Cuma Namazından sonraki çalgı sesleriyle düğünün başladığı anlaşılır. Düğünün bu en yoğun safhasındaki asıl eğlenceyi sağlayan başat unsur çalgıdır. İlk zamanlarda yalnızca dümbek denilen dini müzik aleti kullanılırmış çalgı olarak... Her tekkede, zaviyede bulundurulduğu için kolay ulaşılabilen kudüme Eğretliler dümbek diyorlar... Sokak çalgısı olarak düğünlerde dümbek çaldırırlarmış... Kapalı mekanda, odalarda ise cura ve saz çalıyorlar... En son 1975'teki bir düğünde dümbek çalındığını hatırlıyorum...
Karacahmet Sultan'ın etkisiyle orada uzun süre çalgı çalmak doğru bulunmamış, hatta Cumhuriyete kadar hiç çalgı yokmuş. Sadece dümbek çalmaya izin varmış. Bu yüzden dümbek Karacahmet'te çok yaygınmış. Bizimkiler de dümbek lazım olduğunda bellemişler, hemen oraya müracat ederlermiş. Ekseri Dananın Çolak ile Tekeli, düğünlerde dümbeği tercih ettikleri söyleniyor ...
Bir dönem de davul zurna çalınıyor. Dümbeğe göre daha gür sesli davul tercihinin yanına zurna da eklenince resmen çalgı topluluğu dönemi başlamış oluyordu. Davul zurna ikilisinin sokak çalgısı olarak Cumhuriyetten önce görüldüğü düşünülebilir. Belki sadece davula dellal duyurularında da rastlanıyordu; ama sokak-oda çalgısı diye bir ayrım yapılmadığını düşünüyorum. Çünkü sokakta ve ayakta cura çalındığına dair bir kaç olay var... Belki de dümbekle davul zurna aynı dönemde eş zamanlı kullanılıyordu ve hem dışarıda hem içeride saz çalınarak düğünler şenlendiriliyordu...
Bizim köyde Davulcu Kelhalil (Halil Göz) ve Düdükçü (Ramazan Zenger) unutulmaz davul-zurna ikilisidir. Nefesli çalgıların hepsine kısaca düdük denildiği için, ayrıca zurna ayrımına gitmeyerek adama lakap olacak şekilde 'Düdükçü' denilmesi ilginçtir. Davul o kadar değil ama, zurna çalmak gerçekten maharet istiyor. Kelhalil öldükten sonra davulu bir kaç el değiştirmiş; lakin Düdükçünün ölümünden sonra Anıtkaya'da zurna çalabilen kimse duymadım... Ne de olsa zurnada peşrev yok...
Meşhur zurnacılardan biri de Bataklı Cafer Ağa'dır. Anıtkaya'da çok düğünde çaldı. Davulcusuyla birlikte hem çalar hem oynarlardı. Ayrıca geleneksel Türk Tiyatrosunda önemli bir yeri olan köy seyirlik oyunlarını sergilemede de usta birisiydi... En son yaşlılık döneminde, 1992 yılında bir düğünde çalarken izlemiştim...
Davul zurnanın tarih olmasına sebep daha modern enstrümanların ortaya çıkması, medya ve iletişimin gelişmesine paralel müzik zevkinin değişmesidir. Bu iki emektar çalgıyla istenen coşkulu eğlencenin sağlanamayacağı anlaşıldı, unutulmaya terkedildiler. Bununla beraber davul zurnanın bitkin düşme, can çekişme, sekerat ve ruhunu teslim etme süreci beklenenden uzun sürdü. Yoksa, çok aletli çalgı takımı 1970'li yılların başında ortaya çıkmıştı bile...
Aslında çok çalgılı çalgıcılar ile davul zurnanın temelde bir farkı yoktu. Çalgıcılar dediğimiz yeni takım iki vurmalı, iki nefesli toplam dört çalgıdan oluşuyordu. Bildiğimiz davulun tepesine bir büyük zil eklenmişti. Davulun yanına debirdek dediğimiz bir küçük trampet eklenmişti. Düdüklere gelince... Halk arasında gırnata olarak bilinen klarnet ve onun yanında tuşlarla biçimlendirilen trompet... Davul zurna işte bunlara yenik düştü...
Zamana göre galip görünen çok aletli çalgıcılar ise genelde Tekkegaren (Kayıhan)dan çıkmışlar. Yahut bizimkiler onları tercih etmişler. Bu anlamda en meşhur ve rağbet görenleri, Çete ve Kötühüseyin idi. Çete'yi şimdi tam olarak zihnimde canlandıramıyorum; ama Kötühüseyin'in unutulmaz bir siması vardı. Keskin, kısık gözler ve kendine has dudaklarının kenarından sarkan bıyıkların merkeze oturduğu bir yüz düşünelim. Tam ortada hepsiyle uyumlu bir burun... Burun dikkatimi çekmezdi, lakin üstteki gözler ile alttaki ağız görene unutma beni der...
Çocukluğumda hafızama kazınan bu simayı unutmamışım. Yıllar sonra yaşlılığında görünce hatırladım, yine de Çalgıcı Kötühüseyin olup olmadığını sordum. Heyecanla eski günleri anlatmaya başladı. Neredeyse bütün Anıtkayalıları biliyor. Askerde nasıl bandocu olduğunu, orada öğrendiği trompet çalmayı terhis sonrasında nasıl devam ettirdiğini ve nasıl çalgıcı olduğunu bir bir sayıp döktü. Anlatırken maziyi tekrar yaşıyor gibiydi...
Sonuç olarak düğünlerde tutulan bu üç ayrı çalgının tarihlerini net çizgilerle ayırmak çok güç. 20. Yüzyıl başlarında odada çalgı çalındığına yönelik güçlü rivayetler var. Bununla beraber aynı dönemde bu üç tarz çalgının da tercih edilebildiğiyle ilgili örnekler bulunuyor. Mesela 1969 sonunda Tekelilerin Halil Taşkın'ın düğününde dümbek çalındığı fotoğraflanmış. Ondan iki ay sonra Berber Ahmet Kabadayı'nın düğünü davul zurnayla mı yoksa çalgıyla mı olacak diye tartışılmış ve çalgıda karar kılınmış. Bir hafta sonra Keçilerin Mevlüt Seçen'in düğünü ise davul zurna ile yapılmış. Demek ki çalgı, düğün sahibinin görgü, imkan ve tercihine göre belirleniyor...
İki gece üç gündüz çalacak olan çalgıcılar bir odaya yerleştirilir. Davulcu Odası diye adlandırılan bu oda düğün sahibinin mensup olduğu sülaleye ait olur. Çünkü hemen her sülalenin bir odası var... Sülalenin odası, ama Davılcıodasının da bazı özellikleri taşıması gerek. Bir defa oğlan evine yakın olmalı; çalgıcılara yemek servisi, şu bu derken sürekli git gel yapılacak... İkinci olarak, geniş bir oyun alanına sahip olmalıdır, mümkünse çalgıcıların çaldığı yer ile oyun alanı birbirinden ayrı olmalı. Üçüncü olarak davılcıodası merkezi bir yerde bulunsa iyi olur. 'Harman yelinen, düğün elinen' yapıldığı için herkesin kolay ulaşabileceği bir yer olması tercih edilir...
Bahsi geçen fiziki şartlara sahip davılcıodası bulmak her zaman kolay değildir. Bu yüzden bazen kahveler bu amaçla kullanılabilir. Buna en güzel örnek Gambır Muhtar Ahmet Öncül'ün düğünü olsa gerektir. Güçcükhalilin kahvede bir kaç saat oynanılan bu düğün, aynı zamanda Anıtkaya'daki ilk video çekimli düğün olması bakımından da önemlidir...
Davılcıodasında idare ve hakimiyet Odabaşınındır. Oğlanevine yakın delikanlılar arasından seçilen odabaşının büyük görevleri olduğundan, koordinasyon yeteneği bulunmasına dikkat edilir. Her önüne geleni odabaşı olarak dikemezsin. Nedir o görevleri? Çagıcılarla oğlanevi arasında iletişimi sağlamak; çalgıcılar hem görevli hem misafirdir, onların iaşe ve konaklamasına hizmet etmek; dışarıda çalgıcılara kılavuzluk etmek ve davılcıodasındaki eğlenceyi huzur içinde yürütmektir...
Yüksek performanslı çalgıcılarla eğlence zirveye çıkar. Düğünde coşku istiyorsan (kim istemez ki) çalgıcının gönlünü hoş tutacaksın. Karnı doyacak, uyku problemi olmayacak... İşinden memnun olacak ki iyi çalsın, düğün sahibi de memnun kalsın... Tabi bu adamlar isteklerini odabaşı aracılığıyla bildiriyorlar. O görevini yapmayıp odadaki önemli durumlardan ağayı haberdar etmezse olası problemler çözülmez. Hatta bazı problemlerin çözümünde odabaşı yetkilendirilmelidir...
Odabaşının çalgıcılara kılavuzluğu okuma esnasındadır. Henüz davetiye adetinin olmadığı zamanlarda, oğlanevinin düğün davetleri çalgıyla yapılır buna da 'okuma' denirdi. Cuma ve Cumartesi günleri bitirilmesi gereken bu önemli vazife oldukça meşakkatlidir. Kimler okunacaksa yazılı veya sözlü olarak odabaşının eline liste halinde verilir. Koca köye dağılmış olan okunacakların her birinin evine çalgılarla gidilecek, gocagapının önünde ev sahibi kendini gösterene kadar okuma havası çalınacaktır. Bazıları çok çalınsın diye bilerek dışarı geç çıkar. Karda kışta vay o çalgıcının haline... Lakin yapacak bir şey yok, evden biri çıkıp da odabaşı aracılığıyla çalgıcılara bahşişi verene kadar çalacaksın... Bu bahşiş bazen üç beş kuruş, bazen bir yumurta olabilir; ne çıkarsa bahtına... Böyle böyle bütün okunacaklara çalmak lazım... Berberahmetin düğünde odabaşı Posdeci Mehmet Ali Ölçer imiş... 'Öyle bir okuma listesi vardı ki bitirene kadar ayaklarıma kara sular indi' diyor...
Bir yandan okuma işini sürdürürken, çalgıcıların bazı vakitlerde belirli yerlerde bulunmaları gerekiyor. Çeyiz kağnısı gidecek, çeyiz kağnısı gelecek; damatlar berbere gidecek, sonra kına yakılacak; vatandaş dışarıda çalgı ister, onlara çalınacak, isteyen oynayacak; Cumartesi akşamı kızevine gidilecek, orada damat oyunu var... Bütün bunlar çalgı eşliğinde olması gerekenler... Onları peşinden sürükleyecek olan da odabaşıdır... Bütün bu hay huy arasında boş vakit kalırsa (ki çok zor) oğlanevinin önünde çalmalı, isteyene oynama imkanı vermelidir. Ne de olsa oğlanevinin küçük çocuklarını oynatma hususunda, büyükler çok heveslidir...
Odabaşının belki de en zor görevi Cuma ve Cumartesi geceleri davılcıodası eğlencelerini yönetmektir. Buraya her isteyen gelir, karınca kararınca eğlenceye katılır, gider. Bu yüzden özellikle Cumartesi akşamı trafik çok yoğun olur. Oyun alanı sürekli doludur, herkes oynamak ister. Elindeki kaşıkları kime verirse onlar oynayacağı için; oyun sırasını belirleme işi de odabaşındadır. Böyle zamanlarda kafası dumanlı çok kişi olur, ufak bir şeyden kavgalar çıkar. 'Vay benim istediğimi niye çalmıyon!... Yok ben oynayacaktım!... Niye öyle bakıyon!... Onun babası beni şurda dövdüydü!...' Odadaki coşkuyu sağlamak, ama taşkınlığa meydan vermemek; çalgıcıları ayrı, odadakileri ayrı; düğün sahibini ayrı, damatları ayrı idare etmek odabaşının görevidir ve bu hiç de kolay değildir...
Pazar günü gelin indikten sonra, oğlanevi önünde oyunlar oynanır. Bunlar kapanış oyunudur ve isteyen herkes oynar. Bittikten sonra çalgıcıların görevi sona erer. Düzen takanları toplanarak memleketlerine uğurlanırlar... Ancak onların gidişiyle odabaşının zorlu görevi sonlanmış olur...
Odabaşının görevinin önem kazanması, herhalde seymanların bir bir meydandan çekilmesinden dolayıdır... 1960'lı yıllara kadar düğünde eğlenceyi ve düzeni sağlayan temel öge seymanlar ve seymanbaşı olduğu anlaşılıyor.... Düğün boyunca, ihaleyle aldığı Gocacamideki sancağı taşıma hakkını elinde bulunduran seymanbaşı, aynı zamanda delikanlıların çıkaracağı oyunları da organize ediyordu... Onların yavaş yavaş önemini yitirmesiyle odabaşı öne çıkmaya başlıyor... Cuma günü, düğün boyunca orada dalgalanacak olan oğlanevinin dambeşine dikilen bayrak da sanırım seymanbaşının taşıdığı sancak yerine getirilmiş bir adet oluyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder