06 Nisan 2025

Eğri Para


    Kötayolu (Kütahya Yolu) ile Örençayırlar arasındaki bölgeye Eğripara deniliyor. Karayolu yeni güzergahına çekildikten sonra da Eskiasfalt bölgesi yine Kötayollarına dahil edilip aynı adla anıldı. Bütün bu değişikliklerden Eğripara etkilenmedi, aynı yerinde adıyla sanıyla ekilip biçiliyor.

    Burası Eğret arazi ortalamasına göre verimli bir mevkidir, zaman zaman bahçe yapılmaya eşverişli sulak topraklar. Verimliliğin sebebi Çayırlar ve Örençayırlar ile Atmezarı havzalarının doğal uzantısı olması, iki havzanın kesişim noktasında bulunması olabilir. Böylece hem yeraltı hem de yeryüzü sularınca beslenebilecek konuma sahiptir. Gerçi günümüzde su kaynakları tükenmiş durumda, biz önceki dönemlerinden bahsediyoruz.

    Büyükler kendini bileli oraların bu isimle bilindiğini söylüyor. Eğripara... Ama mevkinin özellikleriyle ne alakası var bunun. Coğrafi olarak, zirai olarak, ekonomik olarak, tarihi değeri olarak hangi özelliğinden dolayı böyle isim verilir ki bir bölgeye?...

    Paranın eğrisi ne demek, bütün paralar düzgün de az görülen bazıları eğri olarak mı vasıflandırılmış. Mesela eski sikkeler tam daire biçiminde değil, uçlarında bir kertik mutlaka oluyordu acaba kastedilen bu mu? Gökdaşderesi'ni anlatırken para/altın imal edilen yerin oralarda bir yerde olduğuna dair söylentiye yer vermiştik. Dipdibe değiller, ama sonuçta Eğripara ile Gökdaşderesi aynı köyün mevkileri...

    Eğri para tamlamasındaki anlam işaretlerinden biri de sahte para kavramı olabilir. Yalnız o dönemlerde sahtecilik mevzuu var mıydı bilemeyiz.

    Şimdi bu iki hususu birleştirip düşünelim, bir zamanlar bu mevkide define/gömü bulunsun. Eğret'te defineden kastın para olduğunu biliyoruz, paradan kasıt da altındır; gümüş, tunç, bakır vb. başka madenlerden yapılmış sikkeleri paradan saymıyorlar. Parayı bulmuşsun, ama rengi çil değil, üstelik uçlarında kertikler var... Bu düzgün olmayan buluntuların hatırına o bölgeye Eğri Para dediler, böylece mevkinin adı doğmuş oldu... Bu teoriyi doğru kabul etsek buna dair bir söylenti, hikaye, rivayet gelmesi gerekmez miydi? Ama yok...

    O zaman başka bir senaryoya ihtiyacımız var... Bolu, Safranbolu, İnebolu, Hayrabolu, Gelibolu, Tirebolu... Bunların yerleşim yeri olduğu malumdur. Kelime sonlarındaki bolu kelimesi 'polis'in dönüşmüş biçimi, o da şehir demek. Konstantinapolis Konstantin'in şehri demek, İstanbul'un orijinal hali... Yani onun sonundaki -bul da aynı yerden gelme...

    Bir de kirebolu var, malum balarısının salgısı. Genelde onu kovanın, yuvanın yalıtımında kullanıyor bu hayvancıklar. Yalnız bu kelimenin aslı propolis, Türk halkı Türkçeleştirerek girebolu filan demiş, Eğret'te kirebolu deniyor. Polis kelimesinin burada da bolu'ya dönüştüğü görülüyor. Mantık aynı, arıların yaşadığı yer arı şehri olarak düşünülüp yalıtımda kullanılan madde böyle adlandırılmış.

    Lafı dolandırmayalım, ikinci teoriye göre Eğripara ismindeki para, polis>bolu dönüşümüne benzer bir olay sonucu ortaya çıkmış olamaz mı? Biliyorum bu da zayıf bir teori, ama düşünmeye devam edelim.

    Poros Yunanca'da geçit, derbent, geçit vergisi anlamlarına geliyormuş. Niğde'nin Bor ilçesi bununla ilgiliymiş, hatta 20. yy başında orada önemli oranda Rum nüfus bulunuyormuş. Zaten Anadolu'nun İslamiyet öncesi dönemde sırayla bir çok medeniyete evsahipliği yaptığı biliniyor. Önemli bir devrede Yunan hakimiyeti de yaşanmış. Eğret'in de böyle bir dönemi var. Eski yol güzergahlarında sık sık geçitler bulunurdu, Türk hakimiyeti yıllarında bu geçitlere boğaz veya derbent adı verildi. Önemli yol üstlerinde adı tam olarak 'derbent' olan 24 köy tespit ettim, birleşik kelimelerle yapılanlar hesaba katıldığında bu sayı elliye yaklaşıyor ve çoğu da Ege bölgesinde... Boğaz kelimesi de aynı şekilde ve yüz civarında geçit/boğaz kelimeleriyle anılan köy bulunuyor.

    Köyümüze dönelim. Bir dönem Eğret arazisi olan Cumalı'yı geçip Osmanköy'e yaklaştığınızda böyle bir geçit var ve oraya Süleymanboğazı deniliyor. Daha eski dönemde Sülümenli denilirmiş, bazı mahkeme kayıtlarında bu ibare görülüyor.

    Süleymanboğazı gibi geçitler eski dönemlerde Eğret civarlarında olabilir. Yüzey şekilleri deprem gibi olaylarla yüzlerce binlerce yıl önceden değişmiş olabilir. Şimdi ova gibi görünen Eğripara mevkisinde bir geçit neden olmasın. Madem Yunanca'da geçide poros>bor deniliyor, oradaki geçit de benzer bir şekilde adlandırılmıştır. Peki poros>para dönüşümüne ne dersiniz? 

    Başka bir husus, para kelimesi Farsça pâre kelimesinin Türkçeleşmiş halidir. Tam anlamı parça, bölüm, kısım demektir; yalnız bu anlamıyla dilde pek kullanılmaz, sadece 'paralamak' fiilinde parçalamak anlamıyla karşımıza çıkar. Bununla beraber para kelimesinin terimleşmiş tarihi bir anlamı daha var: 'Kıymetli parça, ayrılmış bölüm'... Bu anlamın arazi ile ilgili olduğu açıktır. Selçuklu, Germiyan hatta Osmanlı döneminde devlet tarafından özel bir maslahata binaen ayrılmış, tahsis edilmiş arazi parçasına bu ad veriliyor. Vakıf arazilerine benzer bir durum... Eğripara mevkiinin zirai, iktisadi ,ticari, siyasi öneminden dolayı özel olarak bir hizmete tahsis edilmiş bölge olduğuna dair tahmin yürütmek mantıksız olmaz...

    Eğripara'nın 'para'sını anlamlandırdığımıza göre 'eğri'ye yoğunlaşalım biraz da... Bunun düzgün karşıtı olan eğrilikle ilgisi olmadığını düşünüyorum. E be kardeşim eğri eğri değil, para para değilse Eğripara nedir? İşte oraya geldik...

    Ben eğri kelimesinin, köyün antik dönemdeki adına işaret ettiğini düşünüyorum. Eğri'ye veya ona yakın bir kelimeye ister polis/bolu, ister poros/bor ekleyin; ortaya Eğripara'ya benzer bir kelime çıkacaktır. Yani bu bölgede antik bir yerleşim vardı ve adı da böyle bir şeydi. Yakınlardaki Maldepesi ve Örençayırlar'da bulunan Üyük, bu teoriyi desteklemekte...

    Halk arasındaki söylentilerde ve sınırlı sayıdaki belgede 'Eski Eğret' veya 'Küçük Eğret' ibareleri var. Ayrıca 19. yüzyıl nüfus kayıtlarında reisi 'Eğretli Hüseyin' olan bir hane bulunmaktadır. Eğret köyünden birinin 'Eğretli' diye lakaplanması da gösteriyor ki yakınlarda bir Eğret daha var. Yaygın ve yanlış kanaate göre bu Eğret Örenler'deydi. Oranın yüz yıllık geçmişi olduğu öğrenilince bu kanaat zail oldu. Taşlıtarla/Akkaya civarına veya başka bir kaç mevkiye yönelik böyle görüşler de bulunuyor. Bunların arasına Eğripara'nın Eski Eğret olma ihtimali de eklenmelidir.

    Bütün bunlar, köyün adının geçici anlamına gelen eğreti ile ilişkilendirilip emaneten yerleşilen bir yerden şimdiki yerine taşınması ve yanında Eğret/Eğreti adını birlikte götürmesi söylentisini boşa çıkarmaktadır. Gerçi iki eski haritada keşfedilen 'Hayrat' ve 'Hayret' adları bu yerleşik kanaati zaten sarsmıştı. Şimdi düşünülmesi gereken Eğret'in, köyün antik dönemdeki ismiyle ilişkilendirilebilme ihtimalidir.

    Son olarak burada yazılanlar Eğret ve Eğripara isimlerinden yola çıkılarak geliştirilmiş bir deneme olduğu, belgesel dayanağı bulunmadığı gerçeği de unutulmamalıdır.



