Burada senfoniyi sağlayan; çoban haykırışları, eşek anırması, değnek takırtısı, sürünün ayak tıpırtıları ve rengarenk meleyişleri kadar boyunlarında taşıdıkları çeşit çeşit enstrümanları, yani çañlarıdır.
Dışarıdan bakan yabancı gözlere hepsi birbirinin aynı gibi görünen çañlar, işin ehlince farklı gruplara ayrılıyor. Grup içindeki her bir çañın bir benzeri bulunmadığını savunanlar da var. Onlara göre çañlar elle yapıldığı için, ses karakterini ustanın çekiç darbeleri belirliyor. Seri üretimden söz edilemeyeceğine ve usta bire bir aynı işlemi bir başka malzemeye uygulayamayacağına göre, her çañ benzersizdir.
Her biri ayrı birey olan çañları yine de bazı özelliklerine göre gruplandırıyorlar. Bunu belirlerken boyutu, rengi ve sesi göz önünde bulunduruyorlar. Boyutuna göre adlandırma yapıldığında büyükten küçüğe çañ adları şöyle sıralanıyor: Gaba, orta, çeñe, garayedek, guzuyedeği...
Bunların dışında büyüklüğü hakkında bir fikir edinemediğim adayedeği ve takayı da saymak gerek. Ayrıca guzuyedeği, garayedek ve adayedeği isimleri üzerinde durulmalı. Çünkü yedek kelimesi yedmekle bağlantılı düşünülüp, bu çañı takan hayvanın geridekileri peşinden sürüklediği gibi bir mana kastedildiği açıktır. O vakit çañ isimlendirmelerinde onun işlevi de dikkate alınmış demektir.
Sürü ününde yürüyen eşeklerin boynuna kocaman bir çañ takıldığı da aklımda kalmış. Onun özel bir adı var mıydı, bilemeyeceğim...
Sarıçañ genellikle pirinç malzemeden yapılan çañlara verilen ortak isimdir. Diğer çañlara göre biraz daha küçük olan sarıçañlara zil adı da veriliyormuş. Tombul değil de kendine has konik yapısından dolayı zil denildiğine inanıyorum. Ne de olsa elle çalınan eski okul ziline benziyor...
Gelelim çıkardığı sese göre çañ isimlerine... Liklik, takırdak, tıkırdak, şıñşıñ, cura, tıktık... Anlaşılacağı üzere cura dışındaki bu isimler, anlamsız yansıma sözcüklerdir. Bünyesindeki ses ve hecelerden, işaret ettiği çañın çıkardığı sese ulaşabilirsiniz. Bunu tarifle anlatmak çok zor; ama şu kadarını söyleyeyim, liklik kuzulara takılırmış...
Sarı renkli; etek kısmı azıcık aralı, neredeyse kapalı küçük çañlar hatırlıyorum. (Kuzulara takıp liklik adını verdikleri bu çañlar olabilir.) Ses oluşumunda etek aralığının mutlaka payı vardır. Keskin, boğuk, ince, tok vb. ses tanımlamalarında etek aralığı önemliyse ve çañ adlandırmalarından sese gidebilirsek; liklik kapalı bir zil/çañdır demeliyiz...
Çeşitlerini saydıktan sonra, hepsinin birleşiminden ortaya çıkan o malum besteye dönebiliriz... İşin ustaları, sürüye takılacak çañ cinsleri iyi belirlenirse çobana ve millete güzel bir müzik dinleteceğini söylüyorlar. Elbette bunun için çoban kulağının bir sanatçı inceliğinde olması, çañ çeşitlerini ve çıkardığı sesi iyi tanıması, yani kısaca müzik kulağına sahip olması gerekir. Böylece uygun çañları uygun hayvanlara takarak, resmen nota düzenlemesi yapmış oluyor. Siz buna beste mi dersiniz, aranjman mı bilemem...
Çañ düzenlemesi laf olsun diye yapılmış bir şey değil; bunda hem estetik kaygı hem de sürüye hakim olma kabiliyeti var. Dediklerine göre guzuyedeği ile çeñe, orta ile garayedek çañları eşleştirildiğinde güzel ötermiş. Bunun gibi birbirini okşayan çañların bir arada bulunmasına dikkat ediyorlar. Aksi takdirde kulaklar tırmalanıp yoruluyor... Bir de çoban düzenlemesini kendisinin yaptığı çañları nerede olursa olsun tanıyabiliyor. Böylece çañlardan kendi sürüsünü, onların şiddetinden de sürünün uzaklığını hesaplıyor, hatta nokta atışı lokasyon belirliyor 'Benim goyun Gediği gavradı' deyip oraya yöneliyor.
Sadece sürü çobanı değil, başka çobanlar da sırf bu çañlardan yola çıkarak kimin sürü nerede olduğunu anlarlarmış. 'Falancanın yedek sesi bu, öteki de filancanın cura...' diyerek kimin nerelerde bulunduğunu anlarlarmış. Bu yüzden rastgele çañ alıp takmak doğru bir davranış kabul edilmiyor...
Tahmin edileceği gibi bazı durumlarda çoban için çañ, koyundan daha değerli olabilir. Çok hoşuna giden, benzerini çarşıda pazarda bulamayacağı çañları çalmaya kalkan çobanlara da çok rastlanırmış. Onlar bir sürüye dalar, koyuna kuzuya bakmadan kulağına takılan çañı bulup çözermiş... Buradan çañ hırsızı diye bir kavram çıkar mı, çıkar...
Anıtkaya'da Cumartesi günleri kurulan hafta pazarında mutlaka bir çañcı sergisi bulunur ve ekseri Kelibanın dükkanın önüne yayılırdı. Çobanlar iki parmağı arasında tuttuğu sapından çañları sallayarak hangisini alacağına karar verirlerdi. Bazıları bir enstrüman ustası titizliğiyle onu kulağına yaklaştırır, biz fanilerin fark edemeyeceği frekansı yakalamaya çalışırdı. Bazen de iki çoban yan yana gelerek mesleğin inceliklerine dair bir sohbete dalıp çañları unuturlardı...
Çañ konusunu kapatmadan Çañlı Hüseyin Karakaya'yı anmak gerek. Annesiyle Eğret'e küçükken gelen yetim Hüseyin, o çocuk aklıyla boynuna çañ takarmış. Boynuna taktığı bu çañın sonradan kendine ve ailesine lakap olup Çañlılar denileceğini nereden bilsin...
Çañlı Hüseyin Karakaya 1971'de vefat etti. Köyün yüze yakın koyun sürüsünden eser kalmadı. Sürüler azaldı ve küçüldü. Çañdan ve müzikten anlayan çobanlar birer birer göçtü. Her sabah ve akşam Anıtkaya sokaklarından tozu dumana katarak yaylımdan gelen ve yaylıma giden koyun sürüleri de yok, sürüden yükselen tarifsiz senfoni de...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder