İresil Hocanın Mısdık'la, yorulan zihnimizi dinlendirmenin en iyi yolu ikişer bardak çay içmek diye düşündük. Bu yüzden ilk akşamdan Takanın kahveye vardık. Daha kapıdan girerken, ilk masada Onu görünce sevindim. 'Senin ne işin var burada!' diye takılmayı da ihmal etmedim. Bir müddettir Afyon'da oturuyordu.
Hacapo ile damadı Salih Hoca, akşam namazı sonrası çay içiyorlardı. Bir iki hoşbeşten sonra Hoca kalktı; Hacı, Mısdık ve ben, sacayağı başbaşa kaldık. Oldum olası sohbetini ve onunla konuşmayı severim. O da konuşmayı sever; lakin çoğu onun düzeyine uzak olduğundan kendisinden pek hoşlanmaz, bu yüzden dinleyicisi de azdır. Hoca kalktıktan sonra kimse gelmezdi masamıza, gelmedi de zaten. Televizyon bangır bangırdı, oyun oynayanların şamatası filan derken, bizi duyan da olmazdı. Rahattık yani...
Dereden tepeden, şundan bundan konuşmaya başladık. Sohbet bazen tarih, din, felsefe kadar ciddiyet kazanıyor; bazen de askerlik, ileşberlik ve günlük hayata inerek komikleşiyordu. Nasıl oldu bilmiyorum, mevzu eskilerin ne kadar güçlü kuvvetli olduklarına geldi. Verilen örneklerle süslenen sohbet koyulaştı. Tek koluyla 5-8 demirlik çuvalı koltuğuna alan adamlar, bir eliyle kavradığı koyunu atın terkisine alan kadınlar, sabanı/pulluğu tabanca gibi tutup kaldıranlar, yaşanmış misallerdi. Son olarak Mısdık, Kütahya'dan buraya omuzunda buzağı taşıma olayını söyledi. Hadiseyi yaşayan kişi, Hacı'nın babası Çakır Mehmet imiş. Duymamıştım, meraklandım şimdi.
Hacı Apo, önemli şeyler söyleyeceği zaman takındığı tavrı aldı; ama sesi her zamankinden daha pes perdedendi. 'Aslında bunlar, tarihe kaydedilmesi gereken şeyler; lakin kim yazacak' diye söze başladı ve devam etti: 'Dilden dile, kulaktan kulağa aktarılırken yanına bişeyler daha katılıyor, olay bambaşka bir hale bürünüyor.' Hacı'nın yakındığı şey, işin aslının, ortalıkta anlatıldığından çok farklı olmasıydı. Doğrusunu anlatmasını istedik. 'Uzun olur, dinlemezsiniz' gibisinden bir şeyler dedi. İlle de uzun uzun anlat diye tutturduk.
İyi bir hikayenin gelmekte olduğunu hissedip vaziyet aldım. Yazarak not edemeyeceğimden telefonun kayıt ayarlarıyla uğraşıyordum. Hacı bunu farkedip 'Kim arıyor?' diye merakla sordu. Sesinde hafif rahatsızlık emaresi vardı. 'Kimse aramıyor' diye savuşturdum. O anlatmaya başlarken ben de kayıt tuşuna bastım.
"Tavşanlı'ya demiryolu yapılıyormuş, hangi yılsa. Bilallerin Apil Ağa, Garaguzuların Arif'in babası ile üçü buradan gidiyorlar. Ekimden sonra, Kasım ayı filan; harmandan sonra yani. Babam hep anlatırdı, 'Bende 5 lira va' derdi, onlarda o da yokmuş. Torbalarına birer ikişer ekmek alıyorlar, birer yorgan sarıyorlar, varsa o da... Kestirimden kestirimden, köyden köyden o tarafa gidiyorlar, rastgele... Yolda 50 kuruşluk helva alıyorlar, yiyorlar filan..."
"Biraz çalışıyorlar, kış bastırıyor. Çalışılmayacak duruma geliyor... El arabasıyla taş taşıyacaksın, toprak taşıyacaksın da demiryolu yapılacak... Bunlar yapılamayacak şekilde şartlar ağırlaşıyor. Kar bastırıyor. 'Çadırlan altından su akıyodu' derdi babam. Çadırların alt kısmı bir karış kadar yerden yüksekmiş... Bu duruma gelinince iş kalmadı diye çoğunu gönderiyorlar. Babam kalıyor, geri bırakıyorlar. Niye kalıyor? Efendim, Çakır Mehmet'in bilmem neyi için mi! Çok çalıştığı için...Üç ay kalıyor. Ötekiler bir ayda sepetleniyorlarsa, o üç ay kadar kalıyor orada. Tabi sonra ona da iş kalmıyor."
"Kütahya'ya geliyor. Bit pazarından bir tane şapka, bir tane pantolon ayağına... İşte 5 kuruşa şapka, 10 kuruşa pantolon alıyor, o günün parasıyla. Kazandığı parayı da dizine yamalık yapıyor. 50 lira... Ne olur ne olmaz, yolda çalarlar, soyarlar diye, aldığı pantolonun dizine yamıyor. Cebinde varsa beş on kuruş, bir lira neyse harçlık kalıyor; ama 50 lirayı böyle yamalık yapıyor dizine."
"İleride Kütahya pazarından bir tane bızağlı inek alıyor, 24 liraya, 25 liraya, 28 liraya her neyse... Demek ki iki inek parası kazanmış. Oradan yola çıkıyor, Kütahya pazarından... İneği yedeğine alıyor, bızağıyı da sırtına... Caferin Han dediğimiz bir han var, eskiden yolun üstündeydi hanlar şimdi değişmiş, Kütahya'ya 20-25 km filan, o civarlarda... Oraya kadar geliyor, bızağı sırtında. Orada geceliyor, handa yatıyor."
"Sandıklı tarafından bidenesi testi satmaya gelmiş. Testi, çömlek neyse... O da testiyi satmış bu yanna gelecek. Handa kalıyor gece... Ona diyor 'Bızağyı arabiye goyam...' İneği bağlattırmıyor arkaya. Neymiş, inek arabayı asılırmış... Buzağı arabadayken inek zaten arkadan gelir, asılmaz ki arabayı... Beygirleri zorlarmış, beygiri niye zorlayacak! Adamın kafa öyleymiş işte... Buzağıyı koyduğuna babam şükrediyor zaten... O zaman böyle güzel yol mu vardı; o köyden, şu köyden buraya kadar geliyorlar. O zaman Gasapların odası varmış, Bidakgelerin eski odası. Orada adamı misafir edip sabah da yolcu ediyor."
"Yani Kütahya'dan 25 kilometre sırtında getiriyor buzağıyı. Kütahya'dan çıkıyor... Zaten o hayvanla beş kilometre zor yürünür... Beş altı saat... O buzağı 40 kilo muydu, 50 kilo muydu..."
"Sen ekmek parası için işe git, çalış, inek getir... Bu olmayacak bir şey zaten. Herkesin gözü üstünde, gözlü mal... Üç dört ay sonra, harmanda, Ağustosta o inek çatlıyor. Herkes göz ediyor çünkü. 'Çakır Mehmet inek getmiş, şöneymiş böneymiş...' Sığırdan gelince bayram gün çatlıyor hayvan. Kurban bayramı günü... Hatta dayım rahmetli (Çolak Hüseyin) bize gelmişmiş, şamata gürültü kesiyorlar... Emmim rahmetli (Çakır Osman) da ağlıyor başında... Yok yav! Başka bir şeyin de yok zaten. Varın yoğun o hayvan... Babam ağlamamış 'Emeklerim boşa gitti' diye; ama emmim ağlamış yani..."
Hacı Apo, anlatımını bitirdikten sonra Mısdığa döndü ve gülerek 'Bu, gerçek... Hikaye bu... Yaşanan hikaye bu... Bundan sonra anlatacak olursan bu şekilde anlat, dekcene!" dedi. Gülüştük. Benim 'dekcene' kaydettiğimi bilmiyor tabi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder