala yaşıyor...