23 Mart 2025

Deli Fadime

    Onsuz Düğün Olmazdı

    "Oynamak iyi güzel de... Kuru kuruya müziksiz, nağmesiz, çalgısız olacak iş değil. Kaset marifetiyle oyun havaları çalındığı günler 70'li yılların sonuna rastlar. Ondan önce, ortaya çıkan oyuncular için birileri türkü çığırırdı. O yıllarda Tekelilerin Delifadime konunun uzmanıydı. Çeñiz asıldığı günün akşamından itibaren sürekli oralarda bulunur ortalığı şenlendirirdi. Birazcık safça bir yapısı vardı. Hafif şaşı gözleriyle nereye baktığı katiyen kestirilemeyen bu kadın, hemen her düğünün aranan kişiliklerindendi. Saf haliyle farkına varmadığı, kendisi hakkındaki bıdırtılara kulak asmaz düğünler ve düğün sahipleri hakkında özgürce yorumlar yapardı. Bir yandan baklağı şişelerini götürürken, diğer yandan falancanıın düğününde kendisine nasıl iyi davranıldığını şuh kahkahalar arasında ballandıra ballandıra anlattığını hatırlıyorum. Bir oyalı yazmayla gönlü alınabilen neşe kaynağı bir kadındı."
    ... 
    "Delifadime'den aklımda kaldığı kadarıyla, yalnız oyun havaları söylenmezdi. Bazen istek türküler de olurdu. Bu istek türküler, herkesin bildiği harcıalem şeyler değil de Delifadime'nin yaktığı Anıtkaya halkıyla ilgili yöresel türkülerdi. Bu yüzden sadece O söyleyebilir..." 

    Çeyiz/çeñiz evini anlatırken Fadime Taşkın'dan böyle söz etmişim. Yaşı kırkın üzerinde olan herkes bilir, fakat ancak ellinin üstünde olanlar asıl kimliği ve etkisiyle onu tanıyabilirler. Delifadime Eğret düğünlerinin baş karakteridir; onsuz bir düğün, çeyiz evi düşünülemezdi. Bu özelliğini bir yana bırakıp onu diğer yönleriyle tanımak ve tanıtmak istiyorum.

    Tekelioğlu Deli Nuri'nin en büyük çocuğu Fadime Cumhuriyetle yaşıt, 1923'te doğdu. O doğduğunda babası taze devletin bir askeriymiş. Yedi sekiz yıl önce, cihan harbinde babası İbili vefat ettiğinden beri annesiyle birlikte yaşıyorlar. Annesi Fadime Hanım üç çocuğuna hem analık hem babalık ediyor çünkü. İşte bu ortamda doğan ilk torunu kız olunca geleneğe uyup onun adını koyuyorlar.

    Askerden temelli veya izne gelişinde Nuri doğal olarak heyecanlıdır, bunun sebeplerinden biri de taze kızını ilk defa görecek olması. Fadime sancaktaymış daha, 'Fadimem!' deyip öyle bir bağrına basmış ki çocuğu, orada belinlediğini söylüyorlar. Tabi o vakit pek farkedilmemiş, ama büyüdükçe gözünün kaydığı anlaşılmış. Sonraları ise hiç büyümeyeceği, zeka yaşının hep 6-7'lerde kalacağı belli olmuş. Bundan sonra hep 'Deli Fadime' diye bilinecek...

    Son zamanlarında en yakınında bulunan ve onun bakımıyla ilgilenen kardeşinin gelinine, Muhsine Taşkın'a sordum 'Peki sizce deli miydi?' Kesinlikle ona deli denilemeyeceğini söyledi. Başka bir dünyanın insanıymış, bizimkinin değer yargılarına göre düşünürsen normal değil, ancak hangi dünyanın insanı daha makbul olduğunu kim nereden bilecek.

    Onun dünyasında normal olan, ancak bize tuhaf gelen değişik davranışları varmış. Bir defa bazı duyuları bize göre daha çok çalışırmış. Özellikle işitme duyusu böyleymiş. Misal yaklaşan birinin kim olduğunu ayak sesinden çıkarabilirmiş. Daha onun sesini işitmeden 'Filanca geliyo' diye haber verirmiş. Bu özelliği gözlerinin iyi görmemesine bağlanabilir, malum bir duyunun eksikliği başka birinin gelişmesini netice vermek gibi doğal gerçek var; ancak tek açıklaması bu olamaz...

    Bazı davranışları sebebiyle onu Kırkalı Ahmet'e benzetirim. Özellikle saflığı, kötülüğe yabancı karakteri ve ille de neşeli yüz yapısıyla ikisi birbirine öyle benzerlerdi ki... Hatta dudak kenarlarında biriken kefler bile öyleydi. İkisinin yüzüne de gülümseme hakimdi, öfkeli, morali bozuk, suratı asık hallerini hatırlamıyorum. Bir köşede aleyhlerine konuşulsa bile bunu duymazlar, daha doğrusu Allah onlara duyurmazdı. Düğün evinde ve kahvede ikisinde de böyle bir durumu bizzat gözlemledim. Yüksek sesle 'deli, kokar' gibi aşağılayıcı sözleri alenen söylediklerinde ikisinde de hiç bir ruh değişikliğine şahit olmadım. Duymamış gibi devam ettiler, belki de duydukları halde üzerlerine alınmadılar...

    Yalnız Kırkalı üstbaşına filan pek dikkat etmezdi, oysa Delifadime temizlik konusunda çok titizlenirmiş. Kardeşi Gocabıyık Tekeli'nin evinde kalıyor ya, her sabah avluyu baştan başa süpürür tertemiz eder, ebir gübüre tahammül edemezmiş. Temizleme işi bittikten sonra lazım gelen başka işlere koşturur, misal odun keser, sonra o iş mahallini tekrar temizlermiş.

    Bireysel temizliği konusunda da aynı hassasiyete sahipmiş. Yıkanmaya başladığında kolaya kaçıp kısa kesmez, sabun bitene kadar devam edermiş. Hamama bir kalıp sabun götürür, o bitmeden çıkmazmış. Banyoda ölçü birimini sabuna göre ayarlamak bize göre tuhaf bir davranış olabilir, ama onun normali böyle...

    Çamaşır veya halı kilim yıkamada da durum aynı. Dediklerine göre Omarcık Çeşmesine bir kilim götürür, akşama kadar onunla cedelleşirmiş. Kah çiğneyerek, kah döverek, kah sağa sola çarparak o bir kilimle akşamı eder, bir güzel yıkarmış.

    Temizlik takıntısını insan seçmeye kadar vardırırmış. Mesela başkasının kendisini sabunlamasını, keselemesini beğenmezmiş. Herkesin pişirdiğini de yemezmiş. Fırına gidermiş mesela, pişirilen pide bükme börek gibi şeylerden orada bulunanlara ikram adettendir. Temizliğinden emin olmadığı birinden gelmişse, o ikram edileni yemez, çaktırmadan köpeğe filan verirmiş.

    Namaz kılar mıydı diye sordum. Kılarmış, ama düzenli namazlardan değilmiş kıldığı, işte kafasına estikçe... O namazlardan birinde, önünden değil yanından geçen birine kızmış, hatta vurmuş, dikkatimi dağıtıyorsun diye... Düzenli değil, ama böylesine de şuurlu bir namaz...

    Eğret düğünlerini gerçek düğüne çeviren Delifadime'ye geri dönelim. Bir şeyi vurgulamayı unuttuk; orada türkü söylerken bir yandan da mutlaka tef veya tepsi gibi bir şey çalıyor. Oyunda ritim tutmak için şart olan bu basit çalgı olmadan olmuyor. Bu özelliğiyle Delifadime Ege köylerinde çok bilinen Tefçi Kadın kimliğine bürünüveriyor. Eğret'in bir kaç tefçi kadınından belki de en önemlisi...

    Oyun havası türküleri haricinde başka türküler söylerken tefe gerek yok, ama tefle daha güzel söylermiş. Tabi bu türküleri kendisinin yaktığını bir kere daha söyleyelim. Zaten onlar bunun için değerlidir. Bununla beraber Delifadime'nin yaktığı türkülere örnek gösterebileceğimiz birini bile hatırlayan yok. Yalnız onların içeriğinde herkes hemfikir; sevdiğine kaçan genç kızlar... Her kız kaçırma olayını mutlaka türküleştirir ve en yakın düğünde söylermiş. Ondan sonra isteğe göre başka düğünlerde de seve seve icra ediyor...

    Yakılan türkülerden hatırlanan yok, amma onunla adeta bütünleşen bir kaz tekerlemesi var ki burada onu zikretmezsek hikayenin bir yanı eksik kalır. Düğünlere katkısı kadar sürekli kaz gütmesiyle de meşhur kendisi... Emek harcadığı, onlarla bolca vakit geçirdiği için olsa gerek bu hayvancıklarla değişik bir duygusal bağ kuruyor...

    Birisi her nedense kazlara değnek atılamış, kazın birinin ayağına isabet etmiş. Galiba kaz oracıkta ölmüş, ama Delifadime'nin iç dünyasında bu kadar basit değil olay. Sanki ölen kaz değil, sanki çıkan kendi canıymış gibi o ölüm anını baştan ayağa yaşamış ve yaşadığını söze dökmüş. Adeta hayvandaki iç kanamayı dakika dakika izlemiş, ayaktan başlayarak kafaya kadar gördüğü kararmayı kelimelere yansıtmış ve sevgili iri ve gösterişli kazcığına bir ağıt yakmış:

        Bulum bulum bulanıyodu! 
      Dolum dolum dolanıyodu!
        Ayağı gara, ayağının içi gara! 
        Tüyü gara, tüyünün içi gara!
        Daşlıcası gara, daşlıcasının içi gara!
        Yüreği gara, yüreğinin içi gara!
        Ciğeri gara, ciğerinin içi gara!
        Yeleği gara, yeleğinin içi gara!
        Guyruğu gara, guyruğunun içi gara!
        Ganadı gara, ganadının içi gara!
        Boynu gara, boynunun içi gara!
        Başı gara, başının içi gara!
        Gıgağı gara, gıgağının içi gara!

    O gün iç yangınının ateşiyle yaktığı bu ağıtı zamanla her isteyene mutlu ve saf haliyle tekrar tekrar okumaktan yüksünmezmiş.

    Onunla 1960'larda birlikte kaz güden birinin dediğine göre Leylek Alayı adlı türküyü de çok güzel söylermiş. Bugün neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bu türkü aslında ilahi formuyla söylenen bir ağıtmış:

        Bizim alayımız leylek alayı
        Havada uçarız dolayı dolayı
        Çekeriz Allah'tan gelen belayı
                Uçuramadım yavrum kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

        Yuvamın dört yanı asmadır asma
        Anam gitti diye darılıp küsme
        Ben gidersem yavrum sesini kesme
                Kanadını düzemediğim kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

        Karadır kanadımız bağrımız aktır
        Nereye varırsak yüzümüz paktır
        Analık kaygısı bunda haktır
                Uçuramadım körpe yavrum kalındı
                Anan gidiyor sen arkamdan gelindi

        Bizim gözümüze bakmak istemez
        Sürmesi kendinden çekmek istemez
        Iraklara gidene haber işlemez
                Seni de Tanrı onara yavrum kalındı
                Ben gideyim sen arkamdan gelindi

    Yavrusu yaralanan (bir rivayete göre de ölen) anaç leylek ağzından söylenen bu ağıta yanık bir ses ve içli bir söyleyiş gerek. Bunun ikisine de sahip olan Delifadime'nin ağzına bu ağıtın çok yakıştığı söyleniyor.  Şimdi yukarıdaki kara kaz tekerlemesini bu ağıttan esinlenerek yaktığını söylemek yanlış olur mu?..

    İstek türkülere geri dönelim... Düğün başlangıcında hayırlı olsun ziyaretini andıran düğünevine gidişini de zikretmek lazım.  Genellikle çeyiz asıldığı gün gerçekleşen bu ziyarette istek türküler söyler, sonunda düğüncü bahşişlerini alır mutlu olurmuş. Bunlar bir yazma, bir kaç kuruş madeni para ve bir tabak baklavadan başka bir şey değildir. Baklavayı hemen orada yer, yazma ile parasını eve götürüp saklarmış. Bu küçük hediyelerden o kadar mutlu oluyor ki, başka düğünlerde ballandıra ballandıra anlatıyor... Her yerde reklamının yapılacağını bilen düğüncüler daha o gelmeden yazma ile parayı hazır ederlermiş.

    Öldüğünde ondan kalan şeyler, işte bu düğünlerden topladığı bir çuval dolusu yazma ve bir teneke bozuk para imiş. Yakınları talan edip kapışmışlar. Kurtarabildikleri sadece bir sarı yazma ile bir kaç lira olmuş...

    Allah özel kullarının yaşamını ve ölümünü de özelleştirir, kolaylaştırır. Bunu bildiğim için ölümünü merak edip sordum. Normal zamanlarda hasta olmazmış zaten de, ölüm döşeğine de düşmemiş. Ramazan ayında oruç ağız ayakyoluna gitmiş, dönüşte avluda yıkılmış. Koşmuşlar, orada ruhunu teslim etmiş, sen sanırsın canı orada kanatlanıvermiş...

    Yıl 1996 idi, 73 yaşındaydı... 'Allah'ım ele düşürmedi, tertemiz gitti...'



21 Mart 2025

Emetilerin Dikhasan Koleksiyonu


    Emetilerin rahmetli Hasan Kaya, namıdiğer Dikhasan insanlarla iletişim kurmada başarılı değildi. Herkesle konuşmaz, ancak kanı ısındığı kimselere açılır, onlarla da gırtlaktan gelen boğuk bir sesle konuşur ve sözünü kesik kesik söylerdi. İnatçı yapısından dolayı böyle lakaplandığını söylüyorlar.

    Rahmetlinin fotoğraf merakı olduğu Eğretlilerin malumudur. Hemen herkesin fotoğrafı onda bulunduğu, lazım olanların büyüklerinin fotoğrafını kendisinden temin ettiklerini, çoğalttıktan sonra geri vermeleri şartıyla her isteyenin işini gördüğünü anlatıyorlar. 

    Bu fotoğrafları nasıl biriktirdiğine dair çeşitli rivayetler bulunuyor. Belediye'den, Kooperatif'ten vesikalıkları topladığı akla yatkın duruyor. Şu an Muhtarlıkta bulunan nikah kütüğü 1985'ten başlıyor, öncesi yok. Önceki defterlerin imha edilmesi söz konusu olunca, en azından fotoğraflarını almayı akıl ettiği senaryosu da geçerli olabilir. Fakat bir çoğunu da kişilerin kendisinden bizzat istediğini söylüyorlar. Eksik olan fotoğrafları, sağ ise kendisinden değilse yakınlarından bizzat istermiş. Böyle böyle koca bir koleksiyonu olmuş.

    Hasan Emmi 2008 yılında vefat ettikten sonra bu geniş fotoğraf koleksiyonunun akıbeti bir müddet merak edildikten sonra unutuluyor. Bacıdede Seydi Değer'in ölüm defteri peşine düştüğüm vakit onu da hatırlatanlar oldu. Belge olarak fotoğraflar pek ilgimi çekmediği için oralı olmadım. Sonra Tıraka'nın Karar Defterini fotoğraflayıp kayıt altına aldığımız sırada bu koleksiyon yine hatırlatıldı. Bir yandan da 2008'den sonra bu koleksiyonun dağıldığına yönelik söylentiler kulağıma çalıyordu. Yani rahmetlinin biriktirdiği koleksiyonun bugüne geldiği bile şüpheliydi.

    Evin en küçük çocuğu Bilal'e telefonda ulaştığımda vaziyet bu idi... Koleksiyonun eksiksiz olarak kendisinde olduğunu söyledi, böylece her şey olumlu olarak netleşmişti. Üstelik onları fotoğraflamamıza müsade edeceğini söylüyordu. Bu sevindirici gelişmenin üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen bir türlü fırsat bulup da koleksiyonu kaydedemedik.

    Turabilerin Ahmet Külte bu durumdan haberdar olunca 'Süreci hızlandırırım ben' demişti, bu kadar çabuk hızlanacağını bilemedim. On gün sonra fotoğrafların elinde olduğunu söylemek için aradı. Ertesi gün de zaten hemen işe giriştik, 18 Mart'tan beri üzerinde çalışıyoruz, inşallah bayrama Dikhasan Koleksiyonuna bütün Anıtkayalılar ulaşabiliyor olacak.

    Kabaca koleksiyon hakkında bilgi vereyim. Üç bölümden oluşuyor. Biri büyük diğeri küçük iki albüm ve bir poşet; evet, bir poşet içine gelişigüzel doldurulmuş vesikalık fotoğraflar... Bazılarının ardında kimlik bilgileri yazılı bu fotoğrafların sayısı beşyüzün üzerinde, bine yakın...Onları düzenleyip yeniden fotoğraflamak iki günümü aldı. Çünkü bunlar ihtimal nikah kütüğünden alınmış evlilik fotoğrafları, bu yüzden gelin ve damat yan yana yapıştırılmışlar. Defterde öyleymiş ama çıkarıldıklarında dağılmışlar. Bazıları tekrar yapıştırma veya zımba, iğne yoluyla bir araya getirilmişler. Tabi bunlar azınlıkta... Ayrıca tekli olsun, eşleştirilmiş olsun fotoğrafların çoğunda isim yok. Olanların bir kısmının adı veya soyadı yanlış. Farkettiklerimizi düzelttik. Diğerlerinin altına isimleri yazarak fotoğraflamak oldukça zahmetli ve sıkıcıydı, bu yüzden uzun sürdü.

    Albümlere gelince... Küçük olanda vesikalık fotoğraflar bulunuyor ve yarım kalmış izlenimi veriyor. Belli bir düzende sıraya dizilerek yapıştırılan fotoğrafların altına kişinin adı da yazılmış. Sanki poşetteki fotoğrafları bu albüme yerleştirecekmiş de Hasan Ağa'nın ömrü vefa etmemiş... Gerçi öyle bir projesi vardıysa bile üçüncü hatta dördüncü bir albüm gerekirdi...

    Büyük albümde hem büyük ve toplu hatıra fotoğrafları hem de vesikalıklar karışık vaziyette bulunuyor. Rahmetli albüm sayfasının ön yüzüne belli aralıklarla büyük fotoğrafları köşelerinden yerleştirmek için malum kesikler atmış. Onları yerleştirdikten sonra boş kalan yerleri küçük vesikalıkları zamk yahut kaba bantla yapıştırarak doldurmuş. Bu albümün sayfalarında hiç boşluk yok denilse abartı olmaz. Ön yüzüne kesikler atılan sayfanın arka yüzündeki fotoğrafların tamamı yapıştırılmış, orada da boşluk yok...

    Burada albümleri nasıl imal ettiğinden de bahsetmeliyiz. Rahmetli Dikhasan bilindiği üzere gariban bir adamdı. O günün şartlarında ortalama bir aile için bile lüks sayılacak hazır albümlerden onun bir kaç tane temin etmesi mümkün mü? Kendi albümümü kendim yapayım diye düşünmüş. Yıl sonlarında boşa çıkan duvar takvimlerinin büyük kartonlarını kesip biçip ciltlemiş. Ciltleme işini de bulabildiği kaba saba bantlarla yapmış. Kartonların bir yüzü beyaz veya gri, diğer yüzü üzerine poster, aylık takvim basılı halde... Birinde 9 diğerinde 7 kartonu albüm yaprağı haline getirmiş... Hani büyük albüm sayfalarında hiç boşluk bırakmamış dediydim ya, nefeslensinler bari diye acındığı için konulan minik boşluklardan takvimin hangi kuruluşça bastırıldığını anlayabilirsiniz.

    Büyük albümde sıkılaştırma o kadar abartılmış ki, bazı büyük fotoğrafların zararsız köşelerine bile küçük vesikalıklar iliştirilmiş. Bir büyük fotoğrafın altında unutulmuş ondan daha küçük bir fotoğraf bile buldum. Çavuş Mehmet Tüblek'e ait bu fotoğrafı sosyal medyadan paylaşmıştım.

    Üst üste binmiş, yapıştırılmış, üzerinde kocaman bant bulunan, bir köşesi yırtılmış veya benzer sebeplerle zedelenme tehlikesi bulunan fotoğrafları birbirinden  ayırmak çok zordu. Oysa sayfayı bütün olarak veremezdik, tek tek ayıklanmaları gerekirdi. Bunu da sağolsun Mustafa Ayas yapıyor. Sayfanın birini saydım 65 fotoğraf vardı, her birinin kesilip kırpılması, biçimlendirilmesi, varsa bir arızası yapay zeka yoluyla temizlenmesi uzun sürüyor...

    Eskilerden Allah razı olsun, kıt imkanlarıyla bir şeyler yapmaya çalışmışlar. Hayattayken sağdan soldan gelen 'N'etcen? Heç mi işin yok? Ne faydası va?' gibi eleştirilere kulaklarını tıkamış, merakları ve ilgilerinin peşinden gitmişler. O gün için faydasız bir meşgale gibi görünen bu işlerin ürünü, inşallah dualarımız sayesinde bugün salih amel hükmüne geçer. 

    Bir teşekkürü de sonradan gelenler hak ediyor. Hasan Kaya'nın çocukları, babalarından kalan bu güzide mirası korumuşlar, sağda solda heder olmasına izin vermemişler. Fotoğraflama teklifimize önce çekinceli yaklaştı Bilal. Anlayışla karşılanması gereken bir tavırdı, koruma düşüncesiyle böyle davranıyordu. Fakat ne kadar korursan koru, zamanla fotoğrafların bozulmasına engel olamazsın. Nemlenir, ıslanır, yırtılır, yanar; başına her şey gelebilir. Dijitalleştirmek bir bakıma onları yedeklemek gibi olacaktı. Bunu izah edince ancak razı oldu.

    Neticede şimdi bu durumdayız. Serbest erişim sağlanınca koleksiyona her baktığınızda Dikhasan Emmi'ye  Fatihalarınızı gönderirsiniz artık...



06 Mart 2025

Arapgızı


    Teyzemgile gittiğimizde oyun alanlarımızdan biriydi. Arap Nine'nin ev yetmişlerde en azından duvarları sağlam, henüz tam viraneye dönüşmemiş bir yerdi. Sobe oynadığımızda saklanmaya uygundu. Altındiş'in evin hemen ardındaki bayırda yer alan bu taze harabenin şimdi yalnızca temelleri belirgin. 1970'te vefat eden sahibini de hiç görmedik, Arapnine derlerdi işte o kadar. Sülale çalışması münasebetiyle rahmetliyi yakından tanıdığımı düşünüyorum, size de tanıtayım.

    Arapkızı (biz Arapnine desek de ahali arasındaki lakabı buydu) Kezban Haykır, Arap Selim'in torunu olduğu için böyle anılmaktadır, o halde işe dedesinden başlamalıyız.

    Şu açıklamayı yapmak da gerekli, Eğret ağzında Arap kelimesinin ırk bildiren anlamı yoktur. Esmer derili insanlara Arap denilir, başlıbaşına Araplar sülalesi, Araphüseyin ve Omarcıkların Arap buna iyi birer örnek. Ayrıca siyah renkli bazı hayvanlara da özel olarak Arap denildiği olur. Bunun Arap milleti ile alakası olmadığı şuradan belli ki onlar beyaz tenli gruptan sayılır. Ayrıca Eğret ağzında zenci kelimesi de bulunmaz, şu durumda Afrika kökenli bütün insanlar Arap diye tanımlanır. Köleliğin henüz tam anlamıyla kaldırılmadığı zamanlarda bu insanları çalıştırmak yaygınmış ve onlara da Arap denilirmiş.

    Gelelim Arap Selim'e... Eğret erkek nüfusunu gösteren 1830 kayıtlarında adına rastlanmıyor, lakin 1904 kütüğünde Zenci Selim Oğlu künyeli çok çocuğu ve torunu var. Buradan anlayacağımız şudur, Arap Selim 1840'tan sonra Eğret'e geldi.

    Bunun kaydı küreği yok, Arapselim'in köye gelişiyle ilgili yaygın anlatı şöyle: Büyük büyük dedem Veyisoğlu Halil, Hicaz'dan dönerken orada gördüğü bir zenci çocuğu yanına alır. İki aydan fazla süren yolculuk boyunca çocuk deve sırtındaki sepetteymiş. Bu ayrıntı o kadar yerleşmiş ki hafızalara, hala Selim'in torunları 'Bizi köye sepette getirmişler' diyorlar. 

    Halil Dedemin Arapselim'i köye getirme amacı hakkında iki söylenti var. İlki Selim'i büyüyünce yanında bekar durdurup rahat etmek için kaçırdığı, ikincisi ise Selim'i kimsesiz bir çocuk olarak bulduğu, tamamiyle insani sebeplerle yanına aldığı... Sonuçta Eğret'te köle olarak yaşamadığı, köyün en köklü sülalelerinden Hacıların kızıyla evlendiği, çocuklarının evlilikleri de aynı şekilde olduğu göz önünde bulundurulursa Veyisoğlunun Selim'i sahiplenme, hatta evlat edinmeye yakın bir niyetle Eğret'e getirdiğine hükmedilmelidir.

    Burada işimiz sülale incelemesi değil, Arapgızı'na ulaşmaya çalışıyoruz. Bu yüzden Arapselim'in oğulları dursun şöyle, bir kızı var adı Hanife... Asıl Arapgızı kendisi olan Hanife'yi yine köklü sülale Hacımahmutlardan Hüseyin'e veriyorlar. Kocası vefat ettiğinde Arapgızı Hanife'nin dört çocuğu var, fakat bu yetimlerden biri Cihan harbinde kalıyor, biri de küçükken ölünce geriye iki yetim kızıyla kalakalıyor. Kızların küçüğü Uykucu Ömer Şen'in anası, bizim aradığımız ise büyük kız Kezban...

    Kezban 1888 yılında doğdu, dört kardeşin büyüğüdür. Yüzyılın başında vefat eden babasına değil de, dul annesine izafe edilerek Arapgızı diye lakaplanmasının başka açıklaması yok; Hacımahmutların torunu olduğu unutuldu, ana-dedesi Arapselim'e bağlandı.

    Onu Himmetoğlu Hasan ile everdiler. O vakitler kız çocukları küçük yaşta gelin ediliyordu, ama Kezban'ın evlilik tarihiyle ilgili net bilgi yok. Kocası 1. dünya savaşı başladığında halen askerdeymiş, büyük ihtimal temel askerliği bitmiş rediflik döneminde cihan harbine yakalanmıştı. Bundan yola çıkarak evlilik tarihini 1910 gibi düşünmeliyiz. Çanakkale'ye giderken iki oğulları bile varmış, Kadir ve Ömer...

    Himmetoğlu Kel Hasan (lakabı böyleydi) Çanakkale'den dönemedi. Yaşadıkları zaten kolay değildi de, Arapgızı'nın bundan sonraki hayatı daha bir çileli olacaktır. İki oğulları vardı, büyüğü Kadir zaten hastacaktı, çok yaşamadı öldü. Sakınılan göze çöp batarmış 'Ömerime iyi bak' diye Kel Hasan'ın emanet ettiği küçük oğlu da dambeşten düştü, üstelik başına da ağır bir şey isabet etti. Bu olaydan sonra çocuğun adı 'Gambır Ömer' olarak kalacaktır. 

    Kelhasan'dan dul kalan Arapgızı Kezban Hanım'ın tekrar kocaya varması gerekiyordu, ama bunun için önünde hukuki bir engel vardı. Zira Kelhasan'ın şehit olarak vefatı resmiyet kazanmamıştı. Çok cepheli koca savaştan bitik olarak çıkan devlet sistemi sağlıklı çalışmıyor, askerinin ölüsünü dirisini bile tespit edemiyordu. Mütareke gereği zaten ordu dağıtılma aşamasındaydı. Şu halde Arapgızı, benzer durumdaki Eğretli kadınların yaptığını yapacak, Karahisar Kadılığına müracatla kocasının şehadet şerbetini içtiğini tescil ettirecekti. 

    Mahkemede Çolömerin Halil ile Müdüroğluların Halil şahitlik ettiler. Buna göre, Himmetoğlu Hasan oğlu Hasan; İkinci Kolordu, Altıncı Fırka, Onyedinci Alay, Birinci Tabur, İkinci Bölük, İkinci Takım, Onbirinci Manga neferi iken, 11 Temmuz 1915 sabahı Seddülbahir'de sol omuzuna şarapnel isabet ettiği, iki saat kadar sonra, saat 10.30 sıralarında şehiden vefat ettiği kayda geçirildi. Ayrıntılı olarak bu bilgilerin yer aldığı mahkeme kararı büyük bir kağıda yazılarak Kezban Hanıma teslim edildi. Artık tekrar evlenmesine bir mani kalmamıştı.

    Bu koca kağıtta yazılanlar aslında basit bir gaiplik davası kararı iken, sonradan Kelhasan'ın şehitlik beratı olarak düşünülmüş ve torunları tarafından bugüne kadar saklanmış. Kadir Haykır Abi bize gösterdiğinde hikayesini de anlattı. Ninesi Arapgızı bu karara ilk zamanlarda gözü gibi bakmış. Kağıt yapısı gereği ve sürekli açılıp aynı yerlerden katlanmasından dolayı üzerinde yatay ve dikey çizgiler oluşmuş. Bu çizgilerden biri uçtan yırtılmaya başlayınca Kezban Hanım iğne iplikle dikerek yırtığı durdurmuş. Kendisi ölene kadar belgeyi muhafaza etmiş. Ondan sonra ise eski yazılı karar, içeriği bilinmediğinden olsa gerek, kıyıda köşede kalmış. Sert ve kalın kağıt katlanınca daha sert durduğu için, tuz kabı olarak kullanılan koca bir ağda gabıcağına kapak vazifesi bile görmüş. Sonradan merak edip birine okutmuşlar ki bu kağıt parçası dedelerinin şehadet delilidir. O günden sonra onlar da itinayla muhafaza yoluna gitmişler. Kadir Abi fotoğrafını çekmemiz konusunda bile çekinceliydi...

    Uzun parantezi kapatıp Arapgızı'nın hikayesine devam edelim. Durup dururken mahkeme yoluna gitmemişti, kendisine bir talip vardı. Yakınlarda hanımı vefat eden üç çocuklu Çakaloğlu Bekir evlenme teklif ettiği içindi bütün bu mahkeme safahatı. Aslen Bolvadinli olan Kel Bekir ile evlenmeleri böyle gerçekleşti. 

    İkinci evliliğini 1920 öncesinde, mahkeme kararından hemen sonra yaptığı anlaşılıyor. Çünkü elimizde bu tarihte Kelbekir ile evli olduklarına işaret eden bir makbuz bulunuyor. Ne münasebetle yapıyorlardı bilmiyorum, herhalde vergi belirlemesine esas beyanname gibi hayvan varlığını gösteren belge düzenliyorlarmış. İşte 1920 tarihli o belgede "Kel Bekir zevcesi Kezban"ın iki sığır sahibi olduğu yazıyor. Sığırların sahibi Arapgızı gösterildiğine göre Kelbekir'in içgüveyisi olduğunu da çıkarabiliriz bu belgeden...

    Kimin olursa olsun, belgenin düzenlenmesinden iki yıl sonra ineklerden eser kalmadı. Çünkü 1921 baharından itibaren Eğret işgal edilmeye başlanmıştı. Yunanlar bir buçuk yılda köyün yenilebilir hayvan varlığını sıfırladılar. Koyun keçi, kaz tavuk, inek dana hatta öküzleri bile kesip yediler...

    Yunan kovulduktan sonra 1922'de Ali Osman, 1924'te de Halil adını verdikleri iki oğulları dünyaya geldi. İki yıl sonra Kelbekir de vefat etti... Belki önceden söylemeliydim, iki kocasının durumuyla ilgili Kezban Hanıma atfedilen bir nükte var, 'Benimki de gader işde, ilki Kelhasan, ikincisi Kelbekir, saçlısına denk gelemedim' deyesiymiş. Fakat kel olsun, kör olsun ikinci kocası da ölünce Arapgızı tam altı çocuklu bir duldu. Gerçi Kelbekir'in iki kızı gelin edilmişti, ama işte dört oğlan öylece duruyordu. Ve Kezban Hanım 38 yaşındaydı. Bundan sonra evlenmedi... 

    Yıllar geçti, Ali Osman ile Halil küçüktüler, ama Gambırömer ve Kelbekir'in Mustafa artık delikanlıydı. 1934'teki soyadı uygulamasında şehit kocasının sülalesine paralel olarak Haykır soyadını seçtiler. Bu seçimde Ömer'in etkisi olabilir, ama Kelbekir'in Mustafa da itiraz etmemiş.

    Bundan sonra Arapgızı Kezban Hanım, kendi oğlu Gambırömer'e Gocaguliz'in kızını aldı. Yukarıda sözünü ettiğim Kadir Haykır Abi ondan torunudur. Kocasının oğlunu dul bir kadınla everip içgüveyisi olarak onun evine yerleştirdi. Herkesçe Yenimısdık diye bilinen meşhur bakkal budur. 

    Kelbekir ile ortak oğullarının büyüğünü, yine dul bir kadın olan Çullugızı ile everip onun evine yerleştirdi. Komşumuz olduğundan çok iyi bildiğim Ali Osman Çavuşun hikayesi böyle. Küçük oğlu Halil'i de everdikten sonra, bütün yavrularını uçurmuş bir anakuş huzuruyla kendi yuvasına çekildi. Burası, yukarıda sözünü ettiğim Guyuderesi'ndeki evidir.

    Komşularının dediğine göre bu uzun boylu, zayıf, esmer kadın evinde yalnız yaşarmış. İzmir'e yerleşen Halil, ailesiyle yılda bir kere geldiğinde orayı silip süpürüp sıvarlar böylece evin genel bakım ve temizliği yapılırmış. Evine sadece namaz kılmak ve yatmak için gittiğini, gündüzleri vaktini genelde fırında geçirdiğini de söylüyorlar. Burada kendisine ikram edilen pide, hamırsız, bükme gibi ikramları da geri çevirmez; yerken sürekli bir şeyler anlatıp kendini dinletirmiş. Kızdığına en kötü söz olarak 'yanı beli gazılasıcalar!' diyen, iyi yürekli bir kadın olarak anlatılıyor.

    Bizim harabe halini bildiğimiz, şimdilerde temelleri ancak seçilebilen evinde Arapnine 1970 yılında vefat etmiş. 82 Yıllık ömrünün ancak 6+6=12 yıllık kısmında evliydi, bunlar da harp darp, işgal, yokluk kıtlık yıllarına denk geldi. Kırk küsür yıllık kesintisiz dulluğunun ne kadarını bu evde geçirdiği bilinmiyor...

    Gamlı baykuş gibi neden hep tarihin hüzünlü levhalarını, insanların acıklı hayatını anlatıyorsun diyorlar. Öyle de onun için...



23 Şubat 2025

Danagızı


    Balkan faciasıyla başlayıp cihan harbiyle devam eden ve ardından kurtuluş savaşıyla noktalanan on yıllık harp sürecinde Osmanlı yıkıldı, sonunda yeni bir devlet kuruldu. Siyasi askeri alanda bu böyle iken sosyal hayat anlatılacak gibi değil, tam bir faciaydı. Bu dönemin Eğret’teki yansımasını en iyi bireysel hayatları incelediğimizde anlayabiliriz. Birine odaklanıp bakalım, insanlar neler çekmiş.

    Sarılar diye bir sülale var kayıtlarda, üç kardeşler; Mehmet, Osman ve Zekeriya… Bir de üç kardeşi bir arada tutan ihtiyar anaları… Şimdi sadece kayıtlarda kalan bu sülale/ailenin nasıl yok olduğunu kısaca özetliyeyim.

    Büyük kardeş ve hane reisi Mehmet Dana kızı Şerife ile evleniyor. Şerife Hanıma böyle deniliyor, çünkü Danaların İsmail kızı… 1896’da bir kızları olunca adını Halime koyuyorlar. Sarıoğlu Mehmet uzun süren redif askerliğinden köye dönemeyince Halime kız daha küçük yaşta yetim kalıyor. İşte trajedi de böyle başlıyor, çünkü anası Danagızı Şerife’yi, şehit kocasının bir küçüğü Osman’a veriyorlar. Artık Osman emmisi Halime’nin hem amcası hem de babalığıdır. Şerife Hanımın iç dünyasını hiç deme gitsin… Halime’den başka çocuğu yok, fakat ikinci eşi de Çanakkale’de Arıburnu muharebelerinde kalınca Danagızı yine dul…

    Üç oğlanın en küçüğü Zekeriya’nın da paralel bir hikayesi var. Selimler/Esnanlardan Esma ile evleniyor, henüz çocukları yokken O da başka bir cephede şehit oluyor. Yani Esma da dul kaldı… Sonradan Gödecahmet’in üçüncü hanımı olacak, oradan doğan oğluna Esmenin Osman deyip anasına izafe edecekler, fakat konumuz o değil, Sarıların nasıl yok olduğu… Üç kardeşten geriye sadece Halime kız kaldı, anaları da vefat edince o hane kapandı. Bu arada ikinci kocasından da dul kalan Şerife Hanım üçüncü evliliğini yaptığında ellisine yakındı. Kendisinden daha yaşlı olan son kocası Veyisoğlu Hasan, Ösüzömer’in dedesidir. Danagızı Şerife Dadak 1947 yılında 71 yaşındayken vefat etti, böylece hem Sarılar hem de Danagızı defteri kapanmış oldu…

    Halime’yi unutmuş değiliz, hikayenin göbeğinde O var. Gelin olacak yaşa gelince Hatiboğlu Mehmet Ali’ye veriyorlar. Mehmet Ali’yi bugünün nesline tanıtabilmek için Çakırmehmet ve Çakırosman’ın emmisi olduğunu söylemek yeterlidir. Zehra ve Mehmet adını verdikleri bir kızıyla bir oğulları oluyor, velakin cihan harbi sonlarına doğru Hatiboğlu Mehmet Ali vefat ediyor… Anasının lakabıyla kendisinden söz etmenin bir mahzuru olmasa gerek, Danagızı Halime de iki çocuğuyla dul kalıyor. Zehra beş altı yaşlarında, ama Mehmet henüz taze çocuk…

    Aradan birkaç yıl geçince Eğret Yunan tarafından işgal ediliyor. İlk zamanlarda çok işgalci yok köyde, Sakarya muharebesinde bozguna uğrayınca geri çekilip Eğret’e tamamen yerleşiyorlar. Hoşlarına giden binaları karargah olarak seçiyor, evsahibinin bir sığıntı gibi damda samanlıkta kalmasına izin veriyorlarmış. Hatiboğlu Mustafa ve Mehmet Ali kardeşler, şimdi Çakırların olduğu yerlere evlerini yeni yapmışlar. Kardeşinden yadigar yetimlerle Hatiboğlu Mustafa burada yaşıyor. Yeni ve kullanışlı bina olarak işgalcilerin el koyduklarından birisi, içinde Halime ve çocuklarının da yaşadığı Hatiboğluların bu evidir.

    Bu dönemde herkesin dikkatini çeken işgalci komuta kademesinin karargahına sıkça girip çıkan bir Türk var. Eğretli değil, yabancı. Yunanla birlikte gelmiş köye… Sonradan anlaşılıyor ki Sakarya’da esir alınmış bir Türk askeridir. Elleri ayakları bukağılı değil, ama her taraf işgal altında olduğu için kaçıp kurtulamıyor. Bununla beraber tutsak olduğu halde çoğu zaman özgürce sağa sola girip çıkabiliyor. Köyde erkek namına yalnız yaşlılar ve çocuklar olduğu için bu garip Türk haliyle herkesin ilgisini çekiyor. En çok da karargah olması hasebiyle Hatiboğluların evde görülüyor. Bu arada Halime Hanıma kendini açık etmiş. Nasıl esir edildiğini, kabiliyetinden dolayı Yunanca’yı nasıl hemen kavradığını, bunu öğrenen işgalcilerin kendisini tercüman olarak kullandıklarını, bu ayrıcalıklı durumu sebebiyle serbestçe köy içinde dolaşabildiğini filan anlatmış. Yaklaşık bir yıl boyunca düşmanın öğrenebildiği gizli kararlarını gelip anlatarak işe yarar tüyolar vermeyi ihmal etmemiş. Türk ordusuna ulaştırılmak üzere bazı bilgiler elde ettiğini, bu anlamda casusluk yaptığını söyleyenler de var. Hasılı bu esir Türk askerinin işgal günlerinde Eğretlilere çok büyük yararı olmuş.

    Büyük Taarruz başladığının ertesi, 27 Ağustos Pazar günü Yunanlar can havliyle Eğret’i boşaltıyor, bir bölük jandarma bırakarak kaçıyorlar. Pazartesi günü onlar da kaçacak zaten… Bu arada esir Türk’ü de yanlarında götürmüşler, ama bir yolunu bulup kaçmış.

    İki gün sonraki büyük zaferden sonra ortalık durulunca bu gizemli yabancı Eğret’e geliyor. Halime Hanımı bulup, memleketine döndüğünü, dul ve sahipsiz bir kadın olarak buralarda heder olup gideceğine kendisiyle beraber Konya Ereğli’ye gelip ona eş olmasını filan söylüyor. Senin anlayacağın evlenme teklif ediyor…

    Danagızı Halime kabul etmiş bu teklifi. Zehra o sırada 9-10 yaşındaymış, amcasının yanına bırakmışlar onu, beş yaşındaki Mehmet’i yanlarına alarak düşmüşler yola… Ne kadar sürdü yolculuk, ne zaman vardılar bilinmiyor; yalnız Ereğli’de bir sürprizle karşılaşıyor Halime… Adam evli ve çocukları var…

    Öyle de olsa iyi karşılanmışlar. Adam (adam adam deyip durmamızın sebebi adını hala bilmeyişimiz) tavrını hiç bozmamış, Halime ve oğluna karşı hep sevgiyle yaklaşmış. Yani iki eşli de olsa mutlu bir ailelermiş. Onu bir dokuma fabrikasında işe yerleştirmiş, böylece Halime Hanım hem zenaat sahibi olmuş hem para kazanmış.

    Bir kızları olmuş, adı Makbule… Eğret’te kalan Zehra ablasına karşılık burada bir kız kardeşi daha olmuş Mehmet’in… Adam Mehmet’e de çok merhametli, hiç öyle üvey baba gibi davranmazmış… 1937’de başlayan askerliği, dünya savaşı nedeniyle uzamış, geç terhis olmuşlar. Bu dönemde harçlığını göndermeyi aksatmamış…

    Kimseye dememiş ama Mehmet’in içinde bir sıkıntı var. Askerden döndükten sonra dayanamayıp anasına açılmış. Buralarda sıkıldığını, köyünü özlediğini, her şeyi bırakıp Eğret’e dönmelerini teklif etmiş. Halime Hanım ise buna razı değil, dönseler ne olacak, memlekette bir dilim ekmeğe muhtaç olacaklar. Oysa burada kurulmuş bir düzen ve mutlu bir aileleri var… Baktı ki anası rızasıyla gelmeyecek, zorla alıp götürüyor Eğret’e. Bana bunu anlatan Berber Emmim ‘Resmen anasını kaçırmış’ dedi. Tabi O da bizzat Halime Nineden dinlemiş… İşin içinde kaçırma olunca Makbule’yi Ereğli’de bırakmak zorunda kalmışlar, ele ayağa dolanmasın diye… Belki de kaçırılmayacak kadar büyükmüştür, kim bilir…

    Biz dönelim Eğret’e… Eğret yirmi yıl önce bıraktıkları köy değil ki… Her şey ve herkes değişmiş, buraya da yabancılar, burada da yeniden başlayacaklar… Neredeyse kim oldukları unutulmuş; Mehmet’e Halimenin Mehmet diyorlar, zamanla bu sülale adı haline gelecek… Halimeninmehmet evlenip yeni bir yuva kuruyor, fakat Halime Hanım ne yapsın…

    1944 Yılında Çatalların İbiş’in hanımı vefat etmişti. Yedi çocukla bir başına kalan İbiş Tür ile Danagızı Halime Hanımın evliliği ilginçtir. Zehra Hanımın ölümünden sonra bir gün İbiş, Halime'den kendisine bir çift çorap örmesini rica etti. O vakitler örme ipçorap giyiliyor köyde ve İbiş’in çorap örecek kimsesi yok… Halime Hanım ise Ereğli’de dokuma fabrikasında yeteneklerini iyice geliştirmiş, örgüde maharetli biri olarak namlı… Ricasının kabulü, kadının olgunluğu ve hanımefendiliği dikkatini çekti. Bu arada büyük oğlu Yusuf askerden izinli gelmişti, evdeki altı kardeşinin perişanlığını görünce babasına bunun böyle gitmeyeceği, evlenmesi gerektiği hususunda telkinde bulununca, babası 'İyi madem, git iste.' diyerek Halime Hanım'ı kendine istemesi için oğlunu dünürcü gönderdi. Yani Halime Hanım'ı babasıyla evlenmesi için isteyen ve bu işe önayak olan Yusuf Tür oluyor...

    Kendisinden hayli yaşlı olan bir kadınla evlenmesini garip karşılayanlara İbiş şu cevabı veriyordu: 'Siz bilmezsiniz, bu kadar öksüz çocuğa ancak bu kadın bakabilir, onun için evlendim." Bu arada unuttuğum şu bilgiyi arzedeyim, Halime Hanım 1876 doğumlu olup İbiş ile evlendiğinde yetmişine bir kalmıştı… Gerçekten de büyük küçük yedi öksüze kendi çocuğu gibi kolkanat gerdi. Onlar da analıklarına karşı saygıda kusur etmediler.

    Çocuklarına bakacak bir hanımı bulduktan sonra İbiş Tür tekrar evlendi. Halime Hanım ise, oğulluğu Eyüp'ün evinde 1970 yılına kadar yaşadı... Dördüncü kocasının oğlunun evinde öldüğünde 94 yaşındaydı.

    Berber Emmime bu kadar ayrıntılı anlattığı hikayesine Danagızı Halime Hanımın duygularını ne kadar karıştırdığı meçhul. Ancak geçtiğimiz 150 yılda bir Türk kadınının çektiklerini yansıtması bakımından ilginçtir… O, dört kere yıkılıp iki kere parçalanmış bir ailenin tek anasıdır. İlk parçalanmada Eğret’te bıraktığı Zehra, Çullunun Ahmet ile evlenerek Çullular sülalesinin ninesi olmuş; lakin ikinci parçalanışta Ereğli’de bırakmak zorunda kaldığı Makbule’nin akıbetini bilemiyoruz… Hatırda kalan Halimenin Mehmet Kıy, bir kızına Makbule adını vermiş, bu kadar…



19 Şubat 2025

Hacıların Oda

    
    Hatırlıyorum burayı, ama zihnimde netlik yok. Yüksek bir bina, batı yakasında gocagapı, oradan beygir arabasını çıkarmakta olan Aşşağılının Osman Emmi, kapının kanatlarını tutan iki kişi daha, kim olduklarını bilmiyorum. Yerde çamur mu var ne, güz veya bahar olmalı. Kış değil, bundan eminim. Ne münasebetle orada bulunduğumu bilmem, mezarlığa doğru uzanan ara sokaktayım ve bu tabloya tam karşıdan bakıyorum. Bu kadar. Hacıların Odaya dair hatırladığım başka bir şey yok.

    Yıkıldığını ve yerine yeni bir inşaata başlandığını iyi hatırlıyorum bak. Daha önce hiç görmediğim insanların takgıdı tukgudu kalıp çakması, onun üzerine demirler döşenmesi bütün harala gürelesiyle dün gibi aklımda. Gün sonunda herkesin paydos edip sessizliğe terkettiği inşaatı, geceleri nasıl oyun alanına çevirdiğimiz de... Demek ki yaz mevsimine denk getirilmişti Kuran Kursu inşaatı...

    Kuran Kursu tarihi herkesin malumudur, biz yerine yapıldığı Hacılarınoda konusundan uzaklaşmayalım. 

    Tarihi geçmişini bilemiyoruz, şu kadar var ki bazı mahkeme duruşmalarının burada görüldüğüne dair kayıtlar var. Bunlardan birisi 1909 tarihlidir. Hacı Murat'ın odada bir şikayet görüşülüp karara bağlanmış. 

    Bütün davaları merkezde görmek gereksiz yığılmalara yol açacağından Karahisar Kadısı, çoğu küçük davanın mahallinde halledilmesi için bir düzenek kurmuş ve gezici mahkemeler oluşturmuş. Bunlar belli vakitlerde köylere giderek biriken bütün resmi işlemleri, yargısal davalar dahil, sonuçlandırıp dönüyorlar. İşleri bir kaç gün sürebildiği için bu gezici mahkemenin konaklama ve işyeri bulma görevi Muhtarda bulunuyor. Doğal olarak Muhtar odası bunun için ideal bir yer kabul ediliyor. 1909'daki davanın Hacılarınoda'da görülmesinin sebebi o sırada Hacı Murat'ın muhtar olmasıdır.

    Kayıtlarda yok, ama tahminen aynı döneme tarihlenen bir olay duydum torunlarından. Hükümet adamları Hacılarınoda'da ölenin doğanın kaydını tutuyorlar. Muhtar Hacı Murat görevliye lazım gelen bütün bilgileri veriyor, ama bilmediği bazı hususlarda ilgilinin bilgisine başvuruluyormuş, yahut velinin bulunma şartı var. Gademlerin Sarımehmet'i çağırtıyorlar, ev yakın zaten hemen gelmiş. 'Senin kızın nüfus kaydını yapıyoruz, adı neydi?' diye sormuşlar. Sarımehmet biraz duraklayıp başını kaşımış 'Gadıngız diyola da, ben bi adını soren de gelen' diye yekinince millet gülüşmüş, oradan birisi 'Otu len, gızın adı Zehra' deyip konuyu kapatmışlar. 

    Gadıngız Zehra Şık Ninenin 1905'te doğduğu düşünülürse, Hacılarınoda'daki bu olay ihtimal 1909 gibi yaşanmış olmalıdır. Fakat odanın tarihini daha ötelere çekmek gerekir ki bunun belgesel imkanı şimdilik yok. Bununla beraber Tanzimat sonrası ilk Eğret Muhtarının da Hacılardan olduğu unutulmamalıdır. Belki de ilk Muhtarlık ofisi olarak Hacılarınoda inşa edildi, kim bilir... 

    Ayrıca aynı sülaleden Hacıların Süleyman ve oğlu Davılcı Arif'in de muhtarlıkları var. Hadi Arif Azbay'ınki Cumhuriyet dönemi olsun, ama babasınınki Hacımurat'tan da önce olmalıdır. Bu durumda Hacılarınoda belli aralıklarla da olsa en uzun Muhtarlık odası vazifesini yürütmüş gibi görünüyor.

    Tam olarak tarihi belirlenemeyen bir olayı daha önce anlatmıştım. Tahsildar mı, öşür görevlisi mi, yoksa daha başka bir vergi memuru mu, her neyse biri gelmiş köye. Gündüz resmi işlerini burada gördüğü, geceleri burada konakladığına göre Hacılarınoda yine Muhtarodası. Köylü görevliye iyi bakıyor, her gün biri koyun kesiyormuş. Bir akşam haddinden fazla yemiş olacak ki, adam yakıleşmiş, feryat figan... Onun rahatsızlığı Eğretlileri huzursuz etmiş, ama ellerinden bir şey gelmiyor. Biri ordan demiş ki 'Almalı suyundan bi tas içerse bişeyciği galmaz!' Öteki itiraz etmiş 'Len adam bi goyun yidi, Almalı suyu nedivecek!'... Tavsiyesinde direnince 'Git geti o zaman' diye adamı gece vakti Almalı'ya göndermişler, diye anlatılıyor...

    Hacılarınoda'nın konumu da konuşulmalıdır, çünkü onun önemi biraz da merkezi bir yerde bulunmasına bağlı. Malum olduğu üzere, Zaviye orada bulunduğu için köyün merkezi kuruluşundan beri Sığıreğleği'dir. Son dönemde ise ona rakip ikinci bir meydan olarak şimdi Kahvelerin Önü dediğimiz yer ortaya çıkıyor. Gerçi o zamanlar kahve filan yokmuş, ama Hacılarınoda önü canlı bir hayata sahne olmuş. Altı yedi yolun birleştiği küçük bir üçgen adada bulunan oda, sosyal hayatın önemli noktaları sayılan diğer odalar ve fırınlarla çevrelenmiş. Ayrıca Yorgo'nun Dükkan olarak bilinen ilk bakkal ve gayet kullanışlı bir dolaplı kuyu da burada... Sonradan  açılan yeni bakkallar, yağhaneler, kahvelerle bu canlılık hep korunup bugüne taşınmış.

    Bir asır kadar önce belki bugünden daha hareketliymiş o meydan. Gençlerin toplanma alanı, çünkü bazı sportif faaliyetleri burada düzenliyorlar. Güreşiyorlar, met oynuyorlar, ağırlık kaldırıp tokmak atıyorlar. Sen sanırsın olimpiyat meydanı. Bu yüzden her daim şen şakrak, her vakit kalabalık...

    Davılcıarif meydandaki kalabalığa yaklaşmış bir gün, ve taşınacak beş altı dene çuvalı için yardım istemiş. Orada bulunma amaçları birbirlerine güç ve gövde gösterisinde bulunmak olan delikanlılar pek oralı olmamışlar. Müezzinin Ömer Kabadayı ile Hakkıların Patır Ahmet Yırgal Dayı gönüllü hamallığı kabul edip Hacı'nın peşinden odaya yönelmişler. Bunları üçüncü kata kadar çıkarıyor... Terasa yaklaşınca 'Burada denenin ne işi var' diye işkillendilerse de zirveye kadar çıkmışlar. 'Oturun şuraya, yiyin yiyebildiğiniz kadar' demiş Arif Dede... İşaret ettiği yere baksalar ki bir tekne bal... Şaşkın gençler iştahla bala yumulurken açıklamış: 'Bal var desem herkes gelirdi, iş var deyince bala layık olanlar geldi...'

    Maksadım fıkra anlatmak değildi, bu olaydan bazı çıkarımlarımız olabilir. Ömer Kabadayı Dedenin 1902, Patırdayı'nın 1908 doğumlu olması, olayın zamanı hakkında ipucu verebilir. Asıl önemli olan Hacılarınoda'nın üç katlı olduğu bilgisidir. Şüphesiz o günün Eğret'i için müstesna bir bina olmalıdır. Malum konumu düşünüldüğünde nereden baksan görünür bir Hacılarınoda'dan söz ediyoruz. 

    İşgalcilerin 1922 yılında Üyük'ten çektiği bir fotoğraf vardı. Merkezinde Gocacami bulunan bu fotoğraftaki bazı yüksek binaları anlayamamıştık. Bunlardan birisi Hacılarınoda olabilir.

    Oda yıkıldıktan sonra yerine yapılan Kuran Kursu tek katlı ve halen hizmette. Çevresinde bulunan evlerin tamamı yenilense de burası hala merkezi nitelikte. Gatgala'yı yutan kuyu kapanalı çok oldu. defalarca açılıp kapanan dükkanlar, kahveler var. Çok şey değişti senin anlayacağın. Fakat meydan hala her daim canlı ve Hacılarınoda'nın ruhu bunun tam merkezinde...



12 Şubat 2025

Şalsız Nine


    Tingildeklerden Yörük Tahir'e geçişte Celal Akyol abi ile görüşüyoruz. Notlarımı aldım, kafamda yazıyı tasarladım, tam sözü bitirirken 'Ha bir de Şalsız Ninem var' dedi. Bu yakıştırma ismi ilk kez orada duydum. Kadının gerçek adı nedir, kimlerdendir, neden böyle lakaplanmış gibi sorularım cevapsız kaldı. Sevgili Dede benzeri bir vaka ile karşı karşıyaydık. Onun kimliğini tespit etmek de epey meşakkatli olmuştu.

    Şalsız Nine'nin teşhisi o kadar zor olmadı. O vakit hayatta olan Kütahya'daki oğlu Ahmet Eşit ile iletişim kurdum. Onun anasıyla ilgili anlattıkları Şalsız Nine muammasını çözdü. Diğer kaynaklardan derlediklerimle hikayeyi toparlamaya çalışacağım. 

    Deli Osman diye de anılan Kethüda Osman'ın üç kızı 19. yüzyılın ikinci yarısında Dandır, Karacahmet ve Beşkarış'a gelin olurlar. Oğlu Ali ise Eğret'te ocağı tüttürecek kişidir. Nitekim Ali'nin küçük oğlu Süleyman'dan Cingenalilere, büyük oğlu Osman'dan da Mihrioğlulara çıkılır. Şalsız Nineye Mihrioğlulardan gidilecek, ama ondan önce Kethüda Deli Osman Dedenin hanımı olan Ümmühan Ninenin Tekelilerle bağlantısı olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu gereklilik şunun için, yukarıda üç ayrı köye gelin gittiği belirtilen kızlar bir yönüyle Tekelilerden oluyor... Malesef çok önemli bu bağlantıyı belgesel açıklamak mümkün değil.

    Kethüda Deli Osman Dedenin büyük torunu olan Osman'ı Afyonlu Mihri Hanımla evlendirdikten sonra aile Mihrioğlular diye bilinecek. Mihri Hanımın tek oğlu İbrahim ise yine Tekelilerden Habibe ile evlendiği anda Kethüda Osman torunlarının bu kolunun yeni adı belirginleşmiş oldu: Hebbeler...

    Hebbeler tarihi tamamen 20. yüzyıla ait olduğu için nispeten daha berrak. Onlarda Osman, Ayşe, Sultan, Mehmet ve Hasan Hüseyin olmak üzere beş kardeş var. Konuyu dağıtmamak adına biz Osman'a odaklanacağız. Ona Kötü Osman demeleri, büyük dedesinin Kethüda ünvanıyla ilgili olabilir. Bütün bunların Şalsız Nineyle alakası ne? Az sabır, oraya doğru gidiyoruz...

    Kader 1897 doğumlu Kötüosman'ın yolunu Osmanköy'e düşürür. Köyün sığırını güderken oradan bir hanımla evlenir. İki çocuğu olduysa da, daha küçükken vefat ederler. Derken hanımı da vefat edince, zaten ekmek davası sebebiyle geldiği Osmanköy'le bağı kesilir. Geri Eğret'e dönmesi beklenirken öyle yapmayıp Karacahmet'e gider. Belki de oradan bir davet gelmiştir. Tam da bu noktada, bir zamanlar büyük halalarından birinin Karacahmet'e gelin geldiğini hatırlayalım. O kanaldan bir davet almış olamaz mı?

    Karacahmet'e gelin giden Kethüda kızının torunlarından biri de Fadime idi, 1900 yılında doğdu. Gelinlik çağına gelince Muratlar köyünden biriyle everdiler. Hasan adını verdikleri bir oğlu da dünyaya gelmişti, fakat kocası vefat edince orada duramayıp köyüne, yani Karacahmet'e döndü. Tam da Kötü Osman'ın Karacahmet'e geldiği dönem... Üç kuşak öncesinden hala dayı çocuğu sayılabilecek Fadime ile Osman'ın evliliği böyle ayarlandı...

    Mihrioğlu Kötüosman'ın Karacahmet dönemi ne kadar sürdüğü bilinmiyor. 1941 Yılında Ahmet adını koyacakları oğlunun nerede doğduğundan da haberimiz yok. Bununla beraber aile son dönemini Eğret'te geçirmiş. Merhum Bacıdede, Kötüosman'ın ölüm tarihini 16 Ekim 1952 Perşembe olarak kaydetmiş. Bu bilgiden de ailenin o sırada Eğret'te bulunduğunu çıkarmak mümkün.

    Sık yaptığım bir uyarının yeri geldi. Olayları ve davranışları bugünün anlayışına göre değerlendirirsen yanılırsın. Her şeyi o günün şartlarına göre düşünmek lazım. Şimdilerde dul kadına kocasının maaşı bağlandığı için yeniden evliliğe sıcak bakmıyor, 'El evinde irezillik çekceğime, kendi evimde ırâtıma bakarın' diye düşünüyorlar. Amma eskiden öyle miydi... Karnını doyurmak için bile birinin nikahına girmesi gerektiğinden, yaşı kaç olursa olsun kısa sürede tekrar kocaya varırdı. Başka köyler arasında böyle evliliklerin yaygınlığına birinci sebep budur... Zaten Kötüosman ile Fadime Hanımın evliliği de böyle bir durumun eseri değil mi?  Evet, Fadime Hanım üç dört kuşak öncesinden Eğretlidir, bu anlamda köyde akrabaları var. Hakeza merhum kocası zaten Eğretli. Hatta şunu belirtelim, kaynanası Habibe Nine bile o vakit hala hayatta... Gelgelelim tek başına hayatını sürdürmesi mümkün değildi. Kısaca Fadime Hanıma tekrar evlilik yolu göründü.

    Takgasların Murat Dedenin taht-ı nikahına girdiğine yönelik bir bilgi geldi. Eğer doğruysa bu çok trajik bir evliliktir, zira Murat Dede Kötüosman'dan sadece yüz gün sonra 82 yaşındayken vefat ediyor. Bu ölümün acısını en fazla, yine açıkta kalan Fadime Hanım çekmiş olmalıdır. Çaresiz yine kocaya varacak, ama kime? 

    İki ikibuçuk yıllık arada birine daha varmış, dördüncü kocasını tespit edemedim, Eğret dışı olabilir. O da vefat etmiş... Bu arada Yörüktahir'in hanımı Türkmen Ümmühan Nine 1955 yazında rahmetli oluyor... O sırada Yörüktahir 57, Fadime Hanım 55 yaşında... Fadime Hanımın son evliliği de böyle gerçekleşti ve Yörüktahir'in 1968'deki vefatına kadar mutlu mesut devam etti.

    Burada tekrar geçmişe dönelim... Hatırlanacağı üzere Muratlarlı ilk kocasından Hasan adında bir oğlu vardı. Onunki de ayrı bir hikayedir, anasıyla tekrar yolu kesişmesi hasebiyle bir kısmını anlatayım. Anası kocaya vardıktan sonra onu galiba Efted'deki akrabalarının yanına yollamışlar, yahut oraya evlatlık gibi vermişler, burası net değil. Kesin olan şu ki çocuğun huzuru yok. Horlanma, dayak, aç bırakma vb. her türlü kötü muameleye maruz kalıyor. Çaresiz evden kaçıyor Hasan... Nereye gidecek? Elbette Eğret'e, anasının yanına... Onun Eğret'e ne zaman geldiği bilinmiyor, yalnız Tekelilerin Halil Temel 1946'da vefat ettiğinde oradaydı ve artık çocuk değil yetişkindi... Halil'den dul kalan Fadime Hanım ile evlendi. Karısı Fadime Hanım Cingenali'nin kızıdır, yani Kethüda Deli Osman'ın torunu... Bir asır önce vefat eden Kethüda'nın torunları evlenmiş oldu... Bundan sonra Yenihasan diye lakaplanacak olan Hasan Kocatepe, anasının köyünde anasıyla beraberdir... Yalnız ne de olsa karısının evinde, yani dıkma olduğu unutulmasın...

    İkinci eşi, onunla birlikte Eğret'e döndüğü Kötüosman'dan olan Ahmet Eşit'e gelelim... Babası vefat ettiğinde 11 yaşındaydı. Biri vesile oldu, Kütahya'ya gitti. Çeşitli alanlarda iş tuttu, en son yeni gelişmekte olan araba tamirciliğine yöneldi. Kütahya sanayisinin sayılı ustalarından biri haline geldi. Çok Eğretli'nin elinden tuttu, orada iş güç sahibi olmalarını sağladı. Kütahya'da yerleşikti, ama Karacahmet ve Eğret köyleriyle, oralardaki akrabaları ve bilhassa anasıyla irtibatını koparmadı...

    İşte 1968'de beşinci kocası Yörüktahir vefat ettiğinde, Fadime Hanımın iki oğlunun vaziyeti bu idi... Şaka maka kendisi de 68 yaşına gelmişti...  Ben vefatından kısa bir süre önce Ahmet Eşit ile telefon görüşmesi yapmıştım. Söz annesine gelince sesi birden güreldi ve 'Anamı öylece bırakacak değildim, aldım geldim yanıma' dedi. Fadime Hanım 1977'de oğlunun yanında vefat etti, bu sırada hala Yörük Tahir Akyol'un soyadını taşıyordu.

    Bunca lafa rağmen Fadime Hanıma neden Şalsız Nine dendiği hususu aydınlanmadığının farkındayım. Başkalarından zaten bir şey öğrenememiştim de, sorduğum halde oğlu da mevzuyu bilmediğini söyleyince iyiden iyiye ümitsizliğe kapıldım. Başka çare yoktu, lakabın sırrını mantık yürüterek çözecektik.

    Eğret giyinme kültüründe kadınların omuzuna attığı şal yoktur. Onlar bellerine doladıkları renkli dokuma kuşağa şal derler. Şimdi o şal kullanımı da sona erdi gibi, bir kaç yaşlı kadında görürsen ne ala... Yalnız yarım asır öncesinden söz ettiğimize göre, yine o günün şartlarına göre düşünmeliyiz. Hatırladığım kadarıyla şallı ve şalsız kadınların oranı yarı yarıya idi, bütün kadınlar şal kuşanıyor değildi. Öyle olsa, arada şalsız olan birine bu lakap takılarak diğerlerinden ayrılabilirdi. Hasılı Şalsız denildiğinde, yüzlerce şalsız kadın arasında yalnız Fadime Hanımın anlaşılması mümkün değildi.

    Bir kelimeyi çözümleyemediğimde huzursuz olurum, uyku dünek kalmaz bende. Yine öyle oldu... Zihnim bu hal üzere darmadağın uyumaya çalışırken biri kulağıma fısıldadı sandım:"O kadın şalsız değil, şanssızdı..." Tabii ya... Defalarca evlendiği halde bahtı gülmeyen kadına şanssız denmez de kime denir... Meğer Fadime Hanımın lakabı Şalsız Nine değil Şanssız Nine imiş...

    


02 Şubat 2025

Eyupler

 

Eyüp Dirlik, Hüseyin Duran, ..., Mehmet Diril

Mustafa Karakaya, İsmail Dirlik

Şerife Dirlik, Elveda Külte (Kopan)

Yalçın Öztürk, Tahsin Dirlik, Ahmet Bar, Ömer Okutan

Tahsin Dirlik, İdris Temel, Osman Haykır, İsmail Yonat ve Hasan Temel







01 Şubat 2025