10 Aralık 2025

Karar 31-32-33

 


TOPLANTIDA BULUNAN ÜYELER

            Osman Koç, Ahmet Yaman, Eyüp Çetin, Şükrü Dadak

 

            KARAR NO: 31

            Köyümüz adına ait olan mahkemelere vekil olarak takip etmek için hukuk davalarında Afyon avukatlarından Osman Karağaçlıoğlu’nun 600 liraya tutulup 300 lirasının peşin verilip kalan bakiyesinin mahkeme sonunda verilmesine Kurulumuzca oy birliği ile karar verildi. 18.2.956

 

 

            KARAR NO: 32

            Köyümüz boğalarına Köyümüz halkından bakkal İbrahim Ata’dan 4 demir burçak, 2 demir arpa yem alınıp bedeli 30 lira verilmesine Kurulumuzca oy birliği ile karar verildi. 25.2.956

 

 

            KARAR NO: 33

                Köyümüz halkından Süleyman Boran’ın at arabası ile Köyümüz İhtiyar Kurulunu nahiyeye götürüp getirme 6 kişi ücretine 6 lira verilmesine oy birliği ile karar verildi.

 

 

 


Karar 29-30

 


diğer iki otobüsün de ayrı ayrı olarak birinin Delinuri’nin kuyu başında, diğerinin de Yörüğoğluların ambarın yanında durması kurulumuzca kararlaştırılmıştır.

                2- Yasak edilen yerde durma hadisesinin üçüncü defa tekerrürü görüldüğü takdirde ceza 20 liraya yükseltilecektir. Oy birliği ile karar verildi. 17.2.1956

 


            KARAR NO: 30

            956 Yılı Köyümüz pazarının havaların kış olmak münasebetiyle 28.1.956 – 4.2.956 – 11.2.956 tarihlerinde pazarımız kapalı bulunup bu üç haftada harç rüsumları alınmadığı ve 18.2.956 tarihinde pazarımız açılıp harç rüsumları alındığı kurulumuzca oy birliği ile karar verildi. 18.2.956

 

 

Karar 28-29

 


TOPLANTIDA BULUNAN ÜYELER

            Ömer Öncül, Osman Koç, Ahmet Yaman, Eyüp Çetin, Şükrü Dadak

 

            KARAR NO: 28

            1.1.1955 Tarih ve (2) lira kıymetli masraf senedi ile 30.4.1955 tarih ve (5) lira kıymetli köy masraf senedi köyümüz halkından Hüseyin Yaman’a ait olup pullar üzerine basılmış olan parmaklar da Hüseyin Yaman’a aittir. Hüseyin Yaman’a ait olan diğer senetlerde bulunan Hü. Yaman şeklinde kazılmış yuvarlak mühür de kendisine aittir. Durum kurulumuzca tasdik kılınır. 17.2.1956

 

 

            KARAR NO: 29

            Köyümüzün camisi önünden hareket edip tekrar oraya gelip aynı yeri kalkma ve durak yeri yapan yolcu otobüslerinin işgal ettikleri bu yer köyümüzün efkar-ı umumiyesi ile bütün hayvanlarının gelip geçtiği önemli bir yer olduğundan otobüslerin oradan kalkıp orada durmaları köyün umumi asayişi bakımından sakıncalı görülmüştür.

            Bundan böyle orada duran ve oradan kalkan otobüs sahiplerine; bir defasında 10, ikinci defasında 15 lira ceza alınmasına ve bu durumun otobüs sahiplerine tebliğine oy birliği ile karar verildi.

            Not 1- Otobüslerden Halil İleri’ninkinin kendi garajında



Karar 26-27

 


TOPLANTIDA BULUNAN ÜYELER

            Osman Koç, Ahmet Yaman, Eyüp Çetin, Şükrü Dadak

 

            KARAR NO: 26

            Köyümüzün eski m… evinde oturan elden 30.11.955 – 31.12.955 – 31.1.956 – 28.2.956 aylara ait beher aylığı 7 Lira 50 kuruştan otuz lira alınmasına karar verildi. 14.2.956

 

 

 

            KARAR NO: 27

            Köy derneğince kararlaştırılan muhtar ve imam ve diğer köy adamlarının yıllıkları kararı,

            Köy derneği 9.12.955 tesadüf eden Cuma günü toplanarak Köy Kanununun 19. maddesinin 1. fıkrası hükmünce muhtar yıllık ücreti para ve mahsül olarak müfredatı aşağıda yazıldığı vechile kesilmiştir. Aynı toplantıda Köy Kanununun 83. Maddesi hükmünce imam ve diğer Köy Adamlarına verilecek mahsül ve parayı aşağıda müfredatı bildirildiği üzere yıllığının gösterilmiş ve derneğin bu kararı köy karar defterine aynen geçirilmiştir. Keyfiyeti tasdik ederiz. 9.12.955

 

                                               Para                Mahsul

            Muhtar                       1200                1200

            İmam                          900                  900

            Katip                           540                  540

            Korucu                        450                  450              

 


08 Aralık 2025

1939 Salma Makbuzu

 


    Köy Kanununa göre, her haneden alınmak üzere İhtiyar Heyetince alınan vergi toplama kararına salma salmak deniliyor. Tabi heyet bu kararı keyfine göre almıyor, köy yararına bir iş yapılacaktır ve salma o işin finansmanında kullanılacaktır. Bütçe hazırlamadaki gibi, hanelerin ekonomik durumuna göre salma miktarı değişebilir; ancak az çok her haneden alınması esastır ve tamamen yasaldır.

    Eğret'te yaklaşık 85 yıl önce salınmış bir salgının makbuzu yukarıda. 18 Mayıs 1939 tarihiyle kesilen makbuza muhtarın mührü vurulmuş. Okuyabildiğim kadarıyla 1939 muhtarı Delimamın Ali Soydan'dır...

    Cilt, Seri ve Makbuz numaralarından başka belgenin başlığında şu ifadeler yazılı: "Afyon kazası, Eğret köyü Para ve Makbuz Mukabili verilecek köy makbuz ilmuhaberidir." Yalnız makbuzun ortasına eski harflerle alta yazılacak kişi bilgilerinin notu düşülmüş. Eski harflerle düşülen notta şu yazılı: "Çolak Osman oğlu İsmail" Yeni harflere geçileli on yıldan fazla olmasına rağmen henüz halk arasında tam yaygınlık kazanmadığı anlaşılıyor.

    Çolakosman oğlu, namıdiğer Dolaksızın İsmail bu salmayı ödeyen kişidir. Tam adı İsmail Kırım olarak belirtilmediğine göre, beş yıl önce yürürlüğe giren Soyadı Kanunu da henüz Eğret'te yaygınlaşmamış.

    Çolakosman oğlu İsmail'den 3 lira tahsil edilmiş. Elde başka makbuz olmadığı için bu miktar, Dolaksızların ekonomik durumu hakkında bir fikir vermiyor. Yalnız şu makbuz örneğinin Muhtarlıkça her türlü tahsilatta kullanıldığı anlaşılıyor. Sağda gelir çeşidi sütununda tam dokuz kalem gelir listelenmiş, en başta da salma var. Kesilen cezalar ve yapılan bağışlar da bu makbuzla kaydediliyormuş.

    Ayrıca makbuzun sağ üst köşesine 20 PARA değerinde pul basıldığı ve alta yapıştırılan 2 kuruşluk pul üzerine tarih atılıp mühür vurulduğu görülüyor. Belli miktarın üzerindeki makbuzlara damga pulu yapıştırmanın zorunlu olduğu en altta belirtilmiş. Bundan da, alınan 3 liralık salmanın 2 kuruşu devlete aktarıldığı çıkarılabilir. 

    Belgede adı geçen Dolaksızın İsmail Kırım, makbuz tarihinden üç yıl sonra 1942'de; o günün Muhtarı Delimamın Ali Soydan ise 1975'te vefat ettiler.


07 Aralık 2025

Mandıra ve Hender Bahar


    "İç Batı Anadolu'da Akarçay havzasındaki araştırmalarımız bu alanda yoğun Orta ve Geç Demir Çağı yerleşimlerine işaret etmektedir. Kuzey Batı Anadolu bağlantısı üzerinde konumlanan Hender Bahar Höyüğü, aktif birçok dönemli yerleşim yeriydi. Bu çalışma, HBa olarak isimlendirdiğimiz Hender Bahar Mezarı'nın duvarlarında devşirme malzeme olarak bulunan bir Eski Persçe kraliyet yazıtının keşfini sunmaktadır. Mezar, 13. yüzyılın sonlarına tarihlenmekte olup Hender Bahar Höyüğü'nün yakınına inşa edilmiştir. Buluntu, Mezar'ın batı duvarındaki bir taş bloktur. Üzerinde, Eski Pers kraliyet yazıtının bir parçası olan parçalanmış bir işaret bulunmaktadır. İşaret, günümüzde AM3 olarak bilinen Auramazdā logogramının bugüne kadar bilinmeyen bir çeşididir. Blok, başlangıçta henüz keşfedilmemiş bir mimari yapının parçasıydı. Muhtemelen bölgede devşirme malzeme olarak kullanılan bloklarıyla birlikte parçalanmıştır. Kesikler, Eski Pers çivi yazısının çevresel kullanımına işaret etmektedir."

    Yukarıdaki paragraf bu yıl içinde yazılan bir makaleden... Hender Bahar Mezarı'ndaki Eski Bir Pers Parçası* başlıklı bu makale Özdemir KOÇAK, Selim Ferruh ADALI, Enver AKGÜN ve Ömür ESEN ortak çalışmasıyla hazırlamış. Makalede işlenen konu üzerinde durup bir sonuca varacağız. Önce başlığa çekilen Hender Bahar mezarından bahsedelim.

    Adı geçen mezar/türbe Osmanköy güneydoğusunda Herdane Bahar Baba yatırı olarak biliniyormuş. Şu anda harabe halindeki bu türbe kalıntısının 13. yüzyılda yapıldığı söyleniyor, yani Eğret Kervansarayından daha eski. Hemen yakınında aynı adla, yani Hender Bahar diye anılan bir höyük bulunuyor. 2019 ve 2020 yıllarında bölgede yapılan yüzey çalışmaları çerçevesinde bu höyük  de incelenmiş. Tabi bu sırada türbe de incelenmese olmazdı. 

    Türbe kalıntılarında çok fazla devşirme malzeme bulunması araştırmacıların dikkatini çekmiş. Fakat onları asıl şaşırtan bir blog taştaki çivi yazısı ifadeleri olmuş. Yapılan araştırmada bu yazının bir Pers hanedanlığına ait kitabenin parçası olduğunu keşfetmişler. Zerdüştlük inancının iyilik/bilgelik tanrısı olan Ahuramazda'dan bahsedildiğini çözmüşler. İşte bu taştan yola çıkarak önemli bilimsel tespitler yapılmış makalede... Beni heyecanlandıran noktalardan bahsedeceğim... 

    Türbeye bir kilometre mesafede iki tümülüsten oluşan ve halkın Çatalüyük adını verdiği bir başka höyük daha var. Bizim Çatalüyük'e ne kadar benziyor, üstelik orası da bizimkinde olduğu gibi kaçak kazılara maruz kalmış. Neyse, işte araştırmaya bu Çatalüyük'ü de dahil ediyorlar. Hatırlanacağı üzere aynı yıllarda bizim köydeki Bayramgucağı, Terlemezinüyük, Çatalınguyu, Mandıra, Ardıçlıguyu, Cinlidere mevkilerinde de yüzey araştırması yapılmıştı. Hepsi aynı çalışmanın parçasıymış. Osmanköy'deki çalışmalarında tarih öncesinden Hellenistik döneme kadar çok farklı çağlara ait buluntular elde edilmiş. Bunlardan yola çıkarak ele alınan bölgede "yerleşimin Kalkolitik Çağ'dan beri neredeyse kesintisiz olarak iskan edildiği" sonucuna varıyorlar. 

    Frig ve Lidya egemenliğinden sonra bölgede Perslerin dönemi başlamıştı. Hender Bahar höyüğünden başka bölgenin önemli yerleşimleri arasında Bayramgucağı da sayılıyor. İşte Persler döneminde bu  yerleşimlere dokunulmamış, hatta bazıları Pers eyaletlerinin başkenti hüviyetine bürünmüş. Hender Bahar Höyüğü'nün en yakındaki eyalet başkenti (muhtemelen Sinanpaşa Küçükhüyük)e bağlı bir yerleşim olduğunu düşünüyorlar.

    Çivi yazılı devşirme taşa dönecek olursak... Bunun Perslerin Ahmeriş Hanedanlığı dönemiyle ilişkili olduğu kesinmiş. Pers anakarası (İran) saraylarında benzerleri tespit edilmiş. Burada yani Hender Bahar mezarında bulunması ise, yakınlardaki kalıntılardan devşirile devşirile en son 13. yüzyılda türbe duvarına yerleştirildi, biçiminde açıklanabilirmiş. Taşa asıl kaynak olarak ise metropluk (eyalet) sarayı gösteriliyor. Şu cümleler çok dikkat çekici: "Eski Persçe yazıt bloklarından oluşan bir mimari yapının Hender Bahar Höyüğü civarında var olduğu tahmin edilmektedir; ancak bu yapı şu anda kayıptır veya henüz keşfedilmeyi beklemektedir."

    Hender Bahar mezarında keşfedilen taşın önemi, üzerinde Persçe çivi yazısı bulunmasıdır. Bu bölgede daha önce böyle bir buluntuya rastlanmamış. Onu bizim için önemli kılan bu Pers bağlantısı... Peki, neden?

    Hatırlanacağı üzere Mandıra mevkiinin adından yola çıkarak en son Pers Komutan Mardonios ile mantıksal bir bağ kurmuştuk. Elimizde veri yoktu, sadece kelimelerdeki ses benzerliğinin yordamıyla ilerlemeye çalışmıştık. Şimdi şu taş, kesinlikle bu bölgenin önemli bir Pers egemenliğine sahne olduğunu gösteriyor. Üstelik makalede çivi yazısıyla kitabe yazma geleneğinin buralara I. Darius döneminde geldiği öne sürülmüş. Bu isim de bize yabancı değil; zira Mandıra yerleşimine adını verdiğini düşündüğümüz Mardonios, İmparator I. Darius'un komutanlarındandı... 

    Gerçi makalede Hender Bahar Höyüğü ile Anıtkaya'dan sadece Bayramgucağı yerleşimi ilişkilendirilmiş. Bence bu Persçe yazıttan sonra Mandıra ile bağ kurmak daha mantıklı olabilir...

    *Hender Bahar Mezarı'ndaki Eski Bir Pers Parçası


05 Aralık 2025

2. Süvari Tümeninin Büyük Taarruz Harekatı

     Dr. Çağlar Öngel*

    27 Ağustos 1922 tarihinde saat 10.00’da yazılan Ordu emri beş buçuk saat sonra 5. Süvari Kolordusu’na gelmiştir. Bu sırada ise durum değişmiştir. Uşak’tan Yunan süvari tümeninin gelmesini kuvvetle bekleyen 5. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, asıl kuvvetiyle Balmahmut’a yapacağı bir harekette Yunan süvari tümenine arkasını vermekten çekiniyordu. Bundan dolayı Yunanlılardan önce 2. Süvari Tümeni’ni İlbulak Dağı geçitlerinden geçirerek Afyonkarahisar - Kütahya demir yolunu kesmeye ve 14. Süvari Tümeni’ni akşama kadar batıya karşı bırakıp gece olunca onu da 2. Süvari Tümeni’nin arkasından yürütmeye kadar vermiştir. 5. Süvari Kolordu Komutanı’nın yanında bulunan 2. Süvari Tümen Komutanı, İlbulak Dağlarını aşıp kuzeye geçmektense Balmahmut istikametine doğuya gitmek teklifinde bulunmuş ise de Fahrettin Paşa kararını değiştirmemiştir. Fahrettin Paşa Akçaşar’dan 27 Ağustos 1922 tarihinde şu emri vermiştir; “2. Süvari Tümeni düşmanla daima yan ve gerisinden teması sağlayacaktır. Tümen bu emri alınca Başkimse - Ulucak - Eğret genel doğrultusunda ilerleyerek bu gece Gazlıgölle - Belçeşme (İhsaniye) arasında demir yolunu tahrip edecek ve Araplı çiftliği doğrultusunda güneye dönerek düşman gerilerini vuracaktır.” demiştir. 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Paşa’nın 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 14.00’de 1. Ordu Komutanlığına telsizle verdiği raporda, Olucak civarında tümenin toplanmasının zor olacağını ve fazlaca kayıp verdiğini ifade etmiştir. Her iki tümenin Beşkarışhöyük’te toplandığı vurgulanmıştır. Geri ile bağlantı kurulmadığından dolayı iaşe sıkıntısı çekildiği bildirilmiştir. 27 Ağustos 1922 tarihinde 5. Süvari Kolordu Sahra Topçu Taburu ve Telsizi Çayhisar’a geldiği söylenmiştir. 1. Ordu Komutanı’nın 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 14.15’de yazdığı takip emri saat 18.45’de 5. Süvari Kolordu Komutanı’nın eline geçmiştir. 5. Süvari Kolordusu’nu ilgilendiren kısmında Yunan kuvvetinin tutunmasına meydan verilmemesi, Yunan kuvveti çekilişinin bozguna uğratılması görevi vardır. 1. Ordu Komutanlığının bu emri 5. Süvari Kolordusu’nun tertiplerine uygun geldiğinden kendi emrinde bir değişiklik yapmamıştır. Fahrettin Paşa ise 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 21.30’da Akçaşar’dan ve 2. Süvari Tümeni’nin peşinden, Eyice yolu ile Olucak’a hareket etmiş ve 27 Ağustos 1922 gece yarısı oraya varmıştır. 2. Süvari Tümeni Komutanı 5. Süvari Kolordusu’nun emrini Başkimse’de almış ve hemen hareket etmiştir. Kol nihayet 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 21.30’da Başkimse’yi terk etmiştir. 2. Süvari Tümeni 27 Ağustos 1922 tarihinde gece boyunca yürüyerek 28 Ağustos 1922 sabaha karşı Anıtkaya dolaylarına gelmiştir. Yürüyüş derinliği çok artmış ve hayvanlar çok yorulmuş olduklarından burada bir saatten fazla dinlenmişlerdir. 2. Süvari Tümeni Başkimse’den geçtikten sonra 1. Yunan Tümen birlikleri köyü işgal ederek ateşe vermişlerdir. 2. Süvari Tümen karargahı yanmakta olan köye 300 metre yaklaştığı zaman Yunanlılarla karşılaşmıştır. Yunan erleri önce büyük bir telaş ve heyecan içinde bağrışmaya başlamışlar, sonra kendilerini toplayıp şiddetli bir ateş açmışlardır. Bu yüzden 2. Süvari Tümeni, Eyice doğrultusuna yürümekte olan tugayla irtibatı kaybetmiştir. Ancak sabaha karşı birleşerek 28 Ağustos 1922 saat 5.00’de Olucak’ta toplanmıştır. 27 Ağustos 1922 gece muharebesinde Yunanlıların da kayıpları olmakla beraber 2. Süvari Tümeni’nden 5 subay ve 20 er yaralanmış, 3 er şehit olmuştur.

    Fahrettin Paşa anılarında 27 Ağustos 1922 tarihinde Anıtkaya bölgesinde büyük bir Yunan ordugahını tespit ettiğini ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’ya göre bu birliklerin Türk Ordusu’nun sağ tarafına saldıracak ya da geri çekilerek İlbulak – Dumlupınar – Toklu hattında yeni bir cephe tutacağını belirtmiştir. Fahrettin Paşa, bunun üzerine birliklerini bölgeye sevk ederek Yunan karargahına saldırmaya karar vermiştir. Ancak 2. Süvari Tümeni, General Nikolaos Trikoupis ile çatışmak zorunda kalmıştır.

    1. Ordu Komutanlığı 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 11.00’den sonra Batı Cephesi Komutanlığına gönderdiği akşam harp raporunda; 2. Süvari Tümeni’nin Akçahisar ve kuzeyinde bulunduğunu ifade etmiştir.

    2. Süvari Tümeni Başkimse’den 27/28 Ağustos 1922 gecesi Anıtkaya’ya hareket etmiştir. Yolların kötü olması ve gecenin karanlığından dolayı 2. Süvari Tümeni ikiye ayrılmıştır. Önde yürüyen 4. ve 2. Süvari Alaylarıyla bir top bataryası Anıtkaya’ya, arkadan yürüyen 20. ve. 13. Süvari Alaylarıyla 2. Süvari Tümen karargahı Anıtkaya güneyine 4-5 km güneyden ilerlemişlerdir. 28 Ağustos 1922 gecesi yürüyüşünde 2. Süvari Tümeni’nin yürüyüş derinliği çok artmıştır. Askerleri ve hayvanları dinlendirmek, kuvvetleri toplamak için 2. Süvari Tümen Komutanı kola istirahat vermiştir. Ortalık ağarınca Bayramgazi’nin kuzeyinde Anıtkaya şosesi üzerinden kuzeye giden bir yürüyüş kolu görülmüştür. 1. Yunan Kolordusu’na bağlı istihkam taburu ve yedek subay talimgah öğrencileri Afyonkarahisar’dan çekilmiştir. Bu durum karşısında 2. Süvari Tümen Komutanı demir yolunu tahripten önce 13. Alayı’na taarruz etmesini ve 20. Alayı ile bağlı birliklerin ileriye yanaşmasını emretmiştir. 13. Alayı’nın öncü bölüğü Yunan kuvvetiyle yaya muharebe etmiştir. Bunu gören 2. Süvari Tümen Komutanı 13. Alayı’nı atlı hücuma kaldırmıştır. 13. Alay’ın rastladığı motorlu araçlar tahrip edilmiş ve içlerinden çıkıp savunmak isteyen Yunan askerileri etkisiz hale getirilmiştir. Bu muharebede Yunan kuvvetlerinden 5 subay ve 30 asker esir alınmış, 100 kadar ölü verdirilerek 10 kamyon tahrip edilmiştir. Belce köyünün 2 km batısındaki sırtlara çıkan Yunan taburu 13. Süvari Alayı’nın demir yoluna ilerlediği sırada şiddetli ateş açmış ve 13. Süvari Alayı yaya muharebe etmek zorunda kalmıştır. 20. Süvari Alayı da Resulbaba Tepesi’nden 12. Yunan Tümeni’nin batıya yürüyüşte olduğunu görmüştür. 2. Süvari Tümen Komutanı, 13. Süvari Alayı’nı geriye çekerek, 20. Süvari Alayı’nın gerisine gelmesini ve 20. Süvari Alayı emrine girmesini, 20. Süvari Alayı’na da Resulbaba Dağı’nı gözetlenmesini, zor bir durum karşısında kalırlarsa Olucak doğrultusunda çekilmelerini emretmiştir. 2. Süvari Tümen Komutanı da 2. ve 4. Süvari Alaylarının yanına Anıtkaya’ya gitmiştir. Ortalık ağarınca Anıtkaya’da bulunan Yunan ordugahına şiddetle bir baskın yapmıştır. Ordugahta 2. Yunan Kolordu Komutanı General Diyenis Anıtkaya’da bulunmaktaydı. Diyenis çadırda bulunduğunda çadırına mermi isabet etmiş ve 9. Yunan Tümen Komutanları da ateş altında kalmışlardır. Komutanlar büyük bir şaşkınlık geçirdikten sonra oradaki birliklerle karşı koymaya başlamışlardır. 9. Yunan Tümeni de Anıtkaya ve Yenice bölgelerinden kuvvetli bir topçu desteğiyle karşı taarruza geçmiştir. Bu taarruz 2. Süvari Tümeni’ni zora sokmuştur. Yenice köyündeki Yunan kuvvetinin ilerlemesi üzerine geri çekilmek zorunda kalmıştır. 2. Süvari Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, saat 9.30’da Yenice köyüne geldiği zaman 4. ve 2. Süvari Alaylarının hızla çekildiklerini görmüştür. Yunan kuvvetleri Yenice’den topçu bataryalarıyla 2. Süvari Tümeni’nin çekilen kollarını şiddetle ateş altına almışlardır. 2. Süvari Tümen birlikleri iki kolla Olucak doğrultusuna çekilmeye devam etmişlerdir. Bu sırada 5. Süvari Kolordusu’nun saat 8.00’de Olucak’tan yazılmış bir emir almıştır. Bu emirde alınan esirlerin ifadesiyle 7. ve 1. Yunan Tümenlerinin Dumlupınar’a çekilme emrinin verildiği ifade edilmiştir. Bu sabah Çatkuyu – Başkimse arasından batıya giden Yunan kuvvetlerinin görüldüğü ifade edilmiştir. Bir Yunan kuvvetinin de Anıtkaya’ya doğru ilerlemekte olduğu ve 14. Süvari Tümeni’nin Akkaya Tepesi’ni tuttuğu anlaşılmıştır. Anıtkaya’ya gitmekte olan Yunan kuvvetinin 2. Süvari Tümeni tarafından oyalanarak, tümenin Batak köyü civarında toplanacağı emredilmiştir. 2. Süvari Tümeni’nin Olucak’tan kuzeye gittiği görülünce 14. Süvari Tümen Komutanı Yunan kuvvetiyle temasta olan 5. Süvari Alayı’nı artçı, 54. Süvari Alayı’nı yancı bırakarak Beşkarışhöyük’e çekilmeye başlamıştır. 14. Süvari Tümeni’nin bir savunma muharebesi yapmadan erken çekilişi 5. Süvari Kolordu karargahını ve 2. Süvari Tümeni’ni zor duruma düşürmüştür. Halbuki arazi savunmaya elverişli ve durum da tehlikeli değildi. 28 Ağustos 1922 tarihinde saat 10.00’da Yunan kuvvetinden takviyeli 23. Yunan Alay Müfrezesi ilerleyerek Kozluca tepelerini işgal etmiştir. Anıtkaya’dan ilk çekilen 4. Süvari Alayı Olucak’a gelince 5. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, adı geçen alayı yanına alarak Batak batısına doğru hareket etmiştir. Yunan topçu bataryası Yenice civarından bütün bölgeyi Emretepe’ye kadar şiddetli ateş altına almıştır. Yenice’den gelen 9. Yunan Tümen piyadesi Olucak köyüne girmiştir. Şiddetli topçu ateşlerinden kurtulan 5. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, 4. Süvari Alayı’na Beşkarışhöyük köyünün güney tepelerinde mevzi aldırmıştır. Geride kalan 2. Süvari Tümeni’nin 13. ve 20. Süvari Alayları Kozluca tepelerinin Yunan kuvvetleri tarafından tutulduğunu bilmediklerinden Yenice güneyinden gördükleri baskı üzerine Olucak güneyindeki vadiye sapmışlar, Kozluca ve doğusundaki tepelerde bulunan Yunan kuvvetlerinin şiddetli ateşine yakalanmışlardır. Bu olumsuz durumdan kurtulmak için 13. ve 20. Süvari Alayları atlı hücuma kalkışmışlarsa da başarılamamıştır. Taarruzda Yunan piyade hatlarını yararak bir kısım erler daha güneydeki 4. Kolordu birliklerine katılmışlardır. Bu muharebede 13. Süvari Alay Komutanı ile beraber bir subay, dört er şehit ve iki subayla, 16 subay, 32 er yaralı, 172 er kayıp verilmiştir. Bunlar arasında 20. Süvari Alayı’nın 3. Bölük Komutanı Yüzbaşı İhsan ve Teğmen İshak ve İdris, 13. Süvari Alayı’nın 4. Bölük Komutanı Yüzbaşı Hasan Hüseyin, 20. Süvari Alay Komutan Yardımcısı Yüzbaşı Nasuh, 13. Süvari Alay Komutanı Yüzbaşı Galip de vardır. 2. Süvari Tümeni’nin 28 Ağustos 1922 tarihinde belirtilen insan ve 260 hayvandan başka silah ve gereç kayıpları da önemli olup 199 piyade tüfeği, 1 ağır makineli tüfek, 8 hafif makineli tüfek, 4 top, 320 kılıçtır. 2. Süvari Tümeni Eskişehir - Kütahya demir yolunu tahrip etmek görevini yapmamış ise de Yunan İhtiyat Tümenlerinin hareketlerini geciktirmiş ve Yunan yüksek komuta mevkilerinde büyük şaşkınlığa sebep olmuştur.

    5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Paşa’nın 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 14.00’de 1. Ordu Komutanlığına telsizle verdiği raporda, 2. Süvari Tümeni’nin, Yunan kuvvetlerinin çeşitli yerlerden ateşine maruz kaldığı ve Olucak civarında toplanması gerektiğini ifade etmiştir. Raporun devamında iki tümeninde Beşkarışhöyük’te toplanıldığı, geri kısımla irtibat sağlanamadığı için iaşe sıkıntısının çekildiği ve eski cephanenin nakledilemediğini belirtmiştir. 1. Ordu Komutanlığı bu raporu 28 Ağustos 1922 tarihinde saat 16.35’de almıştır. Bu durumdan, 5. Süvari Kolordusu’nun tesirinden Yunanlılar Altıntaş şosesi boyunca ve Resulbaba dağlarından kuzeye, sonra da Resulbaba kuzeyinden batıya döndüğü, asıl kuvvetleriyle Dumlupınar mevzilerine çekilmek ve İzmir doğrultusunu kapamak istediği orduca anlaşılmıştır. Buna karşı 1. Ordu’nun bütün kuvvetiyle Yunan kuvvetinden önce Dumlupınar mevzilerini tutarak İzmir yolunu kesmek için 28 Ağustos 1922 tarihinden itibaren Dumlupınar genel istikametine yöneltilmesi, biraz geç de olsa başarı ile yapılmıştır. 5. Süvari Kolordu karargahı ve 2. ve 14. Süvari Tümenleri Beşkarışhöyük - Genişler bölgesinde 28 Ağustos 1922 tarihinde öğle vakti toplanmışlardır. 2. Süvari Tümeni çok sarsıldığından dinlenmesi ve kendine çekidüzen vermesi gerekiyordu. Yunan birlikleri Kozluca (Akkaya) tepesinden daha kuzeye geçmemiştir. Doğudan ilerleyen ve 2. Süvari Tümeni’ni takip eden 9. Yunan Tümeni de Olucak’da kalmıştır. 1. Ordu ile irtibatı olmayan 5. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa dost ve düşman birlikler hakkında genel bir bilgiye sahip değildi. Fahrettin Paşa, Yunanlıların Dumlupınar hattında tutunmak istediklerini tahmin ediyordu. 5. Süvari Kolordusu’nun durumu çok kritikti. 1. Süvari Tümeniyle Kolordu Topçu Taburu, taşıma araçlarının hepsi Sinanpaşa Ovası’nda kalmışlardı. Elindeki kuvvetlerden 20. Süvari Alayı’nın bir bataryası iş göremez bir haldeydi. 5. Süvari Kolordusu’nun elinde altı süvari alayı ile dört dağ topu kalmıştı. Cephane azalmış, iaşe köylerden temin ediliyordu. 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Paşa, çok yorgun olan 2. Süvari Tümeni’ni 28 Ağustos 1922 tarihinde saat 13.30’da Kurtköy’e göndermiş ve kuzeydoğu, kuzey ve batı doğrultularının keşfini emretmiştir. 2. Süvari Tümeni, birliklerini toplayarak 5. Süvari Kolordu karargahı ile beraber Kurtköy’e gitmiş ve konmaya geçmiştir. Nikolaos Trikoupis’in hatırasında, 15 Ağustos 1922 tarihinde diyerek 28 Ağustos 1922 kastetmiş ve Eğret Savaşı olarak nitelendirmiştir.

    Özetle 27 Ağustos 1922 tarihinde öğleden sonra Başkimse üzerinden 2. Süvari Tümeni Yelgediği’ne, Yunan Ordusu’nun arkasına geçerek taarruz etmiştir. 2. Süvari Tümeni Yıldırım Kemal İstasyonu’nu tahrip etmiş, demir yolundaki birliklerle çarpışmıştır. 27 Ağustos 1922 tarihinde öğleden sonra saat 15.30’da 5. Süvari Kolordusu’na ulaşan emir gereği Tümen, Kütahya-Afyonkarahisar demir yolunu İhsaniye bölgesinde kesmek için görevlendirilmiştir. 2. Süvari Tümeni demir yolunu kestikten sonra, 1. Süvari Tümeni’ne katılacaktı. 27 Ağustos 1922 tarihinde saat 18.45’te takip emrinin gelmesiyle 2. Süvari Tümeni 28 Ağustos 1922 sabahı Anıtkaya’ya ulaşmıştır. 5. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, uyguladığı bu taktikle, Sinanpaşa Ovası’nı Altıntaş Ovası’ndan ayıran, İlbulak Dağı’na el atmıştır. Böylece Sinanpaşa Ovası’ndaki Yunan birliklerinin geri çekilmesi önleneceği, Altıntaş Ovası’ndaki birliklerin de güneye inerek buradaki kuvvetler ile birleşmesinin engelleneceği düşünülmüştür. 2. Süvari Tümen Komutanı Yarbay Ahmet Zeki Bey’in tümeni, 27 Ağustos 1922 tarihinde ikiye bölünmüştür. Bayramgazi istikametine bir alayı gitmiştir. Böylece Anıtkaya’ya iki tümenle varılması gerekirken iki alay varabilmiştir. Yunan kuvvetinden 9. Yunan Tümeni hiç muharebeye girmemiş şekilde Anıtkaya köyünde bulunuyordu. Türk süvarileri 1.200 mevcutlu iken Yunan kuvvetlerinin mevcudu 12.000 olarak tespit edilmişti. 2. Süvari Tümeni yaptığı baskınla ilk önce Yunan kuvvetleri savsaklamış ardından toparlanmışlardır. Bunun üzerine Türk süvarileri Olucak istikametine çekilmiştir. 2. Süvari Tümeni’ne bir alay da Bayramgazi istikametinde ilerlemiş ve General Nikolaos Trikoupis’in karargahına rastlanmıştır. Ancak Türk alayı mevziiye giren Yunan topçusunun ateşi üzerine Olucak istikametinden çekilmiştir. 23. Tümen, Köprülü bulunan Yunan Tümeni’ne başarılı bir baskın yaptığı sırada Bayramgazi’de de Nikolaos Trikoupis baskına uğramıştır. 28 Ağustos 1922 tarihinde öğleye doğru Olucak’ta 2. ve 14. Süvari Tümenleri birleşmiştir. Yelgediği’nden geçip Dumlupınar’a gitmeye çalışan Nikolaos Trikoupis kontrolündeki birliklerin taarruzu üzerine, 2. ve 14. Süvari Tümenleri bir süre oyaladıktan sonra Altıntaş’a çekilmiştir. Sonuç olarak Türk süvarilerinin hareketleriyle, İlbulak Dağı’nın kuzeyinde kalan Nikolaos Trikoupis Grubu ile güneyindeki Franko Grubu’nun birleşmesi önlenmiştir. Türk piyadeleri akşam saatlerinden itibaren de Türk süvarilerinin arasında yerini almıştır. Ayrıca Fahrettin Paşa, süvari tümenlerini Altıntaş’a çekerek 2. Ordu’dan önce Kütahya yolunu kapatmıştır.


    * Yalnızca  27-28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki olaylar kısmını alıntıladığımız makalenin tamamı:  2. Süvari Tümeninin Büyük Taarruz Harekatı 



04 Aralık 2025

Antik Çağın Önemli Yerleşimi Bayramgucağı

 İLK TUNÇ ÇAĞINDA AFYONKARAHİSAR-KÜTAHYA BAĞLANTISI ÜZERİNDE ÖNEMLİ BİR YERLEŞME: BAYRAMBUCAĞI*

    Özdemir KOÇAK - İsmail BAYTAK - Fatma ERDEM - Hatice ÖZTÜRK

    Anıtkaya Köyü çevresinin tarihöncesi dönemlerden itibaren İç Anadolu Bölgesi’ni Kuzeybatı Anadolu çevresine bağlayan çok önemli bir bağlantı noktası üzerinde olduğu açıkça görülmektedir. İTÇ’da bu duruma işaret eden güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Bu havzada Cinlidere, Çatalın Kuyu ve Bayram Bucağı gibi tarihöncesi dönemlere ait yerleşmelerin yoğunlaşması, bunlar arasında da Bayram Bucağı’nın merkezi konumu, bu düşünceyi desteklemektedir. Afyonkarahisar il merkezinin kuzeyinde ve İhsaniye ilçesi çevresinde yaptığımız araştırmalar ve harita alımlarının ortaya koyduğu verilerden de bunu görmemiz mümkündür. Çalışmalarımız, bu üç yerleşmenin kuzeybatı ve kuzey yönde uzanan önemli doğal yol güzergâhlarıyla ilgili olduğunu, Bayram Bucağı’nın ise, olasılıkla diğerlerine göre daha fazla bir şekilde bölgenin üretim veya ticaretiyle ilişkili ana iskânlardan biri olması gerektiğini düşündürmektedir.

    Bayram Bucağı Höyüğü ve mezarlığı, 11.2 hektarlık geniş bir alanda yayılım gösterir. Burada en yoğun iskanın İTÇ’ına ait olduğu anlaşılır. Konumu, büyüklüğü, çevresindeki diğer iskânlar ve yüzey toplaması sırasında yerleşim alanının her kesiminde İTÇ’ına ait farklı formlar veren, zengin tutamak repertuvarı sunan, farklı renk tonları içeren çok sayıda seramik buluntunun ele geçmesinden yola çıkarak bu yerleşmenin durumu hakkında fikir sahibi olmak mümkündür. Bunun yanında kuzey ve batısındaki yamaçlardan itibaren başlayan ve açık bir şekilde İTÇ’da kullanılmış olduğu anlaşılan mezarlık alanı da bu iskanın tanımlanması bakımından önemlidir.

    Afyonkarahisar araştırmalarımız sırasında kendisinden sonraki dönemlere ait tabakalar tarafından üzeri örtülmemiş az sayıda İTÇ iskanı tespit edilmiştir. Bu duruma örnek olarak Bayram Bucağı ile beraber Emirdağ-Karahöyük ve Şuhut-Karaadilli Kepir Höyük gibi yerleşmeleri vermemiz mümkündür. Bu yerleşmelerin diğer önemli ortak özelliği de çok önemli ticaret rotaları üzerinde konumlanmalarıdır. Bayram Bucağı, Akarçay havzasını Porsuk kesimine ve Kuzeybatı Anadolu’ya, Emirdağ Karahöyük İç Anadolu’yu Bolvadin-Emirdağ üzerinden Eskişehir Ovası’na; Kepir Höyük de İç Anadolu’yu Ege Bölgesi’ne bağlayan ana yolun üzerindedir. Bu yerleşmelerin hepsi aynı zamanda geniş ve verimli bir zirai alanda konumlanır ve belli bir havzaya da etki etmiş olmalıdırlar. Bayram Bucağı Höyüğü’nün yakın çevresindeki Çatalın Kuyu ve Cinlidere gibi daha küçük İTÇ yerleşmelerinin varlığı, bu düşünceyi desteklemektedir.

    Bayram Bucağı yerleşmesi, zengin seramik buluntular sunmaktadır. Buradaki hemen hepsi el yapımı olan seramikler arasında, çömlekler ve çanaklar en yaygın görülen kap formlarıdır. Çömlekler 24-40 cm arası ağız çapına ve 1,1-1,8 cm arası cidar kalınlığına sahiptir. Yerleşme buluntuları arasında yuvarlatılmış kenarlı, konik gövdeli ve dirsekli çanaklar dikkat çekicidir. Bunlar 12-42 cm arası ağız çapına ve 0,4-1,7 cm arası cidar kalınlığına sahiptirler. Bu havzada ağız kenarından tek dirsek yapan çanaklar tipiktir. Bolvadin- Çay-Sultandağı çevresinde çok daha seyrek olmasına rağmen bu tür dirsekli çanakların Akarçay Havzası’nın batı yarısında dikkat çekici bir şekilde artış gösterdiği görülür.

    Bayram Bucağı’nda hamur renklerinde sarı ve kahverengi tonları ağırlıktadır. Astar renkleri arasında ise kırmızı, kahverengi ve diğer açık renkler birbirine yakın bir oranda görülmektedir. Bu havzada ana renk grupları arasında bulunan krem, beyaz, açık gri gibi açık tonların tipik olduğu gözlenir. Seramiklerde katkı maddelerinin yoğunluğu dikkat çeker. Ağırlıkla açkılı olan buluntuların fırınlanmasında genellikle orta-iyi pişme gözlenir. İTÇ seramiklerinin, çevredeki diğer yerleşmelerle kıyaslandığında işçilik ve ürün çeşitliliği açılarından daha nitelikli olduklarını söylemek mümkündür. Mal gruplarıyla ilgili en yakın örnekleri yine Akarçay Havzası’nın batı yarısında ve Kütahya-Eskişehir seramikleri arasında görmek mümkündür.


    * Makalenin sonuç bölümünü alıntıladım, tamamı için: 
      Prof. Dr. Yusuf Küçükdağ Onuruna Tarih Yazıları, Kitap Dünyası Yayınları, İstanbul 2023, s.699


03 Aralık 2025

İki Cıbılı Yetiştiremedin İzmir'e!


    Arap Irmızan (Ramazan Tetik), Arabın Ali'nin oğludur. Önce babasından, hatta dedesinden biraz bahsetmek gerek. 

    Selim Afrika kökenli bir çocuktur, Eğret'e geldiğinde çok küçükmüş. Ne kadar küçüktü derseniz, sepete sığacak kadar... Rivayete göre Veyisoğlu Halil (ki babamın dedesinin dedesidir) Hac'dan dönerken onu yanına almış ve Eğret'e gelene kadar sepette taşımış. Bu aylarca süren bir kervan yolculuğudur. Ta o zamandan bizim köyde Zenciye Arap diyorlar, çocuğun adı bu yüzden Arap Selim kalmış. Lakin resmi kayıtlarda sülale adı Zenci Selim oğlu diye kayıtlıdır. Belki de bu yüzden soyadı uygulaması sırasındaki listede zenci kelimesine en benzer soyadı olan Zenger seçilmiş... Neyse, Arap Selim büyüyünce Eğret'ten everiyorlar. İki hanımından bir kız ve dört oğlu oluyor. Kızı Hanife, Uykucu Ömer Şen'in ninesidir. Büyük oğlu Abdurrahman, Tıraka'nın dedesi; diğer oğlu İbrahim, Arap Şükrü Zenger'in babası; öteki oğlu Mehmet, Düdükçü Ramazan Zenger'in babasıdır.

    Arap Selim'in üçüncü oğlunu, yani Arabın Ali'yi sona bıraktım. 1876 yılında doğmuş. Uzun yıllar evlenmemiş. Babası yirminci yüzyılı göremeden ölmüştü, zaten yabancı oldukları için ondan kalan mal mülk de yoktu. Ne tarla takga, mal maşat telaşesi; ne evlad u ıyal, çoluk çocuk derdi olmayınca gaygısız bir hayat yaşadı. Günlük karnını doyursa yeterdi. İyi cura çaldığını söylüyorlar. Davılcı odası gibi eğlence mekanlarının aranan adamıymış. Onu çağırırlar; çaldırır oynarlar, çaldırır oynarlarmış. Karşılığında bir ekmek, bir parça peynire razı olurmuş. Cura konusunda o kadar yetenekliymiş ki, son yaşlılık döneminde kucaklarında getirip götürürlermiş odalara, öyle sanatkar biri...

    İşte bu Araboğlu, yahut Arabın Ali'ye hayatının son demlerinde evlilik nasip olmuş. Gocalilerin Veli'den dul kalan Gara Satı'yı almış; ya da Gara Satı onu almış, neye sayarsan say... Gara Satı'nın bir oğlu var, ileride Şeker Ali diye bilinecek olan Ali Tetik... 1916 yılında ikisinin bir oğulları daha oluyor, mübarek ayda doğduğu için adını Ramazan koyuyorlar. Cumhuriyetten sonra Arabın Ali vefat ediyor. 1934 Soyadı Kanunu çıkınca Ramazan da abisi Şeker Ali'nin soyadı olan Tetik'i alıyor. Babası sağ olsaydı Zenger olacaktı, kısmet işte, Ramazan Tetik oluyor. Bununla beraber babasının sülalesine dedikleri gibi ona da Arap Irmızan diye sesleniyorlar...

    Arap Irmızan da babası gibi gaygısız, tasasız biri... Biraz da matrak. Fakat hayatı ciddiye almayan bu tutumunu büsbütün onursuzlukla karıştırmamak lazım. Mesela Aydın taraflarına çalışmaya gitmiş, neredeyse evleniyormuş da, ama olmamış. Eğret'e döndükten sonra evlenmiş. Çocuğu olmuyor diye kaynanasının 'zürriyetsiz' gibi dokundurmalarına dayanamayıp karısını boşamış. Hayatı ciddiye almıyor, ama onuruna da laf söyletmiyor, öyle biri yani. Sonra Topcu'nun kızı Rabia ile evleniyor ve eski kaynanasının tekazelenmelerinin ne kadar boş olduğu ortaya çıkıyor...

    İhtiyarlık döneminde şuna buna çoban durduğunu biliyoruz, tamamen tembel biri değildi. Fakat hiç bir şeyi ciddiye almaz, dünyalığa değer vermezmiş. Daha doğrusu onun için neyin değerli, neyin değersiz olduğu pek kestirilemezmiş. Mesela yaz kış tek başına yaşadığı kulübesine kapı pencere takmaya üşenir, ama buna rağmen hayattan şikayet ettiği görülmezmiş. Bu tür davranışlarını nasıl adlandırırsanız artık...

    Hayatının hangi devresine ait olduğunu bilemediğim bir macerayı nakledeceğim. Düdükçü Ramazan Zenger ile emmi çocukları olduğunu söylemiştim; akran sayılırlar, Düdükçü bir yaş büyük... 

    İki emmioğlu Ramazan, kış çıkarken bahar başında Ege'ye gidiyorlar. Yaz gelene kadar çalışıp para kazanacaklar. O vakit öyle, harmana kadar millet bir kaç kuruş kazanma derdinde. Genellikle Manisa, İzmir taraflarına gidiyorlar. Oralarda iş imkanı fazla; tuğla fabrikaları var, hiç olmazsa bağ bahçe işleri bitmiyor. 

    Bizimkiler Ahmetli istasyonunda trenden iniyor ve Gökkaya köyüne gidiyorlar. Belki nereye gideceklerini biliyorlardı, belki sora sora orada iş olduğunu öğrendiler... Bu köy şimdi Ahmetli'nin mahallesi yapılmış, oraya yakın yani. Maksatları bağ bellemek, fakat nasıl olduysa orada iş bulamamışlar. Niyeti bozup İzmir'e gidelim diyorlar, orada hiç olmazsa amele pazarında iş çıkar... Yalnız ceplerinde sadece 2,5 lira var, 1'er lira İzmir'e bilet parası, her şey için geriye kalan sadece 50 kuruş... 

    Tabi tekrar Ahmetli istasyonuna dönmeleri gerek trene binmek için... Dönüyorlar... Gece yarısı biniyorlar trene... Hesap şu; Turgutlu, Manisa, Menemen filan dolaşarak gittiği ve her istasyonda durduğu için tren rötarlı varacak İzmir'e, böylece gece konaklamasını trene yıkmış oluyorlar. Yoksa ceplerindeki 50 kuruşla hangi otele gidip nasıl uyuyacaklar... Hiç olmazsa salına salına giden trende sabaha kadar uykuyu almış olurlar...

    Gelgelelim hesap tutmamış. Tren bazı istasyonları es geçince İzmir'e iki üç saat erken varmış. Şehre girerken acı acı ötünce uyanmış bizimkiler. Acı gerçekle yüzleşince Arap Irmızan;

    - "Öt bilmemnetdimiñ tireni, iki cıbılı yetişdiremediñ İzmir'e" diye söylenmiş...


27 Kasım 2025

Söğütcük'te...


    Şamlı çeşmesinin su yolunu kazarken müthiş hikayeler derledim. Bir gün Söğütcük, defineciler, kazıcılar, mağara, çukur derken konu varacağı yere varmıştı. Şekeralilerin Ali Omak "Duruñ bi de ben añnaden" diyerek, konudan fazla uzaklaşmadan yaşadığı ilginç bir olayı anlattı. Biz dinlerken gülmekten öleyazdık.

    Söğütcük'ün hemen ucundaki bayırda gırañ başlar. Aslında Gocagır'ın başlangıç noktası bu gırañ kabul edilebilir. Ali orada koyun güdüyormuş. Yaz günü; sabah yaylım bitirilip kuşluk vaktinde malı eve götürüyor, kendisi de gün boyu işine bakıyor.

    O sabah daha güneş doğmamış, yavaş yavaş dağıtmadan hayvanı aşağıya Söğütcük düzlüğüne indirmeyi düşünüyor. Yan taraftaki tarlada Gavalcıların yulaf var, oraya da girmesinler diye bir yandan gözetliyor. Fakat ne kadar gözetlese de hayvan bu, bir tarafa dikkat ederken öte yandakini kontrol edemezsin. Ali'nin korktuğu başına gelmiş ve koyun tek tek dağılmaya başlamış.

    Bu arada alacakaranlıkta bir kaç tane karaltı görmüş. Bunların ot olduğu belli de, gırañda bu kadar büyük ot bitmez ki...  Burada yüksek ot olarak en fazla sığırguyruğu veya galgan dikeni çıkar, onların da karaltısı olmaz... Elindeki elektirik (el lambası)nın ışığını üzerlerine tutmuş, evet öyle, ot bunlar... Tuhafına gitmiş, kendini alamayıp otlara doğru yürümüş. Yanlarına varıp baksa ki, iki metre derinlikte bir çukur... Bu derinliği kazabilmek için ne kadar genişlik lazımsa, ona göre bir çukur tahayyül edin... Meğer bu çukurdan çıkan toprak üzerinde bitmiş uzaktan gördüğü otlar...

    Otların sırrını çözmüş, ama bu derin ve koca çukurun hikmetini anlayamamış. Bu gırañda bu çukurun ne işi var? En sonunda definecilerin işi diye yorumlamış. Elektriği tutarak gizemli çukurun orasını burasını muayene ederken eşeğin kütürtüsünü işitmiş...

    Eşeğin ağzından çıkan kütürtüden yulafa girdiğini anlamış. Çukuru koyverip ona doğru yönelmiş ve "Kırrrt! Çüşşş!" diyerek hayvanı ürkütmeye çalışmış. Başarılı da olmuş, eşek ürküp kaçmış... Ama bilin bakalım nereye? Şaşkın hayvan varıp bir küpürtüyle koca çukura düşmüş. Hadi bakalım...

    Ali gülsün mü, ağlasın mı bilememiş. Fakat telaşlanmış, çünkü eşeğin oradan çıkarılması lazım. Ne kadar uğraştıysa olmamış. Böyle muntazam çukurdan çıkmak kolay mı. Hadi hayvan ön ayaklarını yukarı atabilse, kendisi de arkadan destekle çıkarabilir. Lakin hayvan bunu akıl edemez ki... Kan ter içinde kalmış, telaşı öfkeye dönüşmüş... Sonra öfke çaresizlikle birleşmiş. Bizimki bu vaziyette çukurun başına oturmuş; 

    "Bureye bişey gömeniñ deee!.."
    "Bureyi gazanıñ daaa!.."
    "Burda mal güdeniñ deee!.."
    "Taaa! ..." diye kendi kendine gaherlenmiş... 

    Tabi bunun kimseye faydası yok, kendini rahatlatmış, o kadar... Dediğine göre abartısız orada iki saat kadar uğraşmış. Sonra nasıl olduysa talihsiz eşek toynaklarıyla eşinerek filan oradan kendi kendine çıkmayı başarmış. 

    Bu sırada gün doğmuş, ortalık aydınlanmış. Ali eşekle uğraşırken koyun çoktan suyunu içip Söğütcük düzlüğünü aşmış da Arpalık'a varmış bile...

    Şu olaydaki duygu ve heyecan yoğunluğunu ben tam aktaramamış olabilirim. Siz okurken Ali Omak'ı dinlediğinizi hayal edin ve onun sesini, öfkesini, mimiklerini hesaba katın. O zaman bizim gülmekten kırılmamıza hak verirsiniz...



Mermer Direkler

 

    İbili (İbrahim Taşkın) Söğütcük'te öküz güdüyormuş. Yaşı küçükmüş, 1960'ların ilk yılları olmalıdır... Eve dönmekte gecikmiş, iyiden iyiye gün inmeye başlamış.

    Zıhiye Osman Demir'in de aralarında bulunduğu bir kaç kişi toplanmış bir yeri kazıyorlar. Biraz da yaptıkları şeyi merak etmiş, onların yanına yaklaştığı için gecikmiş. Küçük çobanın kendilerine doğru yaklaştığını görmüş kazanlar... Eh, bir çocuğun ne zararı olacak;

    - "Kimseye demeyeceksen, gel bak" demişler. İzin çıkınca meraklı İbili oturup ne yaptıklarına, nasıl kazdıklarına, ne bulduklarına, neler konuştuklarına  bir bir şahit olmuş. 

    Bir oyuk... Ama in gibi değil, mağara gibi; kocaman... Ortasında bir mermer sütun... Kazmayı vurduklarında her yer zıngıldıyormuş...

    Hava kararırken İbili bu gördükleriyle öküzlerini alıp köye doğru sürmüş. Söz verdiği üzere gördüklerini uzun müddet kimseye anlatmamış. Belki 30 yıl sonra birilerine bahsetmiş, o kadar aramalara rağmen bu mağarayı bir daha gören olmamış. Bir türlü bulamamışlar...

    Aynı bölgede Heykel Cemal Öztürk de bir kazıda iki 'mermer direk' bulduğu, satılıp taşınacak bir şey olmadığı için kapattığı söylenir...

    Eski kabristanda, çeşmelerde ve daha başka yerlerde mermer direk dediğimiz bu sütunlardan çok var... Bunca devşirme malzemeyi nereden buldular diye şaşırıyoruz...



25 Kasım 2025

Mandıra

     ÖN NOT: Evvela bir yıl önce yazılan Madran Baba başlıklı yazıyı okumanızı öneririm..

    Tamam, Madran Baba Eğret batısındaki mevkide bir müddet eğlenmiş hatta yıllar geçirmiş olsun, bu antik yerleşimden dolayı Madran Baba lakabını almış bulunsun, gidip son yerleştiği Aydın'da asıl adı unutulacak kadar bu lakabıyla tanınsın... Bütün bunlar bizim Mandıra mevkiinin neden böyle adlandırıldığını açıklamaz ki...

    Mevki adlandırmaları genellikle yakınlarda bulunan ve herkesçe bilinen büyük bir şeye işaretle yapılıyordu. Yarıkgaya, Körguyu, Gocagedik, Guyuderesi gibi... Bazen de bir şahsa işaret edilerek mevkiye ad verilir; Tüfekciguyusu, Gobakguyusu, Çolağınçeşme, Resulbaba örneklerindeki gibi... Mevkiden öte köy isimlendirmelerinde de bu husus göze çarpar; Bayramgazi, Osmanköy, Karacahmet vb... 

     * * *

    Yolculuk zamanı, biraz gerilere gitmek gerekecek, antik çağ... Eğret'in de içinde bulunduğu Frig bölgesi, Hititlerden sonra Frigya tarihine paralel olarak çeşitli ulusların egemenliğinde bulunmuş; Lidyalılar, Persler, Roma/Bizans ve sonra Türkler... Bu dönemlerde de yerleşimler adlandırılırken bazı önemli kişilerden esinlenilmesi normaldir... Misal Çorca'ların Büyük ve Küçük Georgia adında iki kardeşe işareten Bizans döneminde; yahut Büyük ve Küçük iki komutanla ilişkilendirilerek Timur döneminde kurulup adlandırıldığı söylenir. Çevremizdeki çoğu yerlerin adında böyle hikayeler var...

    MÖ 5. yüzyılda Persler Anadolu'da hakim durumdalar. Frig ve diğer Anadolu halklarını kolayca boyunduruğu altına alıyor, mühim bir mukavemetle karşılaşmıyorlar. Artık asıl savaşları Yunanlarla yapacaklar. Tabi uzun bir süre Anadolu'da, özellikle Frig bölgesinde yerleşiyorlar. Yerli Frig halkı Pers ordusundan pek hazzetmemiş, yine de güce boyun eğiyorlar.

    Pers İmparatoru I. Darius ordusunun önemli komutanlarından biri Mardonios'dur. Bu adamın özelliği, yerli Frig halkından devşirdiği savaşçılarla birliklerini önemli ölçüde güçlendirmiş olmasıdır. Bu özel birlikleriyle Trakya'ya geçip Brygleri egemenliği altına alıyor. Sonra tekrar Anadolu'ya dönmüş: "Zira Mardonios bunlara da baş eğdirmeden bölgeden ayrılmayıp Brygleri yendikten sonra, orduyu Anadolu’ya götürmüştür. Mardonius’un ordusunda kullandığı ulusların en önemlileri ve en tanınmışları arasında Frig kabileleri de yer almıştır." *

    Mardonios MÖ 479'da ölmüş. Ordusunu Anadolu'nun neresine götürdüğü, nerede yaşadığı ve nerede öldüğüne dair bilgi yok.

     * * *

    Günümüze dönelim... Son dönemde Mandıra mevkii de kaçak kazılardan nasibini almış. Ben adını ilk defa bu vesileyle duymuştum. Diğer antik bölgelerdeki kazılardan farklı olarak defineciler burada daha büyük çaplı ve profesyonelce çalışmışlar. Tabi neticede tahribat ve talan da büyük olmuş... Ellerinde haritalar ve kullandıkları teknik aletlerin yardımıyla  defalarca kazmışlar. Kazılarda işgücünden yararlanmak için yanlarında bulundurdukları bir kaç kişiyle konuştum, buna göre Mandıra bölgesi büyük bir yerleşim izlenimi vermiş.

    Mandıra'nın her yanı mezar olduğunu söylüyorlar. Geniş alana yayılan mezarlardan başka yer altına doğru kat kat inen başka mezarlardan da bahsettiler. Kayalara oyulmuş bu mezarlıktaki buluntular hakkında bir şey bilinmiyor; ama farklı biçimlerdeki mezar oyukları, kapaklar, sunaklar, delikler, göçükler ayrıntısıyla belirginmiş.

    "Mezar odaları yaygın olarak zemin seviyesinden yüksek, erişilmesi zor noktalara yapılmışlardır, ancak zemin seviyesine oyulmuş örnekler de oldukça fazladır. Dışarıdan bakıldığında kare ya da dikdörtgen şeklinde küçük ve basit kapı açıklıkları ile Frig kaya mezarları kolayca tanınabilirler. Bunların dışında, zemin seviyesinin altındaki kayalara oyulmuş, gömü yapıldıktan sonra üzeri toprakla örtülmüş az sayıda dromoslu oda mezarı da vardır."  **  

    Tümülüs tekniğiyle ölü gömme geleneğinin Anadolu'ya Friglerce getirildiği ve bunun Lidyalılar döneminde sürdürüldükten sonra terkedildiği bilim adamlarınca kabul görüyor. Persler ve Yunan/Bizans dönemlerinde yok. Tümülüs (höyük/üyük) yığılarak ölü gömme adeti ve yukarıda parafta belirtildiği şekilde mezarlıklar oluşturulması aynı dönemlerde birlikte uygulanmış. Fakat Perslerle birlikte artık tümülüs tamamen bırakılacıktır...

    Yukarıdaki paragrafta değinilen ayrıntılarla Mandıra hakkında kazıcılardan dinlediğim tasvirler birbiriyle örtüşüyor. İlgili makalede Hakan Sivas'ın bir cümlesi daha dikkatimi çekti: "Bazı mezarlar Roma ve Bizans dönemlerinde ekleme ve değişiklikler yapılarak ikinci kez kullanılmışlardır." Bu bilgiyi doğrulayan ifadeleri kazıcılardan da duydum...

     * * *

    Toparlayacak olursak... Üzerinde yaşadığımız topraklar binlerce yıldır farklı topluluk ve medeniyetlere sahne olmuş. Eğret bölgesi de Hitit, Frig, Lidya, Pers, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı'ya ev sahipliği yapmış. Antik dönemin izlerini köy içinden başka Maldepesi, Bayramgucağı, Çatalüyük, Çatalınguyu, Üyük gibi mevkilerde görebilirsiniz.

    Mandıra da antik bölgelerden biridir. Frigya döneminde önemli bir yerleşim yeri olduğunu düşünüyorum. Lidyalılar ve Persler döneminde de burada önemini sürdüren bir köy vardı, adını bilemiyoruz. Pers Komutanı Mardonos köy civarında çok konakladığı ve buralardan savaşçı topladığı için MÖ 5. yüzyıldan itibaren köy onun adıyla anılmaya başlandı ve Mardanos/Mardan denildi. Belki de orada öldü ve oralara defnedildi, belli değil... Onun ölümünden 150 yıl kadar sonra bölge Büyük İskender'in hakimiyetine girdi, ama adında değişiklik olmadı. Hatta Hellenistik dönemin sonuna kadar köy, bu ismiyle varlığını sürdürdü.

    Anadolu'nun Türkler tarafından fethedildiği dönemde köyün adı hala Mardan idi. Horasan Erenlerinden bir zat köyde bir kaç yıl kalıp nihai durağı olan Aydın/Bozdoğan'a vardığında, geldiği köyle ilişkilendirilerek Mardan/Madran Baba olarak lakaplandı. 

    Müslüman Türk halkı yeni köyler oluştururken çevredeki eski antik yerleşimler birer birer unutuldu. Zaman ise bu büyük küçük köylerin üzerini örttü, onları görünmez hale getirdi. Nasıl olduysa Mardanos'un adını alan köy, kendi üstü kapanmış olsa da ismini bir şekilde sürdürdü. Ufak tefek değişikliklere uğrayarak Mardanos/Mardan/Madran/Mandıra haline geldi...

    Pek işe yaramasa da Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu'nca Anıtkaya ve çevresindeki bazı tarihi yerler koruma altına alınmış. Cumacamisi ve Kabristan, Kervansaray, Çatalüyük, Çatalınguyu bunlardan... Mandıra ile ilgili böyle bir karar duymadım. Belki Çatalınguyu Höyük bölgesi içinde ele alınmıştır diye karara baktım, böyle bir ifade yok. Haritada ise sadece kuyunun bulunduğu dere ile batısındaki zaten kalbura çevrilen üyük işaretlenmiş.

    Şimdilik sahipsiz gibi görülen Mandıra bölgesi için böyle bir koruma kararı alınır ve daha önemlisi diğer antik bölgelerimizle birlikte burada da planlı ve düzenli araştırmalar, kazılar yapılırsa Eğret bölgesi antik tarihiyle ilgili gerçeklere ulaşılabilir. Yoksa bizim yazdıklarımız spekülasyondan öteye geçmez...


     * Erkan İznik, Hellen Ve Romalı Yazarların Anlatılarıyla Frigler Ve Frigya, Fetih Ve Medeniyet Dergisi, Yıl 2, Sayı 5, s.20

        ** Hakan Sivas, Frig Ölü Gömme Gelenekleri, Fetih Ve Medeniyet Dergisi, Yıl 2, Sayı 5, s.120



18 Kasım 2025

Hanyeri Kuyusu

 

    Bzim dağda çeşme ve kuyular ekseriyetle tepelerde bulunuyor. En alçak seviyede bulunanı Gayraklı çeşmesi, onun süzeği/kaynağı da oldukça yukarılardaymış. Belki çoğunluğunun yukarıda olmasının mantığı buna bağlıdır. Yüksekteki suyu fizik kurallarına göre aşağıya akıtmadan bahsediyorum. Meyilli olmayan, düz ovadaki suyu nakletmek zordur.

    Neyse ki İlbulak dağlarının eğimi orman ucuna kadar bariz devam ediyor, zirveden tarlalara kadar en az 200 metre rakım farkı var. Buna rağmen eteklerdeki çalı orman içinde çeşme/kuyu bulunmaması şaşırtıcıdır.

    Anıtkaya arazisinin bazı bölgeleri su kaynağı bakımından gerçekten çok fakir, yani bu durum dağ ile sınırlı değil. Çoğu yerde sıra sıra çeşme, kuyu görürsünüz; ama öyle mevkiler vardır ki malları sulamak için uzun yol kat etmek gerekir. Misal en geniş mevkilerden biri sayılan Gocagır'da sadece Arzıların kuyu var ki kendisine en yakın su kaynağı kilometrelerce mesafedeki Omarcık çeşmesi ile Söğütcük kuyuları...

    Benzer susuzluk Akgaya istikametinden dağ tarafında da gözlemlenir. Hassönleringuyu'dan sonra bir damla suya muhtaçsınız. Ormana girince de durum aynı, en yakın su Gayraklı'da bulunuyor. Şu durumda kuyu ile çeşme arasında 3,5- 4 kilometrelik mesafe susuz...

    Eski zamanlarda bölge su bakımından bu kadar fakir değilmiştir. Kanaatimce önemli coğrafi ve iklimsel değişiklikler sebebiyle bazı kuyular kayboldu; çöktü, kurudu, kapandı vesair...

    Hanyeri mesela... Eğer orası gerçekten han yeri ise mutlaka yakınlarında su olmalıdır. Öyle ya, yolcu su olmayan yerde neden dursun; hayvanlarını sulayamadan dinlendirebilir mi? Su hayattır ve özellikle yolcular su kaynağı yakınlarında konaklayıp dinlenmek isterler. Hanlar, kervansaraylar da böyle yerlere yapılır... Hanyeri'nde bu yüzden kuyu varmıştır... Öyleyse buradaki suya ne oldu?

    Eskiler bütün bunları düşündüler mi bilemem, ama Hanyeri çevresinde kuyu veya çeşme olmaması dikkatlerden kaçmamış. Bir kaç ilgili toplanıp kuyu kazmaya karar vermişler. Sene 50'li yılların sonları... Bu işlerden biraz anlayanlara çatal çubukla muayene ettirip yer altında su olduğuna kanaat getirdikleri bir yeri kazmaya başlamışlar. Ekibin içinde Macurali dedem de var, belki de öncüleriydi orası belli değil... Tam dokuz kulaç aşağıya inmişler. Suyu bulamamışlar, daha kötüsü onların kaçak dediği bir tabakaya gelince bırakmışlar. Çünkü artık suyu bulsalar bile o tabakadan kaybolacağı için bu işten vazgeçmişler. Kapatabildikleri kadar çukuru kapatıp meydandan çekilmişler. Başarılı olunsaydı ekibin elemanlarının adları bugüne kadar gelirdi, ama iş akim kalınca fatura dedeme kesiliyor. Böylece su bulunamayan ve olmayan kuyunun adı Macuralininguyu olarak kalıyor. 

    Bugün Hanyeri'nin bir ucunda dombeycik tuzağı gibi bir çukur ancak dikkatli bir bakışla fark edilebiliyor. Bazıları bunu küçük bir göktaşının açabileceği oyuğa da benzetiyor. Her nedense ortasına taşların yığıldığı bu çukur Macuralininguyu imiş.

    Bunca zaman geçtikten sonra Anıtkaya arazisinin su durumunda bir değişiklik yok, hatta olumsuz anlamda değişti; yerüstü kaynaklar kurudu, yeraltı suları çekildi. Neredeyse bütün kuyular iptal... Küresel ısınma ve kuraklık bizim köyü de kasıp kavuruyor...

    Hikayeye dönecek olursak, kuyu olayından sonra da Hanyeri mevkii ve çevresinin su ihtiyacı hiç bitmiyor. Genel kuraklığın da etkisiyle arttıkça artıyor. Bir daha kuyu, çeşme macerasına girişilmemiş; ancak suyun peşini de bırakmış değil millet... Misal DSİ marifetiyle yüz metre kadar yukarıya 30-40 metre çapında bir gölet oluşturulmuş. Ancak yağmur, kar sularının birikmesiyle işlerlik kazanan bu gölet de son yıllardaki kuraklığın etkisiyle artık derde deva olmuyor.

    Derde deva için Hanyeri'ne bir çeşme gerekiyor. Yeni yapılan etütlerde aynı yerde aynı kuvvetli suyun öylece durduğu görülmüş. Macuralininguyu dibine yapılacak sondaj... 

    Suyu kendiliğinden yeryüzüne çıkan çeşmelerde durum farklı, sen lulaya versen de vermesen de o su zaten akacaktı. Lakin sondajla yeryüzüne çıkardığın suyu şu kurak dönemde öyle hovardaca kullanamazsın. Damlası bile altın değerinde, o halde tasarruflu kullanmak zorundayız. Bence dönüşümlü olarak bir miktar akıtıp durduran otamat sistemi bile yeterli değil bu konuda... Güneş enerjisiyle çalışan pompalara musluk takmak şimdiki teknolojiyle zor ve eziyetli olabilir. O halde basitçe bir şartel veya düğme koymak en mantıklı yol görünüyor.

    Hedefimizdeki Hanyeri çeşmesi böyle olacak. İhtiyaç olduğunda çoban veya herhangi bir kişi düğmeye basıp çeşmeyi kullanacak, kabı veya aharları doldurduğunda yine düğmeye basıp kapatacak. Şimdilik suyu dizginleyerek tasarruflu kullanmanın en basit yolu bu görünüyor. İnşallah niyetimizdeki neticeye ulaşırız...



16 Kasım 2025

Gecmisten Gunumuze Egret İdaresi 14-Son

    
    Baştan şu sorunun bizdeki cevabını aramamız gerekiyor:
    - Sana yetki verseler, Anıtkaya'yı ilçe yapar mısın?

    Kimliğinin açıklanmayacağını bilirse, insanlarımızın bu soruya 'evet-hayır'ın ötesinde ilginç cevaplar vereceğini tahmin ediyorum. Ayrıca Anıtkaya'da oturanlar ile uzak-yakın Anıtkaya dışında yaşayanların cevapları farklı olması da normaldir.

    Yazı dizisi boyunca mümkün olduğu kadar kendimi gizlemeye, sadece okuyup dinlediklerimden, gözlemlerimden elde ettiklerimi objektif olarak yansıtmaya çalıştım. Elbette kendi yorumlarım, sorgulamalarım vardı, bunları sona bıraktım. Böylece konuşulmayan hiç bir husus kalmayacak, her şey ortaya dökülecek ve sonuçta gelecek için bir projeksiyon sunulmaya çalışılacak.

    Yanlış anlaşılmasın, Anıtkaya'nın bugünkü durumuyla ilgili suçlu aramıyoruz. Çünkü ortada bir suç yok, çünkü ceza yasasında yerleşimin idari pozisyonunu alt seviyeye düşürme diye bir şey bulunmuyor. Ancak köyün şu durumundan kim sorumlu, bunu arayabiliriz, ki bu sorumluluğu bir kişi veya gruba yüklemek de akılla bağdaşmaz. Her şeyde kendilerini işaret ettiğimiz Başkan/Muhtar dışında daha başka kimlerin hataları olabilir, onlara da bakalım...

        ***

    Şu fotoğrafta, 'önü açık ve gelişmeye müsait' diye 717 nüfusla ilçe yapılan İhsaniye ile, nüfusu 2000'in altına düştüğünden köy yapılıp önü kesilen Anıtkaya birlikte görülüyor.

        ***

    1998 yılı 28 Ağustos şenliğinde Başkan Ömer Aydın'ın konuşması çok ses getirdi. Bunun sebebi, içeriğin  alışılagelmiş şenlik konuşmalarından farklı olmasıydı. Günün anlamından sonra, protokol sıralarında  bulunan ANAP'lı Sağlık Bakanı Halil İbrahim Özsoy'a 'verdi veriştirdi.' Başkan'a göre Bakan Bey Anıtkaya'ya gelmesi beklenen bazı hizmetlere engel oluyordu ve bunu da sırf parti ayrımı sebebiyle yapıyordu. Konuşma esnasında protokolde buz gibi bir hava oluştu. Zafer haftası bitti, ama soğuk rüzgarın etkisi Afyon'da aylarca devam etti. Konuşmalar yapıldı, demeçler verildi, davalar açıldı. Sonunda ne mi oldu? Hiç bir şey...

    Aslında bu olayın özünde Ömer Başçavuş haklıdır. Sorumluluğunda bulunan Anıtkaya'ya bir şeyler yapılacakken, makamı ve konumu ne olursa olsun, buna engel koyanlara tepki vermek gerekir. Fakat burada büyük bir yöntem ve üslup sorunu göze çarpıyor; dolayısıyla bu sorun Başkan'ı haklıyken haksız duruma sokuyor. Eğer Başkan politik davranıp, her ne diyecekse bunu başkalarına, mesela bir grup Anıtkayalıya söyletseydi, üstelik bu masum protestoya mani oluyormuş gibi yapsaydı, sonuç elde edilir, beklenen hizmet (galiba ambulans) Anıtkaya'ya kazandırılabilirdi.

    Bununla beraber Devlet ve Hükümet yetkililerine usulünce tepki koymada Anıtkayalılarda büyük bir eksiklik olduğu kesindir. Köye gelen yetkili yetkisiz herkes hürmette kusur edilmemesi gereken bir misafirden öte olduğunu kabul etmeliyiz. Tamam izzet ü ikramda bulun, ama istediğin istemediğin hususlardaki düşüncelerini de çekinmeden söyle. Biz öyle yapmayız; dinleriz dinleriz, kafamızı sallar onaylarız, onlar gittikten sonra ancak itirazlarımızı sıralarız... Tabi bizden başka kimse duymayacağı için itirazlarımız bir işe yaramaz. İstemediğimiz biçimde sonuçlanınca da sorumlulara saydırmaya başlarız. Oysa sana gelenler siyasi ise, sen seçensin onlar seçilen; memur iseler, vatandaş olarak sen onların amirisin, vekil iseler, sen de asilsin. Çekinecek ne var, niye düşünceni söylemezsin...

    Tarz ve üslubunu ayarlayamamış olsa bile Ömer Başçavuş bir Bakana tepki göstermekte bu yüzden haklıdır. Benzer bir durum Remzi Kayır zamanında da yaşandı. Başkan, Anıtkaya söz konusu olduğunda ayrımcılık yaptığını düşündüğü Veysel Eroğlu'nu basın yoluyla protesto etti. Kaç kere Anıtkaya'ya gelmiş olmasına rağmen Belediye'ye uğramadığını, randevulara cevap vermediğini, daha önemlisi diğer beldelerle Anıtkaya arasında ayrımcılık yaptığını söyledi. Üstelik bu sitem/protestoda en küçük bir hakaret bile yoktu.

    Ömer Aydın ile Remzi Kayır'ın temeldeki şikayetleri, Bakanların parti gözeterek ayrımcılık yaptığı, hizmet götürme sözkonusu olduğunda Anıtkaya Kasabasını bundan ayrı tutmalarıydı. Bir Anıtkayalı gözüyle baktığımızda, şikayetlerinde ne kadar haklı oldukları herkesin malumudur. Yalnız aynı protestoyu kendi partisine mensup yetkililere göstermedikleri hususunda onları eleştirme hakkımız var. Mesela ilçelik başvurusuna sahip çıkmayan zamanın DYP'lilerine Ömer Aydın tepki göstermiş midir? Veya Remzi Kayır, ilk döneminde iktidarın bir parçası olan ANAP'tan, MHP'den Anıtkaya adına istediklerini alabilmiş midir? Alamadıysa tepkisini nasıl ortaya koymuştur?

    İktidar ile aynı partiden olunmadığı zamanlarda Hükümeti protesto eden Başkan profili çizmek kolay ve maliyetsizdir. Bunun böyle olduğunu gördük. Geçmişte işlerin Anıtkaya aleyhine döndüğü bariz bir şekilde ortaya çıkan dönemleri de gördük. Misal kazalığın ilk Eğret yerine İhsaniye'ye verildiği yıl olan 1957'e bakalım. Muhtarın bir partisi olmaz, ama birinci aza Eyüp Çetin'in DP'li olması sebebiyle Tıraka Muhtarlığının iktidardaki DP ile uyumlu çalıştığı herkes tarafından biliniyor. Diğer yandan, o dönemde yalan dolan raporlarla ne dolaplar çevrildiğini de ortaya koyduk. Çok zeki olduğu herkesçe bilinen Abdurrahman Zenger ve heyeti, olan bitenden habersiz olabilir mi? Peki, onların Hükümet cenahına, İçişleri Bakanlığına, en azından Afyon Valiliğine itirazda bulunduğuna dair bir şey duydunuz mu? Yok...

    Ya nahiye merkezinin Eğret'ten İhsaniye'ye taşındığı 1942'de olanlara ne demeli... Tamam o zaman muhtarlar seçimle değil, sırayla işbaşına geliyor veya atanıyorlardı. Lakin Eğret ileri gelenleri arasında mutlaka CHP'liler varmıştır. Onlar partileri nezdinde neden girişimde bulunmadılar? İçişleri Bakanının göreve geldiğinin ikinci haftasında hiç gerekçe göstermeksizin böyle bir genelgeye imza atmasına neden tepki göstermediler? Bunun tek müsebbibi Nahiye Müdürü ise onu neden partiye şikayet etmediler? 

    Merkezi yönetime gelelim. Hükümetlerin, Bakanlıkların, Vilayetlerin, Nahiye Müdürlerinin yanlışları olamaz mı? Daha nahiye merkezinin nakli sırasında resmi hiç bir gerekçe gösterilmemesi dikkate değerdir. Eğret halkının ne düşündüğünü kimse umursamamış. Nahiye Müdürü ile Eğretlilerin anlaşamadığı söylentisini doğru kabul etsek bile, bunun çaresi merkezi taşımak mı olmalıydı?  Müdürün kafasına uygun teba aramak nerde görülmüş, daha pratik ve kolay bir müdür değiştirmek varken neden merkez değiştirildi hala anlaşılmaz bir durum... Tek açıklaması, Belcemeşe köyünün parlatılmak istenmesidir; 500 haneli bu köy için koca Eğret harcanmıştır, bu kadar basit. Acı olan taraf, bu işe Devlet/Hükümet kurumlarının alet edilmesi...

    Hükümetin bir başka belirgin yanlışı 1957 ilçelik meselesinde görülüyor. Düzmece raporla bile saklanamayan gerçeklere rağmen kaza 717 nüfuslu İhsaniye'de kuruluyor. 15 yıl önce 1942'de tek mantıklı gerekçe olarak sunulan 'gelişmeye müsait merkezi konumu'nun ne kadar gerçekçi olduğunu şuradan anlayın; İhsaniye'de bu 15 yılda ancak 200 nüfus artışı sağlanabilmiş, evet sadece 200... Hükümet bu uygulamadaki haksızlığı, çıkardığı bir söylentiyle örtmeye çalışıyor. Neymiş, aslında Eğret ilçe yapılacakmış da zenginler istememişler... Ne zamandan beri idari yapı değiştirilirken halka soruluyor? 1930'da Eğret'te nahiye kurulurken Eğretlilere mi soruldu? Yoksa 1942'de nahiye merkezi Eğret'ten alınırken mi onlara soruldu? Tamam Belediye kurup kasaba yapmak için 1958'de halka sordunuz, ama bu kanun gereği olduğu içindi. Kanunun emretmediği nahiye ve ilçelik hususlarında Eğret halkının fikrini hiç dikkate almadınız...

    Tekrar yakınlara gelelim, Ömer Aydın ve Remzi Kayır'ın Hükemete serzenişlerinde haklı olduklarını söylemiştik. Remzi Başkan Galipbey caddesinin uzantısı olan bulvarın halini örnek vererek Anıtkaya'ya Hükümetin üvey evlat muamelesi yaptığını söylüyordu. Bunun Devlet çarkında sistematik ayrımcılığa dönüştüğünü de 1942'deki nahiye merkezi naklini örnekleyerek açıklıyor, o günden başlayan ayrımcılığın bugünlere ulaştığını belirtiyordu. 

    Remzi Kayır'ı bu eleştirilerinde haklı bulduğumuzu bir kez daha belirtelim, ancak 2014'te köye dönüşme faciasına doğru yol alınırken neler yapıp yapamayacağını da masaya yatıralım. Hükümet bu kararını açıkladığında Anıtkaya nüfusu kritik noktadaydı ve bir kaç yıldır gıdım gıdım giden kasabadan ayrılışlar hızlanmıştı. Belediyeliğin düşeceği kesin gibiydi. Sağdan soldan nüfus taşıma ile bunun önüne geçilebilir miydi? 

    Burada güncel bir örnek üzerinde duralım. İhsaniye ilçesi bu yeni düzenlemeden etkilenmiyordu, çünkü 2000 altına düştüğünde belediyeliğin feshi kararı beldeler içindi. Buna rağmen bakın neler olmuş: 

    Tablodaki veriler İçişleri Bakanlığından. Hatırlanacağı üzere 1957'de İhsaniye nüfusu 717 idi, 1960'ta doksan kişi artarak 806'ya çıkmış. Yılda yaklaşık 30 kişilik bir artış. Yeni ilçe olmuşsun, kadrolar verilmiş, atamalar yapılmış, buna rağmen tosbağa hızında bir artış... Bundan sonraki nüfus artış hızı değişmiyor, hep gıdım gıdım ilerliyor. Yalnız 2000 yılında bir anda merkez nüfus iki katına çıkıveriyor, köylerde belirgin bir değişiklik yok. N'oluverdi ki? Sonraki sayımda ise o anlık nüfus patlaması bir anda yok oluyor, her şey yedi yıl önceki halini alıyor. Demek ki 2000 yılında nüfusla ilgili bir tehlike sezildi ve 2200 kişi İhsaniye'ye yığıldı, tehlike geçince 'herkes yerine' dediler. Tabi bütün bunlar fiili olarak gerçekleşmemiş, kağıt üstünde öyle gösterilmiş olabilir.

    Benzer bir operasyon 2012-13 arasında gerçekleştirilmiş. Artık bu yıllarda adrese dayalı sistem oturmuş, nüfus işlemleri tamamen elektronik ortamda yapılmaya başlanmıştı. Yani Türkiye'nin başka bir yerindeki vatandaşın naklini dilediğin gibi yapamıyordun. Bir anda 2200 kişiyi İhsaniye'ye gelmiş gibi gösteremiyordun mesela.

    2012 yılı sonunda tuhaf bir şey olmuş, İhsaniye köylerinden 1700 kişi 'yapılmaz bu ileşberlik' diyerek kahretmişler ve hepsi de gelip İhsaniye merkezine yerleşmişler. Böylece İhsaniye merkez nüfusu tarihinde ilk defa 3 bin üzerine çıkıp 4 bine yaklaşmış. O yıldan sonra ise yine durgunluk; yedi yılda sadece 63 kişi artmış...  2013 Yılında bir anda merkeze yerleşmeye karar veren 1700 İhsaniye köylüsünü merak ediyorum...

    O yıllarda yapılan nüfusu 2000 altına düşen belediyelerin kaldırılmasına yönelik düzenleme, hiç ilgisi olmadığı halde İhsaniye'yi nasıl tedirgin etmiş. 2000 yılındaki büyük nüfus naklini, tehlike geçtikten sonra iptal etmişlerdi. Aradan 10 yıl geçmesine rağmen, köylerden merkeze taşınan 1700 kişi ne olur ne olmaz diye hala İhsaniye'de duruyor...

    Bu örnekten yola çıkarak aynı yıllarda Anıtkaya'ya da böyle bir işlem yapılabilir miydi, ona bakalım. Bu kadar geniş çaplı nüfus nakli mümkün değil yapılamazdı. Çünkü İhsaniye ilçesinde Kaymakamlığa bağlı Nüfus Müdürlüğü var, nakil işlemleri orada yapılır. Bu Belediyenin ve Başkanının yapabileceği bir işlem değil. Remzi Başkan o dönemde ikna ettiği bazı kişilerin gerçekten veya kağıt üstünde Anıtkaya'ya taşınmasını sağlayabilirdi. Adrese dayalı sistemde, mesela ikametin İzmir'de ise, başvurarak naklini Anıtkaya'ya aldırabiliyorsun. Lakin o vakit İzmir'de ikamet etmenin sağladığı bazı haklardan vazgeçeceksin, çünkü artık orayla bağın kalmadı. Bu ve buna benzer açmazlar sebebiyle yüksek sayılara varan, hele İhsaniye'deki gibi nakiller mümkün değildi. 

    Yine de Başkanın belediyeliği kurtaracak kadar nakil gücü vardı derseniz, buna katılırım. 15-20 fedakar Anıtkayalı bulunabilirdi. Fakat bu kalıcı olur muydu, onu da bilemem. Bakın İhsaniye'ye 2013'te taşınan 1700 köylü hala orada tutuluyor. Biz rica minnet ikna ettiğimiz Anıtkayalıları sürekli burada tutabilecek miydik. Ayrıca Anıtkaya'dan kaçış hızlanarak devam etti. Metiner İdis zamanında 1700'lerdeyken kampanya başlatılarak Afyon'dakiler ikinci adres olarak naklini Anıtkaya'ya yaptırdılar. Bu da işe yaramadı, yaramazdı... Bir çok haklı sebepten Anıtkayalılar çoğunlukla Afyon'a taşınmaya devam ediyor. Şu anda nüfusun 1400'lere düştüğü söyleniyor. Diyelim ki 2014'te zor bela Belediyeliği durdurdun, 2019 ve 2024'te bunu nasıl sağlayacaktın....

    Tabi meselenin bir de siyasi tarafı var. Soru basit: Remzi Kayır AKP'li olsaydı bunlar başımıza gelir miydi? Bu soruya herkesin vereceği cevap farklıdır. Bazılarına göre Eğer Başkan iktidar partisinden olsaydı bir yolu bulunup Belediyelik Anıtkaya'da bırakılırdı. Aynı dönemde nüfus kriterlerini yerine getirmediği halde Ordu Belediyesi nasıl Büyükşehir yapılmışsa, benzer durumdaki Anıtkaya da Belediyelik olarak kalırdı. Bu görüşü doğru kabul edersek, Hükümetin Anıtkaya aleyhine ayrımcılık yaptığını söylemiş oluruz.

    Bazılarına göre de Remzi Kayır o treni kaçırdı, artık ağzıyla kuş tutsa AKP'li olamaz, dolayısıyla Anıtkaya'nın köy olması kaçınılmaz hale gelmişti. Böyle düşünenlere göre ikinci döneminde adaylığını MHP değil de AKP'den koysaydı, her şey başka olurdu. Çünkü her ne kadar iktidar da olsa bu partinin henüz meşruiyet sorunu vardı, bu ilk mahalli seçim sonrasında her türlü katılıma ihtiyacı vardı. Eğer öyle olsa, Ömer Aydın Başkanın başvurusuna benzer bir girişimde bulunarak Anıtkaya'nın ilçelik yolu açılabilirdi. AKP açısından bu sıkıntılı dönem değerlendirilemeyince, 2009'daki seçimlerde artık 'gelse bile kabul edilmeyecek' bir durum oluştu. Bu yüzden Remzi Başkan artık istese de köy olma sürecini durduramazdı...

    Kimilerine göre ise bazı şeyler olması gerektiği için olur. Şu şöyle olsaydı şöyle olurdu varsayımlarına göre senaryo üretmek beyhude. Ne Remzi Kayır AKP'ye gider, ne de AKP Remzi Kayır'ı kabul ederdi. Zaten her dönemde bu partinin bir adayı vardı. Üstelik son zamanlarda başta Veysel Eroğlu ile uyuşmazlık içinde bulunduğunu söylemiştik. Hem böyle bir geçişkenlik sonucu Anıtkaya'nın olası kazancından bir hayır çıkar mıydı orası da meçhul...

    Anıtkaya'nın şu halinin sorumluluğunu kendimizin dışında başkalarına yüklediğimizde durum böyle... Hükümet şöyle etmiş, Devlet şunu tutmuş, falanca Muhtar öyle dedi, filanca Başkan böyle iş tuttu... Ya biz Anıtkayalılar, bizim hiç mi payımız yok bunda?

    Bir defa yukarıda saydığımız kişi ve kurumlara yüklediğimiz her şey aslında bizim de omuzumuzdadır. Çünkü yöneticiler halkın aynasıdır, ne görüyorsak o görüntü kendi yansımamızdır. Onlarda bir erdem varsa  o bizde olandır, onlardaki her hata ve kusur ise bizdeki eksikliklerin aynısıdır. Aslında bu 'Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz' esasından başka bir şey değil. Zaten Muhtar olsun Başkan olsun, daha seçimde onların öyle olduğunu biliyor da ona göre seçiyoruz. 

    En büyük özelliğimiz, sanki seçimi kendimiz yapmamışız gibi seçilen hakkında atıp tutmamızdır. Çakır Osman'ı bilmiyorum; ama Tuna'ya 'Irakıcı', Delimısdık'a önce 'deli' sonra 'huhucu', Gocayusuf' ve Salim Kurt'a 'çoban', Mahmut Müdür'e 'zerroş', Ömer Başçavuşa'a 'Belediyeyi kışla sanan', Remzi Kayır'a yine 'vasıfsız zerroş' diye yakıştırmaları kim yaptı. Bunları biz seçtiğimize göre aslında kendimize lakap takmış olmuyor muyuz. Madem öyleydi de Remzi Kayır'ı üç dönem niye seçtik? Bir şey diyeyim mi; 2014'te aday olsa belki yine seçerdik...

    Bunlar 'Layık olduğumuz idarecilerle yönetildiğimiz' gerçeğinin bir göstergesidir; fakat bunun kadar, seçtiğimiz yöneticilerin sorumluluğuna ortak olduğumuza da işaret eder. 1942 nakil olayındaki sorumlu yalnız CHP'li tek parti iktidarı değildir, sorumluluk zinciri onlara tepki göstermeyen başta CHP'li Eğretli ileri gelenleri de içine alır, derece derece sıradan Eğretlilere kadar iner...

    Yine 1957 ilçelik olayındaki sorumlular DP iktidarından ibaret değil. Kararı görmezden gelip suskun kalan Tıraka yönetimi de bu işin içinde, ilçeliği istemeyip elinin tersiyle ittikleri söylenen Eğretliler de ve hatta oylarıyla bu kararı alanları destekleyen Eğretliler de, hatta ve hatta sessizce boyun eğmiş Tıraka heyetini destekleyenler de... Herkesin sorumluluğu var, çünkü layık olduğun idareciyle yönetiliyorsun. Sen 'iyi' olsan, seçtiğin yönetici de 'iyi' olacaktı...

    Örnekleri çoğaltabiliriz, karayolunun köy içinden uzaklaştırılması meselesine bakalım. Gocayusuf  istedi böyle oldu... Bu kadar basit mi yani, öyleyse Gocayusuf'u niye seçtin! Sonra, vızır vızır kamyonlar mallarımıza çocuklarımıza çarpıyor, yol dışarıdan geçsin diye görüş belirtenler Anıtkayalılar değil miydi? Hiç bir şeyin sorumlusu tek taraf değildir, her olayın bir çok sebebi ve yönü bulunabilir. Ve sosyal hayatta halk, olumsuz hiç bir şeyin sorumluluğunu kendisine yakıştıramaz, hatalı olan hep başkalarıdır. Arada 'elim kırılsaydı da...' diye pişmanlık gösterir, ama ilk fırsatta yine aynı hatayı yapar...

    Lafı uzatmaya gerek yok diye bağlayacaktım, aklıma başka bir şey geldi. Anıtkaya küçük bir Türkiye, Türkiye de büyük bir Anıtkaya'dır. Şimdi doğru oturup doğru konuşalım; küçük olsun, büyük olsun, hangi siyasetçi/yönetici sırf hizmet aşkı sebebiyle bizim oylarımıza talip oluyor. Anıtkaya'da veya Türkiye genelinde 'bir şey' olmak isteyenlerin temel motivasyonu maddi menfeat temini, gücü elinde bulundurma, insanlara hükmetme, yakınlarının çıkarını gözetme vs vs değil mi? Haydi Türkiye'yi bırakalım, Anıtkaya'da seçtiğimiz başkanlar yakınlarına, taraftarlarına iş imkanı veya başka kazanç kapıları sunmadılar mı? Biz de bunun böyle olacağını bile bile, sırf maddi manevi çıkar beklentisiyle oylarımızı vermedik mi? Hala da öyle düşünmüyor muyuz? Madem öyle biz de her şeyden sorumluyuz...

        ***

    Başta sorduğum soruyu, buraya kadar okuduklarınızın ışığında tekrar düşünün derim. Cevabınız evet ise, yani Anıtkaya'yı ilçe yapmak isterseniz izlenecek yol bellidir. Ömer Aydın Başkan'ın yaptığı gibi ilçelik başvurusu yapacaksınız, çünkü geçerli olan sistemde ilçe olmak, kasaba olmaktan daha kolaydır. En azından belli bir nüfus sayısına ulaşmak farz değil, siyasilerin uygun görmesi yeterlidir. Tabi buna kulis yapacak kadron da olmalı...

    Diyeceklerimin hepsini dedim. Serinin bu son yazısı 'serbest atış' bölümü gibi oldu. Küfür, hakaret, muhatabın kişilik haklarına saldırı olmaksızın düşüncelerinizi belirterek katkıda bulunursanız, konuyu daha da zenginleştirmiş oluruz.