Olayın kahramanı Turabiler, arada yabancı yok. Töbe, belki de var, kimliğini tespit edemediğimiz Hoca onlardan olmayabilir... Mekan Çayırlar mevkii... Zaman ise 1960'lı yıllarda bir gece...
Demek ki bu işlere ilgi duyuyorlardı, bir gece Obagumandanı elinde bir haritayla çıkageldi. Yusuf Külte'yi köyde herkes böyle tanırdı. Turabiler sülalesinin bilirkişisiydi, biraz da lider karakterli olduğundan sözü dinlenir, fikrine önem verilirdi. Geniş ailede topluca bir şey yapılacaksa son sözü O söyler, büyük küçük herkes dediğini yapardı. Haritada gösterilen yeri kazıp ne varsa çıkaracaklarını söyledi.
Harita Çayırlar'da bir yeri gösteriyor. Ekipte Obagumandanı'ndan başka kimler var; en büyükleri Doruk Mehmet Külte, Capbağın Mustafa Külte ve en küçükleri de Arif Külte... Ekibi şöyle de tarif edebiliriz, Doruk ve üç abisinden birer yeğeni.. Lakin unutmayalım, grup lideri tabi ki Obagumandanı...
Çıkıyorlar yola, levazımat da yanlarında. O günün araç gereci ne olsun; kazma, kürek, belki solluk, belki bir de fener... Dedektör nedir, bilinmiyor daha; icat edilmiş olsaydı yanlarında bulunur muydu, o da belirsiz... Fakat dedektör hassaslığında hazine yerini gösteren birini alıyorlar yanlarına, bir hocayı... Kim olduğunu belirleyemediğimiz Hocaefendi, toprak altındaki şeyin koordinatlarını çok ince bir sezgiyle hesaplayabiliyor. Dolayısıyla beş kişiler.
Dere tepe geçiliyor, Çayırlar'a varılıyor; yolun sola kıvrıldığı yerdelerken hedefledikleri noktada bir ışıltı görülüyor, hemen kaybolduğu için bunu bir göz yanılması gibi düşünüyorlar. Çayırların orta yerinde bir yerde duraklıyorlar. Obagumandanı'nın adımlamalarına göre kazılacak yeri belirliyorlar...
Kazıcılar işe girişirken Hoca da kendine uygun bir yer bulup oturuyor. Çünkü kazı çalışması buraya kadar Obagumandanı yönetimindeydi, bundan sonra Hoca'nın yönlendirmesine ihtiyaç var. İşin tılsımı neyse ona göre okuyup üfleyecek, içine doğan sezgiyle de aranılan şey her neyse ona ulaşacaklar.
Dediklerine göre kazmayı vurdukları yerde tuhaf bir şey farketmişler. Sanki görünmez bir hatla ayrılmış gibi, bir tarafın toprağı yumuşak ve kazması kolay, diğer taraf ise kaya gibi sert. İster istemez yumuşak tarafa ağırlık veriyorlar. Lakin dedektör hemen ötüp uyarı veriyor;
- 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ, orda bişey yok, boş... Siz şu tarafı gazıñ...' Onun dediği tarafa yöneliyorlar, ama hem çok sert, hem de içlerinden bir ses gömünün diğer tarafta olduğunu söylüyor. İç sese kulak verdiklerinde Hoca hemen gürlüyor;
- 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ, orda bişey yok, boş...' Böyle böyle, bir o tarafa bir bu tarafa dönüyorlar. Ne kazdıkları belli, ne kazmadıkları... Hoca'nın işaret ettiği yer binlerce yıldır kazılmamış gibi sert, Allah nasıl yarattıysa öylece kalmış sanki. Hatta demir çakmaya çalışıyorlar, geçmiyor... Gelvelakin Hoca çok kötü yemin ediyor;
- 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ!' deyince işin rengi değişiyor... İki arada bir derede n'etdikleri belli değil, zaten iş de üremiyor, bir şey kazdıkları yok;
- 'Hadeñ gidemiñ bali' deyip ekipmanları toplayarak köye dönüyorlar...
Hoca evine gidiyor, onluk iş kalmadı çünkü. Bizimkiler odada durum değerlendirmesi yapacaklar. Capbağın Mısdık;
- 'Le Ağa, biz yânış yeri gazdık, Hoca'nıñ dediği yer böne böne...' deyince ona hak veriyorlar. Hemen şimdi, ama Hoca'sız giderek istedikleri yeri kazmaya karar veriyorlar. 'Hadeñ toplanıñ bakam...'
Yine yolun Çayırlar'a döndüğü noktaya geldiklerinde, biraz önce terkettikleri kazı alanında tuhaf bir şey görür gibi oluyorlar. Sanki bir araba oradan Cumalı'ya doğru uzaklaşıyor gibi... Vardıklarında bunun bir yanılsama olmadığı, gördükleri arabanın gerçek olduğunu anlıyorlar. Birileri gelip Hoca'nın 'Güneşim dönsüñ ki boş' diye yemin billah ettiği yeri kazarak boşaltmışlar. Aha küpün yeri de kalıp gibi orada duruyor...
Ne yapsınlar 'Heeyvak! Heeyvak!' diye dövünmekten başka ellerinden bir şey gelmiyor. Araba çoktan Macur tarafında kayboldu, giderken içlerinde umuda dair ne varsa ardından sürüdü. Onlara kala kala küpün boş mezarı kaldı. O boşluğa bakıp bir süre için için sessiz ağıt yakmışlar... Belki boşluğa anlaşılmaz küfürler de savurmuş olabilirler... Hatta Hoca da bu küfürlerden nasiplenmiş olabilir...
***
Giden geri geleydi Dedem gelirdi... Çayırlar'da uçan fırsat bir daha geri gelmedi. Bu arada dört kafadar Turabi'nin toplu veya bireysel olarak yeraltı, yerüstü çalışması yapıp yapmadıkları bilinmiyor. Yalnız aradan bir kaç yıl geçtikten sonra ikisi, Capbağın Mısdık ile Arif Külte Turgutlu'ya gidiyorlar. Neden Turgutlu? Çünkü ekmek parası için herkes o taraflara gidiyor, en azından harmanlara kadar bir miktar para kazanma yolu bu. Hiç yoksa orada sürekli amele isteyen tuğla fabrikaları var...
Amele pazarında bekleşiyorlar... Bilen bilir, amelelerin iş beklediği yerler köle pazarı gibidir. Bir beyaz adam gelir, herkes etrafına üşüşür, kibirli efendi 'Sen, Sen, bir de Sen...' diyerek mal seçer gibi işçilerini alır götürür.
Bizimkilerin başına öyle bir şey gelmiyor tabi... Beklerlerken yeni, gösterişli bir pikap gelip yanlarında duruyor. Bugünün 4x4 bilmemnesi diye düşün, öyle bir araba... Sanki onlar için gelmiş gibi;
- 'Siz ikiniz, atlayın arabaya' diyor. Atlıyorlar Mısdık içeriye, Arif kasaya... İstikamet tuğla fabrikası... İçeride adamla Mısdık yapacakları işi, alacakları yevmiyeyi filan konuştuktan sonra, adet olduğu üzere meşhur 'Memleket nere?' sorusu geliyor... 'Afyon'... 'Neresinden?' 'Eğret'... Eğret adını duyunca adam coşmuş... O coşkuyla iki kere direksiyona vurup;
- 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün ki ben bu arabayı Eğret'ten aldım.' demiş. Bu söz Mustafa Külte'ye pek bir şey ifade etmemiş. Bir vakit önce hayatının dönüm noktası olan bu bir kaç kelimelik laf onda bir çağrışım yapmalıydı, yapmamış; bir şekilde ayıkmamış... Arabanın Eğret ile bağlantısına dair sorduğu soruya cevaben adam devam etmiş. Yine iki kere direksiyona el vurarak;
- 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün ki vallayi billayi ben bu arabayı Eğret'ten aldım. Sizin köyde define aramaya çıkmıştık. Köyün aşağı yanında Çayır diye bir yer var, orada kazacağımız yeri ararken birilerinin geldiğini gördük. Oradan fazla uzaklaşmadan saklandık. Beş kişilerdi, dördü kazıyor biri onları yönetiyordu. Bir yere odaklandıklarında yönetici 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün, orda bişey yok, boş...' diye başka yeri gösteriyordu. Böylece bir miktar kazdıktan sonra çekip gittiler. Onlar ayrıldıktan sonra biz kendi hesabımıza göre kazıp parayı bulduk. Ben bu arabayı payıma düşen ile aldım...'
Capbağın Mısdık bütün bunları dinlerken hop oturup hop kalkmış. Arada lafa girmeye bile mecali kalmamış. Sonunda;
- 'Len vallâ onnâ bizidik...' diyebilmiş.
- 'Deme len!'... Şöyleydi böyleydi derken, o geceyi, sonrasını, nasip kısmeti filan konuşmuşlar... Fabrikaya vardıklarında da pek çalıştırmamış, muhabbete devam etmişler. Adam bunlara on onbeş yevmiye miktarı para vermiş...
Dört Turabiden hayatta olan Capbağın Mustafa Külte'den defalarca dinlediği bu kıssayı biri anlattı, ben de yazdım, okuyanlar ise kendilerine düşen hissesini alsın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder