01 Ağustos 2023

Hazine Bekçileri 2- Altını Yele Vermek

     
    Bugün de öyle değil mi; büyüklerin öğütleri gençler tarafından yolgösterici olarak algılanmıyor. Her nasihata neredeyse hurafe gözüyle bakılıyor. Denilenin tam tersini yapmak için adeta yarışılıyor...

    Gocasan babasının nasihatını dinleseydi iyiydi, o kadar zahmete girip de define peşine düşmez, bulamayaınca da hayal kırıklığı yaşamazdı. Oysa Mazinin (Müezzinin) Ömer, nişan taşını bile bulamayacaklarını açık açık söylemişti. Gocasan ne yaptı, inatla; 
    - 'Çıkarıp getireyim de gömü nasıl bulunurmuş görün!' diye dellendi... Allah'tan başlarına kötü bir şey gelmedi, ya babasının diğer anlattıkları gibi bir şeyler yaşansaydı!... 

    Başkalarının dediklerine kulak asmasa bile babasının bu konuda söylediklerine itibar etmeliydi. Neden?... 

    Mazinin Ömer'in uzun zamandır muzdarip olduğu bir rahatsızlığı vardı. Zaman zaman bütün vücuduna yayılan bir uyuşukluk hali oluşuyordu. Vakitli vakitsiz ortaya çıkan bu uyuşukluğun sebebini anlayamıyorlar, önceden bir belirti de göstermiyor... Oturduğu yerde uyuştuğu zaman kendinden geçer, 10-15 dakika sonra hayatına kaldığı yerden devam ederdi. Çevresindekiler de onun bu rahatsızlığına alışmışlardı, yapacak bir şeyleri olmadığından sessizce geçmesini beklerlerdi...

    Bazıları Ömer Ağanın rahatsızlığını, gençliğinde yaşadığı bir olaya bağlıyor... 1920'li yıllarda Sarıcaova taraflarına yakacak odun getirmeye gitmiş. Ormanlık alan olduğu için ora köylülerine çam dallarından veriyorlarmış, onlar da fazlalıkları satıyorlar... Galiba Yunan her yeri olduğu gibi bizim Dağın meşesini de talan etmiş, bu yüzden bizimkiler bir süre yakacak odun ihtiyacını oradan buradan temin etmişler...

    Dombey arabasına çamı sarmış, düşmüş dönüş yoluna... Tıngır mıngır gelirken arabanın yanında peydahlanan bir keçi bee-ee! bee-ee! diye çığırıp duruyor. Yiisst! demiş gitmemiş, keçeayyt! diye bağırmış, keçi hala arabanın yanından ayrılmıyor... Doovaa! diye dombeyleri durdurup arabadan inmiş, kucaklayıp keçiyi yukarı atmış... Arabaya bindikten sonra keçi sakinleşip, sesini kesmiş... Mazinin Ömer de onun sakinleşmesinden memnun dombeyleri datdeyip yola devam etmiş... 

    Ne kadar yol aldılar bilinmez, bir ara elini atmış, şaşırmış;
    - 'Len senin da...akların da varmış' diye şaşkınlığını belirtince, bizim sakin keçi dile gelmiş;
    - 'Ne sandıydın ya, tabi ki de var...' Bunu duyunca Mazinin Ömer'in şaşkınlığı korkuya dönüşmüş... Daha ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememişken; o güçlü kuvvetli dombeylerin arabayı çekemediğini fark etmiş... Duraklayan arabadan atlayan keçi dombeylerin önüne geçince dağ gibi uzayıvermiş... Bir insanın içini ürpertecek, belki ödünü patlatacak ne varsa onların hepsini Mazinin Ömer bir kaç saniye içinde yaşıyor... Bu olaydan sonra uyuşma rahatsızlığının ortaya çıktığına inanılıyor...

    Başka bazılarının fikrine göre; bu olay sırasında Mazinin Ömer her insan gibi korktu, ürperdi, ama o kadar... Keçi ortadan kaybolunca yoluna devam etti, anlatılmaya değer olağanüstü bir hatıra olarak kaldı; ruh ve beden sağlığında kalıcı iz bırakacak kadar da önemi yoktu... Yani ondaki uyuşma rahatsızlığını bu olaya bağlamak doğru değil, daha önemlisi var...

    Taş ocağında taş çıkarıyorlar, herhalde ağıl yapacaklar. Lafı uzatmayalım, lingirdek bir taş var ne kadar uğraştılarsa kımıldatamıyorlar yerinden. Ya ana kayadan kopmadığını ya da kökünün çok derinde olduğunu düşünüyorlar. Yalnız o parça halledilmezse ocak kısır kalacak, mutlaka kırılması yahut çıkarılması lazım... Uzun uğraştan sonra nihayet azıcık kıpırdadığını görünce seviniyorlar. Mazinin Ömer manivelayla biraz daha uğraşıyor, ama hepsi o kadarmış, daha fazla yerinden oynamıyor...

    Yanındakiler, şimdilik bırakıp sonra devam etmeyi teklif ediyorlar, Ömer Ağanın kafasına da yatıyor bu fikir. Manilayı bırakırken taşın kenarından bir yılan süzülüveriyor. Bütün yılanlar öyledir, ama bu sanki daha bir korkunç görünmüş... Herkes korkmuş, en yakınında olduğu için en çok korkan da tabi ki Ömer Ağa oluyor... Yılan çekip gitmiş, bunlar da içlerinde buz gibi ürpertiyle oradan ayrılmışlar...

    Taşçılar gidip toz duman yatıştıktan bir müddet sonra iki çocuk gelmiş ocağa, bilin bakalım kim? Kelsaleğin Cemal (Kirli) ile Şaban Azbay... Öküz güdüyorlar oralarda hem de kendi aralarında oyun çıkarıyorlarmış... Herhalde oyun icabı yolları, az önce iş bırakılan ocağa düşmüş. Birisi elindeki değneğin ucunu bir kaya çıkıntısının altına sokup gañırttırmış... Kayanın çıkacak gibi olduğunu anlayınca bir daha yoklamışlar, hoop taş devrilmiş... Az bir kısmı görünen küpü farketmişler, devrilen kayanın yerinde... Değnekle kaza kaza çıkarmışlar küpü... Kapak gibi bir taşı çıkarıp attıktan sonra, küçük küpün içi sarı renkli kumla dolu olduğunu görmüşler... Sarı haşhaş görünümlü bu tozu, haşhaş saçar gibi saçmışlar, savurmuşlar ortalığa... Haşhaş saçma işi bittikten sonra da küpü çarpmışlar kayaya... Sonra oynaşa oynaşa öküzlere doğru yönelmişler...

    Taşçılar ertesi gün ocağa ürkek adımlarla yaklaşırken küpten de, içindeki sarı haşhaş renkli kumdan da habersizler. Onların kafasında sadece önceki gün ayaklarının altından süzülen korkunç yılan var... Kayayı, yerinden oynamış öylece ortalıkta yatar görünce hem şaşırıyor, hem seviniyorlar. Yanındaki çanak kırıklarını görünce sadece şaşırıyorlar... Kayanın önceki yerinde boş küp yatağını gördüklerinde ise sadece üzülüyorlar...Günler sonra küpün başına gelenleri öğrendiklerindeyse yalnızca buruk bir gülümseyiş beliriyor dudaklarının  ucunda...

    Mazinin Ömer'e arız olan uyuşukluğu, taş ocağında süzülen yılana bağlayanlara göre; o korkunç yılan hazine bekçisidir. Görevi, muhafızı olduğu küpün insan eline geçmesini engellemektir. Görevini hakkıyla yerine getirmiş, tam ortaya çıkarılacağı anda insanların oradan uzaklaşmasını sağlamıştır...

    İşin bir yönü böyleyken... Diğer yandan, güçlü kuvvetli insanların manivela ile kaldıramadığı kayayı iki çocuğun elindeki değneklerle kaldırması izaha muhtaç... Burada başa dönüp hazine-yılan-ejderha mazmununu hatırlamalıyız:

    Edebiyatta hayal/fikir kalıplarına mazmun denir. Şair ne söylemek istiyorsa yüzyıllardır değişmeyen bu mazmunlar yoluyla söyler. Misal, bülbül güle aşıktır; sevgilinin yüzü Ay'a, boyu selviye, ağzı hokkaya, saçı yılana benzer; sevenler kavuşmaz, ayrılık aşkı besler; aşık, sevgiliye hasretinden sürekli ciğeri kebap olacak kadar yanar vb... Bunlar asırlar öncesinden oluşmuş anlatım kalıplarıdır. Şair diyeceğini böyle kalıplar üzerine bina eder ve ortaya şaheser sözler çıkar... Divan edebiyatının çok kullanılan mazmunlarından biri de yılan-hazine metaforudur. Buna göre her hazinenin bir bekçisi vardır ve bu bekçi yılandır. Temel görevi hazineyi başkalarının eline geçmesin diye korumak olan yılan, belli bir yaştan sonra ejderhaya dönüşür. Daha da güçlenen bu yaratık, görevini yaparken yeni silahlar da kazanmıştır. Birileri yer altında gizlenmiş hazineyi bulmak istediğinde bu silahlarını ve olağanüstü güçlerini devreye sokarak onu korur. Sözü edilen silahlar arasında sihir ve büyü de var. Yer altına gömülmüş paralara (gömü/define) ve mağaralara, kuyulara gizlenmiş hazinelere ulaşmak; ulaşılsa bile onlara sahip olmak bu yüzden çok zordur...

    Neticede, yılan hazineyi aklıbaşında insanlara vermektense éle vermeyi tercih etmiş ve çocukların eline geçmesini sağlamış. Onlar da saçıp savurarak yéle vermişler, ayrı mesele...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder