19 Mayıs 2024

19 Mayıs

     
    Bizim üstümüzde ilkokuldan ortaokula geçişin en belirgin göstergesi kıyafetti; önlük yakalık atılmış, ceket kıravat takılmıştı. Bu değişikliklerle kendimizi daha bir büyümüş görür, yürürken adımlarımızı daha bir gostak atardık. Bir kaç yıl öncesine yetişebilseydik, mektep şapkası denilen asker, polis, bekçi şapkasını andıran koca kapaklı ve siperli şapkalardan da takardık; ama ceket kıravat terfisi bile yeterliydi.

    Özellikle üçüncü sınıfta zıravıt gibi abiler vardı, biz onların yanında resmen bebeydik. Necaip Omak, Necati Okutan, Mustafa Omak, Orhan Omak hatırlayabildiklerim. Onlar varken esamimiz okunur mu. Yine de ortaokullu olmak değil de sırf kıyafet kaynaklı değişiklik, bizim büyüklük pozları takınmamıza asıl sebeptir. Ne de olsa önlüğün içinde hep çocukmuşuz, onu çıkardığımız anda birden büyüyüvermişiz...

    Asıl büyüklük pozları yedi sekiz ay sonraymış, zaman geçince bu gerçek ortaya çıktı. Öğretim yılının son milli bayramı olan 19 Mayıs'ta ilkokuldan farkımızı gösterecektik. Cumhuriyet ve Çocuk bayramlarını iki okul öğrencileri birlikte kutlamıştık; ama işte 19 Mayıs yalnız bize aitti. Önceki senelerde hayranlıkla izlediğimiz sporlar, hareketler, kuleler, yarışmaların içinde, hatta tam merkezindeydik. Bunları ancak büyükler yapabilirdi ve o büyükler artık bizdik. Daha doğrusu, biz de büyüklerden sayılırdık...

    Galiba bizi 19 Mayıs Spor Bayramına asıl motive eden şey, özel bayram kıyafetiydi. Allah verdikçe veriyordu. Önlükten cekete, yakalıktan kıravata, fanne (fanila)dan gömleğe terfimiz yetmemiş; şimdi de göynekten atlete, içdonundan şorta, yemeniden spor ayakkabıya, hatta ipçoraptan beyaz tireçoraba geçiyorduk. Büyüme dediğimiz şey asıl bu olmalıydı...

    Gençlik ve Spor Bayramı hazırlıkları en az bir ay önceden başlıyordu. Bedensel hareketlere dayalı programı koordineli ve kusursuz icra etmek için bu gerekliydi. Cin Ali çizgilerine benzer şekillerle hareketlerin ana hatlarıyla tahtaya çizilerek anlatılması, hazırlığın ilk safhasıydı. Sonra taş çatlasa elliyi anca bulan bütün öğrenciler toplu olarak, çizgilerle bellenen hareketleri yanıla yanıla yapmaya çalışırdı. Bu ikinci safha uzun sürer, fırsat bulunduğunda küçük okul bahçesinde toplanılıp hareketlerin üzerinde çalışılırdı. Belki de bu yüzden 23 Nisan'dan sonra fiilen dersler bitmiş sayılırdı.

    Okul bahçesinde ne kadar çalışırsan çalış provaları daha geniş bir meydanda yapman gerekir. Hele son prova mutlaka bayram yerinde olacak... 1979 Yılının ilk dış provasını İlkokulun bahçesinde yaptık. Böylece ne kadar büyüdüğümüzü millete gösterme fırsatı bulduk, ama hayret, bu kimsenin umurunda değildi...

    Sonraki yıllarda dış provaları Alagır ve Aygırhane'de yaptığımız oldu. O vakit geliş gidiş biraz zahmetli oluyordu. Yürümek problem değildi de, ta bilmemnereye kadar kasaydı, minderdi taşımak zor oluyordu. Yoksa piyade yürümek eğlenceli bile sayılırdı.

    Bu dönemde bizim için yeniliklerden biri de hiç kuşku yok Gençlik Marşı idi. 19 Mayıs ile özdeşleşen marşı provalar zamanında öğrenmek gerekirdi. Zaten zor bir tarafı yoktu, üstelik eğlenceliydi de... Nakarattaki 'Sert adımlarla her yer inlesin! İnlesin!' dizesine gelince, yeni çatallaşıp kalınlaşan sesimizle gerçekten yeri göğü inlettiğimizi düşünürdük.

    Son prova illa ki bayram yerinde yapılır demiştik. Burası hep Alagır'da, Kumpirhasan ile Bekçirofi'nin ev dengi olurdu. Kuyunun yanındaki geniş düzlük, bayram için en uygun yerdi. Sonradan Ziraat binası yapılan bu meydan çok güzel spor bayramlarına ev sahipliği yaptı.

    Son provanın önemi, bizatihi son olmasındandır. Artık bundan sonra yapılacak hatanın telafisi yok. Bütünlük içinde yapılması gereken hareketlerdeki küçük hatalar kalabalıkta kaybolur gider, dersen yanılırsın. Tam aksine, mükemmel grubun içindeki küçük bir hata bile sırıtır. Bu yüzden o gün bütün eksikliklerin giderilmesi gerekir. Hareketlerden başka kıyafet eksiği de bulunmamalıdır. Siyah örtme bezinden dikilen şortlar, askılı beyaz atletler, beyaz çorap ve spor ayakkabılar tamamlanmış olmalı ve provaya onlarla çıkılmalıdır. Her şeyin sonunda, ertesi günkü pozisyonlarımızı belirleyen noktalar kireç tozuyla işaretlenir. Artık herkes ve her şey bayrama hazırdır...

    Genelde bayram günü her şey planlandığı gibi gelişir, bir aksilik çıkmadan tören tamamlanır. Yalnız, şimdi hangi 19 Mayıs olduğunu bilemeyeceğim, birinde hareketler başlamadan şiddetli bir kar serpiştirmiş, son provada planlananları çamur içinde icra etmiştik. Buna dört katlı iki kule de dahil... O kuleler ki en heyecanlı noktası, tek kişinin zirveleşip bayrak açtığı son katıdır...

    Her 19 Mayıs töreninin akılda kalan bir unsuru da halk yarışlarıdır. Burada yarıştan kasıt, bildiğin koşudur; ama ona geçmeden önce çocuklarınkini bitirelim. Öğrenciler arasında başka eğlenceli yarışlar da yapılırdı; ama milletin ilgisini çeken yegane yarış koşulardır... Koşu yarışlarında dereceye girenlere Belediye Başkanının hediyeleri takdim edilirdi. Biz hep Gocayusuf Yusuf Kopan başkanlığına denk geldik, onun hediyeleri de hep aynı olurdu; gömlek, kıravat, çorap...

    Öğrencilerin gösterileri bittikten sonra, yarışçıları kendine güvenen Anıtkaya halkından gönüllü katılımcılar olan bu koşuya geçilirdi. Bayramın yapıldığı sözünü ettiğim düz alan, Yörükçeşmesi'ne doğru sallanan yokuş başında sona ererdi. İşte halk koşusunun startı oradan verilir, protokol önünde sona ererdi. Hatırladığım kadarıyla bu yarışların değişmez birincisi Bekçi Rafi Taşkın idi... Acaba diyorum, eski bayramlara halkın coşkulu katılımının bir sebebi bu tür yarışlar mıydı?

    Anıtkaya Ortaokulu'nun coşkulu 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları 1998 yılına kadar devam etti. Kesintisiz 8 yıllık eğitime geçilmesiyle ilk ve orta okullar birleştirilince Ortaokul, ortaöğretimden ilköğretim bölümüne alındı. Oysa bu bayram orta ve yükseköğretimin, yani büyüklerin bayramıydı. Bu yıldan sonra Anıtkaya için hareketli, sporlu, koşulu, kuleli ve coşkulu 19 Mayıslar tarih oldu...

    Güzel günlerdi...


17 Mayıs 2024

Cuma Camisi

 
    Birbirine çok yakın olduklarından dolayı cami, çeşme ve hamam Eğret Kervansarayının merkezinde bulunduğu bir külliyenin parçası olduğu tahmin ediliyor. Kervansaray/Han külliyesinin hatırına Eğret köyünün de şimdiki yerine taşındığı en çok rağbet edilen görüş. Bu durumda diğer parçalarla birlikte Cuma Camisi'nin tarihini 13-14. yüzyıl aralığına götürmek gerekir.

    Belgesel geçmişine bakacak olursak, doğal olarak Cuma Camisinin inşa tarihi bilinmiyor. 16. Yüzyıldan kalma bir belgede adı geçen Cami-i Şerif Vakfının onunla ilgili olduğu düşünülüyor. Diğer bağlantılar ve Hacı İbrahim Zaviyesinin Kervansarayla irtibatı da düşünüldüğünde, Cami Eğret'ten daha yaşlı denilebilir. Normalde insanlar bir yere yerleştikten sonra mescidini filan inşa ederken, Eğretliler hazır mescitli bir bölgeye yerleşmişler.

    Yeni oluşan köy, Eğreti/Eğret/Hayrat diye anılmaya başladı. Caminin köyü böylece ortaya çıktıktan sonra roller değişti; o, köyün camisi oldu. Bu yüzden hep, Cuma Camisi Eğret'in ilk camisidir, derler.

    Daha külliye çevresinde bir köy oluşmadan önce yapıldığı düşünülür ve Hacı İbrahim Zaviyesiyle ilişkilendirilirse, cami gelip geçen yolcular için inşa edilmiş olmalıdır. Zaten külliye konum itibariyle en işlek ticaret yolu üzerine, ihtiyaçtan yapılmış. Yani her daim, yolcu da olsa, hazır bir cemaate sahipti. Eğret köyü oluştuktan sonra da uzun süre oranın tek camisi olarak kaldı.

    Her birinde bir mescit bulunsa da etraf köyler cemaati cuma namazlarında Eğret'teki bu külliye camisine yöneldiklerine dair bir rivayet var. Eskiden bölgenin/beldenin en büyük camisinde cuma kılma gibi yerleşik bir gelenek vardı, buna göre rivayetin gerçekliği kuvvet kazanır. Hatta caminin ismi de böylece Cuma Camisi olarak kalıplaşması buna bağlanıyor.

    Anıtkaya'da çok bilinen At Mezarı efsanesi, cuma namazı - cuma camisi ile doğrudan ilgilidir. Kütahya tarafından gelen bir yolcu, namaza yetişmek için atını çok hızlı sürmektedir. Köye yaklaştığı anda nihayet at bu tempoya dayanamayarak çatlar. Bu olaydan sonra orası At Mezarı olarak halkın hafızasına kazınıyor, hala da öyledir.

    Tabi cuma namazı hutbe demek, hutbeye de hatip gerek. Bu yüzden vakıf marifetiyle camiye baştan beri bir hatip görevlendirilmiş. Bazen diğer namazları kıldıran imam bu görevi de yürütmüş, bazı dönemlerde ise ayrıca hem imam hem de hatip görevlendirilmiş. Bugün Anıtkaya'daki Hatipler, Çakırlar ve Gobaklar sülalelerinin ortak atası olan Hatiboğlu'nun bu görevi ifa eden eski hatiplerden birinin oğlu olduğu düşünülüyor.

    Kayıtlara geçen iki Eğretli hatip daha var. Bunların ilki Veyisler/Çorbecilerin İbrahim oğlu Mustafa'dır. 1882 Yılında çocuksuz olarak vefat ettikten sonra, Cuma Camisi hatiplik kadrosu bir kaç yıl boş kalmış. Bu dönemde fahri olarak vazife alan Veyislerin Ali oğlu İbrahim, 1886'da resmen atanmış. Halkın Delimam (Deli İmam) olarak bildiği Veyisoğlu İbrahim, 1905'te ölene kadar yirmi yıldan fazla hatiplik yapmış.

    Hatip olduğu halde Delimam diye lakaplandığından ötürü Veyisoğlunun iki görevi birlikte yürürttüğü düşünülebilir, ama öyle değil. O dönemin, en azından son dönemlerinin Cuma Camisi imamı, meşhur Mücellit Ahmet Efendi imiş. Aslen Döğerli Mücellit Hoca, Naymeler sülalesinin ana-dedesi oluyor. Delimam öldükten sonra bir müddet daha imamlık görevini sürdürmüş, hatta 1910 yılında Goca Cami inşaatı sırasında halen Cuma Camisi imamı imiş. Bununla beraber kaç yıl daha bu görevi sürdürdüğü bilinmiyor. Onun zamanında müezzin olarak görevlendirilen Çaylıoğlu Topal Hüseyin (Hüseyin Kabadayı)nın hangi camide görevli olduğu şüphelidir...

    1910-1921 Arasında, on yıl kadar Eğret'te iki cami var. Bunların hangisinin hocası olduğu bilinmeyenlerden biri de Eğretli Cemal Hoca'dır. Babası veya dedesi Cuma Camisi imamıymış, lakin Cemal Eğretli hangisinde görevlendirildiğine dair bilgi bulamadım; ikisi de olabilir.

    O sırada kimin nerede vazifeli olduğunun bir önemi yok, çünkü 1921 yılında her şeyi alt üst eden Yunan işgali başladı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren bu dönem, Eğret ile birlikte bu iki caminin de kara günleridir. Ezan, tesbih, tahmid, tekbir, salavat, cemaat vb. her şeye hasret kalınması bir yana; Eğretliler gibi Eğret camileri de her türlü zulme maruz kalmış. Hastane, klinik, depo, ahır gibi kullanıldıklarına dair söylentiler var. 

    Yunan gittikten sonra, nispeten yeni olduğu için Gocacami hemen temizlenip eski haline getirilmiş, ama ihtiyar Cumacamisi'nin öyle bir şansı olmamış. Gavur gittiğinde harabe halindeymiş, duvarlarında her türlü pislik ve kan izleri filan bulunuyormuş. Damı çatısı da yıkıldığı için viraneye dönmüş, uzun süre kurtlar kuşlar yuvalanmış.

    Çatısı olmasa bile duvarlar sağlam, onların çevrelediği geniş bir alana sahip olduğu için bir dönemde otopsi gibi işlemlere evsahipliği yapmış. Duvarlardaki kan izlerinin bu işlemlerden kaldığını söyleyen de bulunuyor.

    Harabe halindeki Cumacamisi 1960'lara kadar yaklaşık kırk yıl böyle... Bu virane çocukların da oyun alanına dönmüş. Musluların İbrahim Efe (Gavuralinintopal), burada kuş yakalamak isterken sakatlanmış. Dediklerine göre yüksek duvardan düşünce bacağı kırılmış. Yıllar sonra Samancının Gocabıyık (Halil Saçak) şahit olduğu bu olayı nükteli bir dille 'Bi atışda vurup düşürdüm onu' diye anlatmış. Gocabıyık 1930, Topal 1935 doğumlu olduklarına göre olayın 40'lı yıllarda yaşanmış olması gerekir...

    Bu durum, yani Cumacamisi'nin acınası hali Cemal Eğretli Hoca'yı çok üzmüş. Bir an önce tamir edilip ibadete açılmasına yönelik arzusunu hep dile getirmiş. Onun bu iştiyaklı hali ister istemez akıllara burada vazife almış olabileceği ihtimalini getiriyor. Yunan gittikten sonra Eğret'te durmayıp O da Afyon'a dönmüş. Eğer Gocacami Hocası olsaydı, köyde kalır vazifesine devam ederdi; Cumacamisi virane haline gelince, O'na Eğret'te yapacak iş kalmadı, diye de mantık yürütülebilir... Bununla beraber Cemal Hoca'nın Mücellit Ahmet Efendi'ye sağlığında ve ölümünden sonra aşırı hürmet göstermesi birlikte çalıştıkları ihtimalini de güçlendiriyor. Bu da adres olarak Cumacamisi'ni değil Gocacami'yi gösterir...

    Cumacamisi'nin hocasıydı veya değildi, Cemal Hoca'nın arzusu istikametinde Anıtkayalılar harekete geçiyorlar. Tunaüseyin (İbrahim Kayır)ın başkanlığı döneminde cami onarılıp ibadete açılıyor. Açılış merasimi yapılıp yapılmadığı bilinmiyor, Cemal Eğretli Hoca'nın gelip gelmediği de... Yalnız 1967 yılında vefat ettiğinde Cumacamisi tekrar hayata kavuşturulmuş bulunuyordu...

    Tamir sırasında ilginç bir şey oluyor. Ellerine geçen eski yazılı bir taşı kapının üstüne, duvarın alnına koymuşlar. Sıvaydı, boyaydı derken, yıllar o taşın üzerinden silindir gibi geçmiş. Okunamaz hale geldiği için Kervansarayın kitabesi sanılan bu taşın sırrı, Ferhat Öztürk Hoca'nın çalışması sırasında çözülmüş. 1878 Yılında tamir edilen bir çeşmenin kitabesi olan bu taşı, herhalde Kur'an yazısı diye, kapının üstüne yerleştirmişler. Şimdi tamamen ortadan kalkmış bulunan, külliyenin diğer ferdi çeşme kitabesi olduğu düşünülüyor... Bu yanlışlık bir bakıma iyi olmuş, caminin bir parçası olan kitabe koruma altına alınmış... 

    Koruma deyince... Yanındaki eski Kabristanla birlikte Korunması Gereken Kültür Varlığı olarak tescillenirken rapora, Ulucami/Gocacami yapıldıktan sonra halk cuma namazlarında burayı tercih ettiğinden Cuma Camisi diye adlandırıldığına yönelik bir bilgi kaydedilmiş. Bunun böyle olmadığı, adlandırmanın daha eski zamanlara dayandığını yukarıda açıkladık...

    Neyse,1969 yılında Delimısdık (Mustafa Erdem)in başkanlığı zamanında ise yeni bir minare yapılarak Cumacamisi'ne bugünkü görünümü kazandırılmış.

    İbadete açıldığında Apdıramanların Lomcu Hoca'nın oğlu Ahmet Selek'i hak ile hoca tutmuşlar. Daha sonra yine köyden bir kaç kişi daha hak usulüyle vazife yapmış. Kadro alındıktan sonra Basri Hoca, Adem Hoca gibi isimleri hatırlıyorum. Sonra Ali Osman Sancak Hoca oradan emekli oldu. Şimdi Hafız Ali Hoca Cumacamisi imamıdır.

    Sonuç olarak Cumacamisi, beş altı asırlık eski bir külliyenin ayakta ve hayatta kalabilen iki ferdinden biridir. Han ile birlikte sırt sırta vermişler, her şeyi öğüten zaman değirmenine meydan okur gibiler. Hamam ve çeşme onları yarı yolda bırakarak sahneden çekildi. Yalnız, asırların yorgunluğunda hemen yanıbaşlarında kendiliğinden oluşan eski kabristanın hakkını yemeyelim; bu iki kardeşe yoldaşlık ediyor.



15 Mayıs 2024

Eğret Han

ANITKAYA (EĞRET) KERVANSARAYI
            Ferhat Öztürk*

    Kervansarayın ismi: Kervansaray, Afyonkarahisar’ın merkez ilçesine bağlı Anıtkaya Köyü’nde bulunmasından dolayı Anıtkaya Kervansarayı, Anıtkaya Köyü’nün eski isminin Eğret olmasından dolayı Eğret Kervansarayı ve Eğret Han olarak bilinmektedir. Kaynaklarda genel olarak Eğret Hanı ismiyle geçmektedir.

    Kervansarayın yapıldığı mimarî dönem: Beylikler Dönemi’dir.

    Kervansarayın yapılış tarihi: Kervansarayın yapılış tarihiyle alakalı kaynaklarda farklı tarihler belirtilmiştir. Bir kaynakta yapılış tarihinin M 1267 olması ihtimali üzerinde durulmuş, başka bir kaynakta da M 1278 tarihi belirtilmiştir. VGM Kütahya Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşiv kayıtlarına göre kervansarayın kitabesi olmadığından H 666-M 1267 yıllarında 13. yy.’daki Selçuklu hanlarından olduğu tahmin edilmektedir. Ali Baş, “Beylikler Dönemi Hanları” adlı çalışmasında Eğret Kervansarayı’nı Germiyanoğulları Dönemi’ne tarihlendirmiştir. A. Osman Uysal da “Germiyanoğulları Beyliği’nin Mimari Eserleri” adlı çalışmasında bu yapıtın Selçuklu ve Osmanlı devirlerine ait olamayacağı hakkında görüşünü bildirmiştir. Genel kabule göre Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Germiyanoğlu Süleyman Şah tarafından M 1370-1380 yılları arasında yaptırılmıştır.

    Kervansarayın banisi: Afyonkarahisar Arkeoloji Müzesi 03.000/1.0 numaralı Envanter kaydına göre yapıyı yaptıran kişi, Germiyanoğlu Süleyman’dır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nı Kütahya’yı yazlık, Karahisar’ı kışlık başkent yapan Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın M 1370-1380 tarihlerinde yaptırdığına dair bir görüş de vardır.

    Kervansarayın tescil tarihi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu’nun 13.02.1986 tarih, 1881 sayılı kararı ile korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillidir.

    Kervansarayın mimarı: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın mimarı hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.

    Kervansarayın adresi: Kervansaray, Afyonkarahisar-Kütahya yolu üzerinde, il merkezine 30 km uzaklıkta, Afyonkarahisar ili Merkez ilçesine bağlı Anıtkaya köyü Cumhuriyet Mevkii’ndedir. Köyün girişi sayılacak bir noktada yer alan kervansarayın önünde okul, kuzeyinde muhtarlık binası ve doğusunda Cuma Camisi vardır.

    Kervansarayın onarım tarihleri: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, 1966-1969 tarihleri arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarım görmüştür.

    Kervansarayın kitabesi: Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında kitabelik kısmı olmasına rağmen herhangi bir kitabe bulunmamaktadır.


     GENEL MİMARÎ ÖZELLİKLERİ

    Eğret-Eyret ismi, Kimek-Kıpçak federasyonu içerisinde bir boydur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı, şu anda köyün giriş kısmı sayılacak bir noktadadır. Kervansarayın doğusunda köyün en eski, arşiv belgelerinde vakıf camii olduğu ve kervansarayla aynı tarihte yapılma ihtimalinden söz edilen Cuma Camisi yer almaktadır. Kervansaray, onarım öncesinde epey zarar görmüştür. VGM tarafından yaptırılan onarımlarla varlığını günümüze kadar korumuştur. Onarım öncesinde ulaşılan resimlere bakıldığında çatıda, taç kapıda, iç ve dış kısımda yapının geçirdiği tahribatı görmek mümkündür.

    M. K. Özergin, İnay Kervansarayı’nı, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eşi olarak nitelendirmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı plan olarak, Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan daha küçük ve avlusuz bir yapıdadır. Kervansaray, 14.50 x 22 m ölçülerinde ve 120 m²’lik bir alan üzerine inşa edilmiştir. Kervansarayın kapalı kısmı, üst örtüyü taşıyan ayakların tabii olarak ayrılmasıyla üç bölümden oluşmaktadır; girişteki bölüm (orta bölüm) yanlardaki diğer bölümlere göre daha geniş çaplıdır.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın ön cephesi (batı cephesi) Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylardan farklıdır. Girişinde geniş planlı beş merdiven basamağı vardır. Merdiven basamaklarının bittiği alanda, taç kapı önünde gayet geniş bir boşluğun olduğu görülmektedir. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın eski resimlerine bakıldığında bu alanda herhangi bir merdiven basamağının ve balkona benzeyen bir çıkıntının bulunmadığı dikkati çekmektedir. Bu resimlerde kapının önünde toprak yığınının olduğu, hayvanların da insanların da içeriye rahatça girebileceği hafif bir yükselti vardır. Sivri kemerlerde hayvan bağlamak için oyulmuş yerler vardır. Hem kervansarayın eski resimlerinden hem de planından hareketle bu merdiven ve balkon şeklindeki çıkıntının sonradan yapıldığı anlaşılmaktadır.

    Kervansarayın kuzey cephesindeki duvarın dış kısmı, batıdan doğuya doğru daralmaktadır. Bu durum, yapının eğimli bir araziye yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kuzey cephesindeki dış duvarda iki mazgal pencerenin delikleri ve üst kısımlarında dört tane çörten, güney cephesindeki duvarda dört tane çörten vardır. Güney cephesindeki çörtenlerden biri (güneydoğu cephesinin köşeye yakın olanı) yıkılmıştır. Kervansarayın kuzey-güney cephelerindeki duvarlarında bulunan bu çörtenler sayesinde çatıda biriken yağmur ve kar suları dışarı akmaktadır. Çörtenlerde herhangi bir motif yoktur.

    Kervansarayın arka cephesinde (doğu cephesi) herhangi bir pencere veya çörten yoktur. Doğu cephesindeki duvarın orta bölümüne denk gelen kısmı, yanlardan üç sıra taşla daha yüksek yapılmıştır.

    Kervansarayın iç kısmında genel olarak taş malzeme kullanılmıştır. Günümüzde tabanına mermer kaplama yapıldığı görülmektedir. Kervansarayın taç kapısının iç kısmındaki sivri kemerinde tuğla kullanılmıştır. Kapı kemerinin üzerinde ahşap bir malzeme kullanılmıştır.

    Girişin sağında ve solunda dörder tane olmak üzere, toplamda sekiz ayak vardır. Kemer üzengileri ayaklara oturmaktadır. Kervansaraydaki ayaklar, bir kaynakta T planlı olarak ifade edilmişse de, günümüzde dikdörtgen planlıdır. Kervansaraydaki sivri kemerler, kuzey-güney yönünde her bölümde dörder tane olmak üzere, toplam on iki tanedir. Orta bölüm, diğer bölümlerden daha geniş ve yüksek boyutlu olması sebebiyle, bu bölümdeki sivri kemerler, yan bölümlerdeki kemerlerden daha büyük ve geniş çaplıdır. Kervansaraydaki sivri kemerlerin sadece biri tuğladan, diğerleri ise taş malzemeden yapılmıştır. Tuğladan yapılmış olan sivri kemer, kuzeydoğu yönündeki köşededir.

    Kervansarayda doğu-batı yönünde uzanan kısa sivri kemerler de orta bölümdeki ayaklarda birleşmektedir. Her bölümü birbirinden ayıran sivri kemerler, doğu-batı yönünde beşer tane olmak üzere, toplamda on tanedir ve küçük çaplıdır. Bu küçük çaplı sivri kemerler, kervansarayın mimarîsine farklı bir ihtişam katmıştır. Kemer başlangıç sıralarındaki taşlarda muhtemelen hayvanların bağlanmasına yarayan delikler vardır.

    Kervansarayın üst örtüsü sivri tonoz şeklindedir. Üst örtünün onarım çalışmalarında günümüzde kullanılan sıva, boya ve badana malzemeleri kullanıldığı için orijinalliği kaybolmuştur.

    Kuzey cephesindeki duvarda iki tane mazgal pencere bulunmaktadır. Pencerelerin etrafı ve lentoları taş malzemeden yapılmıştır. Binada başka bir pencere yoktur. Afyonkarahisar’daki diğer kervansaraylarda daha fazla pencere veya mazgal pencere bulunmasına karşın, Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda iki tane mazgal pencere vardır.


      TEZYİNÎ ÖZELLİKLERİ

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nda tezyinî ögeler genel olarak taç kapıda yer almaktadır. Taç kapı, yarım niş şeklindedir ve sivri kemerlidir. Taç kapıda en dikkat çekici özellik; farklı boyutlardan oluşan mermer sütunlardır. Sütunlar kapının sağ ve sol tarafında üçer tanedir. Dış köşedeki sütunlar, boyut itibariyle en uzun sütunlardır. Kapı girişine doğru sütunların boyları kısalmaktadır. Mermer sütunlardan oluşan bu tezyinî özellik, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların taç kapılarında görülmemektedir. Kapı, devşirme sütun demetleriyle süslüdür. Devşirme sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılan malzemelerin bir kaynakta dorik üslupta başlıklara sahip olduğu bilgisi mevcuttur. Anıtkaya Kervansarayı’nda sütun başlığı olarak kullanılmış devşirme malzemelerin Attika b tipi sütun kaidesi şeklinde benzerleri vardır. Örneklerden hareketle Attika b tipi sütun kaidelerinin taç kapı sütunlarında sütun başlığı olarak kullanılmış olma ihtimali kuvvetlidir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısının kavsarası niş şeklinde ve sivri kemerlidir. Kapı kemerindeki taşlar diğer kervansaraylardaki gibi renkli değildir. Kapının sövelerinde de herhangi bir süsleme yoktur. Sultandağı’ndaki Sâhib Ata Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan mukarnaslı kavsara ve mihrabiyeler, Çay’daki Ebu’l-Mücahit Yusuf Kervansarayı’nın taç kapısında bulunan kasetli üçgenler, mihrabiyeler, renkli taşlar Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında yoktur. Bir kaynakta kemer üzerindeki silmenin sadeliğine değinilmiştir. Silmelerin etrafında genel olarak Sâhib Ata-İshaklı Kervansarayı’ndaki gibi bazı desenler veya gülbezekler yer almaktadır. Kervansarayın taç kapısındaki silmenin etrafında herhangi bir desen veya çıkıntı yoktur; oldukça sadedir. Sivri kemerin kavsarasının ağırlığı, taç kapıdaki en kısa boyutlu mermer sütunlara verilmiştir. Sivri kemer, taş malzemeden yapılmıştır.

    Kervansarayın kitabelik bölümü, kapı girişinin üst kısmındadır. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın taç kapısında sıklıkla görülen mermer malzeme, kitabelik bölümünde de kullanılmıştır. Kitabelik kısmı, iki küçük sütun ve impost başlıklardan oluşmaktadır. Kitabeliğin etrafındaki mermer sütunların birisi gri, diğeri ise beyaz renklidir. Beyaz mermer sütunların üst-orta-alt kısımlarında eşit aralıklarda sıralanan üç delik vardır. Beyaz mermer sütunun kaide kısmında üç sıra yuvarlak bilezik şekilli, sol taraftaki gri mermer sütunda başlık ve kaide kısmında iki sıra bilezik şekilli yuvarlak çizgiler mevcuttur. Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kitabelik kısmı, Afyonkarahisar’daki diğer kervansarayların kitabelik kısımlarından farklılık oluşturur. Günümüzde kitabelik kısmında herhangi bir kitabe bulunmazken, kitabenin aslı ile ilgili net bir bilgiye de ulaşılamamıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kuzey-güney dış cephelerindeki duvarlarında da devşirme malzeme olduğu düşünülen taşların üzerinde motifler vardır. Kuzey cephesindeki malzemenin parçaları eksik olduğundan net bir anlam verilememektedir. Dış cephede güney yönündeki taşta ise, kabartma tekniğinde bitkisel motif kullanılmıştır. Bu motifin içerisi basit formlarda yuvarlak rozetlerle, motifin uçları da kıvrım dallarla süslenmiştir.

    Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kapalı kısmındaki devşirme malzemeler; orta kısımda kemer başlangıçlarında, güney yönündeki bölümün üçüncü kemer başlangıcında ve kapı kemerinde bulunmaktadır. Devşirme malzemelerin bazılarında tipik Bizans motifleri görülmektedir. Resim: 28’de İyon sütun başlıklarında görülen volüt vardır. İyon düzeni; İyonya’da geliştirildiği için bu adla anılmıştır ve volüt denilen iki helezonî kıvrımla bezelidir. Fakat Anıtkaya Kervansarayı’nda bulunan devşirme malzemede volütlerden birisi görülmektedir; diğer volütün duvar içinde kaldığı düşünülmektedir. Başlık, kapıdan girişte orta bölümde üst örtüyü taşıyan birinci sivri kemerde yastıktaşı (üzengi taşı) yerine kullanılmıştır. Bu devşirme malzemenin çeşitli yerleri, geçirdiği onarımlardan dolayı zarar görmüştür. Özellikle başlığın volütlü yüzü ve volütün arka kısmında zarar gören yerler bellidir. Günümüzde kullanılan sıva malzemesi, devşirme malzemenin volütlü yüzünde belirgindir.

    Resim: 30’da yapraklarının bir kısmı görülen bitkisel motif, Resim: 33’te basit stilize bitkisel desenler göze çarpmaktadır. Bu desen, kapıdan girildiğinde birinci sivri kemerin sol taraftaki impostun ön yüzünde görülmektedir. İmpostun çeşitli yerlerinde kırılmış yerler vardır. Muhtemelen bu devşirme malzemeler, kervansarayın harap bir halde olduğu dönemde zarar görmüştür. Yastık ve üzengi olarak da adlandırılan impostlar, sütun başlıklarının üzerinde veya sütunların ve payelerin üzerinde kemere geçişlerde kullanılmıştır. Anıtkaya Kervansarayı’nda impostlardan kemere geçişlerde yastık taşı olarak yararlanılmıştır.

    Kapıdan girişte orta bölümün ikinci sivri kemerinde, İyon sütun başlıklarını anımsatan devşirme malzeme kullanılmıştır. Devşirme malzemenin arka yüzünde İyon sütun başlıklarında sıklıkla görülen volüt için ayrılan bir bölüm vardır. Ancak volütlü kısmın boş bırakıldığı veya volütün zamanla yok olduğu görülmektedir. Devşirme malzemenin ön yüzünde madalyon içinde altı yapraklı papatya tekeri motifine benzeyen bitkisel motif yerleştirilmiştir. Bu motif, bir kaynakta “papatya tekeri” olarak adlandırılmıştır. Papatya tekeri diye adlandırılan bu motifin, Hristiyan inancında cadı işareti, altıgen pusula, kötülüğe karşı koruyucu bir sembol gibi anlamlar yüklenerek kullanıldığından söz edilir.

    Resim: 35’te İmpost’un ön yüzündeki basit stilize bitkisel motif, impostun ön yüzünde kabartma şeklindedir. Bu devşirme malzeme, orta bölümdeki ikinci kemerde, kemerin sol tarafında kemer başlangıcı olarak, yastık taşı şeklinde kullanılmıştır.

    Resim: 36’da devşirme malzemelerden olan impost’un ön veya arka yüzünde herhangi bir motif yoktur. Devşirme malzeme, orta bölümün üçüncü kemerinde, kemer başlangıcı olarak kemerin sol tarafında, yastık taşı olarak kullanılmıştır.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın taç kapısında sütun başlığı olarak kullanılan, fakat aslında Attika b tipinde sütun kaidesi olduğu anlaşılan devşirme malzemeler, kapalı kısımdaki kemerlerin bazılarında da kullanılmıştır. Uşak ilinde bulunan İnay Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemeler ile Anıtkaya (Eğret) Kervansarayı’nın kemer başlangıçlarında kullanılan devşirme malzemelerin bazılarında benzerlik görülmektedir.

    Kervansarayın kapalı kısmında, güney yönündeki bölümde, üçüncü kemerin kemer başlangıcında devşirme malzeme kullanılmıştır. “Çift Sütun” dikdörtgen bir payenin yan yüzlerinin birer yarım sütunla genişletilmesiyle oluşturulmuş, Erken Bizans Dönemi’nde pencerelerde, arkadlarda yaygın olarak istifade edilmiş devşirme malzemelerdendir. Kütahya Kalesi’nin burçlarından birinde bulunan çift sütunla (4-6. yy.) Anıtkaya Kervansarayı’nda yastıktaşı olarak kullanılan çift sütun arasında benzerlik görülmektedir. Kervansaraydaki çift sütunun diğer kısmı, duvar içerisinde kaldığından dolayı görülmemektedir.

    Anıtkaya Kervansarayı’nın kapalı kısmında taç kapı kemer başlangıçlarındaki devşirme malzemeler yastıktaşı şeklinde kullanılmıştır. Tuğladan olan kemere farklılık katan bu devşirme malzemelerden sol tarafta bulunanı şeklen Magnesia Zeus Sosipolis Tapınağı’ndaki anta kaidesine, kemerin sağ başlangıç noktasında bulunan devşirme malzeme de Bursa Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çift sütun kaidesine benzemektedir. Örnekte gösterilen Attika tip çift sütun kaidesi bir çalışmada, benzer örneklerle karşılaştırılarak, Erken Bizans Dönemine tarihlendirilmiştir. Dolayısıyla, Anıtkaya Kervansarayı’ndaki çift sütun kaidesinin, örnekteki çift sütun kaidesine benzerliğinden dolayı, Erken Bizans Dönemi’ne ait olduğu söylenebilir.


     *Bu yazı Ferhat Öztürk'ün 2022 yılında hazırladığı Afyonkarahisar'da Bulunan Kervansarayların Genel Mimari ve Tezyini Özellikleri adlı yüksek lisans tezinden alınmıştır.



12 Mayıs 2024

Hacıalinin Kavak


    Eğret Çayı'nın deli zamanlarında Buñar'dan Çay/Esbaplık'a kadar belli geçiş noktaları dışında bir yerden karşıya geçilemezdi. Çay'ın hemen ardındaki bir set ile birinci ve ikinci barajlar dediğimiz küçük sulama kanallarına su ayrılan yerler doğal köprülerimizdi. Herkes dereyi oralardan geçer, yoksa hangi taraftaysa orada kalırdı.

    Baraj dediğimiz yerler küçük de olsa gerçekten baraj vazifesi görürdü. Henüz Buñar havuzuna inip çıkamayacak kadar küçük yaşlardayken bu baraj gölcüklerinde yıkanırdık. Birinci baraj ile Çay arasında karşıya geçilecek yer olmadığını da o zamanlarda farketmiş olmalıyız. 

    Yıkanır, suya atlar zıplar yorulurduk. Söğütler arasındaki oyunlardan sonra takatimiz kalmaz, dönüş yoluna geçerdik. Yine öyle bir ikindi sonrası Çay'a doğru giderken bir de baktık ki, tam olması gereken yere bir gecede köprü kondurulmuş. Hacaliniñgavak olanca kuruluğuyla derenin üzerine boylu boyunca uzanmıştı.

    Uzun zamandır gözlere pirifani gibi görülen bu koca kavağı herkes bilirdi. Halkın içinde son günlerini yaşayan biri gibi kabul edilir, 'Hacaliniñgavak' denildiğinde kendisine bir şahsiyet giydirilmiş oluyordu. Kimdi bu Hacaliniñgavak?

    Çorbecilerin Ahmet oğlu Ali Dadak, 1878 yılında doğdu; Deliveyis'in yeğenidir. Hacca gidip geldikten sonra Hacı Ali diye bilindi. İşte malum kavak ona nispetle 'Hacı Ali'nin Kavak' diye adlandırılıyor. Böyle adlandırılmasının iki sebebi olabilir, ya Hacı Ali tarafından dikilmiş olması; ya da mülkiyeti ona ait bulunmasıdır. İlk sebep geçerli olduğunda, kavağın 20. yüzyıl başlarında dikildiği düşünülebilir. Yok öyle değil de onların çayırında bulunduğundan böyle adlandırıldıysa belki Hacı Ali'den de büyüktür...  Kavağın yaşıyla ilgili bir fikir oluştu sanırım...

    Kavağın özel isimle anılması Hacı Ali'nin 1952 yılında vefat edişiyle mi oldu, yoksa daha önceden mi böyle deniliyordu, bu husus karanlıkta... Bununla beraber bu seneden sonra yaygınlaştığı da bir gerçek. Ayrıca kavak o kadar meşhurlaşmış ki, bulunduğu mevkiye de onun adı verilmiş. Hacaliniñgavak denilince yalnızca bir ağaç değil, çevresiyle birlikte o bölge anlaşılırdı.

    DSİ tarafından kanal açılmadan önce de Eğret Çayı'nın kendine göre bir dereyatağı varmış, ama bu kadar derin ve sınırlı değilmiş. Çay, geniş geniş, yayıla yayıla, özgürce akar gidermiş. Bu yüzden güzergahı, etraflıca sulak çayırlardan oluşuyormuş. Bunları Hacaliniñgavak nasıl bir ortamda yetiştiğini merak edenler için söylüyorum. Zira ne zaman dikildiyse, tam da dere yatağının ağzına, ayakaltına dikilmiş. Belki de söğütlerin arasında yalnız bir kavaktı. 

    Suyu çok seven kavak, hemen serpilmiş, uzamış, büyümüş... Hacı Ali hayattayken çoktan kesilebilecek durumdaymış, ama kesmemişler. Böylece sahibinden sonra kendisi de yaşlılık dönemini doyasıya yaşamış. Aslında kavak ağaçlarının ihtiyarlamasına pek izin verilmez, en geç kırk yaşında kesilirler. Nasıl olduysa Hacaliniñgavak'a ayrıcalık tanınmış...

    Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın bütün ağaçlar bir gün ölür, tıpkı insanlar gibi. Hacaliniñgavak da ayakta öldü; kurudu, kofladı ve devrildi. Dallarının bazılarında canlılık emaresi yeşil yaprak bulunduğunu hiç hatırlamıyorum, hep kuru halini biliriz... Ölü, ama ayakta bir ağaçtan daha acınası var mıdır bilmem. Sen bir asra yakın şen şakrak bir hayat sür; dallarının arasında bülbüller şakısın, onların şarkısı rüzgarın vınıltısına karışsın, bu besteye ritim tutarak sağa sola salın dur... Gelvelakin ömrünün sonunda terkedilmiş bir viraneye dön. Kuru dallarına kargalar, kara bağrına baykuşlar yuvalansın... Gelen geçen sana ürkerek, çekinerek baksın...

    Bu haliyle gerçekten korkunç görünürdü. Köke yakın gövdesi kocaman oyulmuş, bir mağara girişini andırıyordu. İçine sokup başını kaldırırsan tepede bir yerlerden gökyüzünü görürdün, fakat bizim yaşımızdakiler için bu cesaret isterdi. O yıllarda Hakim (İbrahim Patlar) kovukta bir tilki leşi görmüş de korkusundan yaklaşamamış. Yaşça daha büyük Erol Kızılyel çıkarmış kovuktan... Yaban hayvanlarının sığınağı durumundaki kavağa, dediğim gibi, bizler bakar geçerdik...

    1960'lı yıllarda da o kovuk yine varmış. Belki bizim şahit olduğumuz dönemdeki kadar geniş bir oyuk değilmiş, ama gözden kaçacak gibi de değilmiş. Mesela derede yıkanan gençler, Hacaliniñgavak gövdesini soyunma giyinme kabini gibi kullanırlarmış. Sen bundan kovuk genişliğini hesap et. Berberahmet (Ahmet Kabadayı) bu konuda ayrıntı veriyor, dirsekleri açık dört kişinin sığabildiğini söylüyor. Galiba giyinme kabini hususunda işi abartmışlar, belli yerlerine çiviler filan da çakılmış...

    Ayrıca Aziz Sargın'ın dediğine göre, avcılar da gizlenme kulübesi gibi orada avlarını beklerlermiş. Hacellerin Ahmet Dadak, kendi bahçeleri olduğu için, ekseri elinde tüfeği ile oraya gizlenirmiş...

    Bazı acı hatıralar var onunla ilgili... Bilallerin Salim Kaynar, tırmanmaya çalışırken düşmüş. Kırılan ayağını o günün şartlarında tedavi ettirememişler. Böylece lakabı 'Topal Salim' kalmış...

    Böğründeki kocaman kovuktan dolayı Eğretliler arasında bazı mesellere konu olmuş. Büyükler 'Hacaliniñgavak gibi içi boş adam' benzeri tasvirler yapar; kavağa kişilik kazandırdıkları gibi, bazı kişilere o kavağın özelliğini verirlermiş. Yani halkın hafızasıyla birlikte diline de yerleşmiş...

    Can çekişirken ve öldüğü halde 'yıkılmadım ayaktayım' dercesine inatla devrilmediği yıllarda bile çok işe yaramış. Bir ikindi sonrası dere üzerine boylu boyunca uzanmış gördüğümüzde de, köprü vazifesiyle yine işe yarıyordu. Tamamen boşalmış içinden tüpgeçit gibi ve üzerinden asma köprü gibi defalarca bir o yana bir bu yana geçtik durduk. Yarım kalmış oyunumuzun devamı gibi bir şeydi ve artık korkacak bir şey de kalmamıştı...

    İçi tamamen pofuldamış ve boşalmış kavak gövdesi, bir kaç yıl dere özerinde öylece kaldı. Sonra işe yarayacağından değil de, bahçe temizlensin diye cesedini sürüyüp götürdüler... Yalan yok, vefasızlık konusunda biz de az değildik; çocukluğumuzun diğer hatıraları gibi onu da nisyana terk ettik...

    Yıllar sonra Diksiyon dersinde çalıştığımız bir tekerleme, Hacaliniñgavak'ı nisyan çukurundan çekip çıkardı;
    Ey ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavak!
    Sen evvelden mi, ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavaktın;
    Yoksa sonradan mı, ucu kuru, dibi kovuk, dalı sulu koca kara kavak oldun?

    Gerçi bizim bildiğimiz haliyle ne dalı suluydu, ne de kara kavaktı; ama tekerlemeyi her söylediğimizde gözümün önüne hep Hacaliniñgavak geldi.

    Bugüne gelecek olursak; Söğüdaltı denilen o bölgedeki bütün ağaçlar, Hacaliniñgavak ile aynı kaderi paylaşma tehlikesini yaşıyor. Üstelik hiç birine onun yaşadığı kadar ömür biçmek mümkün değil. Çünkü dere boyunu besleyen Eğret Çayı tarih oldu. Bununla beraber büsbütün de karamsar olmamalı. Bakarsın Allah bize acır da Buñar'ımızı geri verir; böylece gürül gürül Buñarlı, çağıl çağıl dereli, üfül üfül kavaklı günleri bir daha görürürüz...



11 Mayıs 2024

Anıtkaya Senatosu


    1958 Yılında Eğret köyü belediyelik olunca ilk Belediye reisliği seçimi yapmak icap etti. 1955 Seçimlerini kazanan Tıraka (Abdurrahman Zenger)in muhtarlığı yarım kaldı, ama Belediye reisliği seçimlerine katılma hakkı vardı. Sonbaharda yapılan seçimleri Çakırosman (Osman Erdem) kazanarak Eğret Kasabasının ilk Belediye Reisi oldu.

    Muhtarlık zamanında Koruma işleri İhtiyar Heyeti bünyesinde yürütülüyordu. Bütçe hazırlama ve tahsil etme, korucu ve bekçi tutma, ceza kesme benzeri işler Muhtar veya görevlendirdiği bir üyece deruhte edildi. Çünkü Köy Kanununa göre hareket ediliyordu.

    Belediyelik olunca kanun ve nizam da değişti tabi. Çiftçi Mallarını Koruma işlerinin yürütülmesi için ayrıca bir birim oluşturmak gerekiyordu. O birim oluşturuldu ve başına Tatıresil (Resul Omak) geçirildi; Koruma Reisi Tatıresil'di...

    O günleri hatırlayanlar Tatıresil'in reisliğini efsane gibi anlatıyorlar. Korucusuydu, bekçisiydi filan; ama bir zamanlar Eğret'te sayılamayacak kadar çok koyun sürüsünün varlığını unutmamalıdır. Mal ve ziyan deyince genelde koyuncular akla gelirdi. Bir kaç korucu ve bekçiyle o kadar çok koyuncunun hakkından gelmek mümkün değildi. Ayrıyeten Eğret'in arazisi de çok genişti. Bu yüzden Tatıresil iki oğluyla birlikte kendisi de hep işin içinde olmuş. Sanki göreviymiş gibi sürekli arazidelermiş...

    Bazen stratejik hareket ederler, misal Çatalüyük civarına haber uçururlarmış 'geliyorlar' diye. Korucular Mantarlık tarafından giderken kendisi oğlanlarla Gavasguyusu'nda pusuya yatar, geleni enselermiş. Oğlu Mustafa'nın lakabı bu dönemde 'Mırtaza' olmuş, ama bunun hikayesini tam olarak öğrenemedim.

    Tam 1,5 yıl bu minval üzre geçti. Çakırosman Belediyede, Tatıresil Koruma'da ilk olmanın şevkiyle koşturdular. Malumunuz olduğu gibi her şeyi değiştiren bir şey oldu, ve 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle daha yeni kurulmuş Eğret'teki düzen de değişti. Okul Müdürü Belediye Reisi, Karakol Kumandanı da Koruma Reisi oldular. Berideki taze Reislerin eli bomboş kaldı...

    Bu dönemde olanlar Türkiye genelinde değişik duygularla izlendi. Aynı zamanda halkın gündemine yeni kavramlar girdi. Mesela 1961 Anayasasıyla yönetimdeki değişikliklerin yansıması olan Senato onlardan biridir...

    Anıtkaya'da (Eğret adı Anıtkaya olarak değiştirilmişti) haberler, hepi topu bir kaç tane transistörlü radyodan takip ediliyordu. 'Ajans' dinlemek için o radyoların başına toplanan meraklıların uğrak yerlerinden biri de Daldalların Oda idi. Çünkü orada da bir radyo bulunuyordu...

    Aslında Daldalların Oda ilk zamanlarda aynı hizada, ama daha içeride idi. Bu yüzden işgal günlerinde çekilen fotoğraflarda görünmez. Kurtuluştan sonra Kipil (Mahmut Honça) bugünkü yerine inşa etmiş. Bina, yavaş yavaş şekillenmeye başlayan Galip Bey Caddesi için de adeta mihenk taşı olmuş. Daha sonraları odanın kendisi ve önü, yönetim merkezlerine yakın olması dolayısıyla hep odakta bulunmuş, hala da öyledir...

    Reisliği zamanında Tatıresil Koruma odası olarak nereye kullandı bilmiyoruz, ama eli boşa çıktığı ihtilal sonrası zamanlarda hep Daldalların odada otururmuş. Belki bunda radyonun da etkisi vardır. Elbette orada tek başına bulunacak değil, bilhassa kendisine yakın olan kafadengi kişilerle birlikteymiştir. 

    Halkın ortadan ikiye bölündüğü o yıllarda bir de 'karşı taraf' bulunması çok normal... Bilhassa idamlar sebebiyle onların hissiyatı da çok farklı. Milli iradenin, yani TBMM'nin üstünde yeni ve seçkin bir yapı olarak algılanan 'Cumhuriyet Senatosu' kavramı da gündemdeyken... Ahalisinden dolayı Daldalların odaya 'Senato' demeye başlamışlar... Falanca nerede? Senatodadır... Filancayı gördün mü? Az önce Senatoya girdi... Uzun bir süre oda böyle anılmış...

    1970'lerin sonuna kadar 27 Mayıs 'Hürriyet ve Anayasa Bayramı' olarak kutlandı. Aslında kutlanmadı da, mış gibi yapıldı, tatsız tuzsuz, ruhsuz bir şeydi. 1980 Yılında yeni bir ihtilalle 61 Anayasası askıya alındı, göstermelik bayram kaldırıldı. Kaldırılanların birisi de Cumhuriyet Senatosu idi... 

    Daldalların odaya senato yakıştırması 19 yıl bile sürmemiş, daha önceden unutulmuş. Bizim kuşak buna dair bir şey hatırlamıyor... Yukarıda bir şekilde adı geçenlerin hepsi rahmetli oldu, Daldalların oda hariç. O bütün işlevselliğiyle hayatta...



10 Mayıs 2024

Orak Makinesi

 
    Kurtuluştan 15 yıl sonra 1937'de Cumhuriyet gazetesinde üç gün süren araştırma inceleme yazıları yayınlandı. Eğret Nahiyesinin coğrafi, iktisadi, zirai ve sosyal yapısını inceleyen bu yazı dizisi, gazetenin o dönemdeki pozisyonundan dolayı hükümete sunulmuş bir rapor niteliğindeydi. Bu yüzden yazıda belirtilen hususlar bir süre sonra devlet politikası olarak karşımıza çıktı.

    Yazıya göre Eğret'te toplam 1.320 çiftçi aile;  111.000 dekar ekilebilen, 79.200 dekar nadas arazi ile alakadardır, aile başına düşen ekilebilen arazi 85 dekardır. Bu kadar araziyi aileler hayvanlarla ancak işleyebildiğinden traktör buralar için gereksizdir. Nadasa bırakılan araziler her yıl devreye girmiş olsa bile at devreye sokulur, traktöre yine ihtiyaç olmaz. Buralarda orak makinesi de ekonomik değildir. Onu çekecek iki çift hayvan ve istihdam edilecek kişilerin maliyeti de düşünülürse tırpanla biçmek daha karlıdır.

    Eğretliler de öyle yapmış, tırpanla biçmenin daha karlı olduğunu düşünmüşler. Fakat bu yazıdan bir kaç yıl sonra, büyük köylere bazı teknik aletler tedarik edilmesine karar verilmiş. Bu aletlerden biri ve en önemlisi de orak makinesidir. 1940'lı yılların başında Eğret köyüne dört tane tırmıklı orak makinesi temin edilmiş. Tam da Eğret nahiye merkezinin İhsaniye'ye taşındığı dönem...

    Arada Delimamın Ali Soydan ve Aliefe Ali Tüplek'in muhtarlıkları var, bu dönemdeki makinelerin işleyişiyle ilgili bilgimiz bulunmuyor. 1955 Yılında Tıraka Abdurrahman Zenger muhtar olduktan sonra tutulan İhtiyar Heyeti karar defterinden makinelerin macerasını takip edebiliyoruz.

    1955 Yılı orak mevsiminde makineler günlük olarak köylüye kiraya veriliyor. Yevmiyesi 10 lira, 1 lira da yağ ücreti (herhalde gres yağı) olmak üzere toplam 11 liradan... Aslında bu ayrıntılar karar defterine işlenecek kadar önemli şeyler değil, fakat sıradışı bir olay yaşanınca bunları da kayda geçirmişler. Karar şöyle: 

    "955 Yılı Köyümüz şahsiyetine ait alınan orak makinelerini Köyümüz mahsül biçim orak zamanında yevmiye hesabıyle günlük ücreti (10) lira (1) lira da yağ parası olmak üzere Köy halkımıza verilmekte iken bir tanesini Köyümüz halkından Hüseyin Sağlam götürerek akşam üzeri makineyi Muhtarlığımıza kırık olarak teslim ettiğinden yevmiye gün (10) lira gelir getiren orak makinesi (15) gün işten kalarak (165) lira Köy Sandığı zarar çıktığından bu 165 lira zararı Hüseyin Sağlam’ın tazmin etmesi için Köy İhtiyar Kurulumuzca oy birliği ile karar verildi. 1.2.956"

    Kararda ismi geçen Hüseyin Sağlam, Omarcıkların Kilci Gocahüseyin'dir. Yalnız harman zamanında yaşanan olayın tazmin kararının altı ay sonra alınması biraz tuhaf. Makineyi kimin kırdığının tespiti uzun sürmüş olabilir, ceza tayininde anlaşmazlık yaşanmış olabilir, yahut karar kaydının bu kadar gecikmesinin başka sebepleri olabilir. Bundan 3,5 ay sonra kaydedilen bir başka kararda sözü edilen de aynı makine olmalıdır;

    "Köyümüz şahs-ı maneviyesine ait orak makinesini  Afyon’a götürüp getirmesi için Köyümüz halkından otobüs sahibi Şerafettin Azbay’a on lira verilmesine oy birliği ile karar verildi. 14.5.956"

    Gocahüseyin'den alınan 165 liranın 10 lirası, nakliye ücreti olarak Şerafettin Azbay'a ödenmiş. Tamiri için kaç lira harcandığını bilemiyoruz. Bundan şu anlaşılıyor ki o sırada Eğret'teki demircilerin tamir edemeyeceği bir arıza var. Belki dişli filan kırıldı. Şerafettin Azbay'a ait otobüs konusu da ilginçtir, acaba kamyon mu demek istediler? Öyle ya, otobüsle koca makine nasıl nakledilsin...

    Aradan bir yıl geçiyor. Harmanlardan önce, 1957'nin yaz başında sadece arızalı olandan değil hiç bir makineden randıman alınamadığını farketmişler ve hepsini de elden çıkarmak istemişler;

    "Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinaları Köyümüze gelir temin etmeyip Köylüler tarafından kırılıp perişan olduklarından bu durum Heyetimizce düşünüldü ve bütün Köyümüz ve diğer Köylere ilan vasıtasıyle duyuruldu üç tanesi pazarlık suretiyle ikisi 1200’er liraya bir tanesi 1150 liraya kırık olduğu için satıldı Kalan bu bir tane makinanın da Köyümüzden almak isteyene (1200) liraya verilmesine karar verildi. 6.5.957"

    Hıdrellez günü alınan bu karara göre üç tanesi hemen satılmış. Yalnız karar metnine köylülerden şikayet ifadeleri gizli bir şekilde yerleştirilmiş olması dikkat çekicidir. Üç makinenin kime satıldığı ve daha başka ayrıntılar bir sonraki kararda belirtilmiş.

    "Köyümüz İdare Heyeti Muhtar Abdurrahman Zenger Başkanlığında toplanıp Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makineleri Köyümüze iki senedir hiçbir gelir temin etmek değil getirdiği masrafına kafi gelmediğinden kullanmasını bilmeyen Köylü kırıp kırıp getirdiğinden bu makineler yakın zamanda tamamen perişan olacağından satılıp Köyün derdi olan yerlere verilmesi daha münasip olacağından tellal vasitasıyle Köyümüzün pazarı olan Cumartesi günü etraf Köylerden de pazara geleceklerinden onlara da duyurup Köyün belki daha fazla fayda temin etmesi muhtemel olacağından tellal ile bugünlerde ilan edilmesine oy birliğiyle karar verildi. 4.6.957"

    Öyle anlaşılıyor ki önceki üç pazarlık bozulmuş. Ya da burada özellikle belirtilen tırmıklı makineler öncekilerden farklı. Acaba dört dolaplı, dört tırmıklı makine mi vardı? Neyse, burada Tıraka'nın köylüye kızgınlığı tavan yapmış; bunu karar metninin satır aralarında hissetmemek mümkün değil... Üç hafta sonra ilk satış yapılmış;

    "Köyümüzün manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinelerinin birini Çakırsazı Köyünden Hüseyin oğlu 926 doğumlu Ali Seyhan’a pazarlık suretiyle paranın tamamını yani 1200 liraya verilmesine bu paranın yekününü yani hiç peşin vermeden 957 senesi 12. Ayı pancar parasında alınmasına oy birliği ile karar verildi. 25.6.957"

    Sonra Temmuz'da, tam da harman zamanı iki makine bu kez Eğretlilere satılmış. Biri Hacalinin Şebek (Hacı Ahmet Dadak)'a, diğeri ise Hacı Emrullah Onay'a... İkisi de aynı fiyata harmanveresiye;

    "KARAR NO: (18.7.957) Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinesinin bir adedini Köyümüzden Hacı Ahmet Dadak’a kararımız gereğince 1200 liraya satılmasına parasını da vakti hasılatta alınmasına karar verildi."

    "KARAR NO: (20.7.957) Köyümüz manevi şahsiyetine ait tırmıklı orak makinesinin bir adedini kararımız gereğince Köyümüz halkından Emrullah Onay’a 1200 liraya satılmasına paranın vakti hasılatta alınmasına karar verildi."

    Elde kaldı bir makine... Meğer o da arızalı olduğu için satılamamış. Biraz indirim yaparak onu da, önceden sağlam makinelerin birini alan Şebek'in oğlu Mustafa Dadak'a satıyorlar;

    "Köyümüz şahsiyetine ait Ziraat’tan alınan orak makinalarından bir tanesini Köyümüzden Hüseyin Sağlam’a orak zamanında günlük ücret ile verilen makine ve aynı günde Hüseyin Sağlam tarafından muhtelif yerlerinden kırık olarak getirilen makinayı aynı Köyde Ahmet oğlu Mustafa Dadak’a tamir masrafını kendisi vermek üzere (1150) liraya bin yüz elli liraya verilmesine Kurulumuzca karar verildi. 11.11.957"

    Böylece, Ziraat vasıtasıyla Eğret tüzel kişiliğine alınan orak makinelerinden 15 yıl sonra, 1957 kış başlangıcında tamamen kurtuluyorlar. Daha sonraki yıllarda köyde traktörler de çoğalmaya başlayacaktı. Ardından Kooperatif aracılığıyla yeni zirai aletler geliyor... Durdukça üç eski makine çaptan düşmüştür..

    Tek tek başlarına neler geldiğini bilemeyeceğim. Yalnız Kelarzımanların Mehmet Ali Azbay ile Şerafettin'in Süleyman Azbay'ın evin arasında Hacemirlahların deposu var. Tam o deponun yerinde 1970'li yıllarda terk edilmiş bir orak makinesi vardı. Hurda yığını olarak oraya çekilmiş bu makine biz çocukların oyun alanına dönmüştü. Biri önde diğeri arkada, çaprazlama iki döküm koltuğuna oturmak çok eğlenceli gelirdi. Galiba tarihi makinelerin birisi budur...


07 Mayıs 2024

Yarım Asır Sonra

 
    Sabah Muhtarın sesine bariz bir gerginlik hakimdi. Morali bir şeylere bozulmuş. O şeyleri düşünerek varacağımız yere varana kadar 'Hayırlı işlerin muzır manileri çok olur' sözü beynimde döndü durdu.

    İnsan iyi bir işe kalkıştığında onu yolundan çevirecek bir sürü engel çıkar. Eğer o engellere takılıp da yolundan dönmezsen her birinin gabayeldeki kar yığını gibi eriyip yok olduğunu anlarsın, fakat dirayetli durmak lazım.

    Bundan yarım asır önce Anıtkaya'da sınır çizme denilen bir korunma duası uygulaması varmış. Tarladaki mahsulün, sahip olunan hayvanların ve köy halkının muhafazası amacıyla yapılıyor. Hafızlar Kuran'ı hatmederek köy arazisi hudutlarını dolaşıp belirli bir yerde buluşarak duasını ediyorlar. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü doğal afete karşı korunma niyazıyla Allah'a yakarılıyor; bereket, sağlık, huzur dileniliyor. 

    Ben hatırlamıyorum, ama bilenler biliyor. Bir zamanlar hiç ihmal edilmeyip her yıl tekrarlanan bu adet zamanla unutulmuş. Bir kaç yıl önce haberdar olduk. Geçtiğimiz Ramazan'da Eğret sözlüğü bünyesinde gündeme getirince Ali Osman Sancak Hoca ile Muhtar Mehmet Ali Tetik tekrar hayata geçirmeyi konuşmuşlar ve böylece bugünkü organizasyon fikri ortaya çıkmış. O vakitler Hıdrellezden bir ay kadar önce yapılan sınır çizme olayını bu yıl en azından 6 Mayıs'tan hemen önce gerçekleştirmeyi düşünmüşler; ancak hava şartları elvermediği için bugüne kalmış.

    Olay fikir safhasındayken herkes olumlu bakmış; Köy Adamları (Muhtar ve İhtiyar Heyeti) zaten bu işin sahibi, Mustafa Erdem Abi maddi manevi destek vermiş, köyün emekli hocaları ve görevdekiler varız demişler, Hayır Cemiyeti de öyle... Gelgelelim bu sabah hocalar kısmında sıkıntı yaşanmış. Biri rahatsızlanmış; birinin toplantısı, diğerinin hacca uğurlaması gereken bir yakını çıkmış; bir diğerini de uyaramamışlar. İki hafız olmayınca bu iş yatar, yani bir hafız daha lazım... Muhtarın gerilmesine sebep işte bu... Neyse ki Hocalarımız çevre köylerdeki arkadaşlarını ricaen çağırmışlar da mesele hallolmuş...

    Ekipler kurulup iki koldan hafızlar araziye çıkarıldıktan sonra bile Muhtarın moral bozukluğu yüzünden okunuyordu. 'İşin neticesine bak sen, biraz sonra iç huzuruna kavuşacaksın' derken maksadım ona moral vermek değildi...

    Ekipler seferi tamamlayıp buluşma noktamız olan Bödününçeşme mevkiine geldiler. Dua faslına geçmeden, daha önce hiç görmediğim sınır çizmenin ayrıntılarına dair bir şeyler öğrenmek istedim. Nereden başladılar, ekipler kimlerdi, hangi güzergahı takip ettiler filan...

    İki ekip oluşturmuşlar, kılavuzlar Mustafa Erdem ve Mustafa Önkal... İlk ekibin okuyucusu, misafir Hafız Hasan Kızılkaya, ikincininki ise Yenicami imamı Ramazan Hoca ile misafir Hafız Fatih Hoca imiş. Ayrıca ekiplere Ali Osman Sancak, Cemil Azbay, Salih Azbay ve İlker Şen Hocalar da katılmış...

    Sınır çizme güzergahına gelince... Dandıryolu Gavasınguyu mevkiinde ekipler güney ve kuzey istikametinde ayrışmışlar. Mustafa Erdem ekibini Çatalüyük, Gobakguyusu, Dipçatalüyük, Çayırözü, Hacıabdilguyusu, Yataklar, Hacılarınağıl, Tekgeyeri, Uzundere derken yeni asfalt yoluyla Bödününçeşme'ye getirmiş...

    Mustafa Önkal ise kuzeye doğru olan rotasını şu şekilde izlemiş. Gocagır, Dipgocagır, Çolömerin/Osmanınguyu, Susuzosmaniye, Çayırlar, Maldepesi, Cumalı, Yenice, Gocadere, Alacalar, Cinlidere, Çatalınguyu, Göğemdere, Iraziyeninguyu ve Bödününçeşme...

    İki güzergahı karşılaştırınca Hacı'nın ikinci ekibe kayış aşırdığı düşünülebilir. Yalnız haritadan incelendiğinde bunun böyle olmadığı anlaşılıyor. Mesafeleri hemen hemen eşit; Mustafa Önkal'ın yol birazcık daha uzun olabilir... Bununla birlikte, orada iki Hafız vardı ve Hacı'nın seferinde ufak tefek badireler de atlatılmış... Ayrıca Susuz, Cumalı ve Yenice köylerini yalayıp geçmiş olmaları da ilginç geldi bana. Tarlalarımızın, Eğret arazisi üzerine kurulan bu üç Muhacir köyüne dayanması normal...

    Orada bulunan bütün Hocalarımızın katılımıyla dua edildi. Aşr ve ilahilerden sonra Afyon Selçuklu Cami imamı irticalen dua etti, bu kısım günün ve organizasyonun amacına münasip etkileyici bir niyazdı. Çimenlerin üzerinde kılınan öğle namazının imamı da aynı hoca idi...

    Bu arada sınır çizme duasına bizim gibi ilk defa tanıklık eden misafirlerin bu gelenek çok hoşlarına gitmiş. Bunu söyledikten sonra garip karşıladıkları bir hususu dile getirdiler. Sınır çiziyoruz derken sadece kendi köyümüzle ilgili dua edildiğini, oysa bunun diğer köylere hatta bütün ülkeye genişletilmesi gerektiğini dile getirdiler. Bu yüzden bu geleneğe yeni bir isim bulunsa iyi olur, dediler. 'Sınır' kelimesinde gizli ayrıştırıcı manadan dolayı bu yerinde  teklif ayrıca değerlendirilebilir. İnşallah, yarım asır sonra ilk defa gerçekleştirilen şu olay tekrar adet haline getirilir; isimlendirmesi kolay...

    Namazdan sonra dağıldık. Bu arada herkesin yüzünde anlatması güç bir huzur vardı. Eskiden sınır çizme duası köy içinde huzur ve emniyetin sağlanması için de yapılırmış. Onun kerameti midir bilmem, yalnız Muhtar'daki huzur hissi çok belirgindi... Demiştim ben...



05 Mayıs 2024

Çalkantı


     Bu kelime Eğret sözlüğünde "Çalkanan, elenen buğdaydan geriye kalanlar, gözer üstünde kalan çakıldaklı kısım." diye tarif edilmiş. Elenerek zayıflarından ve çer çöpten arındırılmış gözer altındaki asıl dene yığını diye anlamlandıranlar da var. Fakat "-ntı" ekinin bünyesindeki olumsuz anlam dikkate alındığında, ilk verilen atık anlamının daha isabetli olduğu ortaya çıkar.

    Çeç çıkarıldıktan sonra yiygi ve tohum olarak kullanılabilmesi için denenin bir işlemden daha geçmesi gerekiyordu ki buna çalkama deniliyor. Gözerle yapılan bu işlemde, bir ölçülü deliklerden dökülen buğdaylar altta birikir. Gözerde kalanlar ise buğdaydan daha büyük taş, topeç, çakıldak gibi şeylerdir. İşte çalkama sonunda deliklerden geçmeyip gözerde kalan bu atık kısım da ayrı bir yere dökülerek biriktiriliyor. İçinde yine buğday taneleri de bulunduğu için çalkantı tamamen atık sayılmaz, tavuklara filan verilebilir.

    Çalkama işinin bir de kalburla yapılan safhası var. Ortalamadan büyük şeyler çalkantı diye ayrılmıştı ya, ortalamanın altındaki küçük şeyler ise denenin içinde kaldı. Onları gözenekleri daha küçük kalburdan geçirmek gerekir. Bu kez alta düşenler atık, kalburda kalanlar asıl denedir. Bunda çalkantı diye ayrılanlar alta düşen ot tohumu gibi yabancı şeylerdir. Şu durumda çalkantı kelimesinin alta dökülenleri de üstte kalanları da ifade ettiğine yönelik her iki anlamlandırmayı da doğru kabul etmek gerekir.

    Bununla beraber her iki çalkamada denenin başına gelenler ibretliktir. Şiddetle sarsılan kalbur/gözer içinde sükunet ne mümkün; her dane oradan oraya savrulur durur. Kadının el ayaları arasında belli bir tempoyla gözer salınmaktadır. Bu salınım düzenlidir, ama tek yönlü değildir. Sağa sola, öne arkaya, yukarı aşağı ve bazen de tanmlaması zor hareketlerle yönü belirsizleşir. Daneler, fırtınaya tutulmuş gemi yolcuları gibi bazen iskeleden sancağa, bazen burundan kıça fırlatılırlar. Ara sıra da bir tramplen üzerindeymiş gibi anıstadan zıplar, sonra yüz üstü yere çakılırlar. Duvardan duvara çarpılmaktan başlar döner, mideler bulanır. 

    Bir delikte tutunamayıp uçurumu boylamak daneler için kurtuluş gibidir. Böyle böyle yüzlerce delikten kaçıp kurtulanlar selamete erer. Kurtulan deneler gözerin altında koca bir yığın oluşturur. Kurtulan çalkantılar, usta bir hareketle az ileriye fırlatılır; onlar da kendilerince daha değersiz ve küçük bir yığındadır.

    Kalbur çalkamasında ise tersi durum yaşandığını söylemiştik. Deliklerden düşenler gayyayı boylar, kurtulanlar üstte kalanlardır. Her iki durumda da bir elenme söz konusudur, aslında çalkama dediğimiz şey bir nevi elemedir. Sadece bakış açısına ve çalkama çeşidine göre çalkantı kavramı değişebilir...

    Denenin çilesi gözer yahut kalbura bağlı değil. Çağın şartları gereği onlar duvara asıldıktan sonra bu sefer patozun eleğinde galgıttılar, biçerin derinliklerinde döğdüler. Bir türlü rahat yüzü görmedi garibim. Her şeye rağmen çektikleri onun zararına mıydı, yararına mıydı; orası tartışılabilir...

    Bir de sosyal çalkantı var. Toplumsal hayatı ilgilendiren bu kavramın TDK güncel sözlükteki karşılığı "Kargaşa ve bunalımın yol açtığı düzensiz, karışık, sıkıntılı durum." olarak verilmiş. Çalkantılı toplumlarda eksik olan şey ise huzur... 

    Buğday, mercimek, nohut, günaşık gibi tahıllar çalkanırken ortaya çıkan durumu tasvir etmeye çalıştık. Gözer/kalbur fırtınadaki gemi gibiydi, nasıl onun içinde sükunet ve huzurdan söz edilemezse çalkantılı toplumlar da öyledir...

    Aslında birey olarak insan hayatı gibi toplumların hayatı da imtihandan ibaret. Yaşadığımız her şeyde hem bireysel hem de toplum olarak sınavda bulunuyoruz. Tek bir olayla bütün insanlık sınava giriyor. Toplum birimleri ve bireylerin durumuna göre soruların zorluk derecesi değişiyor. Kiminin çalıştığı yerden çıkıyor cevabı hemen bilirken, bir başkasına o soru kazık görünüyor. Ezberci olan bir başkasına değerler değiştirilerek sorulunca apışıp kalıyor. Sınav sonunda çoğu dökülüyor, kaybediyor; bir kısım da kazananlar arasında seviniyor.

    Dünyayı bir gözer yahut kalbur gibi düşünebiliriz. İnsan ve toplum oradan oraya savruluyor. Öyle çalkantılar yaşanıyor ki her an bir hercümerc, her dakika altüst oluş... Bu hengamede huzur ve rahat çok zor. Zorluklar karşısında ak kara meydana çıkıyor, cevher ile cürüf ayrışıyor... 

    Bir elenme yaşandığı çok açık... İnsanlık sapır sapır dökülüyor. Bazen bu dökülme müspet anlama da gelebiliyor. Biraz da bu sana bağlı. Olaylar karşısında aldığın tavra göre sınavı geçip geçemediğin ortaya çıkıyor. Gözerin deliklerinden geçerken döküntü müsün, çalkantı mısın, elenti misin, yahut denenin özü müsün... bakmak lazım.



04 Mayıs 2024

Selektör


    Harman yığılıp tınaz savrulduktan sonra çeç çıkarılırdı, ama çecin çıkarılması iş bitti anlamına gelmezdi. Onun çalkanması lazım. Çünkü yabayla savurduğunda ancak deneyi samandan ayırmış oluyorsun. Saman uçup gidiyor, lakin dene gibi ağır taş topeç, dirsek filan da çecin içinde kalıyor. Denenin onlardan da ayıklanması lazım, işte çalkama bunun için gerekli.

    Gözerlerle çalkama işini kadınlar yapıyor. Kolay gibi görünse de, sürekli yapıldığı için oldukça yorucudur. Gözer sallayanların beli yanı kalmaz.

    Bazıları da çeci evine olduğu gibi ebiri gübürüyle götürür, çalkama işini daha sonraya erteler. Tabi artık gözer devreden çıkmıştır, çalkama makinesiyle daha zahmetsizce yapılır. 1970'li yıllarda Yarımçakmak Mevlüt Kızılyel'in bir çalkama makinesi vardı. Bir kaç yerde onunla çalkadıklarını görmüştüm; gürültülü, ama eğlenceli bir şeye benziyordu.

    Kocaman bir tambur düşünün, çevresi delikli... Ahşap malzemeyle muhafaza altına alınmış ve yine ahşap kasaya oturtularak araba fonksiyonu kazandırılmış. Dört teker üzerinde atla, öküzle istediğin yere çekebilirdin. Birisi kolla mekanizmayı çevirir, çarklar aracılığıyla hareket tambura ulaşır. Hazneden dönen tambura geçen buğday, o döndükçe deliklerinden geçerek elenmiş olurdu. Bu sırada gerek çevirme kolu, gerek dişliler ve en sonunda tamburdan çıkan ses karışımını tanımlamak zordur. Dişliler ve tamburun mekanik gıcırtısı başka, tamburun içinde yuvarlanmaktan başı dönen denenin delikli çeperlere çarpmasıyla oluşan foşurtu başkadır. Bütün bu hayhuy arasından bir yol bulup da kendini gösterebilen, anlaşılmaz insan sesleri ise daha başkadır. Yalnız hepsi bir olup sana hücum edince doğal bir besteye maruz kaldığını anlarsın. Manzarayı uzaktan izleyenler, bu doğal besteyi hafif müzik rahatlığında dinler, ondan hiç rahatsız olmazlar. Yarımçakmak'ın çalkama makinesini bu haliyle iş başındayken bir kaç kere izlemiştim...

    İleşberlikte modernizasyonun başladığı 1930 sonlarına kadar gidiyor, çalkama makinesinin Eğret geçmişi... O yıllarda her köye damızlık hayvan, pulluk, orak makinesi, mibzer gibi yeni aletler de verilmiş. Köyün ortak malı olarak kaydedilen bu ziraat aletleri oldukça verimli bir şekilde kullanılmış. Selektör olarak bilinen çalkama makinesi de onlardan biridir.

    Muhtarlıkça teslim alınan selektör, Hacıların Oda yanına yerleştirilmiş. Bu oda, şimdi Kur'an Kursu bulunan yerdeydi. Yan tarafına yerleştirilen selektör sebebiyle orası da 'Selektör' diye yer adı olarak anılmaya başlanmış. Tıraka Abdurrahman Zenger'in döneminde aradaki 100 metrekarelik bir yer ihale edilirken, Selektör kelimesi yer adı olarak zikrediliyor:

"Köyümüz şahsı maneviyesine ait olan Köy içerisindeki selektör makinesinin arka tarafı ihalededir. Talip olanlar 6.10.956 Cumartesi günü Köy halkımızdan açık artırmaya iştirak edecekler saat 14.00’te Muhtarlığımızda hazır bulunmaları rica olunur…"

    İhaleye katılan olmayınca Yetimlerin Gocayetim Mevlüt Azbay'a satıldığı da şöyle kaydedilmiş:

    "Köyümüz şahsı maneviyesine ait Köy içerisinde selektör makinesinin arka tarafı Köy halkımıza ihale edilip ihale günü sahip çıkan bulunmadığından on beş yirmi seneden beri bu yere Köyümüz halkından Şükrü Azbay otluk yığdığından ve bu yerin de Şükrü oğlu Mevlüt ve Mahmut Azbay’a muvafık almaya bu yol fazlası olan (100) metrekare yeri metrekaresi altı liradan oda yeri gösterilip bedeli olan altı yüz lira Köy sandığı gelir kısmına irat edilmesine karar verildi. 10.10.956..."

    Görüldüğü gibi konulduğu yer makine ile özdeşleştirilerek orası Selektör Makinesi diye bir yer adı olarak anılıyormuş. Makinenin orada tutulduğunu hatırlayanlar hala aramızda....

    Biz ise onu eski lojmanın arka tarafındaki bir bölümde atıl vaziyette dururken hatırlıyoruz. Yetmişlerin sonlarında orada öylece duran tuhaf makinenin ne işe yaradığını anlamazdık, zira çalışırken hiç görmemiştik.

    Demek ki çalıştırılmasına gerek görülmemişti. Zaten savurmalı patoz ve biçerdöğerin yaygınlaşmasıyla onlar müzelik olmuştu. Nasıl gözerler duvara asıldıysa, selektör de bir köşeye kakılmış olmalı. 

    Bununla beraber, Yarımçakmak'ın çalkama makinesi Eğret'e Ziraat Müdürlüğünce tahsis edilen selektör ile bir alakası var mıydı, bak bu konuda bilgim yok... Osman Kızılyel'in dediğine göre makine 'bi köşeye kakılı' öyle duruyormuş, yalnız çalışıp çalışmadığından O da emin değil. Pulluk tekeri takılı makineyi nereye isterlerse oraya çeker götürürlermiş. Altındaki altı yedi tekneye derecesine göre elenen buğday akar, böylece hem çalkar hem de sınıflandırırmış. Kendine has anlatımıyla, ilk hazneye müminler, sonuncusuna da münafıklar olmak üzere öyle bir sıralama...

    Buna ek olarak Hacapdılla Abdullah Kasal'a ait ikinci bir çalkama makinesini de hatırlattılar. Sonra gocapının altına yanaştırılmış olduğu gözümün önüne geldi. Onu çalışırken hiç bilmiyorum, fakat bilenler var... Neticede hepsi yalan oldu gitti...


    Not: Fotoğraftaki çalkama makinesi Yarımçakmak'ınki değil, onu Musa Türker'in linkteki videosundan kırptım.
 



03 Mayıs 2024

Yollar


    Anıtkaya'da mevki adlandırmalarında 'yol' kelimesine de çok yer verildiği gözlemlenir. Bu adlandırmalardaki mantık incelendiğinde iki farklı tekniğe başvurulduğu anlaşılıyor. Her birindeki örnekler ayrı ayrı ele alınacak.

    İçinde yol kelimesi bulunan mevki adlarından ilk gruptakilerdeki mantık çok basit. Çevredeki yerleşim yerleriyle bağlantıyı sağlayan yol merkeze alınıyor. O yolun etrafı zamanla mevkinin de adı oluyor. O kadar kalıplaşıyor ki yıllar geçtikten sonra yeni birleşik sözcük söylendiğinde akıllara yerleşim yeri veya onun yolu değil de bir mevki geliyor. Eğret'e komşu çok fazla yerleşim yeri bulunduğu için bu teknikle yapılmış mevki adı da çok fazla...

    Eskiden beri önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan Eğret, Karahisar ile Kütahya arasındaki bir kervansaray etrafında şekillendi. İlk dönemlerde Kütahya'daki Germiyanoğlu Beyliği'ne bağlı imiş. Bu yüzden her ne kadar uzak da olsa Kütahya'ya karşı bir meyli hala vardır. Malum yolun kuzey tarafı Kütahya'ya çıkıyordu, haliyle ona Kütahya Yolu dediler. Halk arasında isim Kötâyolu olarak yerleşti. Osmanköy'e kadar yol boyu ve çevresi de Kötayolları olarak anılmaya başlandı. Bugün Cumalı bayırına kadarki bölge hala böyle bilinir.

    Tabi Kütahya Yolu'nun bir ucu da güneyde Afyon'a varıyordu. Eğret ağzında Karahisar şehri sonradan sonraya 'Şeher' biçiminde telaffuz edildiği için yolun güney kısmı 'Şeheryolu'na dönüştü. Artık Buñar'dan ötesi Bayramgazi'ye kadar 'Şeheryolu' olarak anılacaktı...

    Nihayetinde İstanbul'a varan büyük yolun bu bölümünde iki şehir arasındaki Eğret'in, doğal olarak etrafında bir çok köy vardı. O köyleri Eğret'e bağlayan yollar köyün adına bağlandı, o istikametteki bölgeler de zamanla yolun adını aldı.

    Bu köy yollarının en ilginci Beşkarış tarafına gidendir. Köyün resmi ve tam adı Beşkarışhöyük idi, ama Eğretliler kısaca Beşkarış ve daha çok Höyük/Üyük diyorlardı. Kuzeybatı istikametinde o tarafa doğru uzayıp giden yolun adı halk arasında Üyük Yolu idi. Zamanla bölge de bu isimle anıldı ve Üyükyolu oldu. Şimdilerde bu mevkideki tarlalarını ekip biçenler, Beşkarış yolundan haberdarlar mı, bak orası şüpheli...

    Üyükyolu'na yakın iki köy yolu daha var, Olucak ve Yenice... Onlar da Olcakyolu ve Çerkezyolu olarak bilindiler ve belli mevkilere de ad oldular... Daha güneyde İlbulak'ın ters sırtındaki Mılıklar/Çatkuyu köyüne varan yola da Yörükyolu denildi, çünkü halkından dolayı Eğretliler bu köye Yörük diyorlar...

    Bir de ters istikamete, Eğret'in doğu yanına bakalım. O taraftaki Aşağı ve Yukarı Dandır köylerine giden iki yol da Dandıryolu olarak adlandırıldı. Kuzeydoğudaki Susuzosmaniye köyünden geçen yolun adı da Macuryolu idi.

    Köy adlarıyla birleşip önce yolun adı, sonra ise belli bir mevkinin özel adı olan bütün bu isimler son çağda da kullanılmasına rağmen, ilginç bir şey yaşandı. Yol kelimesinin yerine 'kır' sözü eklendi ve yeni mevki adları ortaya çıktı. Çerkezgırı, Olcakgırı, Dandırgırı, Macurgırı'nın oluşum hikayesi de böyledir...

    Dikkatle bakıldığında Omarcık Çeşmesi, düzensiz bir beşyol kavşağında kaldığı görülecektir. Bu yollardan biri Kuzeydoğu istikametinde Susuzosmaniye köyüne kestirimden gider gibidir. Şimdi Macurgırı'nda belli belirsiz izlerle kayboluyor, ama bir zamanlar bu yol çok işlekmiş. Çünkü İhsaniye yakınlarındaki bir küçük tren istasyonuna gidiyor. Bu yüzden özel olarak İskele Yolu diye adlandırılmış. Zamanla bu işlevini başka bir yola devretse de ismi baki kalmış, o mevki halen 'İsgileyolu' olarak anılıyor...

    Bir de işittiğimi zannettiğim 'Yayla Yolu' var... Var, ama onun varlığından çok emin değilim, bu yüzden nereye işaret ettiğini de bilemeyeceğim...

    Şimdiye kadar ele aldığımız içinde/n yol geçen mevki adları, yolun nereye gittiğine işaret ediyor. Dolayısıyla bir yer adıyla birleşerek yeni bir isim yapılmışlar. Anıtkaya'da daha az kullanılmakta olan yollu sözlerin ikinci grubuna bakalım. Burada yerden ziyade yolun niteliğiyle ilgili isimlendirme yapılmış.

İlk örnek Uluyol... Karayolunun Körguyu civarındaki bölümü ve o çevredeki küçük bir mevkiye verilen bu adın, yukarıda açıklanan 'Şeheryolu' ile ilgisi olduğunu sanıyorum. Yolun büyüklüğü ve önemi ulu kelimesiyle nitelendirilmiş. Eğret'te kelimenin bundan başka hiç bir kullanımı bulunmaması ayrıca ilginç bir husustur.

    İkinci örnek ise 'garayol'dur. Bugün kullandığımız karayolu ile alakası olmayan bu kelime, doğrudan ilkel toprak yola işaret ediyordu ve özel isim değildi...

    Añyol, añdan bozma yol anlamına geliyordu. Diğerlerine göre tali yol da diyebiliriz. İki tarla arasındaki añ, yol olarak kullanılıyor. O vakitler añların geniş tutulduğu unutulmamalıdır. Yine de añyollar tam olarak bir yola asla dönüşmüyorlar. Belki bunun istisnası Emirlahçeşmesi'nin ötesinden Aliyeniñguyu'ya uzanan añyoldur ki, günümüzde adamakıllı bir yol olduğu halde hala Añyol diye anılıyor.

    İkinci grup yol isimlerini susa yolu ile kapatalım. Bizim çocukluğumuzda asfalt karayoluna böyle derlerdi. Aslı yabancı bir sözcük olan 'şose' kelimesidir ve asfalt ile alakası yoktur. Eğretliler 1920'li yıllardaki haline şose dendiğini duymuşlar ve bunu böyle Türkçeleştirmişler. Sonraları susayolunun 'yol'unu da atıp sadece 'susa' dendiğinde bile köyün içinden geçen karayolu anlaşılırdı. Susayolu'na gelmişken, bir Eğret türküsü olan 'Su yolu, susa yolu'nu da burada zikretmek lazım...

    Konumuz Anıtkaya'ya özgü içinde 'yol' bulunan mevki adlarıydı, onlar bitti. Konuyu dağıttığımın farkındayım, ama bir iki husus daha var; az daha sabır...

    Selyolağı sözünde gizlenmiş bir yol kelimesi bulunduğuna dikkat çekmek isterim. İblak'tan gelen şiddetli seller kendilerine göre bir yol yapmış, biz de koca hendek gibi o derelere selyolağı demişiz...

    Grayderin adını beğenmeyen Anıtkayalılar ona harika bir Türkçe karşılık bulmuş; 'yolgazıyan' sözcüğünü bizim köyden başka bir yerde duyamaz, başka hiç bir sözlükte bulamazsınız...

    Yine Anıtkaya'da hala çok kullanılan bir edat buyol/biyol sözcüğüdür; bu-yol, bir-yol birleşik kelimelerinin oluşumunda yol sözcüğü apaçık meydanda...

    Eskiden hac ibadetine 'uzunyol' derlerdi. 'Falanca uzunyola gitmiş' dendiğinde onun kutsal yolculuğa çıktığı anlaşılırdı. Hac yolculuğunun altı ay sürdüğü zamanlardan kalma güzel bir yakıştırma olduğu anlaşılıyor...